[anadoluhaber] ORDUMİLLET YENİ: YÜCE SEL - KONUŞMA 5

"KONUŞMA" -5-
 
18.11.2010    
"You Know Sometimes Satan Comes As Man Of Peace"

Bob dylan
...

"Ancak (şeytan) şimdi, dünya iletişim araçlarında, televizyon kanallarında, ele geçirilen yeniliklerde (teknoloji) bulunuyor. Buna şaşmak pek mümkün değil. Veya şeytan, açgözlü bir kadının şimdiki zamanda soyunmasına uygun olarak, kendi renklerini saklayacak iki renkli lens taktıktan sonra boyadığı gözlerinde...

Bunun için erkek, bu iki göz arasından bir şeye ne zaman rağbet edip, ne zaman etmeyeceğini ve neyin yasal olup olmadığını, ne zaman utanacağını, ne zaman Allah'a sarılmak isteyeceğini bilmiyor. Kadın, ya kendisini ve ailesini şerefli kılıyor ya da şeytanın çukurunda kayıp gidiyor. Ve böylece hem kendisini hem de ailesini rezil ediyor. Şeytan, erkekler Allah'ın razı gelmediği şeylere yönelip, onları sevdiklerinde ve onlara kızdıklarında, nefislerinin isteklerine ve kızgınlıklarına uygun şeyler dışında neyi yapmaları gerektiğini veya neyin lazım geldiğini hatırlamadıklarında çıkageliyor.

Ve bu durum her yerde var; isteğin-isteklilerin, zulmün-zalimlerin, şerrin-şerlilerin, hatta topların nişangahlarında mevcut olanı terk ettiklerinde, veya haram malla dolu depolarda, uçağın motorunda ya da uçağın en alçak oyuntusunda, yerle bir eden füzede, gaspçıda, yabancı işgalinde, köşelerinde masumları barındıran hapishane sürgüleri ve demir parmaklıklar arkasında, Allah yolunda kafirlere ve zalimlere karşı savaşan insanlar ya da hürriyet uğruna savaşanlarda...

Belki de şeytan onların göğüslerinde, kanlarında, hatta niyetlerinde; belki de kağıtlara batılı yazan, hazırlayan kalemlerde veyahut da boyun eğdikleri şeylerdedir.

Ve şeytan, bütün bunlarla beraber, müfredatını uygulayarak keyifleniyor. Şer metodunu uygulayabilmek için ne gerekliyse harekete geçiriyor. Bunun için de vücudu gelişti. İnsanın kudreti ve vesile olmasıyla fiilleri de gelişti.

Böylece şeytan, eskilerin tarif ettiği gibi geniş veya uzunlamasına çekik gözlü ve saçları başının üstünde en uç noktaya kadar dikleşmiş mahluk değil artık. Saçları dağınık, boynuna salınmış, taranmış veya insanlarda olduğu gibi baştan omuzlara sarkıyor ya da kulağın ucuna kadar uzanıyor.

Şeytan, insanlara, içlerindeki boş şeyleri çıkarmaya güç yetiremeyen dervişler veya ruhsal tıpla ilgilenenler kadar nüfuz etmeye başladı. Her kim ki ruhuna boş şeyler girmişse, binlerce kere denense de, onun cisminden şeytanı çıkarmaya güç yetirilemiyor. Bunu denemeye kalkan kişiler, değnekleriyle, içlerine şeytan girenlerin yakınlarındaki bir yere, hatta onların enselerine vuruyorlar. Ve ne okumaları gerekiyorsa okuduktan sonra bağırıyorlar:

"Çık oradan ey lanetli melun!"

Şeytan insanın içine nüfuz ettikten sonra, onun vasıflarına uygun olarak onunla bütünleşti, onunla iç içe bir hal aldı. Veya sıfatları ve bıraktığı eserler dolayısıyla insanın yerini bütünüyle ele geçirdi. Yani insanın sıfatı, kendisini şeytan yaptı. Ya da şeytan, kendi görevini yapan insanlar çoğaldıktan sonra bu mekandan kaçarak uzun bir inzivaya çekildi.

Şeytan tüm bu hallerde, damarların içinde, akıllarda, fikirlerde, onun dostluğunu kabul edenlerin fiillerinde sürekli olarak kaldı"

Irak Devlet Başkanı Şehit Saddam Hüseyin

(Defol Git Lanetli- "İnsanların Birçoğunun Görevini Üstlenmeye Başlayan Şeytanın Kaçışı" başlıklı 1.Bölümden)
...


Hazır mıyız?

Herkes yerini aldığına göre devam ediyorum. Yalnız bir kişi eksik mi, bana mı öyle geliyor?

-Dışarda, birazdan gelecek.

-Her neyse...Sizler dışarda sigaralarınızı içerken okuduğum son yazıların bir kısmında dikkatimi çeken husus, artık içinde bulunduğumuz şartların ne kadar kötü olduğunu sayıp dökmeyi bırakıp, "bağımsızlığımızı yeniden nasıl kazanabiliriz, bunun çözüm yolu nedir, onu konuşalım" denmeye başlanması. Gerçi bağımsızlığımızı kazanmak zorunda olduğumuzdan hep bahsedilir ama bunu söyleyen diller, kimisi öyle sanarak, kimisi bahane ederek, "iç savaşa yol açacağı" gerekçesiyle "istiklal savaşı verelim" demeye bir türlü dönmez; bağımsızlığımızı kazanmanın yolu olarak Türk Milletine, "mevcut şekli demokrasi sınırları içinde demokrasi için mücadele etmeyi" veya "demokrasi savaşımı" vermeyi önerirler.

Oysa, "iç savaşa yol açar" endişesiyle kaçınılmazlığını dile getiremedikleri bir istiklal/kurtuluş savaşı, mücadele edilen dış düşmanın yönlendirdiği bozguncularla, kukla idarecileri de kapsadığından, aynı zamanda kaçınılmaz olarak bir iç savaştır da.

Tam da bu noktada "İstiklal savaşı mı? Aman haa! Kötü de olsa bir demokrasimiz var, sonra Yugoslavya'ya döneriz!" korkusuna yer yoktur. Yugoslavya'nın siyasi-idari bütünlüğü parçalandıysa, sebebi, Sırp milletinin, masa başında bölünmeyi talep eden ve de o sıralarda Irak nedeniyle düşmanlığını kazandığı müslümanları yumuşatmak için Bosnalı müslümanları hıristiyan Sırplara karşı savunmayı üstlenen vicdan sahibi ağabey rolündeki ABD'ye boyun eğmeyip, savaşması değil, tıpkı bizde olduğu gibi, iç cephe içindeki Atlantikçi yandaşların "bölünmeye masa başında demokratça razı olunmazsa, dünyanın dışına düşüleceği" propagandasıyla yürüttüğü, milletin savaşma azmini törpüleyici faaliyetlerdir.

Hiç bir "demokrasi savaşımcısı" 26 Ağustos sabahı 4.30 sularında tanzim ateşine başlayan Türk toplarının, İngiliz taşeronu Yunan güçleri üzerine mermi yerine demokrasi ilkeleri yağdırdığına beni inandıramaz.

Size bir sır vereyim, düşman, Büyük Taarruz muharebelerinde, İzmir istikametinde kaçıp kendini denize attıysa, işgalin demokrasi ilkeleriyle bağdaşmayacağına ikna olduğundan değil, "Ev"imizin içinde kaldığı taktirde son bozguncusuna kadar imha olacağını bildiğinden canını kurtarmak için yaptı.

Biliyorsunuz, o yıllarda yurdumuzu küçük parçalara bölerek "demokratikleştirmeye" gelmiş bulunan düşmanla, bu düşmanın elinde esir durumundaki kukla Istanbul hükümetinin kışkırttığı, çoğu Hürriyet İtilaf adlı "örgüt"e mensup işbirlikçiler, "anti-demokratik usullerle" milli kurtuluş savaşı veren vatanseverlere karşı yurdun dört bir yanında bozgunculuk yaparak, onları işgal kuvvetlerine yakalatarak "demokrasi savaşımı" veriyorlardı.

Demokrasiyi basitçe, "Ev"in yönetim biçimi, istiklal savaşını "Ev"in işgalciden kurtarılması olarak düşünürsek, "Ev"deki yönetimin "biçimi"yle, içindeki işgalciden "Ev"i "kurtarma fiili" arasında, birinin işlevini diğerinin yüklenebileceği cinsten ikame ilişkisi kurmak akla da aykırıdır, mümkün de değildir.

19 Mayıs 1919- 30 Ağustos 1922 tarihleri arasında "biçim" bir şey yapmadı arkadaşlar. Düşman, Türk toplarının 26 Ağustos sabahı anti-demokratça biçimine getirip başlattığı "tanzim" ateşiyle son perdesi açılan dört savaş yılı boyunca "kurtarma fiili" tarafından "Ev"in dışına doğru adım adım biçimlendirildi. Sizi temin ederim ki bu böyle.

1- İçinde, işbirlikçilerini de kullanarak, yönetim biçiminin işleyişini kendi menfaatlerine göre yönlendiren başka güçlerin işgalci olarak bulunduğu bir "Ev"de esas sorun, o şartlarda sadece "Ev halkı"nın menfatlerini gözeten bir yönetme faaliyeti söz konusu olamayacağından, "Ev"i işgalcilerden kurtarmak sorunudur.

2- Irz düşmanını dışarıya biçimlendirmek için, "Ev"in esas sahiplerinin " Bu imkanı kullanırsam, yönetim biçimi içinde mi kalırım, yoksa dışına mı taşarım" diye düşünmeden, bütün imkanlarını seferber ederek döğüşmeleri gerekir,

3- Bu, sadece "Ev halkı"nın menfaatlerini gözetecek bir yönetim faaliyetinin var olabileceği şartların sağlanması için girişilmiş bir kurtuluş savaşıdır ve bölücü bozgunculuğu da kapsadığından aynı zamanda bir iç savaştır.

