Hac

HAC

Hac kasdetme ve yonelme mânâlarina gelir. Ancak onu, mutlak kasd ve mucerret yonelis mânâlarina hamletmek de dogru degildir. Hac, hususî bir zaman diliminde, hususî bir kisim yerleri, yine bir kisim hususî usullerle ziyaret etmeye denir ki; senenin belli gunlerinde, hac niyetiyle ihrama girip, Arafat'ta vakfede bulunmak ve Kâbe'yi tavaf etmekten ibaret sayilmistir. Ihram haccin sarti, vakfe ve tavaf ise onun rukunleridir. Her sene, dunyanin dort bir yanindan yuzbinlerce insan, "Beytullah"a teveccuh edip, mubarek bir zaman dilimi icinde, Sahib-i Seriat tarafindan belirlenmis bazi mekânlari.. hususî bir kisim usullerle ziyaret eder.. vazifelerini yerine getirir ve gunahlarindan arinirlar ki boyle bir vazife, "Ona varmaya gucu yeten kimsenin Kâbe'yi tavaf etmesi, Allah'in insanlar uzerindeki hakkidir" fermaniyla, Islâm'in bes esasindan biri olarak gucu yeten herkese farz kilinmistir. Hac, muslumanlar arasinda ictimâî birligi tesis ve tecelli ettiren oyle buyuk ve oyle sumullu bir Islâm siâridir ki, onun enginlik ve vus'atini, kure-i arz uzerinde bir baska mekân ve bir baska cemaatte bulup gostermek mumkun degildir. Kâbe, o derin mânâ ve kudsiyetiyle, tâ Hz. Âdem ve onun yaratilisindan onceki zamanlara gidip dayanan.. ve daha sonra Hz. Ibrahim'le bilmem kacinci kez ortaya cikarilip imar edilen, millet-i Ibrahimiye ile irtibatli, Hakikat-i Ahmediye'nin "amâ"nin bagrinda esi, Nûr-u Muhammedî aleyhisselâmin dolyatagi ve butun semâvî dinlerin kiblegâhi essiz oyle bir tevhid ocagidir ki, bu hususiyetleriyle ona denk, Allah evi denebilecek ikinci bir bina yoktur. Her yil, yuzbinlerce insan, Allah'a karsi kulluk sorumluluklarini yerine getirmek icin, Hakk'a en yakin olacaklari bir zaman diliminde, bir zirve mekânda, edâ edecekleri ibadetlerin menfezleriyle duygularini, dusuncelerini soluklar.. ahd u peymanlarini yeniler.. gunahlarindan arinir.. birbirlerine karsi sorumluluklarini hatirlar ve hatirlatir.. ictimâî, iktisâdî, idârî ve siyâsî islerini, her yaniyla Hakk'a kullugu cagristiran bir ibadet zemininde, kalblerin rikkati, duygularin enginligi ve Islâm suurunun med vaktinde, bir kere daha gozden gecirip pekistirir; sonra da yepyeni bir guc, yepyeni bir azim, yepyeni bir sevkle ulkelerine donerler. Hepimiz hacca, biraz da, ruh ve duygularimizin kirlenmis olmasi mulâhazasiyla gider ve o gune kadar tanimadigimiz farkli bir kapidan, ayri bir mânâ âlemine aciliyor gibi yola revân olur ve gececegimiz yollara siralanmis seâiri bir bir gorur, duyar, enginliklerine iner.. ve ulu daglarin mehâbeti icinde gozumuzu, gonlumuzu dolduran bunca Islâm alâmeti karsisinda, daha yolda iken Kâbe ve haccetme ruhunun perde perde sicak ve derin esintilerini duymaya baslariz. Sonra da, gidip tâ en son noktaya ulasincaya kadar, otobus kanepelerinde, tren kompartimanlarinda, gemi kamaralarinda, ucak koltuklarinda, otel odalarinda, misafir salonlarinda, hatta carsi ve pazarda hep o simsicak meltemlerin tesirini hissederiz. Bu vasitalara, bu yollara ne