Beklediğimiz İnkılâbın Öncelikli ‘Vasıta’sı Ne Olmalı?

Üstad Necib Fazıl’ın takdiri ve tavsifiyle 500 senedir beklenen mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun 29 Kasım 2014 akşamı Haliç Kongre Merkezi’nde verdiği tarihî konferanstan hemen sonraki gün kaleme aldığımız bu makalede, cevabını kısaca çerçevelemeye çalışacağımız soru şu olacak:

Beklediğimiz inkılâbın öncelikli “vasıta”sı ne olmalı?

 

Bu soruyu kendi zâviyemizden cevablamak için de, konferansın herkese ve her kesime verdiği sayısız mesaj arasından, makalemizi vesilesiyle kaleme aldığımız mesajla başlayalım dilerseniz.

Bu mesaj, sadece bizim dar çevremize, sadece mevcud siyasî taraf veya aktörlere, yahud sadece Anadolu insanına değil, tüm bir insanlığa yönelik bir hitabtır aynı zamanda. Kendi kelimelerimiz ve yer yer tefsirimizle ifâde etmek gerekirse:

 

- “İster zaruret gereği savaşmak zorunda kalanlar, isterse savaşmayan ama farklı gerekçelerle başkalarıyla uğraşanlar, bıraksınlar şunu bunu da, bu çatışmalar bitince veya bu çatışmalar yaşanmasa bile, olması gereken hakikate ve yaşanmaya değer hayata dair, tüm insanlığa şâmil nasıl bir fikir ve teklifle çıkıyorlar ortaya; insan ve toplum meselelerini bir bütün olarak çözücü hangi tezatsız dünya görüşünü, hangi ideolojik sistemi ortaya koyuyorlar; önce bunu cevablasınlar.”

 

FİKİR derken, işte bunun fikri; FİKİR ÇAĞI derken, işte böyle bir fikrin hayata hâkim kılınacağı çağ; AKSİYON derken, işte bu fikrin işe, davranışa, esere ve verime tahvili; nihâyet, İNKILÂB derken, işte bu fikrin fertte, toplumda, insanlıkta, devlette ve dünya kamu düzeninde teşekkülü ve teessüsüdür bizce ihtiyaç, kasıd ve murad.

 

Peki ama nasıl, hangi yolla, hangi “vasıta”yla, vasıtaların hangi öncelik sırasıyla bu hedef, bu gaye, bu ideal tahakkuk ettirilebilecektir?

 

Hernekadar İbda fikriyatını kitlelere duyurmada tarihî ve bir bakıma gerekli bir “propaganda” rolü oynamışsa da, İbda bağlılarının özellikle 1989’dan itibaren ve çerçevesini kendi inisiyatifleriyle belirleyip hayata geçirdikleri türden “militan” faaliyetlerin, elbette fikrin yürüyüşünün “zorla” engellenmek ve bağlılarının da imha edilmek istendiği yahud istenebileceği şartlar için gerekliliği ve geçerliliği tartışılmaz olsa da, BEKLEDİĞİMİZ INKILÂB için asla “birinci önceliği” teşkil etmediği –artık- çok iyi anlaşılmalıdır.

 

29 Kasım 2014 günü hem bağlılarına, hem sevenlerine ve hem de merak edip kendisini dinlemeye gelen misafirlerine benzersiz bir fikir ziyafeti tattıran Salih Mirzabeyoğlu için FİKİR, hiç de bir konjonktür, taktik veya şirinlik meselesi yahud maskesi olmayıp, her davanın kendisiyle başlaması, geliştirilmesi, müesseseleştirilmesi ve böylece hayata geçirilip nihâyet hayata hâkim kılınması gereken ESAS veya TEMEL’dir.

 

Herkesin bildiği veya varsa unutanların hatırlaması gerektiği gibi, “fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek”, İbda’nın başlıca düsturu olduğu kadar, gereğini yapmasa bile, insanoğlunun da yaradılış hikmetidir. İbda Mimarı’nın birinci hüviyeti, tam da bu yüzden, O’nun “mütefekkir”liğidir.

 

Başta sorduğumuz sorunun cevabının bizce ilk kısmını artık takdim edebiliriz:

 

BEKLEDİĞİMİZ İNKILÂB, sistemli bir fikri temel alacak ve o temel üzerinde kat kat aksiyon binaları yükseltecek, kademe kademe ve belli bir öncelik sırasıyla, işte bu fikrin siyasetini güdecektir.