Bir kurtuluş savaşı arkadaşlar, hem "Ev halkının" kendi içinde birleşip bütünleşmesini, hem de benzeri durumda bulunan başka "Evlerle", özellikle aynı düşman tarafından sızılan veya sızılmaya çalışılan bitişikteki "Evler"le ittifak kurulmasını gerekli kılar.

-İran gibi mi?

-Irak gibi... İran'ın işgalci güç olarak bulunduğu bugünkü Irak'taki kukla idareyi değil, 91 İstila Teşebbüsüyle, 2003 İstilasına savaşarak karşılık veren meşru Irak yönetimini kastediyorum. Eğer İran bugün, danışıklı değil, gerçek bir saldırıya uğrarsa, "Canavar Ahmedinejat" edebiyatı yapmak yerine, İran'ın yanında yer alırız.

Evet, bir kurtuluş savaşı, hem "Ev halkının" kendi içinde birleşip bütünleşmesini, hem de benzeri durumda bulunan başka "Evlerle", özellikle aynı düşman tarafından sızılan veya sızılmaya çalışılan bitişikteki "Evler"le ittifak kurulmasını gerekli kılar. Fakat son yirmi-otuz yılda edinilen "eski dil" alışkanlığı zihinlere o kadar yapışmış ki, "milli kurtuluş savaşı" yanlısı yazarlar, bir paragrafta önemine işaret ettikleri birlik ve bütünleşme fikrini, daha sonraki paragrafta farkına dahi varmadan geri almakta veya söylendiği haliyle bırakmakta.

Türk Milletinin her kesimden samimi vatanseverleriyle birleşip bütünleşerek bağımsızlık savaşı vermesi gerektiğine işaret eden bir yazıdan okuyorum;

"Bazı dostlarım bana şu eleştiriyi yöneltiyorlar:

'Sen, Türkiye’nin kötü koşullarını, içinde bulunduğu ortamı sergiliyorsun, bu iyi, ama yeterli değil biraz da çözüm ve kurtuluş yollarından söz eder misin?'

Hemen hemen benim tüm yazılarımda sorunlar çözümleri birlikte ortaya konmuştur. Dikkatlice inceleyenler bunu görülebilirler. Ama ben yine de bu özelliği gözden kaçıran değerli arkadaşlarımın isteğini ön plana alarak, bu makalemin tamamını 'kurtuluş için ne yapılabilir' sorusunun yanıtına ayıracağım. Bu görevi yerine getirirken, elbette daha önceki çözüm önerilerimden de yararlanacağım"

Ali Eralp imzalı, "Türkiye AKP İktidarından Nasıl Kurtulur?" başlıklı yazı böyle başlıyor ve "Makale, biraz uzun olacak ama sabrınıza sığınarak diyorum ki, lütfen yazıyı sonuna dek okuyun. Çünkü önümüzde duran en yakıcı sorun budur şu aşamada. Yani çözüm üretmek. Bu konu öyle bir iki sözcükle geçiştirilemez ve herkesin de bu alandaki görüşlerini, düşüncelerini ortaya koyması gerekir. Dilerim bu yazı bir başlangıç olur ve yeni tartışma alanları açar" dedikten sonra aktaracağım şu alıntılarla devam ediyor;

"Gündemde devrim vardır şimdi. Bundan böyle Türkiye’nin önündeki yol devrim yoludur. Tek yol devrimdir. Ulusal kurtuluş yoludur. Mücadele daha yeni başlamıştır. Herkes bu gerçeği özümsemelidir. Tıpkı Mustafa Kemal’ler gibi, Chavez’ler gibi Türkiye başarmak zorundadır"

"Vatan elden gidiyor, parçalanıyor, ihanet çeteleri ülkeyi teslim alıyor, biz kırk bir buçuk parçaya bölünmüşüz. Kimsenin aklına bir araya gelmek, bütünleşmek gelmiyor"

"Atatürk bugünkü ortamda yaşasaydı, böyle mi davranırdı? Zamanı gereksiz tartışmalarla boşa mı harcardı? Yoksa en geniş cephede birleşip, bütünleşerek, eyleme mi geçerdi?"

"Bu konuda Attila İlhan’ın her yerde yinelediğim şu sözlerini buraya yeniden alacağım:
 
“En büyük kötülük şu; Batı son 50 sene içinde Türkiye’de küçük küçük siyasi guruplar yaratarak bizi birbirimize düşürdü. Hâlbuki her şeyden önce bunların birleşmesi lazım ki vatan dokusu oluşsun. Gazi’nin Ankara’da oluşunu bir düşünün. Gazi’nin bir tarafında Ziya GÖKALP vardı. Bir tarafında Yusuf AKÇORA, arkasında Mehmet Akif vardı ve Mustafa Suphi’yi de çağırmıştı. İslamcı, Türkçü, Kemalist ve Komünist hepsi beraber olmasaydı bu savaşı kazanamazdı. Şimdi de aynı espri içine girmemiz lazım"
 
Ve son paragraf;

"Bizler Atatürk’ün antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı politikasını temel alarak, onun yolundan gitmek zorundayız Emperyalizm ve şeriatçı ortakları yobazlar yurdumuzdan kovuluncaya dek, karanlıklar aydınlığa dönüşünceye dek tam bağımsızlık mücadelesini kararlılıkla sürdürmeliyiz"

Bütün kesimleriyle Türk Miletine musallat "yobaz"ı sadece belli bir kesime mal eden "şeriatçı yobaz" tabirini kullanırsanız, "birleşme bütünleşme" fikri adına söyleyeceğiniz bütün güzel sözler, bu yazı boyunca sıralanan olumlu cümlelerin son paragrafta başına geldiği üzere solar. Eski dil alışkanlığından kurtulmadıkça, niyetinizin samimi olduğunuzu da sansanız, Attila İlhan'dan "... Gazi’nin bir tarafında Ziya GÖKALP vardı. Bir tarafında Yusuf AKÇORA, arkasında Mehmet Akif vardı ve Mustafa Suphi’yi de çağırmıştı. İslamcı, Türkçü, Kemalist ve Komünist hepsi beraber olmasaydı bu savaşı kazanamazdı" sözlerine gönderme yapmak, sadece "dilinize kolay"dır.

"Mustafa Kemal Atatürk, 30’larda Emperyalizmin örgütlediği NAZİ saldırısına karşı Balkan ülkeleriyle ittifak yapmış, arkasını Saadabat Paktıyla sağlama almış, Sovyetlerle, İran’la, Afganistan’la elele vermiştir..Maddi ve manevi bir destek hattı oluşturmuştur"

Bu cümlelerse, Banu Avar'ın "Mehmet Ali Güller'n son kitabı için" kaleme aldığı, "Büyük Kürdistan: Projenin Adı!" başlıklı yazısından.

Sözü Mustafa Kemal Atatürk'ün dış saldırı tehlikesine karşı hemen bitişiğimizdeki "Evlerle" nasıl ittfak kurduğuna getirmişken; vatansever yazarların, aydınların, sadece Irak'ı değil, Türkiye dahil, bölgedeki bütün "evleri" hedef aldığını kendi kalemleriyle tespit ettikleri 2003 yılı saldırısında, bu saldırıya direnen vaktin meşru Irak yönetimiyle ittifaka gidilmesini açıkça savunmaları gerekirken, tersine peşmerge bozgunculuğuyla ittifak kurmuşçasına "Canavar Saddam, köhne BAAS rejimi" edebiyatı yaptıklarını hatırlamak, bunun ne büyük hata olduğunu belirtmek, içinde bulunduğumuz şartlara hangi stratejik hata nedeniyle gelindiğini anlamak bakımından isabetli olurdu.

Liberal çapulculardan değil, vatansever yazarlardan bahsediyorum... Aktarmalar yaptığım bir önceki yazıda olduğu gibi, bağımsızlık savaşlarına, tam bağımsızlık yanlısı liderlere örnek verirken, Küba'yı, Bolivya'yı, Venezuela'yı, Vietnam'ı, Chavez'i, Castro'yu, Morales'i, Lula'yı zikredenler, ki zikretmesinler demiyorum, aradan 20 yıl geçmesine rağmen, "Sömürgeci düşmanın biri 1991'de, diğeri 2003 yılında gerçekleşirdiği her iki ilk saldırıya da savaşarak karşılık vermiş bir yönetime ve liderine sırtımızı dönmekle ve her iki saldırı sırasında peşmerge bozgunculuğunu kollayan, Irak yönetimini yerin dibine geçiren sözler söylemekle hata ettik; Türkiye ve Irak, 1990 Ağustosunda Irak'ın önerdiği güçbirliği teklifini kabul etseydi, bugün ne Irak istiklal savaşı vermek zorunda kalırdı, ne de biz 'parçalanmanın eşiğine gelmiş' olurduk" demekten hala çekiniyorlar.

-Niye acaba?

-Bir hata, yol açtığı sonuçları itibarıyla ne kadar vahimse, "yanlış yaptık" demekte hata sahibine o kadar zor gelir. Psikolojik bir şey...

Bir de bilerek, durumu farkında olarak, hala menfi propagandayı sürdürenler var. Yazı önümde değil, sanıyorum Ali Tartanoğlu, batılı liderleri tenkit ederken, Irak Devlet Başkanı Şehit Saddam Hüseyin'i adeta bir kötülük ölçüsü gibi kullanarak; Bush gibi liderleri "batının meşru Saddamları" olarak niteliyor. Aynı şahsın 91 İstila Teşebbüsünden bir ay önce yayınlanmış bir kitabı var. İçinde doğru bilgilerin yer aldığı o kitapta, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in "Başkan Baba" olarak karikatürize edildiğini hatırlıyorum.