kadar alismis ve ne kadar kaniksamis olursak olalim; vasitasina gore, saatler, gunler ve haftalar suren bu mavi, bu rûhânî, bu âhenkli, bu vâridatli yolculuktan bir kurbet, bir vuslat, bir guzellik, bir siir hatta bir romantizm banyosu ala ala, ruhlarimiza, asil kaynagindan gelen gucu kazandirmis, gonullerimizi itmi'nân arzusuyla sahlandirmis ve husûsî bir âlemin namzedi olmus gibi kendimizi, butun bu buyulu guzelliklere ulastiracak sirli bir kapinin onunde saniriz. Bu kudsî yolculuk ve yol mulâhazasi, her zaman his dunyamiza oyle esbab ustu bir duyus ve bir sezis kabiliyeti bahseder ki; bazen nes'eyle tuten, bazen murâkabe ve muhâsebe duygusuyla buruklasan bir ruh hâletiyle, âdeta kendimizi âhiretin koridorlarinda yuruyormuscasina hep tedbirli ve temkinli hissederiz. Kâbe; bakis zâviyesini iyi belirlemis olanlara gore, boynu otelere uzanmis, bir bize, bir de sonsuzluga bakan; yer yer sevinen, zaman zaman da kederlenen icin icin bir hâli oldugu hissini uyarir. Binlerce ve binlerce senenin tecrube, vakar ve ciddiyetini tasiyan ve daha cok da bir insan yuzune benzetecegimiz onun dis cephesini gorunce, edâsi ve endâmiyla bize bir seyler anlatmak istedigini, harîmini acip bize: "Gel ey asIk ki, mahremsinBura mahrem makamidirSeni ehl-i vefâ gordum"dedigini duyar gibi oluruz. Kâbe; konumu itibariyla, evimizin en mûtenâ kosesinde, en hâkim bir sedir uzerinde oturup evlatlarinin, torunlarinin nes'elerini paylasan, elemlerini ruhunda yasayan bir anne gorunumundedir. Bulundugu yerden cevresini temâsâ eder; yer yer acilarla burkulur, zaman zaman da insirahla cevresine tebessumler yagdirir. Insan, beldelerin anasina yaslanmis bu binalarin anasi cevresinde donmeye baslayinca sefkatle kucaklandigini, sevgiyle koklandigini duyar gibi olur. Tavafta hemen herkes kendini, annesinin elinden simsIki tutmus kosan bir cocuk gibi hafif, guvenli ve sevkli hisseder. Evet insan, o binler ve yuzbinler icinde, uhrevî dusuncelerle cosmus onun etrafinda pervaz ederken, âdeta Allah'a dogru yuruyormuscasina sevk u tarâbla cosar ve kendinden gecer. Vucutlarinin yarisindan cogu acik, urbalari omuzlarinda "remel" yapip ziplayarak yururken, her zaman telasli, endiseli, fakat bir o kadar da umitli ve celik- cavak bir yol alisin heyecanini yasarlar. Dunya hesabina bu salinmislik, bu rahatlik ve romantizm, mubarek evin cevresindekilere tarifi imkânsiz buyulu bir derinlik, bir hayal ve bir melâl asilar. Insan, o uhrevî kalabaligin ukbâ buudlu goruntusu karsisinda, daha tavafa girmeden o ilâhî harîmin munzevî sukût ve siirini duyar gibi olur. Her zaman kendini Kâbe'nin cevresinde bu donme buyusune kaptiran derin ruhlar, donerken kimbilir ne mahrem kapilarin onunden gecer.. ne bilinmez tokmaklara dokunur ve ne sihirli panjurlar aralarlar otelere.! Oyle ki, bu eski fakat eskimemis binanin cevresinde her an yepyeni duygularla cosup donerken, tahayyullerimizde acilan menfezlerden gonullerimize akan vâridâta, sînelerimizde cakan isIklara ve ruhlarimizi ucuran sirra