 

Peki nedir bu “öncelik sırası” denirse, İbda Mimarı’nın kaleminden ve PKK vesilesiyle yaptığı bir eleştiriden gösterelim en güzeli:

 

- "PKK'nın uyguladığı savaş politikası, politikasının tamamı ve siyasî önderliğin mahiyetidir" dedim; PKK, geçtiği yolları ve konacağı tepeleri kollayan canlı bir savaş makinesi olarak, bu niteliğine uygun bir amelî-pratik siyaset içindedir... Buna bağlı olarak üzerinde duracağım meselelerden birincisi: "Savaşmana gerek yok, buyur, gel ve al!" dendiğini farzet, hangi fikirle neyi gerçekleştireceksin?.. Bu soruda "hangi fikirle?" derken, "ortada fikir demeye lâyık ne var?" kasdı ve "neyi gerçekleştireceksin?" derken, "gerçekleştirebileceğin birşey yok!" mânâsını da murad ettiğimi belirtmeliyim... Birinci meseleyle bağlantılı ikinci mesele: Belli başlı bir DÜNYA GÖRÜŞÜ, insan ve toplum meselelerini unsur unsur ihata edici bu görüşün UMUMÎ KÜLTÜR POLİTİKASI, maddî ve manevî çehresiyle insan tekâmülünü murad etmiş bu kültür politikasının dışa doğru yekpareleşmesi ve ferasetini temsil eden UMUMÎ MÂNÂSIYLA SİYASET, nihayet AMELÎ PLÂNDA TERTİB VE TEDBİR İFÂDE EDEN SİYASET, bu siyasetin aracı rolünde FİZİKÎ KUVVET, bu kuvvetin de KENDİNE MAHSUS SİYASETİ... Böyle bir mücerret şemaya nisbetle PKK, EVVELLERİ OLMAYAN SON HALKADA TOPLU BULUNUYOR... Belki hâdiselerin hayhuyu, heyecanı ve doyuruculuğu içinde pratik bir değer nazarıyla umur dışı tutulan bu husus, yarın bütün ağırlığı ile zaruretini gösterecektir... Varlığını safi savaşta ve ve yalnız karşı oluşta gösterebilen bir hareket, savaştığının ve karşı olduğunun varlığını dileme mahkûmiyetine düşer... Bir yönüyle Ülkücü hareket buna örnektir: Yükselişleri ve düşüşleri, başta Üniversitelerde olmak üzere komünistlere karşı çıkabildikleri şartlarda oldu...” [1]

 

Bu yüzden olsa gerek ki, müthiş bir propaganda başarısına imza atan “İSLÂMCI MİLİTAN DERGİ” alt başlıklı Ak-Doğuş dergisini 1989 yılında masasına koyduğumuzda, belli ki öncelik sırasına pek riayet etmediğimize işaret ederek fakat samimiyetimizi de takdir ederek, “beni dolmuşa getiriyorsunuz!..” deme ihtiyacını duymuştur Mütefekkir.

 

Yine bu yüzden olsa gerektir ki, 28 Şubat darbecileriyle göğüs göğüse gelinen 1999’un o en ateşli günlerinde bile, hâdiselerin heyecanına ve sıcaklığına kapılıp fikri ihmâl edişimizden ve sadece siyasî gelişme yahud çatışmalardan tatmin olmamızdan rahatsız olarak, “monotonluğu bırakın, fikir zevkine ermeye bakın!..” deme gereğini hissetmiştir yine.

 

Meramımızın berraklaştığına inanarak, nihâyet asıl cevabımızı paylaşıyor ve YENİ DÖNEM’de “öncelikli” olarak hangi “vasıtalar” üzerinde yoğunlaşmamız gerektiğini Büyük Doğu Mimarı’nın kaleminden gösteriyoruz. Görülecektir ki, birinci gündemimiz, ne “tek başına” iktidardaki partinin iyilikleri yahud kötülükleri, ne de “tek başına” iktidarın dostları yahud düşmanlarıdır. Bunlar da olacaktır elbet; fakat ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci derecede önemli oldukları unutulmayarak ve ancak gerektiği kadarıyla ilgi veya mesai harcanarak.

