SON ŞEYHÜLİSLAM TORUNUNDAN AÇIKLAMALAR Son şeyhülislam Mustafa Sabri’nin torunu, “Kendimi Osmanlı kabul ediyorum.” diyor. Dedesi ve babası, Sultan Vahdettin’le birlikte sürülen Şeyma Sabri için Türkiye modern, tertipli; ama yabancı bir ülke |
Büyükbabası ‘yüz ellilikler’ listesinin dokuzuncu sırasındaydı, babası ise yüz dokuzuncu… Sultan Vahdettin’le aynı kaderi paylaştılar, bir gün apansızın ülkelerinden kovuldular. Öyle olmasaydı, Şeyma Sabri; Osmanlı’nın son şeyhülislamı Mustafa Sabri’nin torunu, İbrahim Sabri’nin kızı, dünyaya gözlerini İskenderiye’de değil, İstanbul’da açardı ve kendini tanıtırken, “Yarı Mısırlı yarı Türk’üm; ama tartıya koyarsanız, Türklüğüm azıcık ağır basar.” deme gereği duymazdı.
Yağmurlu bir günde, elimizde bir buket kırmızı gülle Şeyma Sabri’ye giderken, tespihin dağılan tanelerinden birini daha bulmuş gibiydik. Hoyratça koparılmış, her biri bir köşeye saçılmış taneler… Az konuşan ve daima tebessüm eden zarif bir hanım, güzel bir Türkçeyle, “Siz, biliyorsunuz işte, ne anlatacağım ki ben?” diye sordu.
Bizim bildiğimiz, dedesi Mustafa Sabri’nin hayatından küçük notlardı. Kendisi ne görmüştü, ne yaşamıştı? Dedesi, büyükannesi, iki halası, annesi ve babası İstanbul’dan bir İngiliz gemisine binmeye zorlandığında o henüz dünyada yoktu; ama o günlere ilişkin ne dinlemişti ailesinden? “Babam bu yolculuk serüvenini çok anlattı elbette. Gemi, İngiliz gemisi olduğu için kimseyi yaklaştırmamışlar, bir nevi İngiliz toprağı sayılıyormuş. Anneannem, kızına rıhtımdan bir el sallayabilmiş sadece. Evden alelacele aldıkları bazı eşyaları gemiye ulaştırması için kayıkçıya vermişler; ama onlar da orada talan edilmiş. Bizimkiler üzerlerindeki elbiselerle Mısır’a inmiş.”
BÜTÜN YOLLAR MISIR’A ÇIKAR...
Mısır, onların tercihi miydi, yoksa zorunlu istikamet miydi, bilemiyor Şeyma Sabri… Bu ülkenin, sistemle sorun yaşayan herkesin ilk adresi olma gibi bir özelliği var. Bugün Kahire ya da İskenderiye sokaklarında hem Abdülhamid yanlılarının hem de onun aleyhine çalışanların izini sürmek mümkün. İskenderiye limanında inen Sabri ailesinin çürük domates ve yumurtalarla karşılanmasını, “Dedemi Abdülhamid düşmanı zannetmişler.” diye izah ediyor Şeyma Hanım. Mustafa Sabri’nin talebelerinden Ali Ulvi Kurucu ise kendisiyle yapılan bir mülakatta, hakaretlerin Mısır’daki Türk Konsolosluğu’nun yönlendirmesiyle yapıldığını söylüyor. Hâl böyle olunca, Mısır’da kalmak yerine, Şerif Hüseyin’in Hicaz davetine icabet etmeyi daha uygun buluyor Sabri Efendi.
Vapurla Cidde, ardından develer üzerinde Mekke yolculuğu… “Çok şenlikli bir merasimle karşılanmışlar.” diye anlatıyor Şeyma Hanım, “Tefler eşliğinde girmişler şehre; ama burada da beş aydan fazla kalamamışlar. Bir müddet Beyrut’ta, izzet ikram içinde yaşamışlar. Dedem, her gün bir evde misafir olmaktan mahcup olduğu için vaktiyle Romanya’da aldığı eve gitmek istemiş.” İstemiş istemesine de, yersiz yurtsuzlara mahsus bu yolculuk Bükreş’te de kötü bir sürpriz çıkarmış karşısına. İttihatçıların baskınından kaçıp Romanya’ya sığındığı yıllarda satın aldığı ev gasp edileli yıllar olmuş.
