12 Eylül'ün değiştirdiği hayatlar Irak'ın ünlü işkence merkezi Ebu Garib'den farksız Diyarbakır Askeri Cezaevi'ne girdiğinde 18'indeydi Hamit Kankılıç. Hayatının sekiz yılını burada ölümün ve cinnetin kıyısında geçirdi, her türlü işkenceyi yaşadı. 20 yıllık cezası bittiğinde saçları ağarmıştı Darbe döneminde cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi, 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi ise açlık grevinde öldü. Darbe günlerinde askeri cezaevleri insanlık dışı uygulamalarıyla ünlendi. Cezaevleri arasında Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi emsalsizdi! Irak'ın Ebu Garib'iyle yarışacak türden işkence yöntemleri denendi burada. 1981 Martı'nda yönetimine getirilen Esat Olcay Yıldıran'ın baskılardan sonra cezaevinde ölüm oruçları başladı. Ancak, bu direniş pek işe yaramadı. 21 Mart 1982'de Mazlum Doğan'ın cezaevi koşullarını protesto etmek için kendini yakmasından sonra tutuklular savunma hakkının sağlanması, itirafçılığa ve işkenceye son verilmesi talebiyle yeniden ölüm oruçlarına başladılar. Tutuklu Kemal Pir ve üç arkadaşının intihar etmesi üzerine Türk halkının gözleri cezaevine çevrildi. Ancak hiçbir dış müdahale cezaevindeki vahşi düzeni engelleyemedi. O tarihte bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlı olan PKK'lı tutuklu Hamit Kankılıç, arkadaşlarının ölümüyle çok sarsıldı. Zaten bedeni ölüm oruçlarından sonra tükenmişti. Tüm eziyetlere direnmişti, ancak çıldırmanın kıyısındaydı. Artık cezaevini 'Komünist Hamido asla ihanet etmez' nakaratıyla inletiyordu. Sonunda onu tedavi için Elazığ'daki akıl hastanesine sevk ettiler. Ancak burada da hastalardan dayak yedi. Ölüm noktasına geldği için hastane yönetimi onu acil sevk aracıyla Diyarbakır'a postaladı. Hastanede üç ay yattı Kankılıç. Bugün onca işkenceden sonra nasıl sağ kaldığına inanamıyor ve 'Bu bir mucize' diyor. Kankılıç, 'Örgüt üyesi olmak ve adam öldürmek' suçundan idama mahkûm edildi, sonra cezası müebbete çevrildi. 1988'den 2000'e kadar Eskişehir, Çanakkale ve Bursa cezaevlerinde yattı. Şimdi cezaevlerinde geçen 20 yılını yazmakla meşgul. 12 Eylül sabahı neredeydiniz? Diyarbakır'da askeri cezaevindeydim. Sabah erkenden arkadaşlar radyoyu açmış, haberleri dinliyorlardı. Darbenin olduğunu onlardan öğrendim. Tabii, askerlerin tavırları hemen değişti. Daha önceden askerlerle aramızda insani ilişkiler vardı. Sigara alıp verirdik. Darbe ertesi küfürler başladı, vurup rahatsız etmeler başladı. Artık eski havanın olmayacağını anladık. 28 Haziran 1980 günü saat 16.00 sularında Siverek'te yakalanmıştım. Bizim o dönem Siverek'te Bucak aşiretiyle aramızda mücadelemiz vardı. Bucaklar bölgede devletin temel ayaklarından biridir. 1977-1979 arasında bölgedeki insanlara kan kusturmuşlardır. Bucakların gasp olayları çok fazlaydı, ekonomik durumu iyi olan ailelerin kızlarını kaçırıp karşılığında fidye istiyorlardı. Ben 13-14 yaşımdayken durumu anlamıştım. Ailemiz 'Devlete karşı gelinir mi?' diye mücadelemize karşı çıkıyordu. İlkokulda öğretmenden dayak yemek için birçok gerekçem oldu. Okulda Zazaca konuştuğum zaman öğretmen 'Bu dilde konuşmayacaksınız, yasaktır' diye bağırırdı. Örgüte girdiğinizde kaç yaşındaydınız? 16 yaşındaydım. Okuyamadım. İlkokulu terk ettim. Bir gün yine sınıfta Zazaca konuşuyorduk, öğretmen yanına çağırıp arkadaşlarımın önünde bana tokat attı. Sınıfta çok sevilen bir çocuktum. Ben de defterlerimi gidip sıramdan aldım ve o günden sonra bir daha okula ayak basmadım. Tabii okumamanın getirdiği bir eziklik vardır bende, ama ondan sonra hep okumuşumdur. Açığımı kapatmak için. Nasıl ve ne zaman yakalandınız? Siverek çarşısında... Bir ihbar sonucu yakalandım. Üzerimde sahte kimlik vardı. Şu anda da orada aşiret ilişkileri vahimdir. Onun için toplumsal gelişme yaşanmıyor. Bunların hepsi birbirini besleyen faktörlerdir. Urfa'da yatılı bölge okulu vardı, önce oraya akşam da Urfa Emniyeti'ne götürüldüm. Üzerime bazı öldürme olaylarını yüklemek istiyorlardı. Biz bir mücadele yürütüyorduk, karşılıklı öldürme olayları yaşanıyordu. 