 

Tek bir öncelik vardır bu bakımdan ve o da, “BAŞYÜCELİK DEVLETİ – YENİ DÜNYA DÜZENİ” hedefli olarak, aşağıdaki tüm fikir, ilim, sanat, siyaset, ticaret, teknik ve aksiyon vasıtalarında profesyonelleşmeye bakmak, yapabildiğimizi bizzat yapmak, bilmediğimizi öğrenmeye başlamak, az bildiğimizi geliştirmek, hiç yapamadığımızı ise profesyonellerden hizmet veya destek alarak gerçekleştirmektir.

 

Bir diğer ifâdeyle, “Aydınlar Aristokrasisi”ne giden yol, günlük ve çoğunlukla sığ ülke veya dünya gündemlerine tüm mesaimizi vakfetmekten, kendi fikrimizi ve alternatifimizi ihmâl edip aktüel meselelerde taraf olmakla tatminden geçmemektedir.

 

Çünkü “Fikir Çağı”na giden yolun “öncelikle” nereden ve hangi “vasıta”lardan geçtiğini, İdeolocya Örgüsü'nün “Beklediğimiz İnkılâp” bölümü bizim için şöyle çerçevelemektedir:

 

VASITA

 

· Beklediğimiz inkılâbın dış vasıtalarına, ancak, bunların iç desteklerini beslemek şuuriyle el atabiliriz. Su bulunmadan boru döşenemez.

 

· Ruh yetkinliğinden belli başlı bir kıvam belirten bu iç destekler, bilhassa yılgınlığı, düşüklüğü, küçüklük ukdesini, nefs güvensizliğini, mızmızlığı, hareketsizliği, dünya ve eşyaya karşı ilgisizlik ve bilgisizliği kendi menfî kutupları saymak ve şiddetle mahkûm etmek borcu altındadır.

 

· İç desteklerin müspet unsurları şunlardır: «Nâr-ı beyzâ» halinde bir vecd ve aşk mizacı, sultânî bir nizam ve disiplin zevki, sırasında baldan tatlı ve sırasında zakkumdan acı bir seciye, sabrından zerre kaptırmaz sebat bünyesi, şecaat, fedakârlık, atılganlık, derinlik, gerçeklik melekeleri; ve bunlarla bir arada, kâinattaki her noktanın kıymet hükmüne ve bütün bir dünya muhasebesine sahiplik şiarı... Hayatı bütün dallariyle kuşatıcı, renklendirici, süsleyici bir (estetik – güzellik sanatı), dağları, taşları devirip sürükleyici ve gaye noktasına sürücü bir (diyalektik – metodlu düşünme ve ifadelendirme sanatı), başıboşları mıknatısların demir tozlarını çekişi gibi toplayıp derleyecek bir (retorik – örgüleştirme sanatı), silâhların tesir kudretini saha saha bölgeleştirecek bir (taktik – tâbiye sanatı). Bu kıymetler bu dâvayı güdenlerce, başlarına geçirmek zorunda oldukları vasıfların tâcından birer elmas taş...

 

· Tek tek içimizi ve kitle halinde müdîrler kadromuzu, nefsimize yarım saat uyku ve bir dilim ekmek fazlasını bile haram edercesine, her türlü şahsîlikten uzak ve yalnız içtimaîliğe bağlı, müthiş bir (aksiyon) ruhu etrafında tamamladıktan sonra, dış vasıtalar...

 

· Dış vasıtaların başında, bütün şubeleriyle güzel sanatlar (bilhassa edebiyat, tiyatro, sinema), yayın yolları (gazete, mecmua, kitap), telkin kürsüleri (konferans, vaaz, sohbet), kültür teşekkülleri (her köşede bir kulüp) ve İslâm sermayesine yön ve hareket verici mihraklar...

 

· Güzel sanatlarda, kadro ifadesiyle mevcut değiliz. Zaten Tanzimattan beri güzel sanatlar, ana kaynağını kaybetmiştir. Bugün esasen mevcut olmayan ve yangın yerine dönmüş bulunan edebiyat arsasında, en aşağı örnekleriyle de olsa, solcular ve başıboşlar dolaşmakta... Biz yokuz! Büyük Doğu ideolocyasının örücüsü, bir zamanlar, şimdi küfür edebiyatını idare eden bir şahıs tarafından «tek mısraı bir millete şeref vermeye yeter!» diye anıldığı ve hiç bir zaman ve mekânda sanatkâr olarak inkâr edilmediği halde, gerçek çehresi belli olur olmaz, kendisine bütün sanat müesseseleri ve kayıtları (tiyatro, antoloji, okuma kitabı) kapılarını kapamış, o da 40 yıllık çilesi içinde, özlediği İslâmî duygu plânına bağlı gençlik kolunu sanatta bir türlü yetiştirememiştir. Her halde kabahat, cemiyeti bu hale getirenlerle, bu hâle gelip farkında olmayanlarda...