"Başkan Baba" ama Burma Sarayının o çok karılı, çok çocuklu, görgüsüz fakat sevimli, zalimmiş gibi davranmaya çalışsa da zalim olamayan, üstelik aşırı kıskanç olup, bir kadına iltifat etmesini, oturup kalkmasını bilmeyen, ama sonunda düzinelerce çocuğuna öğretmenlik yapsın diye sarayına aldığı, öğretip belletme işini çok iyi bilen o inatçı İngiliz bayan öğretmen tarafından, oturup-kalkmak başta olmak üzere, çay bardağını hangi eliyle neresinden tutup "gümüş kaşıkla" karıştıracağından tutun, fındığı fazla çıtırdatmadan nasıl sessizce yemesi gerektiğine varıncaya kadar, bütün adabı muaşeret kuralları öğretilip adam edilerek, aynı öğretmenin kolunda ideal bir koca halinde uygar dünyaya kazandırılan "Kral"ı gibi, "Kral ve Ben" filminin eğitilebilir "kralı" gibi değil de, latin Amerikan yazarlarının hikayelerini anlattıkları türden kanlı bir "Başkan Baba"... "Deli diktatör" fıkralarında rastlanan, muhakeme kabiliyetinden yoksun, derinliği olmayan bir Mordillo karikatürü...

Devam ederdim fakat, lafın burasında, Allahın yardımıyla kısa süreceğini umduğum bir ara vermek zorundayım. Bir ameliye diyeyim... Yalnız gitmeden evvel, sizlere, bundan yaklaşık iki buçuk yıl önce, 2008 yılında yazılmış, 16 Temmuz, 23 Temmuz ve 30 Ağustos tarihli üç yazı okuyup, öyle gideceğim. Hayrola, siz nereden böyle?

-Dışarda sigara içiyordum!

-Ha, anladım, af buyurun.

-?

-Bir an hatırlayamadım, tek-tük içiyordunuz. Buyrun oturun, ayakta kalmayın... Başlıyorum;


16 Temmuz 2008

Bütün İstiklal Savaşları kardeştir.

Faili ve maksadı aynı olan bir saldırıya maruz kalan devletler ve milletler o saldırı karşısında doğal müttefiktirler. Hissen odun, aklen mazur insanlar hariç, mantıki ve ahlaki doğruluğu herkesçe çıplak gözle görülüp hissedilen bir hakikat olduğu için, bu cümleyi ayrıca ispat gayretine gerek yok.

Peki ama gerek Türk Devletini temsil makamında bulunanlar, gerekse okumuş-yazmış, çizmiş-çiziktirmiş koskoca insanlar, 17 Ocak 91 ve -Türkiye'yi de hedef aldığını dolaylı dolaysız itiraf ettikleri- 20 Mart 2003 Saldırılarına maruz kalan Iraklıların 17 yıldır İstiklal Savaşı verdikleri hakikatini, bindikleri dalı bacaklarıyla birlikte kesercesine acaba  hangi akla hizmetle göremeyip, kavrayamıyorlar?

Yazılarında her kesimden samimi vatanseverlerin güç birliği yapmalarıyla ilgili zaman zaman müspet ifadeler kullanan Profesör Erol Manisalı, geçen gün;

“Sömürgeciliğe karşı çıkanlar, Atatürk devrimlerini savunanlar, Cumhuriyetçiler hedefte... Büyük Ortadoğu Projesine hayır diyenler, Irak'ta insanları, Müslümanları öldürmeyin diyenler hedefte”cümleleriyle başlayıp;

“Sömürgeci Batı ile içimizdeki maşaları el ele vermişler, 'gerici ve antidemokratik düzeni' dayatmak istiyorlar. Ama halkın yüzde 90'ı Amerikan faşizmine karşı...

Saldıranlar kim?

Saldıranlar sömürgeciler...

Saldıranlar sömürgecilerin taşeronları” diye sürdürdüğü yazısının sonunu şöyle bağlıyor;

“İnsanlık tarihi bu tür baskılar ve saldırılarla doludur. Yakın tarihte Amerika'da Mc. Carty ve Avrupa ile Güney Amerika'daki örnekler... Hitler, Franco, Pinoşe dönemlerinde insan avına çıkılmadı mı? Solcu, yurtsever, demokrat insanlar kovalanmadı mı? Ama sonunda bittiler. Yenileri doğar onlar da biter, kullanılırlar ve kaybolurlar... Amerika maşalarını sonra çöpe atar, 'ya da deliğe süpürür'... İran Şahı'nı, Saddam'ı işleri bittikten sonra bir kenara attılar, hatta kellelerini bile kestiler.

Sömürgecileri arkalarına alıp kendi halkını ezenler, en sonunda sömürenlerle yüz yüze gelirler”

Savaşarak şehit düşen Irak Devlet Başkanı vatan mücahidi Saddam Hüseyin'le ilgili bu menfi ifadeler, dünyada sömürgecilik diye bir olgu kalmadığını; batının merkezi güçlerinin Afganistan'dan Irak'a, Gürcistan'dan Zimbabwe'ye dünyanın hemen her köşesine “demokratik sömürgeleştirme” maksatlı müdahalelerinin, o ülkelere uygarlık ve  demokrasi götüren birer Özgürlük Operasyonu olduğunu propaganda eden açıkça vatansevmez aşırı liberal yani liberal çapulcu dille kaleme alınmış yazılar içinde yer aldıkları zaman, propagandanın etkisi büyük ölçüde yine bu hurafelerle zehirlenmiş bilinçlerle sınırlı kalacağından önemli bir tehlike teşkil etmezler.

Fakat söz konusu menfi ifadeleri, batı uygarlığının sömürgecilik yoluyla dünyayı yağmalamaktan hala vazgeçmediğini, bölgemize batıdan yönelen müdahalenin “sömürgeci saldırı”, tezgahlayanların da “sömürgeciler” olduğunu vurgulayan bir yazının; yani başı ve ortası,“samimi vatansever insanların bilincine pek uygun, İstiklal Savaşı yanlısı bir dil”le yazılmış bir yazının sonuna yerleştirirseniz, işin rengi İstiklal kırmızısından, çapulcu turuncusuna doğru değişir.

Her an tetikte bulunan zihinler, vatan mücahidi Saddam Hüseyin'i, İran Şah'ıyla ve 2003 Mart Saldırısına destek olanlarla bir tuttuğunuz satırlarla karşılaştıkları zaman, ilk başlarda “Samimi vatansever insanların bilincine pek uygun, İstiklal Savaşı yanlısı bir dil” kanaati uyandıran dilinizin, belki liberal çapulcu değil, fakat, “Samimi vatansever insanların bilincine pek uygun, İstiklal Savaşı yanlısı bir dilmiş gibi görünmeye çalışan, ama göründüğü gibi olmayan bir dil” olduğunu görüp, kavrarlar.

Sizin lügatinizden bakınca “kellesini kestirtmek” olarak görülen fiile, vatanseverlerin kitabında “savaşarak şehit düşüp milletin kalbine gömülmek” deniyor.

O lisana göre kellesini kestirten, bu lisana göre sözünü tutup, savaşarak şehit düşen Saddam Hüseyin'le ilgili iddialar, Amerikan Propaganda Makinesi ve özellikle Pers propagandistlerin yaydıkları hurafelerden ibarettir. Başlıklar halinde vereyim, sizler sonra araştırıp, bilgilerinizi zenginleştirirsiniz.

İftira-hurafe 1 “BAAS Partisi, CİA'nın tezgahladığı bir darbeyle iş başına getirildi”

Tarihi hakikat: Saddam Hüseyin'in dahil olduğu anti-sömürgeci, millici Irak BAAS Partisinin idareyi ele almasını önlemeye çalışan CİA, tertipleri akim kalınca, güç mücadelelerinde kaybetmek üzere olan tarafı destekleyen her dış güç merkezinin baş vurduğu bir manevrayla, “tarafsız kaldığı”, hatta “yönetimi desteklediği” söylentilerini yaymaya başladı.

Bir iktidar mücadelesinde, kazanmak üzereyken üzerinize hesap yapanlar olması gayet tabiidir. Üzerinize oynanması ne sizi filanın maşası yapar, ne de o filan güç, üzerinize oynamakla ayıp etmiştir; güç mücadelesinin tabiatı icabı, böyle manevralar zaruridir. Güç mücadelesinde sınırsızca ulaşılacak hedef yoktur; sizi siz yapan esas prensiplerden taviz vermeden ulaşılabilecek hedefler vardır.

İftira-hurafe 2 “Saddam Hüseyin, ABD'nin maşasıydı, ABD'ye hizmet etti, sömürgecilere dayanarak kendi halkını ezdi”

Tarihi hakikat: Saddam Hüseyin, bugünün Ankarasında özelleştirmeciliği yağmacılık olarak anlayan, yer altı, yer üstü zenginliklerimizi yabancılara altın tepsi içinde ikram eden liberal çapulcu vatansevmezlerin aksine; 70'lerin başında, Irak petrollerini yok pahasına emen yabancı şirketleri Irak'tan çıkardı; Önce Allahın sonra milletin olan Irak petrollerini bir darbede millileştirip yeniden milletin malı yaptı.

Waşington'da iktidarı elinde bulunduran gücün gözünde, onu ve Irak Cumhuriyetini, “Amerikan menfaatleri bakımından ölümcül tehlike arz ettiği için bir an evvel yıkılıp, parçalanması gereken hedef" haline getiren sebebin işte bu Millileştirme Hamlesi olduğunu bizzat Amerikan kaynakları itiraf eder.

Millileştirme Hamlesiyle elde edilen gelir, halkın hayat kalitesini yükseltmek için akıllıca kullanıldı. Sağlığa, eğitime, tarıma ve sanayi sahalarına önemli yatırımlar yapıldı. Bilimsel araştırmalara, sanata büyük önem verildi. Pırıl pırıl hastaneler, üniversiteler, okullar açıldı. İslamın kutsal mekanları onarıldı. Bilgi birikimi yüksek, vatan hissi sağlam bilim adamları, din alimleri, aydınlar ve sanatçılar yetişti. Irak, yer altı ve yer üstü zenginliklerini Millileştirme Hamlesiyle sömürgecilerden kurtaran bir ülkenin kısa sürede neleri başarabileceğinin canlı bir misali olarak görülmeye başlandı.