sasariz. Her adim atisimizda, sirli bir kapi acilacakmis da bizi iceriye cagiracaklarmis gibi bir hisle hareket eder, keyfiyetini bilemedigimiz bir zevke dogru kaydigimizi sanir ve kalbimizin heyecanla attigini hissederiz. O esnâda bulundugumuz yerden, Kâbe'nin gonullerimize sinmis olanca buyuklugunun, derinliginin, buyusunun canlanip kopurdugunu tepeden tirnaga her yanimizda duyar ve urpeririz. Bu mulâhazalari bazen bir kisim gercek sebeplere dayandirarak izah etmek mumkun olsa da, cok defa kriterlerimizi, takdirlerimizi asan vâridat ve sunûhat karsisinda sessiz kaliriz. Zira Kâbe ve cevresi, maddî sartlari ve dis aksesuari itibariyla bir seyler ifade etse de, muhtevasi kapali, mânâlari bugulu, uslubu da uhrevî oldugundan herkes onun anlattiklarini anlamayabilir. Oysa ki, avam-havâs, cahil-âlim, genc-yetiskin herkesin mutlaka ondan anladigi ama cok defa ifade edemedigi bir suru sey vardir. Kâbe, hepimizde urperti hâsil eden mehip dag ve tepeler arasinda daha cok filizlenmis bir nilufere benzemesinin yaninda, icinde varligin esrarini tasiyan bir sir fanusu, Sidretu'l-Muntehâ'nin izdusumu veya goklerotesi âlemlerin usâresinden meydana gelmis bir kristâl gibidir. Insan o sir fanusunun cevresinde suuruyla dondugu surece, akip disariya sizan dunya kadar gizli seyler hissettigi gibi, zaman zaman da, Sidretu'l-Muntehâ'ya kilitli bu prizmadan goklerotesi âlemleri de temâsâ eder. Evet, hemen herkes, onun harîmine siginir-siginmaz, zaten ruhunda mevcut olan his ve dusunce enginliginde daha bir derinleserek Kâbe'yi, kendi varligini ve Cenâb-i Hakk'in matmah-i nazari bu iki unsurun birbirleriyle munasebetlerini dusune dusune, icine acilan bir kisim sirli kapilardan gecerek, o gune kadar tanimadigi en mahrem dunyalara acilir. Elbette ki bu duyus ve bu sezis, bu mânâ ve bu ruh ancak, saglam bir iman, mukemmel bir Islâmî hayat ve tastamam bir ihlâs ve yakîn birlesiminden hâsil olacaktir. Yoksa, mucerret kaliplarin hissesi, kaliplarin cercevesine bagli kalacaktir. Kâbe'deki bu derinlik ve bu zenginlik sayesinde oradaki hemen her sey, diger zamanlarda oldugunun ustunde, hac duygusuyla renklenince, bir baska ihtisam, bir baska mehâbetle tullenir.. tullenir de insan onun buyusune kapilarak, âdeta isIktan bir helezonla vuslata tirmaniyor gibi done done yukselir ve ozundeki bir cazibeyle gider Mâbudu'na ulasir. Bu noktaya ulasan ruhun edâ ettigi tavaf namazi, ayni sukur secdesi; ictigi zemzem de cennet kevseri veya vuslat sarabi olur. Kâbe'nin cevresindeki tavafi, tasavvufî ifadesiyle, daha cok, mubarek bir duygu, bir dusunce etrafinda ve kendi icimizde derinlesme hedefli bir seyahatin ifadesi sayilan "seyr fillâh"a benzetecek olursak, sa'y mahallindeki gelipgitmeleri, halktan Hakk'a, Hak'tan da halka urûc ve nuzûlun unvani olan "seyr ilâllah", "seyr minallah" mânâlariyla yorumlamak muvafik olur zannederim. Evet, Safâ-Merve arasindaki gelip-gitmelerde iste boyle bir mulâhaza ve bu mulâhazadan kaynaklanan bir derin his ve arzu tûfâni yasanir. Insan mes'âda (sa'y mahalli) hep bir kosup aramanin, bir medet dileme ve imdat etmenin kulturunu, siirini, mûsIkîsini, vuslat ve "dâussila"sini yasar. Orada onemli bir seyin pesine dusulmus gibi, takipler araliksiz devam eder. Aranan sey zuhur edecegi âna kadar da gelip-gitmeler surer durur. O yolda rastlanilan her iz ve emâre insanin heyecanini bir kat daha artirir.. ve sîneler: "Bak su gedânin hâlineBend olmus zulfun telineParmagi askin balinaBandikca bandim bir su ver."Gedâî der ve Kâbe'nin cevresinde oldugu gibi hem kosar hem de icine matkaplar salarak, Beytullah'in cevresindeki enfusî derinlesmeye mukabil, burada, bir hatt-i mustakîm uzerinde gelip-gitmeli, peygamberâne his ve duygularla, baskalari icin yasama, baskalari icin gulme ve aglama, hatta baskalari ugrunda olme cehdiyle gerilir.. telasli fakat hesapli, endiseli ama umitli; semânin altin isIklari altinda, hac mevsiminin mavimtrak saatleri icinde; yeni bir vuslatin heyecani ve henuz aradigini tam bulamamis olmanin tahassuruyle gelir-gider, kosar-âheste yurur, tepeye tirmanir, oradan asagi iner ve yolda olmanin butun kararsizliklariyla cirpinir durur. Bazen, mes'âda kosan insanlarin, daha cok bir nehrin akisina benzeyen cagiltilarina karisarak, karisip bir koro sivesiyle hislerini dile getirerek.. bazen de hicbir sey ve hicbir kimse gormuyor olma ruh hâletiyle, tek basina sa'y ediyormuscasina, gozunde Hz. Hacer'in silûeti, elinde gonul kâsesi ve dilinde: Iste peykânin gonul hecrinde, sevkim sâkin et,Susuzum bir kez bu sahrada benim'cun âre su!…………….Bîm-i dûzah nar-i gam salmis dil-i sûzânima.Var umidim ebr-i ihsanin sepe ol nâre suFuzûlî sozleri, goklerden gelip alevlerini sondurecek bir rahmet bekler.. ve ruhunu yakan kendi atesiyle beraber, intizarin bitmeyen hasretiyle de kavrulur durur. Bazen mes'âda, otelerden kopup gelen bir meltemin serinligi duyulsa da, genelde orada hep sevk buudlu bir huzun, umit ve recâ televvunlu bir ask izdirabi yasanir. Mes'âda cok defa hakikatler hayale karisir ve cevredeki insanlar bazen sukûtun derinligiyle, bazen de ciglik ciglik hickirislariyla, kâh mîzâna surukleniyor gibi, kâh kevsere kosuyor gibi zevk ve tasa ikilisiyle yer yer yutkunur, zaman zaman da rahat bir nefes alir.. ve gelis-gidislerine, inis-cikislarina devam ederler. Orada saat ve dakikalar o kadar nazlidirlar ki, mutlaka iltifat ve alâka isterler. Yoksa, hic var olmamislar gibi iz birakmadan eriyip giderler. Gunler bayrama dogru kaydikca, metâf, zemzem ve mes'â gizli bir gurbet ve hasret duygusuyla lacivertlesir.. Kâbe, bize araladigi pencerelerin panjurlarini yavas yavas indirir.. ve her hâdise ile fâniligini anlayan insan, buradan gocme zamani geldiginde ayrilmasi icap ettigi gibi, bir gun mutlaka dunyadan da ayrilacagini dusunur ve kendi icine, kendi hususî dunyasina cekilerek âdeta bir rûhî inzivaya burunur. Ama henuz her sey bitmemistir; Hakk'a yuruyen bu insanlari bekleyen hâlâ upuzun bir yolculuk var. Inanilmaz Ocak / Subat / Mart - 2007 / 75 YENi UMiT 5 tilsimi ve