Yine yollar… Yunanistan’da oğluyla beraber çıkardığı Yarın gazetesinin Türk-Yunan antlaşmasının birinci maddesi gereğince kapatılması, Türklerin yoğun yaşadığı Gümülcine’den yalnızca Hıristiyanların yaşadığı bir adaya sürülüşleri, Müslüman ülke sefaretlerini bir bir dolaşmaları ve nihayet Mısır’a kabul edilmeleri…
Mısır bu kez güler yüz gösterir Sabri ailesine. Torunu Şeyma Hanım’ın deyimiyle ömrü ‘mücahede’ ile geçen şeyhülislam için Mısır yılları altın yıllardır. Ezher Üniversitesi’nde hocalık yaptığı sıralarda Bediüzzaman ile alâkasını hiç kesmeyen ve Risale-i Nur’ların üniversitede yaygınlaşmasını sağlayan Mustafa Sabri, İslam’a yöneltilen haksız ithamlara yazdığı reddiyelerle de saygı uyandırır. Hatta denilir ki, Mısır uleması, şeyhülislamın yazılarını okumadan hayatına yön vermezdi. Dedesini on iki yaşına kadar görebilen Şeyma Sabri, “Büyükbabam çok nazik, hassas, kerim bir zattı. Onunla beraber yaşarken evimiz sürekli açıktı. Ezher talebeleri, aydınlar, yazarlar gelir, siyasetten, dinden konuşurlardı. Dedemi hep yazarken görürdük.” diyor.
Mustafa Sabri’nin el yazması kitaplarının bir kısmı şimdi Şeyma Hanım’da; ama bazılarının nerede olduğunu o da bilmiyor: “Geçen gün Türklerden biri arayıp büyükbabamın ‘Sükut-ul Hilafe’ adlı kitabını sordu. Kitap bende yok. Ne vakit, nerede yazıldı? Basıldı mı basılmadı mı bilmiyorum.” Şeyhülislamın en önemli eserlerinden sayılan ve Türkiye’de bugün bile yasak olan ‘Mevkıf-ül Akl ve İlm’ kitabının aslı da torun Sabri’nin evinde. Arapça kaleme alınan ve İbrahim Sabri tarafından Osmanlıcaya çevrilen kitabın Türkçesi, Türkiye’de farklı bir isimle basıldı. Osmanlıca çevirinin bir nüshası da Londra’daki British Museum’da bulunuyor.
TÜRKİYE’DE KALSAYDI MECLİS’TE OLURDU BABAM
Şeyhülislam Mustafa Sabri’yle aynı yolda yürüyen ve onunla aynı akıbeti paylaşan İbrahim Sabri, güçlü bir babanın ‘sağ kolu’ değildi sadece. Hukuk eğitimi almıştı, birkaç yabancı dil biliyordu, iyi şiir yazıyordu ve kızına göre o, farklı bir hayat seçmiş olsaydı, vatanından kovulup o ülke senin bu ülke benim dolaşmayacak, şimdi Türkiye’de bakanlık yapan arkadaşları gibi parlak mevkilerde yer alacaktı. İbrahim Sabri, sadece makam mevki değil, mal varlığını da bırakmıştı arkasında. “İstanbul’u terk ettiğinde babam yeni evliymiş. Dedem, muhakkak ki güzel bir düğün yapmıştı ona.” diyor Şeyma Sabri: “Ancak bütün gayrimenkullerine el konuldu. Şimdi Türkiye’de bir toplu iğnemiz yok. Diğer Türkler hiç değilse ticaretten anlıyorlardı. Bizimkiler sadece yazıp çiziyordu, o da para getirmiyordu.”