Sömürgeciliğin 70'lerin sonlarında tam da bütün dünyada “özelleştirme” kod adlı saldırıyı başlatmaya; 38'den itiberen milliciliği adım adım unutturup, zaten zihnen sömürgeleştirdiği Türkiye ve benzeri ülkeleri tamamen teslim alarak, bir nevi “uluslar arası örnek sömürge parkı”na dönüştürmeye hazırlandığı bir sırada, üstelik Türkiye'nin hemen yanı başında, ona tam istiklalci geçmişini hatırlatacak bir “Irak mucizesi”nin şekillenmeye başlamasında büyük hizmetleri geçmiş bir liderin, “sömürgecileri arkasına alıp kendi halkını ezdiğini” iddia etmek, tarihi hakikate pek uygun olmasa gerek.

İftira-hurafe 3 “Sömürgeci batı, Irak'ı İran'a saldırttı”

Tarihi hakikat: İlk saldıran taraf Irak değil, aksine tam da Reagan-Thatcher elebaşılığında, özelleştirme kod adlı yağmacılığı ateşlemeye hazırlandığı sırada, Türkiye'nin hemen yanı başında, ona istiklalci geçmişini hatırlatacak bir “Irak mucizesi”nin şekillenmeye başlamasıyla dehşete kapılan batıyla anlaşmalı bir gerilim oyununa tutuşan İran oldu.

Şöyleki;

a) Mevcut İran rejimi, 79 kışında iktidarı aldıktan sonra, Şahlık rejiminin uymakla yükümlü olduğu 1975 Cezayir Anlaşmasına göre geri vermesi gereken Irak'a ait Musian yakınlardaki 120 kilometre karelik bölgeyi iade etmedi. Etmediği gibi, Irak'ta yaşayan Arap Şiilere, kendi devletlerini yıkıp, “Irak İslam Cumhuriyeti” adı altında, aslında İran kuklası bir “Şii devletçiği” kurmaları için açıkça bozgunculuk çağrıları yapmaya, beyinlerini yıkamaya başladı.

b) İran destekli Dawa Terör Örgütü'ne mensup teröristler, o tarihlerde Irak devlet adamlarını hedef alan saldırılar düzenlemeye başladılar.


c) Irak Devletini bölüp parçalama faaliyetlerini giderek hızlandıran İran, 1980 yılı 4 Eylül günü, Irak topraklarına saldırıp, Mandali ve Hanaqin  adlı yerleşim birimlerini işgal ederek iki ülke arasında 8 yıl sürecek savaşı başlatmış oldu.

d) Saldırıya uğrayan Irak Cumhuriyeti Devleti, Musian bölgesini geri alarak savaşa dahil oldu. İran'ın uymadığı Cezayir Anlaşmasını Eylül Ayının 17'sinde feshetti, ayın 22'sinde İran'a hava akınları düzenledi.


Amerikan-Pers Propaganda Makinesi insanların zihinlerine, Irak-İran savaşının başladığı tarih olarak, “Batıcı Irak, anti-sömürgeci İslamın lider ülkesi İran'a saldırdı” yanlış bilgisiyle birlikte işte 22 Eylüldeki bu hava saldırısını kazıdı.

Bu hava akınları İran'ın üç hafta önce başlattığı savaşta Irak'ın düzenlediği ilk hava saldırısıdır ama savaşı başlatan ilk saldırı değildir.

İftira-hurafe 4 “Amerika Saddam'ı çöpe attı”

Tarihi hakikat: Aksine, çöpe atılan Waşington rejimidir. Saddam, uzun yıllar bilfiil başkomutanlığın ardından, Irak Devlet Başkanı sıfatıyla hayatını şehadetle taçlandırmak suretiyle, her samimi vatanseverin bildiği gibi, “Sömürgeci Terörist Rejimler Listesi”nin ilk sırasında bulunan ölüm döşeğindeki hasta adam Amerikan İmparatorluğunu kubur deliğine süpürdü.

Yeri gelmişken, bugün Irak'ta ABD gibi işgalci bir güç olarak bulunan İran, Amerikayla oynadığı gerilim tiyatosu şakadan kakaya dönüşecek olur, göstermelik değil, ciddi bir saldırıya uğrarsa, her samimi vatansever gibi ilkesiz fırsatçılığa yüz vermeyip, İran'ın yanında tavır alacağımız şüphesizdir.

İnsan ömrü, bir ölüm-kalım mücadesinin bazan yüz yıllara yayılan süresiyle kıyaslanmayacak kadar kısa. Mücadele süresini kendi ömür sürenizden ibaret saymak gibi bir yanılgıya sürüklenirseniz, o süre içinde kaybedilmiş bir muhabereye bakıp, savaşın nihai olarak kaybedildiğini zannedebilirsiniz. Böyle zannetmek, “Ben göremeyeceksem, demekki zaferi kazanamayacağız” egoistliğidir...

Unutmayın, bir savaşı, o savaş boyunca yapılan muharebelerden birini kazanan değil; gerektiği taktirde, hangi muharebeyi, hangi şartlarda kaybetmesi lazım geldiğini hesaplayıp, hesabını düşmana kabul ettirerek “yenilmeyi bilen” uzun soluklu iradeler  kazanır.

Meşru Irak yönetiminin ebediyete kadar Devlet Başkanı vatan mücahidi şehit Saddam Hüseyin, böyle bir iradenin sahibi.

Bahis konusu ettiğimiz yazısının açılışı itibariyle vatansever saflarda düşünmek istediğimiz Erol Manisalı'da gördüğümüz hastalık, Mahir Kaynak'ta çok ağır bir tabloyla seyreden, düşmanı “yenilmez tanrılaştırma” hastalığıdir arkadaşlar. Öyle ki, ne yaparsanız yapın, mutlaka yenilmezlik vehmettikleri “Amerikan tanrısı” dedikleri şey istediği için öyle olmuştur.

Mesela, İstiklal Savaşı kazanılmadan evvel, Mustafa Kemal'i “dünyanın dışına düşmüş macereperest kara cahil işsiz kalmış bir general eskisi”olarak gören bir zihniyetle zamanın ABD Devlet Başkanı Wilson'a adeta Türkiye'yi “Özgürlük Operasyonu”yla  kanatları altına almasını rica eden mektuplar döşenen; fakat Büyük Zafer kazanıldıktan sonra Mustafa Kemal'in “ne kadar ileri görüşlü tam bağımsızlıkçı bir lider olduğunu”, ona yağ çekerek söyleyenler; eğer Büyük Taarruz mağlubiyetle sonuçlanıp, Mustafa Kemal hakkındaki idam kararı infaz edilerek katledilmiş olsaydı, ardından muhtemelen şöyle diyeceklerdi;

“Sen kiiim, üzerinden güneş batmayan İngiliz İmparatorluğuna kafa tutmak kim. Eee, söyledik ama dinletemedik. Teröristlik yaparsan, işte böyle olur!”...

Gerek Türk Devletini temsil makamında bulunanlar, gerekse okumuş-yazmış koskoca insanlar, ABD-İngiliz-Anzak sürülerinin, sadece Irak'ı değil, diğer bölge ülkeleri gibi Türkiye'yi de minik sömürgeciklere bölme maksatlı 20 Mart 2003 istilasına ve Bağdat'ta tezgahladıkları Amerikan askeri darbesi ürünü kukla rejime karşı, Iraklıların 17 yıldır İstiklal Savaşı verdikleri hakikatini, bindikleri dalı bacaklarıyla birlikte kesercesine hangi akla hizmetle görmezden geliyorlar, sanırım anlaşılmıştır.

Görmezden gelecekler tabii; görseler, 1920'lerin İngilizlerce işgal edilmiş Türkiyesinin Milli Güçlerinin 2000'lerdeki kardeşi Irak Milli Güçleriyle ittifak yaparak İstiklal Savaşı başlatmak yerine, yine 1920'lerin Damat Ferit haininin 2000'lerde Bağdat'ta hortlayan benzerleriyle iş birliği yapmalarını Türk Milletine nasıl izah edecekler?

Halk onlara, “Hadi, başarısızlıkla sonuçlanan 17 Ocak 1991 İşgal Teşebbüsünde, ABD'nin işine gelince takmadığı uluslar arası hukuku, saldırıya cevaz veren BM kararını bahane edip, Irak'la müttefik olmadınız. Peki 20 Mart 2003 tarihine kadar geçen 12 yıl içinde niçin meşru Irak devletiyle müttefik olmak yerine, 'uçuşa yasak bölge' gibi  hukuk dışı uygulamalarla Irak Cumhuriyeti Devletini yavaş yavaş parçalayıp, Türkiye Cumhuriyetini adeta Talabani Cumhuriyetine dönüştürme suçunu işlediniz? 91'deki gibi bahane edip, ardına saklanacağınız bir BM kararına dayanmadığı halde, niçin 20 Mart 2003 Saldırısına destek oldunuz ve aradan 5 yıl geçtiği halde, üstelik ABD'nin yenildiği apaçık ortadayken bu desteği sürdürüyorsunuz?” diye sorduğu zaman ne cevap verecekler?

“Hainlik ettik” demekten başka verecekleri hiçbir cevap yok. Bu yüzden medya organlarında Irak İstiklal Savaşıyla ilgili koyu bir karartma, Amerikan usulü türbanlama faaliyeti yürütülüyor. Ergenekon bahanesiyle saldırılar filan hep bu sebebten.

Bindiğiniz dalı kendi bacaklarınızla birlikte kesmeye merak saldıysanız, bunun pek akıllıca bir iş olmadığını hatırlatmak vatandaşlık görevimiz. Bacaklar sizin olabilir, fakat bindiğiniz dal da bizim! Dalın üzerinde başkaları da var; o dal herkesin.

Biliyorum, başınıza vurdu, çay arası için sabırsızlanıyorsunuz. Müsaade buyurursanız, henüz  haberdar olduğumuz son gelişmelerle ilgili bir-iki cümle söyleyeyim; söylemezsem “o taraf”a ayıp olur.