basdonduren fusûnuyla guzergâhi kesmis duran "Mina" onlari bekliyor.. gok kapilarinin gicirtilarinin duyuldugu "Arafat" onlari gozluyor.. "Muzdelife", onlara mini bir seb-i arus yasatmadan saliverecege benzemiyor.. daha ileride teslimiyetlerini soluklayip akl-i meâslarini tasa tutacaklari yerler gelecek ve Allah'a nefislerinin fidyelerini sunup, kendi duygu dunyalarinda beraatlerinin bayramini yasayacak; sonra da, Kâbe'de, kâbe-i kalblerine yonelerek, Hak'tan yine Hakk'a urûc ve nuzûllerini noktalayarak "fenâ fillâh" ve "beka billâh" tedâîlerinin ilhamlariyla tâlihlerine tebessumler yagdiracaklar. Postunu fedâkârlik iklimine sermis bulunan Mina, o buyuleyen pariltilariyla, siirini tâ Muzdelife'nin tepelerine duyurur.. onun icine girmek ister.. hatta onu da asarak otelerdeki Arafat'i selamlar.. selamlar ve yirmidort saatlik misafirlerine referans verir.. ve bu bir gunluk konuklarini Arafat'a emanet eder. Bence Mina, fedâkârlikla sefkatin, emre itaatteki inceligi kavramakla muhabbetin tullendigi, arzda semâvî bir kusak ve simsicak bir kucaktir. Mina, âdeta bir teslimiyet kovani ve bir hasbîlik yuvasi gibidir. Eski hâli itibariyla tamamen, simdiki durumu itibariyla de kismen, hemen herkesin, evsiz- barksiz, yurtsuz-yuvasiz birkac gunlugune ikamet ettigi Mina, oyle sirli bir yerdir ki, ukbâya butun butun kapali olmayan her gonul, o daglar ve vadiler arasindaki âramgâhta neler hisseder neler..! Bizler Mina'yi, her yaniyla, ruhumuzla oyle kaynasmis ve butunlesmis buluruz ki; onun âdeta kalbimizde attigini, damarlarimizda aktigini ve âsâbimizda yasadigini duyar gibi oluruz. Oyle ki, oraya daha adim atar-atmaz, onun ruhumuzla kucaklastigini, -Allah Resûlu'ne ilk kucak acilan yer olmasi itibariyla da uzerinde durulabilir- bize otelere acilan yollari isaret ettigini ve bizi tamamladigini, hatta gelip duygu dunyamiza karistigini hisseder ve bir olcude hepimiz Minalasiriz. Biz Mina'da hazirliklarimizi yapip ruhumuzun kanatlandirilmasiyla ugrasirken, "Arafat" bir bastan bir basa gelin odalari gibi suslenir ve bagrini, gelip konacak, gerilip otelere acilacak misafirleri icin tipki bir liman, bir meydan, bir rampa gibi hazirlar, acar.. ve ona bir dâussila tutkusuyla kosan Hak konuklarini beklemeye koyulur.. yeni bir imkân, yeni bir devran mulâhazasiyla coskun Hak konuklarini. Arafat'in oyle bir nûrânîligi ve orada yasanan zamanin oyle bir derinligi vardir ki, o hazîrede bir kere bulunma bahtiyarligina ermis bir ruh, gayri hicbir zaman butun butun mahvolmaz ve kat'iyen dunyevîler gibi olmez. Omrunun birkac saatini Arafat'ta gecirmis olanlar, butun bir omur boyu guller gibi acar durur ve asla solmazlar. Onun sefkatli, askli, siirli dakikalari, hep bir sabah gunesi gibi gonul gozlerimizde isildar durur.. ve her yaninda acik-kapali askla bilenmis, bulbul gibi sakiyan, sakiyip kalblerinin en mahrem noktalarinda peteklesmis bulunan imanlarini, irfanlarini, muhabbetlerini ve cezb u incizaplarini haykiran insanlarin cigliklari kulaklarimizda tin tin oter