Mısır’a yerleşince, İskenderiye Üniversitesi’nde Türkçe dersleri vermeye başlayan İbrahim Sabri evde de çocukları ve torunlarıyla hep Türkçe konuşurmuş. Şeyma Hanım, İskenderiye’de doğup büyümesine, Suudi Arabistan’da ve İngiltere’de uzun seneler çalışmasına rağmen akıcı bir Türkçe ile konuşmasında şaşılacak bir şey olmadığını düşünüyor: “Evde Türkçe konuşulurdu, başka ne olacaktı ki. İşte bu yüzden, burada doğup büyümemize ve Mısır okullarında okumamıza rağmen bizim Arapçamız hep biraz eksiktir, hatta diyebilirim ki çocuklarım bile tam bir Mısırlı gibi konuşamazlar.”
Söyleşi sırasında kimi kelimeleri anlamayan ve telaffuz etmekte zorlanan Şeyma Hanım, “Arapçayı dilden uzaklaştırdılar; ama yerine Türkçe değil İngilizce ve Fransızca kelimeler koydular. İsimler de çok değişti, bazen anlayamıyorum karşımdaki Türk müdür, Rum mudur?” diyor. İşin doğrusu o bu konuda çok dertli, öyle ki kendisini ‘yeni Türk’ değil de Osmanlı kabul ediyor. Ailesinin yaşadığı macera onu küstürmüş olabilir mi? Biraz duraklıyor, sonra “Hayır, yok.” diyor; ama küçük bir itirafta bulunuyor: “Yeni Türklerin hâlini pek beğenmiyorum tabii. Özellikle Osmanlı aleyhinde konuştuklarında çok canım sıkılıyor.”
ANNEME ‘BOŞAN, YENİDEN VATANDAŞ OL’ DEDİLER
Sabri ailesinin şu an hayatta olan hiçbir ferdi Türk vatandaşı değil. Sürgün, yalnızca Mustafa Sabri ve İbrahim Sabri’yi değil, eşlerini ve çocuklarını da yasaklılar listesine kaydetmiş. O günlerde Türkiye’den gelen bir davetten söz ediyor Şeyma Hanım: “Anneme gönderdikleri mektupta, boşanırsa yeniden Türk vatandaşı olabileceği yazıyormuş; annem kabul etmemiş tabii; ama aff-ı umumî çıktığında da Türkiye’ye ilk sefer eden o oldu. Türkiye ziyareti annemi mutlu etse de babamı üzdü. Hep hasretini duyduğu İstanbul’u bulamamak onu mahzun etti. Babam, burada yaşardı; ama kalbi İstanbul’daydı; fakat zannedersem yeni Türkiye hoşuna gitmedi.”
Şeyma Sabri de ömrü hayatında iki kez görmüş Türkiye’yi. İlki evlendikten sonra, diğerini ise tam hatırlayamıyor. Çocukları, hem vatandaşlık hem de ziyaretler konusunda daha istekli ve heyecanlı görünüyor. Oğulları Mustafa Sadık ve Muhittin iş dolayısıyla gittikleri ana vatanlarını temiz, tertipli ve modern bulmuşlar. İskenderiye Kütüphanesi’nde çalışan kızı Hibe ise, geçen yaz İstanbul’u gördükten sonra, “Neden Türk vatandaşlığı almıyoruz?” diye sormaya başlamış. Şeyma Sabri, umutsuzca, “Bilmiyorum ki.” diyor, “Razı olur mu Türkiye, olmaz mı? Bunca yıldan sonra bizi vatandaş kabul eder mi?”
MISIR’DA KİMSEMİZ KALMADI
Türkiye’deki akrabalarıyla alâkayı koparmayan, telefonla da olsa görüşmeye devam eden Şeyma Sabri, annesinin vefatından sonra, Mısır’daki Türk çevresinden uzaklaştığını söylüyor. Eskiden izlediği Türk televizyonlarını da izlemiyor artık; Mısırlı eşi hayattayken, eline kumandayı alır, “Bak, sana Türk kanalı getirdim.” dermiş. Şimdi ne çıkarsa onu izliyor: “Bazen Kürt kanalı çıkıyor karşıma. Onlar da Türkçe konuşuyor; ama acayip bir Türkçe, biraz kaba galiba.” Şimdilerde Türkçeyi de ablası ve kızı dışında kimseyle konuşamayan Şeyma Hanım: “Burada da kimsemiz kalmadı, yalnız sayılırız.” diyor. “Son yıllarım, hastalıklar, ameliyatlar, ölümlerle geçti. Babamdan sonra annemi ve beyimi kaybettim. İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda profesör olan kız kardeşim ve ağabeyim de vefat edince yapayalnız kaldık. Bir ablam var, o da soğuk algınlığından yatıyor, yanınıza çıkamayacak şimdi.”