Şimdi arkadaşlar, henüz samimi vatansever gazeteciler, sorumlu kişiler, savcılar, AB-D desteğiyle Türk Devleti içine çöreklenen liberal çapulcu şebekenin soyağacını çıkarıp, henüz  yayınlamadıkları için, hangisi esas örgüttür, hangisi yan örgüttür, hangisi paravan örgüttür, hangisi hücredir, aralarındaki bağlantıları nedir, kimin eli kimin neresindedir kesin olarak bilemiyoruz tabii. Çuval eylemlerini gerçekleştiren “aşırı liberal” 4 Temmuz Terör Hücresi hangi barınaklarda saklanıyor, hangi “ikili anlaşmalar” alet ediliyor, zamanla ortaya çıkarılacaktır.

Emin olduğumuz husus, ısrarla çay içmeye davet ediliyoruz. Çaya dayanamayız!

Çayı, Amerikalıların da sevdiği fakat pek hatırlamak istemediği geleneksel tarz olarak “çay partisi”nde içmeye, şöyle böyle 85 yıldır hasret bir milletin evladıyız.

“Çay partisi”ne varız...
...

23 Temmuz 2008

Şimdi sizlere...

-Sigara içebilir miyim?

-İçemezsiniz! Yasaklarken sizi muaf tutmadım, herkese yasakladım!

Şimdi sizlere “düşmanınızın düşmanı” dostunuz mu olur, düşmanınız mı? diye sorsam, “Böyle de soru mu olur? 'Düşmanımızın düşmanı' tabiiki dostumuzdur, bunu bacak kadar çocuk bile bilir” karşılığını vereceğinize şüphe yok.

Bilsin, zararı yok; biz yine de bilgilerimizi şöyle bir tazeleyelim: İster şahıslar, ister devletler arasında bir güç mücadelesinden bahsediyor olalım, kural aynı: Düşmanımın düşmanı dostumdur. Üçüncü güç veya güçlerin ayrıca düşmanınız olup olmamasıyla değişmeyen bu kurala göre, bir güç mihrakını baş düşman olarak tespit ettiğiniz zaman, o baş düşmanın düşmanı konumundaki üçüncü güç veya güçler dostunuz oluyor.

Baş düşmanın saldırısına maruz kaldığınız şartlarda, üçüncü güç veya güçlerin ayrıca düşman olup olmaması, hayati bir mesele değil.

“Hayati bir mesele olmasa da, dilimiz alışmış, asla güç birliği yapmayız!” diye tutturup, çocuklar gibi ayak direrseniz, hakkınızda “Bunun maksadı üzüm yemek değil, bekçi dövmek” diye hüküm kesebilirler. Yalnız dikkat edin; ilkesiz fırsatçılar, liberal çapulcular yüzünden, günlük dilde “gemisini yürüten kaptandır” sözü, nasıl ki “dümenini yürütemeyen aptaldır” anlamında kullanılan menfi bir deyim haline gelmişse; “düşmanımın düşmanı dostumdur” sözünü de  “Herkesi salak yerine koy, kullan! Ahlaki, hukuki, siyasi, hiçbir değeri takma. Dümenini yürütmek uğruna yemediğin tek bir halt kalmasın” şeklinde anlama eğilimi yaygındır.

“Üzümünü yağmalayabildiğine göre, bağın sahibini ne sen sor, ne de sordur” sözü bunlardan çıkma.

Güç mücadelesinin belli bir anında durumunuzu “Düşmanımın düşmanı dostumdur” sözüyle ifade etmişseniz; bu sizin varlığınıza yönelik tehdit kaynaklarını bertaraf edilme aciliyeti bakımından kendi ölçülerinizle değerlendirmeden geçirip bir “hayati tehdit” tespiti yaptığınızı gösterir. Hayati tehditin kaynağı olan gücün adı, baş düşmandır.

Baş/esas/stratejik düşman, onun diğer düşmanlarını şu veya bu derecede dost kabul etme zarureti bulunan düşmandır.

Baş/esas/stratejik düşmanın diğer güçlere yönelttiği tehdit o kadar hayatidir ki, kendi aralarında ayrıca dost ya da düşman olsunlar olmasınlar, varlıklarına kastettiği o güçleri kendisine karşı adeta birleştirir, güç birliği yapmaya sevk eder.

Baş düşman konumundaki “düşman”ın “düşmanları”, genel bir kural olarak en azından söz konusu baş düşmanın yönelttiği hayati tehlike tamamen bertaraf edilinceye kadar dost güçlerdir.

Gerek sizin, gerekse dost güçlerin varlık ve bütünlüğüne yönelen tehditin biçimleniş şartları, zaman ve mekan olarak ne kadar yakınlaşıp aynılaşırsa; siz ve dostlarınız aynı baş düşman tespitinde o kadar görüş birliğine varırsınız. Baş düşman tespitinde ne kadar görüş birliğine varırsanız, aranızdaki dostluk ilişkisi de buna bağlı olarak, tarafsız kalmaktan, pasif dayanışmadan, bir istiklal savaşında omuz omuza hareketli bir müttefiklik ilişkisine doğru kuvvetlenir.

Buraya kadar söylediklerimizi üç cümlede toparlayalım:

1- Bir güç, halde ve gelecekte kendi bütünlüklerine “hayati tehdit” oluşturduğunu isabetle teşhis eden diğer güçler tarafından tehdit tespitine uygun bir algılamayla, “ortak stratejik düşman” sıfatıyla anılır.

2- “Ortak düşman” sıfatıyla tanımlanan aynı düşman gücün hedefi olmak, söz konusu gücün hamlelerini bertaraf edebilmek için askeri-siyasi-iktisadi “güç birliğini” haklı ve zorunlu kılar.


3- Dolayısıyla faili ve maksadı "aynı güç" olan bir saldırıya maruz kalan devletler ve milletler o saldırı karşısında doğal müttefiktirler.


Bu taraf olarak üç cümlenin hakkını verirsek; Bölgemizi “daha da parçalanmış ortadoğu projesi”yle küçük sömürgeciklere bölemediği taktirde, yakın gelecekte bu topraklardan silip süpürüleceğini farkında olan batı sömürgeciliği ve onun liberal çapulcu ideolojisi baş düşmanımız; bu sömürgeciliğe ve ideolojisine karşı olan bütün samimi vatansever güçler dostumuz, müttefikimizdir.

Bir güç mücadelesinde baş düşmanınızın saldırısına uğradığınızda, aynı saldırıya maruz kalan başka güçler varsa, düşmanınızın düşmanları olarak o güçlerle birlikte “ortak düşmana” karşı ittifak kurmak yerine, o güçlere karşı baş düşmanınıza yardım edecek olursanız; izlediğiniz dış politikayı “baş düşmanımın düşmanı benim de düşmanımdır” mantığıyla düzenlediğiniz ortaya çıkar ki, bu durumda yalnız bacaklarınızı kesmiş  olmakla kalmaz, ilerde bindiğiniz dalı kesmekten hesap vermek üzere sorumlu tutulacağınız çok ağır bir suç işlemiş olursunuz...

Irak'a yönelik gerek 17 Ocak 91 başarısız İstila Teşebbüsü, gerekse 20 Mart 2003 İstilası sırasında Türkiye'de karar alma makamında bulunan sorumlu siyasi heyetlerle, karar alma sürecini etkileyip yönlendirenlerin; yani Türk devleti, medyası ve siyasi kurumları içine, hakikatlere aykırı bir “canavar Saddam- canavar Kemal” edebiyatıyla sızıp çöreklenen Türk düşmanı Taşnakçı-peşmergeci-Sevrci vatansevmez şebekenin 17 yıl boyunca izlediği Irak politikasının dayandığı  “Amerikan özgürlük tanrısının düşmanı, benim de düşmanımdır” anlayışının bizim dilimizle tercümesi tam da budur:

“Stratejik baş düşmanın düşmanı benimde düşmanımdır!”

Bizim “stratejik baş düşman” dediğimiz şeyin onların dilindeki adı, “Özgürlük Tanrısı Amerika” oluyor.

(Onların “özgürlük tanrısı” zannettikleri şeyin Liberal Çapulcu Mitolojideki aslının, bütün dünyada ve Türkiye'de olduğu gibi Kuzey Amerika'da da 20 Mart 2003 Martında tükenmiş bulunan neslini bugünlerde “siyah” olarak hortlatmaya çalışan “Demokrat Eşek”le, bütün Gaspların Ana Sorumlusu “İnanan Fil”in kurumuş dere yatağında birleşmesinden üreyen “Rant, Spekülasyon ve Özgür Çapul Tanrısı” olduğunu unutmadan not etmiş olalım)

Yani hem ABD'nin dolaylı saldırısına uğruyorsunuz, hem de cepheden maruz kaldığı aynı saldırıya direnip, istiklal savaşıyla karşılık veren Irak'ın meşru yönetimiyle müttefik olmaktan kaçıyorsunuz.

Nereye?...

“Irak'ın toprak bütünlüğüne saygılıyız, sevre karşıyız” mavalını okuya okuya, kendi varlık ve bütünlüğünüze saldırıp parçalayarak sevrleştirmek üzere, hakiki özgürlüğün stratejik baş düşmanı tanrı ABD'nin yanına.

Düşmanın düşmanının dost olduğunu bacak kadar çocuklar bile biliyor ama düşmanı dost kabul edilecek baş düşmanın hangi düşman olduğunu doğru tespit etmeye kazık kadar adam olmak yetmeyebiliyor.

Şu satırlar Mustafa Balbay'ın “Erdoğan'ın Irak Seferi” başlıklı yazısından;

“ABD, Bushlaşmış Milletler'den affedersiniz, Birleşmiş Milletler'den Irak'ı işgal izni alırken 5 yıllık bir planlama yapmıştı. 5 yılın sonunda nasıl olsa her şey tamamlanır, ABD Irak'ta varlığını yasal gösterecek adımları atmış olurdu”

“Birleşmiş Milletlerden işgal izni alırken” ifadesi korkunç sonuçlara yol açabilecek bir bilgilendirme yanlışıyla malul.