ve otelere mustak gonullerimizi costurur. Hem oyle bir costurur ki, bizi, en inanilmaz, en erisilmez lezzetlere ceker.. en olgun, en doyurucu vâridatla hislerimizi sahlandirir.. ve gormusgecirmis varliklarin istignâlarina benzer sekilde gozlerimize bir buyu calar ve bizleri ozlerimizin icindeki zenginliklerde dolastirir. Arafat'ta, sabahlar da gurûblar da hep derinlik soluklar ve ihtimal ki, en yuksek sâirlerin bile terennum edemeyecegi nuktelerini kalblerimize bosaltir ve bize varligimizin gayeleri adina neler ve neler fisildarlar. Bence, ruhun uhrevîlesip incelmesi icin insan hic olmazsa omrunde bir kere Arafatlasmali, Arafat'i yasamali ve Arafat'in tulû ve gurûbunu oksijen gibi cigerlerine cekmelidir. Arafat'ta insan, duanin, yakarisin, ic cekis ve ic dokusun en urperticilerine sâhit olur. Hele ikindi sonrasina dogru, biraz da buruksu veda havasiyla eda edilen dualar, daha bir derinlikle tullenir, sesler, soluklar, goklerotesi meleklerin cigliklarini hatirlatan bir enginlik ve duruluga ulasir. Insan, Arafat duzlugunde yukselen âh u efgâni duydukca, seslerdeki uhrevîlik, ebedî saadet umidinin hâsil ettigi rikkat, sefkat ve recâsiyla genclestigini, ebedîlestigini, buyuk bir acilisa gectigini ve genisledigini sanir. Hele, gunes gurûba kapanip da, kararan ufuklarin her yana bugu bugu veda duygulari saldigi dakikalarda umitlerin cisimlesip icimize aktigini, suurlarimizin Arafat vâridâtiyla aydinlandigini ve tipki ruya âlemlerinde oldugu gibi, kaliplarimizdan siyrilip, bir kisim mânevî anlasilmazliklara acildigimizi.. Arafat gibi ciglik cigliga inledigimizi.. batan gunesle beraber eriyip gittigimizi.. kulaklarimiza carpan âh u efgan gibi birer feryat hâline geldigimizi.. kuslar gibi hafifleyip bir tur kanatlandigimizi.. ve mâhiyet degistirip birer mânevî varliga inkilâp ettigimizi sanir ve hayretler icinde, oldugumuz yerde kalakaliriz. Arafat, insanlarin butun bir gun, melek mevkibleri arasinda dolasip durdugu, otururken-kalkarken surekli semâvîlik solukladigi, Hak rahmetinin sagnak sagnak gonullerimize bosaldigi ve hâdiselerin hep umit televvunlu cereyan ettigi bir rahmet yamaci ve hesap endiseli bir Arasat meydanidir. Dunyaya ait her seyden siyrilmis ve soyunmus insanlar, hesap, terazi, mîzân endisesi ve rahmet umidiyle hep hayaletler gibi dolasirlar onun duzluklerinde. Affolacaklarini umar, kurtulusa ereceklerinin hulyalarini yasar ve bu bir tek gunu, senelerin vâridâtini elde edebilecek sekilde degerlendirirler.. degerlendirirler ama, yine de bir baska yerde dua edip yakarisa gecmeleri lâzim geldigini de sokup kafalarindan atamazlar. Atmalarina gerek de yok, zira birkac adim otede bagrini acmis Muzdelife onlari bekliyor. Vicdanlarimizdan Muzdelife'nin bizi bekledigi mesajini alir almaz, icinde bulundugumuz isIklardan ve umitle bize tebessum eden Arafat'tan ayrilir, rukûa nisbetle secde seviyesinde Allah'a yakin olmanin unvani sayilan Muzdelife'ye yururuz.. sonsuza, mekânsizliga, ebediyete ve Allah'a yurudugumuz gibi Muzdelife'ye