 

· Güzel sanatlar sahasına, bilhassa şiir, roman, tiyatro, el atmak ve buna ehliyet kazanıncaya kadar şişmanların zayıflama idmanı yapmaları gibi, kan-ter içinde çalışmak borcundayız.

 

· Yayın vasıtaları, başta günlük gazete bulunmak üzere, kuruluşundan beri, köksüzlük ve kozmopolitlik güdümünün kuklası olarak millî ruha aykırı bir hizip elinde kalmış ve bu hizbin içinde, hiçbir zaman ve mekânda, sâf ve hakikî Anadolu çocukları yer alamamıştır. Artık gazeteciliğin koca bir işletme haline gelmesi ve ruhî kıstas yanında bir de iktisadî (faktör) belirtmesi bakımından tamamiyle İslâmî sermayeye ait olan bu suç, gaflet ve zillet derecemizin gönderlere çekilmeye lâyık belgesidir.

 

· Eğer son 10 yıldaki, lâfta mukaddesatçı, hakikatte sözü ve fikri nâmevcut 4 – 5 gazetenin hazin tecrübesi öne atılacak olursa, deriz ki, bu da bizim ehliyetleri tâyinde, dâvayı tespitte ve ne ve nasıl olmak gerektiğini teşhiste düştüğümüz aczin ifadesinden başka bir şey olmamış ve dâva bu yüzden kalkınma yerine harcanma yoluna itilmiştir. Yumurtadan yeni çıkmış civcivlerin, kendilerini baba horoz farzetmeye yeltendiği ve kendilerine tecelli imkânı bulduğu şuursuz bir vasatta başka türlü olamazdı.

 

· Telkin kürsüleri yönünden karşı taraf, İstanbul’un bütün ampulleri kuvvetinde bir lâmba yakıyorsa, biz bir kibrit bile çakamıyoruz. Konferanslarımız mahrem ve kaçamak, vaazlarımız köhne ve gafil, sohbetlerimiz de bezgin ve mahçuptur.

 

· Almanların eski cep kuruazörleri gibi, her sınıfın kuvvetini toplaması, ilmî, fikrî, siyasî, iktisadî, her şekle döndürülebilecek tarzda teçhizatlandırılması ve Anadolu’nun 10.000 nüfus üstü bütün kasabalarına dağıtılması gereken kültür teşekküllerimizden ne haber????

 

· Gelelim İslâmî sermayeye: Müslümanlığın her türlü içtimaî tezahür hakkını kaybedip ancak fert fert gönül mahzenlerine tıkalı olmasına ve namaz saflarının bile birbirinden kesik ve kopuk fertlerin toplam kabul etmez yekûn çizgisi haline getirilmiş bulunulmasına uygun olarak, unsurları arasında her türlü birlikten mahrum, gayesiz, plânsız, (risk)siz, kullara karşı korkak ve Allaha karşı kaygısız, sermayenin resmî ibadetini belki de, onun ruhunu ve sarf yerini bilmez bir gizli çıkın... Bu, cihad farzına yabancı, ödlek sermayeye yön ve hareket aşılayıcı mihrakları, yine aynı sermaye bağlılarının halisleri arasında bulup onları her ân kamçılamak, beklediğimiz inkılâbın ilk maddesidir. Böyleleri de vardır.

 

· Bütün bu iç ve dış vasıtalar harekete geçirildikten ve her şey ruh ve fikir plânını köpürtmekten ibaret bırakıldıktan sonra, bir balkona çıkıp, güneşi beklercesine neticeyi kollamaktan gayri iş kalmaz. [2]

 

Diyeceğimiz o ki, YENİ DÖNEM, bugüne kadar ihmâl etmiş yahud başaramamış olmamız bundan sonraki ihmâl veya başarısızlıklarımıza asla bahane teşkil etmeyecek şekilde,  her bakımdan “yepyeni” vazife ve güzellikleri önümüze sermektedir.

 

DİPNOTLAR:

 

1  Salih Mirzabeyoğlu, ADIMLAR –1984’den 1996’ya-, İbda Yayınları, İstanbul 1997, s. 174-175. Büyük harfle vurgular bize âid.

 

2  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, 5. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1986, s. 181-184.

 

Kaynak: Nabız Haber

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.