Apaçık tarihi bir hakikat; Waşington-Londra rejimleri Birleşmiş Milletlerden Irak'ı işgal izni almadı. Bu rejimlerin Irak'ı işgal etmek için gösterdiği gerekçelerin hakikate aykırılığı o kadar ortadaydı ki, kağıt üzerine yazılmamış asli görevi, liberal çapulcu terörist sömürgeciliğin, onlara vatan kapılarını açmamakta kararlı devletleri yıkmak, ülkelerini işgal etmek için gerçekleştirdiği saldırılara uluslararası yasallık kazandırmak olan paravan örgüt BM bile, Irak'ın işgaline onay veremedi. Gerek BM üyesi hükümran devlet Irak Cumhuriyetine 20 Mart 2003 tarihinde gerçekleştirilen saldırı, gerekse o saldırıyla birlikte ortaya çıkan ve 5 yıldır devam eden işgal hareketi -sorumlularının mutlaka yakalanıp yargılanmaları icap ettiği hususu uluslararası hukuk metinleriyle, imzalanmış anlaşmalarla sabit-  kanun dışı fiillerdir.

Biliyorsunuz, Irak'a yönelik 91 Saldırısına kağıt üzerinde haklılık kazandıran gerekçe, bu ülkenin BM üyesi Kuveyt'te yasa dışı olarak bulunuyor olmasıydı. BM'den izin alınmamıştı. Ayrıca iki ülke arasında önceden imzalanmış bir anlaşma da yoktu. 91 Saldırısı, kağıt üzerinde Irak'ı Kuveyt'ten çıkarıp, statükoyu korumakla sınırlı, BM adına “yasal” bir saldırıydı.

Peki, 20 Mart 2003 İstilasında, 91 Saldırısına yasallık kazandıran gerekçelerin hepsi, bu defa Waşington-Londra rejimleri aleyhine, Irak yönetimi lehine mevcut bulunduğu halde, BM Güvenlik Konseyinin derhal toplanıp;

a- Saldırıyı “uluslararası terörizm olarak şiddetle protesto eden” bir karar aldığını;

b- Saldırgan rejimlere ambargo uygulaması başlattığını;

c- İstilacıları Iraktan çıkarıp, meşru yönetimin görevine dönmesini sağlayarak statükoyu tesis etmek üzere BM Bayrağı altında “özgürlük operasyonu” düzenleyecek bir uluslararası güç oluşturulması için üye ülkelere çağrıda bulunduğunu işiten var mı?

“Her çeşit darbeye ve terörist saldırıya karşı olan" AKP hükümetinin saldırıyı şiddetle kınayıp, “Derhal Irak'tan çekilin!” çağrısı yaptığını peki?


İşte size cevaplarını bacak kadar çocukların bile bildiği, fakat aklen sağır kazık kadar heriflerin bir türlü işitip kavrayamadığı hakiki sorular.

Ama ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, boş... Waşington-Londra-Tahran rejimlerinin sahnelediği, AKP hükümetlerinin ve liberal çapulcu medyanın da katıldığı, Irak Cumhuriyeti Devletini tasfiye etmek için gerçekleştirilen darbeyi meşrulaştırma tiyatrosu, Irak'taki kukla yapılanmanın işgal ve darbe mahsulü olduğu hakikatini değiştiremez, unutturamaz.

Balbay'ın hakikate zıt ifadesini sadece kendisi değil, herkes doğru kabul edecek olsa, tarihin seyri değişir, Irak'ı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin onay vermediği, veremediği, elebaşılığını Waşington-Londra rejimlerinin yaptığı bir saldırıyla işgal eden savaş suçlusu uluslararası teröristler adalete hesap vermekten kurtulurlardı.

İşledikleri belli başlı suçları şöyle bir hatırlayalım;

1- 20 Mart 2003 tarihinde BM üyesi hükümran devlet Irak Cumhuriyetine BM'nin onaylamadığı bir saldırı düzenlemek.

2- Nisan ayının ilk haftasında, Bağdat'da darbe yapıp, meşru Irak hükümetinin görev yapmasına engellemek ve bu durumu halen sürdürmek.

3- 1204 yılında Istanbul'a çekirgeler gibi üşüşüp, ellerine ne geçerse ülkelerine taşıyan haçlı sürüleri gibi Irak'ı yağmalamak, paha biçilemeyen tarihi eserlerini kendi ülkelerine kaçırmak.


4- Irak toprakları altında bulunan petrolü kitabına uydurarak çalmak.

5- Milyonlarca Iraklıyı yerinden yurdundan edip, yüz binlercesinin ölümüne yol açmak.


6- Irak'ın meşru Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'i katletmek.

Saldırıyı, izin alınmış yasal bir işgal sayarsanız, işlenen suçlar da, her yasal işgalde rastlanabilecek ufak tefek haksızlıklar olup çıkar.

Daha mühimi, eğer bir gün hiçbir devletin çiğneyemeyeceği, çiğnediği taktirde mutlaka cezalandırılacağı bir uluslararası hukuk düzeni yerleşecekse, buna esas teşkil edecek, insanlığı inandıracak, tarihi dönüm noktası niteliğinde bir adımın atılması icap eder. Bu adım, Waşington-Londra rejimlerinin uluslararası terörist saldırı düzenlemek, bu saldırıya dolaylı olarak katılan sömürgelerdeki sorumlu siyasilerin de saldırı ve işgale yardım ve yataklık etmek, darbe mahsulü kuklaları meşrulaştırma faaliyetlerine katılmak suçlarından yargılanıp mahkum edilmeleridir.

Yaptıkları yanlarına kar kalırsa, kimseyi inandıramazsınız.

Türkiye Cumhuriyeti anayasasında, bildiğimiz kadarıyla “Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde her çeşit darbeye karşı olmakla yükümlü siyasi iradelerin, başka ülkelerde gerçekleştirilen darbelere dolaylı olarak katılmasında, o darbelerin mahsullerini, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin resmi kurumlarında, mesela 'Irak Devlet Başkanı', 'Başbakan', 'Bakan' gibi hiç bir yasal dayanağı olmayan uydurma payelerle ağırlayıp, Türk Milleti nazarında meşrulaştırma faaliyetleri yürütmesinde bir mahzur yoktur; aksine bu tür faaliyetler çağdaş demokrat olmanın icaplarındandır” şeklinde yorumlanabilecek bir madde bulunmuyor.

Darbecilik ve terörizm suçlarından asıl yargılanması gerekenler, Türklüğün ortak hafızasında bir büyük değer olarak yerini muhafaza eden Ergenekon Destanının adı verilmiş bir komployla hürriyetleri ellerinden alınan tam bağımsızlıkçı Milli/Ulusal Güçler değil; bu komplonun arkasında bulunan Waşington rejimi ve onun Türk Devleti, siyaseti, medyası içine çöreklendirdiği liberal çapulcu suç ortaklarıdır.

Milli güçlerin, mahkemeyi, “onları yargılamak adı altında projelerini yürütmeye çalışan Waşington rejimiyle suç ortaklarının Cumhuriyet tarihi boyunca yaptıklarının” Türk Milletinin gözleri önüne belgeleriyle, gizli anlaşmalarıyla serilerek, yargılanacakları bir tarihi mahkemeye çevirecekleri muhakkaktır.

Samimi vatansever saflarda düşünmek istediğimiz Balbay muhtemelen yanlış hatırlıyor. 20 Mart 2003 İstilasını BM'nin onaylamadığını, dolayısıyla faillerinin uluslararası terörizm kapsamında suç işledikleri hakikatini, eğer olayları yakından takip eden bir gazeteci olarak unutmuşsa; bu hakikati vurgulayan cümleleri, insanların bilgilenmek için baş vurduğu bilgi kaynaklarından birer birer temizleyen Waşington rejiminin zihinlere nasıl sızabildiğinin çarpıcı bir örneği olarak düşünmek lazım.

Şeytan unutkanlık üzere iş görür...

Irak'a yönelik iki saldırı, evrensel ve tek uygarlık olma iddası taşıyan bütün uygarlıkların, bütün uluslararası kurumların, kısaca bütün insanlığın geçirildiği tarihi bir imtihandır. Bu imtihanda hiç kimse asıl niyetini gizleyemez. Bir fikrin hakikatini, bir insanın fikren samimi olup olmadığını anlamak istiyorsanız, bu iki saldırı gerçekleşirken konuşup yazdıklarına -işaret edeceğim şu üç hususu göz önüne alarak- bakın

Hakikat karşısında üç tip insan mevcut.

1- Hakikati görüp bildikleri halde, sırf şahsi menfaatlerine aykırı olduğu için dile getirmeyip üzerini bilerek örtüp, saptıran kötüler.

Bunlar zannettirenlerdir.

2- Hakikati görüp bildikleri halde, birincilerin şerrine uğramaktan korktukları için dile getirmeyip, sessiz kalanlar.


Bunlar kötülüğe sessiz kalarak suç ortaklığı yapan “iyi” insanlardır.

3- Yanlış gören ama yanlış gördüğünü hakikat zannedenler.

Bunların bazıları masum, bazıları mazur görülebilecek zannettirilenlerdir.

...

Ve 30 Temmuz 2008 tarihli üçüncü yazı;

Hakikat karşısında benimsediğimiz tut...

-Dayanamıyorum!

-?

-Sigara içebilir miyim?

-Yasak dedim! Bir insan bir insana kaç türlü dikte edebilir ki? Hem siz şimdi dışardan gelmediniz mi?  Nedir o elinizdeki şey?

-Çakmak!

-Çakarsanız, tayininiz bir anda salonun dışına çıkar, ona göre! Ne diyordum, evet...

Hakikat karşısında benimsediğimiz tutumlarla ilgili sınıflamayı “görüp bildikleri hakikati, mutlaka dile getirenler hariç” kaydıyla yaptığımı hatırlatıp, eksikliği gidermiş olayım.