İbrahim Sabri, belli ki kızlarının eğitimine önem vermiş. Şeyma Hanım, doktorluktan emekli olmuş, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör olan ablası ise yüksek lisans öğrencilerini okutmaya devam ediyor.
YÜZ ELLİLİKLER
Kurtuluş Savaşı sonrası mal varlıklarına el konularak Türkiye’den sürülen insanlara verilen isimdir. İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan ilk liste 600 kişiden oluşuyordu; ancak Lozan Antlaşması, bir ülkeden sürülecek insan sayısını 150 ile sınırladığı için liste önce 300’e, sonra 149’a indirildi. ‘Köylü Gazetesi’ sahibi Refet Bey’le yüz elliyi bulan listenin ilk sırasında Sultan Vahdettin bulunuyordu. 28 Haziran 1938 yılında yüz elliliklerin yurda girmesini engelleyen yasa kaldırılsa da geri dönen çok kişi olmadı. 600 kişilik listede kimlerin olduğu ise hâlâ bilinmiyor. Mustafa Sabri ve oğlu İbrahim Sabri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mukavemet gösterdikleri için bu listede yer almışlardı.
ZOR ZAMANLARIN ŞEYHÜLİSLAMI
Osmanlı’nın son âlimlerinden Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin hayatı sürükleyici bir macera romanı ya da içinde çokça dramatik unsur barındıran gerilim filmi gibi… Yirmi iki yaşındayken Fatih Camii’nde ders vermeye başlayan, 2. Abdülhamid’in katıldığı ‘huzur’ derslerine on altı yıl boyunca devam eden ve padişahın kütüphaneciliğini yapan Sabri Efendi, 1908 yılında memleketi Tokat’tan milletvekili seçildi. Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin yayın organı olan ‘Beyanü’l Hak’ dergisinin başyazarlığını yaptı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin karşısında yer aldığı için iki kez yurdu terk etmek zorunda kaldı. İkinci gidişinde geri dönemedi; çünkü yüz ellilikler listesindeydi. 1954 yılında Kahire’de vefat etti.
Aksiyon Dergisi
Yağmurlu bir günde, elimizde bir buket kırmızı gülle Şeyma Sabri’ye giderken, tespihin dağılan tanelerinden birini daha bulmuş gibiydik. Hoyratça koparılmış, her biri bir köşeye saçılmış taneler… Az konuşan ve daima tebessüm eden zarif bir hanım, güzel bir Türkçeyle, “Siz, biliyorsunuz işte, ne anlatacağım ki ben?” diye sordu.
Bizim bildiğimiz, dedesi Mustafa Sabri’nin hayatından küçük notlardı. Kendisi ne görmüştü, ne yaşamıştı? Dedesi, büyükannesi, iki halası, annesi ve babası İstanbul’dan bir İngiliz gemisine binmeye zorlandığında o henüz dünyada yoktu; ama o günlere ilişkin ne dinlemişti ailesinden? “Babam bu yolculuk serüvenini çok anlattı elbette. Gemi, İngiliz gemisi olduğu için kimseyi yaklaştırmamışlar, bir nevi İngiliz toprağı sayılıyormuş. Anneannem, kızına rıhtımdan bir el sallayabilmiş sadece. Evden alelacele aldıkları bazı eşyaları gemiye ulaştırması için kayıkçıya vermişler; ama onlar da orada talan edilmiş. Bizimkiler üzerlerindeki elbiselerle Mısır’a inmiş.”
BÜTÜN YOLLAR MISIR’A ÇIKAR...