yururuz. Tamamlanmaya yuz tutmus mehtâbin, dag-dere, vadi-yamac her yani aydinlatan isIklarla cilvelestigi bir mubarek mekânda ve goklerin yere indigi, arzin semâvîlestigi duygulari icinde, kendimizi, orada, Hakk'a ulastiran ayri bir rihtim, ayri bir liman ve ayri bir rampada buluruz. Kâbe'den beri degismeyen hâlleriyle, goklerin piril piril cehresinin, hacilarin simalarindaki akislerini, Allah'a yonelmis yalvaran bu sâdik bendelerin seslerini bedenlerimizde, ruhlarimizda, gozlerimizde ve gonullerimizde duyarak otelerde dolasiyor gibi otelesir, meleklerle ve melekûtla hemhâl olur uhrevîlesir ve kendimizi butun butun rahmetin enginliklerine salariz. Ibn Abbas, Insanligin Iftihar Tablosu'nun, Arafat'ta ummeti adina sarih olarak elde edemedigi onemli bir recete ve beraati Muzdelife'de elde ettigini soyler. Gonlum bu tespitin yuzde yuz dogru olmasini ne kadar arzu ederdi..! Eger Hz. Ibn Abbas'in dedigi gibi ise, baslarin secdeye varmisligi olcusunde insanlari Allah'a yaklastiran Muzdelife, bir baska feryâd u figan, bir baska âh u zâr ister... Muzdelife'nin hemen her yaninda, lambalardan akseden isIklarla, hacilarin parildayan yuzleri, bugulu bakislari ve heyecanla carpan sîneleri, sadece gecesiyle tanidigimiz o mubarek sahaya, buyuleyen ayri bir guzellik katar. Hele gece ilerleyince her yani daha derin bir esrar burur. Bir kisim kimseler ertesi gunku zor vazifeleri icin dinlenirken, sabaha kadar elpence divan duran insanlar da vardir. Sesini sînesine cekip duygulariyla tipki bir mizrap gibi gonlunden gonul ehline nagmeler dinleten bu engin ruhlar kim bilir neler dusunur, neler soyler ve iclerinden neler gecirirler..! Kalb sesleri her zaman kendilerini asan bir seviyede cereyan eder ve meleklerin soluklariyla atbasidir. Kalbini dinleyen ve kalbiyle konusan bu zamanustu insanlar, simdi seslendirdikleri bu gonul bestelerinin yaninda, daha once, ondan da once, duygu mizrabiyla gonul telleri uzerinde duyurup duymaya calistiklari ne kadar nagme varsa, hepsini bir koro gibi birden duyar, birden dinler ve gecmislerini bu gunle beraber bir zevk zemzemesi hâlinde yudumlarlar. Ufuklarda safak emâreleri tullenmeye baslayinca, bir gun once Arafat'ta yasanan ses-soluk, his-heyecan katlanarak butunuyle Muzdelife'ye akar.. akar ve tan yeri bir suru his, bir suru iniltiye karisarak agarir. Namaz disi Hakk'a yonelisler, namaz ici teveccuhler.. ve namazin icine akip kunutlasan dualar her biri Hakk'a yakinligin ayri bir buudu olarak keyfiyetler ustu bir derinlikte edâ edilirler. Bazen dort bir yanimizi saran ve butun duygularimizi oksayan bir ipek urba gibi.. bazen umitlerimize fer ve acilarimiza tesellibahs olan semâvî eller gibi.. bazen ocaklar gibi yanan sînelerimize su serpen birer tulumba gibi.. bazen ruhlarimiza en yuce hakikati duyurup gonullerimize urpertiler salan ezanlar gibi.. bazen yikilmis, dagilmis eski dunyamizin parcalarini biraraya getirerek, ozumuzden, ebediyetimizden, dunyamizdan, ukbâmizdan oyle mânâlar duyururlar ki, kendimizi