Hakikate dilsiz kalmayanlar tabii var ve onlar olunması gereken şekilde “gerçek iyiler”

“Irak'a yönelik iki saldırı, insanlığın bütün kurumlarıyla geçirildiği tarihi bir imtihandır. Bir fikrin hakikatini, bir insanın fikrinde samimi olup olmadığını anlamak istiyorsanız, bu iki saldırı gerçekleşirken konuşup yazdıklarına bakın” dedik ama bu sözlerimizi; “imtihan iki saldırının hazırlık aşamalarında, tezgahlandıkları sırada ve hemen ardından geçen bir-iki aylık müddet zarfında konuşup, yazdıklarınızla sınırlıdır; maksadınızın ne olup olmadığı ve samimiyetinizin derecesi bu söylediklerinize bakılarak kesin olarak ortaya çıkmış, hükme bağlanmıştır” şeklinde anlamayın; zira Irak'ın Amerikan-İngiliz-Anzak terörist sürüleri tarafından istilasıyla esas dönüm noktasına erişen tarihi imtihan devam ediyor.

17 Ocak 91 ve 20 Mart 2003 Saldırılarının tezgahlandığı günlerde, görünüşte hakikate uygun sözler eden niceleri var ki, zamanla vatansevmez liberal çapulculuğun sihirine kapılıp, sapıttılar. Yine o günlerde hakikate aykırı tutumların yalanlarına aldanan nice vatansever var ki, yıllar geçtikçe, esas stratejik düşmanın sihrinden kurtulmayı başardılar; söz konusu saldırıların sadece Irak'ı değil, Türkiye'yi ve bütün bölgeyi sevrleştirmeye, insanlığın kurtuluşunu engellemeye yönelik bir düşman saldırısı olduğu hakikatini görüp dillendirmeye başladılar.

Bir arkadaşınız soruyor; “6 yıldır süren Ak parti döneminde öyle şeyler oldu ve olmaya devam ediyor ki. Türkiye Cumhuriyeti Devleti aslında çoktan tarihe karıştıda ben mi göremeyip, var zannediyorum? Yoksa ayrı ayrı iki tane Türkiye Cumhuriyeti mi var?”

Şimdi bir defa adı “ak” olan bir parti tanımıyorum; sohbete başlarken yoktu, konuşurken yeni mi kuruldu?

Belki de birinin adı “Ak”, diğerinin “Adalet ve Kalkınma” olan, birbiriyle ilgisiz iki ayrı parti vardır. Veya iki ayrı parti var ve bunlar sadece onlar için çıkarılmış, diğer partilere tanınmamış özel bir kanunla kendi aralarında “isim alış-verişinde” bulunarak, her biri vaziyete göre, “gündüz insan gece hırt” hesabı, kendisini bazan Ak Parti, bazan Adalet ve Kalkınma Partisi olarak tanıtma ayrıcalığına sahipler de, biz mi yanlış görüp, yok zannediyoruz?...

Söz konusu partinin tam adı Adalet ve Kalkınma Partisi ise adını çarpıtarak Ak Parti demek ona hakaret olur. Ak Parti ifadesi, Adalet ve Kalkınma Partisi isminin kısaltılmışı olamaz; partinin tam adı Adalet ve Kalkınma Partisi ise, adını oluşturan kelimelerin baş harfleri AKP şeklinde yanyana getirilip, Aa-Kee-Pee diye okunur. Partinin tam adı Ak Parti olmuş olsaydı, AP şeklinde kısaltılıp, Aa-Pe diye okunacaktı.

“Ak Parti”, tam adın kısaltılmışıysa, AKP neyin nesi, kısaltmanın “içe kapanıp” daha da kısalarak uzamışı mı?

AKP'nin kapatıldığını, yerine onun devamı olarak Adalet ve Tekamül Partisi, ya da Adalet ve Müsavat Partisi adında yeni bir parti kurulduğunu farz edelim; partinin tam adını “ak” mantığına göre kısaltıp okuyun bakalım, okuyabiliyor musunuz.

Partinin adı, Akıncı Keyfiyet Partisi olmuş olsaydı, tek bir çağrışım çakıntısıyla, hem “akıncı” sıfatını sahipleniyormuş hissi uyandıran, hem de “ak” kelimesinin müspet mecaz anlamını cebellezi eden bu kurnazlık hoş görülebilirdi. Fakat şimdiki durumda haddinden fazla kurnazlık oluyor. Haddinden fazla kurnazlık, insanları düpedüz salak yerine koymanın diğer adı. Böyle bir hisse kapıldığınız an, bilin ki birileri size haddinden fazla kurnaz.

Ak Parti kısaltmasını savunanların 1983 yılında kurulan Anavatan Partisine, AP yerine ANAP denmiş olmasını örnek göstermeleri doğru değil.

AP kısaltması, 60'ların başında kurulup, 12 Eylül yönetimi tarafından kapatılan "Adalet Partisi"nin kullandığı bir kısaltma olduğu için, Anavatan Partisi'nin AP kısaltmasını kullanması kanunen zaten mümkün değildi, ama adı "Adalet ve Kalkınma Partisi" olan siyasi teşekkül için böyle bir mani mevcut değil; bu bir.

Kanuni zorunluluktan ötürü AP kısaltması yerine tercih edilen ANAP kısaltması, partinin esas adı olan "Anavatan" birleşik kelimesine haddinden fazla kurnazlık hesabı, "fazladan" olumlu anlam yüklemesi yapacak başlı başına anlama sahip bir kelime değil; ama ortalama bir sözlüğü açıp bakarsanız, "Ak" maddesi karşılığında verilen hepsi de müspet "anlam" sayısı -deyimler ve atasözleri bir yana- beşten, altıdan aşağı düşmez; bu da iki.

Sonuç olarak Anavatan Partisi-ANAP; Adalet ve Kalınma Partisi-AK Parti, iki yüzü aynı bir eşitliği temsil etmezler. Mantık aletiyle sokak ortasında tecavüz de etseniz, Anavatan Partisi-ANAP örneğine bakarak "adalet"in ağzından Ak Parti kısaltmasını kullanmanın haklılığına dayanak olacak bir ictihad koparamazsınız.

Peki, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihe mi karıştı; yoksa ayrı ayrı iki tane Türkiye Cumhuriyeti mi var?”...

Şimdi görünüşte tek bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kısa adıyla tek bir TC var olmasına var ama “Türkiye Cumhuriyeti” olduğunu zannettiğimiz açılımı, artık hemen hemen açıkça “Talabanici-Taşnakçı Cumhuriyet”e dönüşmüş bir “TC” bu.

Hakikat böyle olmasaydı;

Adı Türkiye Cumhuriyeti olan, dolayısıyla onu doğuran İstiklal Savaşı değerlerine sımsıkı bağlı olması lazım gelen bu devletin hükümran olduğu vatan topraklarını, Irak İstiklal Savaşında düşmanla iş birliği yapan Irak'taki hainleri masum, fakat vatanını savunan Irak ordusunu ise suçlu gösteren turuncukuaz propaganda filmleri için plato olarak kullanmaya cüret edebilirler miydi?

“Saddam'ın Askerleri” adıyla, “Kemal'in Askerleri”ne çağrışım yaptırarak, hem canavar Saddam, hem canavar Kemal edebiyatına bir katkı olmak üzere propaganda filmleri çekilirken; kimi yönetmenler, -kulağıma çalındığı kadarıyla söylüyorum- Türklükle ilgili propaganda filmleri çekecekleri suçlamasıyla aynı topraklar üzerinde “göz altına” alınabilirler miydi?

Irak'ta Arap milletine bugün hainlik edenler gibi, asrın başında Osmanlıyı sırtından vuran Ermeni bölücülüğünün iftiralarının yalan olduğunu söyleyen Türk Tarih Kurumu Başkanı Halaçoğlu görevinden alınabilir miydi?

Herkes anlamalı; Türkiye Cumhuriyeti bünyesi içinde, resmen ortaya çıkacağı ana kadar bürünmek zorunda olduğu derisi hariç, onun bütün hayati organlarını yavaş yavaş eriterek emen bir “parazit varlık” mevcut. Türk Milletinin kökünü, ajanlarını içine sızdırıp çöreklendirdiği Türk Devletinin imkanlarını kullanarak kazımaya hazırlanan bir “sömürgeci parazit”.

TC içinde “TC”...

Hakikat böyle olmasaydı;

Ermeni iftiralarının yalan olduğunu yüksek sesle söyleyen ve belgelerle ispatlayan;

“Demokratik sömürgeleştirme saldırısı”yla, Irak'ın ve Türkiye'nin iktidarsız idareciklere parçalanmalarına ve Irak'ın kuzeyinin bir Amerikan işgal-terör yuvasına dönüştürülmesine karşı çıkan;

Liberal çapulcu terörizmin “özelleştirme” kod adlı yağmasına istiklalci-millici tutumla mücadele eden insanların hürriyetleri, Ergenekon Destanının adının Türklüğü aşağılamak maksadıyla küfür niyetine kullanıldığı bir tezgahla ellerinden alınabilir miydi?

Her ideolojinin “aşırı ucu” bulunduğu hususu, üzerinde ittifak olunmuş bir vakıa olarak yazılıp çizildiğine ve hangi kutsal inanış olursa olsun, “liberalizm”in bu bakımdan bağışık olduğuna mesnet teşkil edecek en küçük bir “İlahi İma” ve “bilimsel bulgu” bulunmadığına göre; başka ideolojilerin aşırı ucunu teşkil ettikleri gerekçesiyle bazı insanlara ve kurumlara karşı yasalar harekete geçirilirken, “liberalist ideoloji”nin aşırı ucunda bulunan “aşırı liberalistler” ya da halk tarafından adlandırdıkları üzere “liberal çapulcular”, siyasette, medyada, devlet kademeleri icinde, Türk Milletini terörize etmeyi sürdürebilirler miydi?

Nerede yuvalanıyor bu “Liberal Çapulcu Terör Örgütü” ve onun “4 Temmuz Terör Hücresi” benzeri, eylem ve propaganda timleri?

Bir uzay gemisinde veya dünyanın ücra bir köşesine kurulmuş bir araştırma merkezinde geçen “asalak yaratık” filmlerini görmeyeniniz yoktur. Hani uzay gemisinde veya araştırma merkezinde her şey “göründüğü gibi” yolunda giderken, bir gün aniden bir “yaratık” peydahlanır ya, o filmler...