Mısır, onların tercihi miydi, yoksa zorunlu istikamet miydi, bilemiyor Şeyma Sabri… Bu ülkenin, sistemle sorun yaşayan herkesin ilk adresi olma gibi bir özelliği var. Bugün Kahire ya da İskenderiye sokaklarında hem Abdülhamid yanlılarının hem de onun aleyhine çalışanların izini sürmek mümkün. İskenderiye limanında inen Sabri ailesinin çürük domates ve yumurtalarla karşılanmasını, “Dedemi Abdülhamid düşmanı zannetmişler.” diye izah ediyor Şeyma Hanım. Mustafa Sabri’nin talebelerinden Ali Ulvi Kurucu ise kendisiyle yapılan bir mülakatta, hakaretlerin Mısır’daki Türk Konsolosluğu’nun yönlendirmesiyle yapıldığını söylüyor. Hâl böyle olunca, Mısır’da kalmak yerine, Şerif Hüseyin’in Hicaz davetine icabet etmeyi daha uygun buluyor Sabri Efendi.
Vapurla Cidde, ardından develer üzerinde Mekke yolculuğu… “Çok şenlikli bir merasimle karşılanmışlar.” diye anlatıyor Şeyma Hanım, “Tefler eşliğinde girmişler şehre; ama burada da beş aydan fazla kalamamışlar. Bir müddet Beyrut’ta, izzet ikram içinde yaşamışlar. Dedem, her gün bir evde misafir olmaktan mahcup olduğu için vaktiyle Romanya’da aldığı eve gitmek istemiş.” İstemiş istemesine de, yersiz yurtsuzlara mahsus bu yolculuk Bükreş’te de kötü bir sürpriz çıkarmış karşısına. İttihatçıların baskınından kaçıp Romanya’ya sığındığı yıllarda satın aldığı ev gasp edileli yıllar olmuş.
Yine yollar… Yunanistan’da oğluyla beraber çıkardığı Yarın gazetesinin Türk-Yunan antlaşmasının birinci maddesi gereğince kapatılması, Türklerin yoğun yaşadığı Gümülcine’den yalnızca Hıristiyanların yaşadığı bir adaya sürülüşleri, Müslüman ülke sefaretlerini bir bir dolaşmaları ve nihayet Mısır’a kabul edilmeleri…
Mısır bu kez güler yüz gösterir Sabri ailesine. Torunu Şeyma Hanım’ın deyimiyle ömrü ‘mücahede’ ile geçen şeyhülislam için Mısır yılları altın yıllardır. Ezher Üniversitesi’nde hocalık yaptığı sıralarda Bediüzzaman ile alâkasını hiç kesmeyen ve Risale-i Nur’ların üniversitede yaygınlaşmasını sağlayan Mustafa Sabri, İslam’a yöneltilen haksız ithamlara yazdığı reddiyelerle de saygı uyandırır. Hatta denilir ki, Mısır uleması, şeyhülislamın yazılarını okumadan hayatına yön vermezdi. Dedesini on iki yaşına kadar görebilen Şeyma Sabri, “Büyükbabam çok nazik, hassas, kerim bir zattı. Onunla beraber yaşarken evimiz sürekli açıktı. Ezher talebeleri, aydınlar, yazarlar gelir, siyasetten, dinden konuşurlardı. Dedemi hep yazarken görürdük.” diyor.
Mustafa Sabri’nin el yazması kitaplarının bir kısmı şimdi Şeyma Hanım’da; ama bazılarının nerede olduğunu o da bilmiyor: “Geçen gün Türklerden biri arayıp büyükbabamın ‘Sükut-ul Hilafe’ adlı kitabını sordu. Kitap bende yok. Ne vakit, nerede yazıldı? Basıldı mı basılmadı mı bilmiyorum.” Şeyhülislamın en önemli eserlerinden sayılan ve Türkiye’de bugün bile yasak olan ‘Mevkıf-ül Akl ve İlm’ kitabının aslı da torun Sabri’nin evinde. Arapça kaleme alınan ve İbrahim Sabri tarafından Osmanlıcaya çevrilen kitabın Türkçesi, Türkiye’de farklı bir isimle basıldı. Osmanlıca çevirinin bir nüshası da Londra’daki British Museum’da bulunuyor.