yeniden kesfediyor, ozumuzu daha yakindan taniyor, dunyaya farkli bir zâviyeden uyaniyor, ukbâyi da ayri bir yakinlik, ayri bir netlik icinde goruyor gibi oluruz. Bu yalvaris ve yakarislar, gunes isinlari yeni bir gunun mujdesiyle ufukta belirecegi âna kadar da devam eder. Gunes dogarken de, âdeta o âna kadar secdede olan baslar, bir baska yakinliga ulasmak icin yeniden "sedd-i rihâl" eder ve yollara koyulurlar. Simdi, onumuzde daha once de ugrayip ve vadi vadi selâm durup gectigimiz Mina var. Safvete ermis kalblerin, duz mantiga zimam vurup onu ruhun eline teslim edecekleri Mina.. teslimiyete ermis gonullerin inkiyadlarini ortaya koyacaklari Mina.. Hz. Âdem'den Hz. Ibrahim'e, ondan da insan nev'inin Seref Yildizi'na kadar binlerin, yuzbinlerin akil ve mantiklarini gemleyip muhâkemelerini kalble irtibatlandirdiklari Mina.. nihayet butun bunlardan sonra, seytani taslarken nefislerimizin de paylarini aldiklari, ayrica ibadetin esasi sayilan taabbudîligin ma'serî vicdan tarafindan temsil edildigi Mina... Ve seytan taslamanin yaninda daha neler neler yapilir orada.. kurban, tiras, hac esvâbindan soyunma.. ve yol boyu derinlestirilen konsantrasyondan sonra tam bir metafizik gerilimle eda edilen farz tavaf bunlardan sadece birkaci… Hac yolcusu, evinden ayrildigi andan itibaren, yol boyu, nefis ve enâniyeti hesabina iplik iplik cozulur; kalbî ve rûhî hayati adina da bir dantela gibi ibrisim ibrisim orulur. Evet, insan bu isIktan yolculugunda en eski fakat eskimeyen, en ezelî ama taptaze gerceklerle tanisir ve hâllesir.. ve hicbir zaman unutamayacagi edalara ulasir. Hele yapilan isin suurunda olanlar icin bu arzî fakat semâvî yolculuk, ihtiva ettigi vâridât ve hâtiralarla daha bir derinlesir ve ebediyet gamzetmeye baslar.. baslar ve guya semânin renkleri, hacilarin sesleri gelir, hulyalarimiza dolar, ruhlarimizi sarar ve omur boyu gonul gozlerimizde tullenir durur. Dunyada, Kâbe ve cevresi kadar, biraz huzunlu de olsa, ama mutlaka fusunlu daha câzip bir baska yer gostermek mumkun degildir. Insan, onun harîminde her zaman efsânevî bir guzellige sâhit olur ve her seyi en olgun, en tatli bir meyve gibi koparir ve yer. Oralara yuz surme tâli'liligini paylasan ruhlar, ebediyen baska bir ibadet mahalli arama vehminden kurtulurlar.. ve oralarin oteler buudlu cazibesini omurlerinin gurûbuna kadar da asla unutmazlar.

(Sizinti Dergisinin Haziran 1994 Tarihli 185. Sayisindan Alinmistir.) http://www.yeniumit.com.tr/konular.php?sayi_id=75&konu_id=698&yumit=bolum2 Yeni Umit Dergisi Sayı : 75 Ocak-Subat-Mart 2007
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~


Bu grubun hiç bir siyasi oluşum ,parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır...Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR..

Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.
-----------------------------------------------------------------
"ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ" grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.