Varlığını, başka hayat bütünlüklerini sınırsızca kendine mal edip yok ederek sürdüren bu sömürücü habis yaratık, filmine göre bazan çok mantıklı olabilen çeşitli konaklama aşamalarından geçerek, mesela toz zerresinden farenin kılına, fareyi yiyen kedinin çişinden terliğin turuncu tokasına damlar, oradan kablonun sapına, bilgisayarın klavyesine, esas kızın turuncukuaz dantelinden sıyırıp, araştırmacıbaşı entelin eline... ne bileyim işte böyle oradan oraya atlayıp, sinsice yaklaşır ve sonunda “şaaap!” diye ekip üyelerinden birinin ağzından içeriye, gövdesine kapağı atar. “Sırnaşık yaratık” içine çöreklenip yerleştiği bünyenin hayatiyetini kendi varlığına sömürerek boşalttıktan sonra, aynı şekilde yağmalamak üzere bir başka gövdeye atlayıp, içine yapışır. Malum hikaye, üç aşağı beş yukarı böyle sürüp gider.

Şimdi hikayenin bizi alakadar eden yanı şurada: “Yaratık”, içini istila ettiği gövdeyi, o gövdenin sahibine hemen hemen hiç hissettirmeden talan eder. Varlığının bütün hayatiyeti “yaratık” tarafından son damlasına kadar emilen zavallı adam, ne olduğunu bir türlü görüp kavrayamaz. Bir tuhaflık hisseder, banyoya filan gidip aynada yüzünü uzun uzun inceler ama... göremez. Ekip arkadaşlarıda  göremez. Özünde o artık aynı kişi değildir ama, “görünüşte aynı kişi”dir. Öyle zannedilir. Aynı kişi olmadığı, artık “kişi” bile olmadığı, içi boşaltılmış ölü bir kabuktan başka bir şey olmadığı anlaşıldığı an, tam da sömürücü yaratığın, bu durumu ilan edercesine, gövdeyi parçalayarak kendini açıkça gösterdiği son andır.

İşte 6 yıllık AKP dönemi, “yaratığın” içerden işgal ettiği gövdeyi parçalayarak dışarı çıkmaya başladığı; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, onu  Türkiye Cumhuriyeti Devleti yapan tam bağımsızlık prensibinden giderek açıkça ve resmen koptuğu bir dönemdir.

Aslında yıllar önce, Mustafa Kemal Paşanın sağlığında onu kuşatarak işe koyulan bir “operasyon timi” tarafından zamana yayarak yavaş yavaş ve 50'lere doğru açıkça  bir “Özgürlük Operasyonu” aldatmacasıyla bünyeye aşılanan liberal çapulcu yaratığın -ki “operasyon” bir Amerikan zırhlısının Türkiye'yi ziyaret edişi bahanesiyle törenlerle kutlanmıştır- 50 yıl boyunca içini kurutup kabuklaştırdığı gövdeyi parçalayarak, dışarı çıkmaya başladığı bir dönem bu.

Milletin mülkünü babalar gibi emici bu liberal çapulcu yaratık, yani TC içindaki “TC”, 60'ların başlarında biraz budanıyor ama kökünden sökülüp atılamıyor; hatta neşteri kullanan el, işin acemisi olduğundan, zaten eksik gördüğü hedefi tam tutturamıyor; “yaratığa” zarar vereyim derken, vücuda da zarar vermiyor değil.

“Yaratığın” Türkiye Cumhuriyeti Devletini içerden dışarıya doğru berhava ederek kendini açıkça kabul ettirme denemelerine, 12 Eylülle yolu açılan, darbe mahsulü “aşırı liberalist” T.Özal döneminde başladığını hatırlamakta yarar var. Taşnakçı-Peşmergeci-BOP'çu yüzünü sergilemeye başlaması da, darbe mahsulü olduğu yandaşları tarafından unutturulmaya çalışılan Özal'ın zamanına rastlar.

Misal verirken, arşiv olarak çoğu zaman hafızaya dayandığımız için, tam tarihini kesin olarak söyleyemeyiz ama 91 veya 92 yılının sonbaharı olmalı, Hürriyet Gazetesinde “Çıplak Ayaklı Lider” başlığı altında, sanırım Leyla Tavşanoğlu imzasıyla yayınlanan, Talabani kuklasıyla yapılmış söyleşiyi bulup okursanız, özellikle genç arkadaşlar, son 6 yılda ortaya çıktığını zannettikleri tezahürlerin ve taleplerin, aslında uzun yıllar önce Türk milletinin zihnine medya aracılığıyla nasıl aşılanmaya başlandığını göreceklerdir. ("Hayalim Istanbul'un Başkent Olduğu OBD-Ortadoğu Birleşik Devletleri" başlıklı söz konusu röportaj, Selin Çağlayan imzasıyla 28 Nisan 1996 tarihli Hürriyet Gazetesinde yer alıyor)

Evet, son 17 yılda giderek alenileşen, son 6 yılda tam pervasızlaşan, Ergenekon kelimesinin küfür niyetine kullanıldığı şu Amerikancı-Avrupacı darbe günlerindeyse, mesela Haçlı seferlerinin aslında “Özgürlük Operasyonu”, bu operasyonları Anadoluda gerilla savaşıyla karşılayan mücahit Kılıç Arslanların ise “Türk teröristleri”, Osmanlı Devleti'nin masonik tarikatlar tarafından kurulmuş bir “terör örgütü”, Şeyh Edebali'nin “terörizmin 1 numaralı ideoloğu” ve Osman Gaziye yaptığı nasihatlarinde “terörizmin el kitabı”olduğunu propagandaya hazırlanan “filim gibi tiyatro” devam ediyor etmesine ama Waşington rejimi senaristlerinin hesaplayıp, yazamadığı, beklenmedik “bir tuhaf hadise” de gerçekleşiyor:

Liberal çapulcu yaratık, içerden dışarıya doğru gövdeyi parçalayarak tam yırttığını zannettiği anda, bu defa onun gövdesi içerden dışarıya doğru “Kızıldeniz gibi” boylu boyunca yarılarak, safları Ergenekon azmiyle kenetli bir ordu peydah oluyor!

Çoktandır aklımda, ama unutup duruyorum; liberal çapulcu ideolojinin militan bir propagandisti olan M.Türköne adlı şahsın geçenlerde, Abant'ta yapılan bir nevi örgüt toplantısında, Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuranların Türk olmadığı, Türkiye Cumhuriyeti Devletini Makedonların Çerkezlerin kurduğu şeklindeki iddialarını cevaplayalım;

1- “Türk” kimliği etnik üst kimliktir. Türkiye sınırları dahilinde yaşayan milyonlarca insan, ailesinde Çerkez, Arnavut bulunan “göçmen tipli”ler, “laz tipli”ler, “Kürt tipli”ler, “Abaza tipliler” kendilerini “Türk” olarak hissediyorlarsa, bunun anlamı şudur: Etnik üst kimlik olarak “Türk” kimliği tutmuştur. Ailede, Çerkez, Kürt bulunması inkar edilmez; fakat bunlar bir alt-renk olarak algılanır.

Bütün zorlamalara rağmen etnik anlamda üst-kimlik olarak tutmayan, “Türkiyeli” kimliğidir. Bir ABD veya Alman vatandaşına “nereli” olduğunu sorarsanız, Amerikalı, veya Almanyalı cevabını almanız tabiidir. Ama “Hangi millettensin?” sorusunu sorduğunuzda “Amerikalı milleti” değil, “Amerikan”; “Almanyalı milleti” değil, “Alman” cevabını alırsınız.


Demekki etnik-üst kimlik olarak “Türk” sıfatı, Amerikancı Avrupacı “Türkiyelilerin”de mantıken benimsemeleri gereken bir sıfattır. “Türkiyeli milleti” diye bir millet yok.


2- Alman, Amerikan, Fransız üst kimlikleri, beraber bulundukları Hıristiyan üst kimliğiyle nasıl çelişmiyorlarsa, etnik üst kimlik olarak Türklük de, beraber bulunduğu dini üst kimlik İslamlıkla öyle çelişmez.

Etnik anlamda Türk üst kimliğiyle, din planında İslam üst kimliği arasındaki ilişki, su ve onu tutan kap arasındaki ilişki gibidir. Birbirine karışarak sentez oluşturmazlar, ama beraberdirler. İslam üst kimliği, sadece din planında diğer üst kimliklerle mukayase edilir, etnik üst kimlikle değil.


3- Sır değil, Balkan Türkleri, zamanında Anadoludan Balkan yarımadasına göç etmiş Türklerin çocuklarıdır. Mustafa Kemal'de zamanında Anadoludan Balkanlara göç etmiş bir Türk ailesinin evladıdır. “Evladı Fatihan” tabiri bunlar için söylenmiştir. Kimileri Akıncı aileleridir.


Mustafa Kemal deyince, şurada bir arkadaşın getirdiği, Milliyet'in 30 Mayıs 1919tarihli nüshasını gösteren kupürü okumadan geçersem, olmaz. Başlık şu:

“Yunan Kuvvetleri Ayvalığı işgal etti”.

Sonra Mustafa Kemal'in vaktin hükümeti hakkında yaptığı açıklama:

“Hükümet yabancıların esiridir”.

Ve Türk Milletine bir de öneride bulnuyor.

Vatansever, yurtsever bir iş adamı olsaydım, o öneriyi Türkiye'nin her köşesinde reklam panolarına Gazi Mustafa Kemal Paşa imzasıyla yazdırırdım.

“Gizli teşkilat kurup, İstiklal için mücadele edilmeli!”

Yüce SEL

ORDUMİLLET.COM

http://www.ordumillet.com/Content.aspx?haberID=765&B=konusma-5-

--
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum, parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş, Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR.."
Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...
 
Grup Yöneticileri Mail Adresleri Aşağıdadır
kurtulusyolu99@gmail.com
bahadirserhad@gmail.com
forevermirza@gmail.com
 
Bu gruba posta göndermek için, mail atın: anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.