TÜRKİYE’DE KALSAYDI MECLİS’TE OLURDU BABAM
Şeyhülislam Mustafa Sabri’yle aynı yolda yürüyen ve onunla aynı akıbeti paylaşan İbrahim Sabri, güçlü bir babanın ‘sağ kolu’ değildi sadece. Hukuk eğitimi almıştı, birkaç yabancı dil biliyordu, iyi şiir yazıyordu ve kızına göre o, farklı bir hayat seçmiş olsaydı, vatanından kovulup o ülke senin bu ülke benim dolaşmayacak, şimdi Türkiye’de bakanlık yapan arkadaşları gibi parlak mevkilerde yer alacaktı. İbrahim Sabri, sadece makam mevki değil, mal varlığını da bırakmıştı arkasında. “İstanbul’u terk ettiğinde babam yeni evliymiş. Dedem, muhakkak ki güzel bir düğün yapmıştı ona.” diyor Şeyma Sabri: “Ancak bütün gayrimenkullerine el konuldu. Şimdi Türkiye’de bir toplu iğnemiz yok. Diğer Türkler hiç değilse ticaretten anlıyorlardı. Bizimkiler sadece yazıp çiziyordu, o da para getirmiyordu.”
Mısır’a yerleşince, İskenderiye Üniversitesi’nde Türkçe dersleri vermeye başlayan İbrahim Sabri evde de çocukları ve torunlarıyla hep Türkçe konuşurmuş. Şeyma Hanım, İskenderiye’de doğup büyümesine, Suudi Arabistan’da ve İngiltere’de uzun seneler çalışmasına rağmen akıcı bir Türkçe ile konuşmasında şaşılacak bir şey olmadığını düşünüyor: “Evde Türkçe konuşulurdu, başka ne olacaktı ki. İşte bu yüzden, burada doğup büyümemize ve Mısır okullarında okumamıza rağmen bizim Arapçamız hep biraz eksiktir, hatta diyebilirim ki çocuklarım bile tam bir Mısırlı gibi konuşamazlar.”
Söyleşi sırasında kimi kelimeleri anlamayan ve telaffuz etmekte zorlanan Şeyma Hanım, “Arapçayı dilden uzaklaştırdılar; ama yerine Türkçe değil İngilizce ve Fransızca kelimeler koydular. İsimler de çok değişti, bazen anlayamıyorum karşımdaki Türk müdür, Rum mudur?” diyor. İşin doğrusu o bu konuda çok dertli, öyle ki kendisini ‘yeni Türk’ değil de Osmanlı kabul ediyor. Ailesinin yaşadığı macera onu küstürmüş olabilir mi? Biraz duraklıyor, sonra “Hayır, yok.” diyor; ama küçük bir itirafta bulunuyor: “Yeni Türklerin hâlini pek beğenmiyorum tabii. Özellikle Osmanlı aleyhinde konuştuklarında çok canım sıkılıyor.”
ANNEME ‘BOŞAN, YENİDEN VATANDAŞ OL’ DEDİLER
Sabri ailesinin şu an hayatta olan hiçbir ferdi Türk vatandaşı değil. Sürgün, yalnızca Mustafa Sabri ve İbrahim Sabri’yi değil, eşlerini ve çocuklarını da yasaklılar listesine kaydetmiş. O günlerde Türkiye’den gelen bir davetten söz ediyor Şeyma Hanım: “Anneme gönderdikleri mektupta, boşanırsa yeniden Türk vatandaşı olabileceği yazıyormuş; annem kabul etmemiş tabii; ama aff-ı umumî çıktığında da Türkiye’ye ilk sefer eden o oldu. Türkiye ziyareti annemi mutlu etse de babamı üzdü. Hep hasretini duyduğu İstanbul’u bulamamak onu mahzun etti. Babam, burada yaşardı; ama kalbi İstanbul’daydı; fakat zannedersem yeni Türkiye hoşuna gitmedi.”
Şeyma Sabri de ömrü hayatında iki kez görmüş Türkiye’yi. İlki evlendikten sonra, diğerini ise tam hatırlayamıyor. Çocukları, hem vatandaşlık hem de ziyaretler konusunda daha istekli ve heyecanlı görünüyor. Oğulları Mustafa Sadık ve Muhittin iş dolayısıyla gittikleri ana vatanlarını temiz, tertipli ve modern bulmuşlar. İskenderiye Kütüphanesi’nde çalışan kızı Hibe ise, geçen yaz İstanbul’u gördükten sonra, “Neden Türk vatandaşlığı almıyoruz?” diye sormaya başlamış. Şeyma Sabri, umutsuzca, “Bilmiyorum ki.” diyor, “Razı olur mu Türkiye, olmaz mı? Bunca yıldan sonra bizi vatandaş kabul eder mi?”
MISIR’DA KİMSEMİZ KALMADI
Türkiye’deki akrabalarıyla alâkayı koparmayan, telefonla da olsa görüşmeye devam eden Şeyma Sabri, annesinin vefatından sonra, Mısır’daki Türk çevresinden uzaklaştığını söylüyor. Eskiden izlediği Türk televizyonlarını da izlemiyor artık; Mısırlı eşi hayattayken, eline kumandayı alır, “Bak, sana Türk kanalı getirdim.” dermiş. Şimdi ne çıkarsa onu izliyor: “Bazen Kürt kanalı çıkıyor karşıma. Onlar da Türkçe konuşuyor; ama acayip bir Türkçe, biraz kaba galiba.” Şimdilerde Türkçeyi de ablası ve kızı dışında kimseyle konuşamayan Şeyma Hanım: “Burada da kimsemiz kalmadı, yalnız sayılırız.” diyor. “Son yıllarım, hastalıklar, ameliyatlar, ölümlerle geçti. Babamdan sonra annemi ve beyimi kaybettim. İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda profesör olan kız kardeşim ve ağabeyim de vefat edince yapayalnız kaldık. Bir ablam var, o da soğuk algınlığından yatıyor, yanınıza çıkamayacak şimdi.”
İbrahim Sabri, belli ki kızlarının eğitimine önem vermiş. Şeyma Hanım, doktorluktan emekli olmuş, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör olan ablası ise yüksek lisans öğrencilerini okutmaya devam ediyor.
YÜZ ELLİLİKLER
Kurtuluş Savaşı sonrası mal varlıklarına el konularak Türkiye’den sürülen insanlara verilen isimdir. İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan ilk liste 600 kişiden oluşuyordu; ancak Lozan Antlaşması, bir ülkeden sürülecek insan sayısını 150 ile sınırladığı için liste önce 300’e, sonra 149’a indirildi. ‘Köylü Gazetesi’ sahibi Refet Bey’le yüz elliyi bulan listenin ilk sırasında Sultan Vahdettin bulunuyordu. 28 Haziran 1938 yılında yüz elliliklerin yurda girmesini engelleyen yasa kaldırılsa da geri dönen çok kişi olmadı. 600 kişilik listede kimlerin olduğu ise hâlâ bilinmiyor. Mustafa Sabri ve oğlu İbrahim Sabri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mukavemet gösterdikleri için bu listede yer almışlardı.
ZOR ZAMANLARIN ŞEYHÜLİSLAMI
Osmanlı’nın son âlimlerinden Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin hayatı sürükleyici bir macera romanı ya da içinde çokça dramatik unsur barındıran gerilim filmi gibi… Yirmi iki yaşındayken Fatih Camii’nde ders vermeye başlayan, 2. Abdülhamid’in katıldığı ‘huzur’ derslerine on altı yıl boyunca devam eden ve padişahın kütüphaneciliğini yapan Sabri Efendi, 1908 yılında memleketi Tokat’tan milletvekili seçildi. Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin yayın organı olan ‘Beyanü’l Hak’ dergisinin başyazarlığını yaptı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin karşısında yer aldığı için iki kez yurdu terk etmek zorunda kaldı. İkinci gidişinde geri dönemedi; çünkü yüz ellilikler listesindeydi. 1954 yılında Kahire’de vefat etti.
Aksiyon Dergisi
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.