'Siz militansınız, o zaman bu öldürmeleri size yükleyeceğiz' dediler. Aynen böyle. 'Biz yapmadık' diyorduk. Yakalanan silahlar bizim değil, öyle olmuş ki bir öldürme olayını 20 ayrı kişinin üstüne yüklemişler. Mahkemenin yaklaşımı da böyleydi. Zaten sonra 'öldürüldü' dedikleri adamın ölmediği ortaya çıktı! 10 gün sorguda kaldım. Falaka, filistin askısı, aç bırakmak, elektrik vermek... Tüm işkenceleri yaptılar. En çok hem asıp hem elektrik verdiklerinde kötü oluyorsun. Zaman kavramı göreceli... İlk üç-dört gün sabahtan akşama kadar işkence yaptılar. Gözlerin kapalı. Urfa'nın haziran sıcağını bilir misin? Cehennem sıcağıdır. Nihayet 10 günün sonunda 1 No'lu Askeri Cezaevi denilen bir yere götürüldüm. Bu cezaevi, aynı zamanda İbrahim Kaypakkaya'nın da şehit düştüğü bir yerdi. 12 Eylül darbesinden sonra Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'ne getirildik. İlk an, 'İşte asıl işkence şimdi başlıyor' diye geçirdim içimden. Devletin temel dayanağı 'yılanın başı küçükken ezilmeli' politikasıydı. O zaman 'küçük yılan' da ezilmemek için direnir. Sizin politikanız bu muydu? Geriye dönüp baktığımda nasıl olup da sağ kaldığımı anlayamıyorum. Baskılar geçtikçe artıyordu. Cezaevlerindeki baskılar sonucu itirafçı olmayanlar mahkemelerde konuşturulmuyordu. Esat Oktay amfilerden sürekli, 'Sizi öyle bir duruma getireceğim ki, sizi bıraksak dahi, siz cezaevinden çıkamayacak hale geleceksiniz' diye bağırıyordu. Ziyaretlere çıktığımızda ailelerle konuşamıyorduk. Çünkü her tarafımız askerlerle kuşatılmış oluyordu. Konuştuğumuz an, hem ailemizin başına bir şeylerin geleceğini, hem de bize içeride işkence yapacaklarını biliyorduk. 1982'de ölüm oruçları var. İki isteğimiz vardı: 1. İşkencelerin ve itirafçılığın durdurulması. 2. Savunma hakkımızın verilmesi. Ölüm orucunda çok sevdiğim arkadaşlarım öldü, ki ben Kemal Pir'i çok severdim. Benim hücremin üst katında yatıyordu. Onların ölümü sizi çok sarsmış olmalı... Bu ölümlerin insanda sarsıntı yaratmaması düşünülemez. Kimse bizi zorla devrimci yapmamıştı, biz kendi isteğimizle devrimci olmuştuk. Gençtim o zaman, 1982'de dört arkadaşım öldü. 1984 Ocak direnişinde hem işkencede, hem de ölüm orucunda ölenler oldu. Çok kişi sakatlandı. 1982'de 20 yaşıma yeni girmiştim. Ölüm orucunun 25. gününde elimi yüzüme atmıştım, sakal, bıyık çıkmış. Çok sevinmiştim o zaman. İtirafçı olamamak için kendi içimde kilitlenmiştim. Bir taraftan direniş var, bir yandan devletin itirafçı yaratması var. İtirafçılar sonradan söylediklerini geri aldılar. Öyle ki kimin ne zaman gidip itirafçı olacağını bilemiyorsun. 1982'de benim hücremden bir itirafçı çıktı. Sonra kimseyle konuşamıyorsun. Koşullar tedbirli olmayı gerektiriyordu.
'Banyo diye lağıma batırıp çıkardılar' Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'nden belleğinize kazınmış görüntüler neler? 1984'ten sonra koşullar biraz değişmeye başladı, arkadaşlarla sohbet etme koşullarımız doğdu. Küçük bir hücrede dört beş arkadaş kalıyorduk. Betondan yapılmış bir set vardı orada yatardık, arkada bir tuvalet vardı. Hepsi aynı yerde. Diyarbakır'dan ayrılana kadar böyle hücrede kaldık. Yani baskı, işkence konusunda iyileşme olmuştu. Daha sonra 1986'dan sonra hücre kapıları açıldı, o zaman koridorda da yatma koşulları doğdu. En azından daha rahat uyuduk. Sanki cezaevinden değil de saray yavrusundan söz ediyorsuunz! 1982 direnişinde küçücük bir hücreye 50 kişi sıkışmıştık. Bu fiziken mümkün değil! Hücrelere sıkıştırılıyor, üzerimize, içinde ne olduğunu bilmediğimiz sular dökülüyordu. Her tarafımız bitlenmişti. Ama nasıl? Kimse nefes alamıyor. Çok inandırıcı gelmiyor size değil mi? Hepimiz böyle yapış yapışız.. Bak böyle böyle (gösteriyor). Üzerimize deterjanla karıştırılmış su döker, iki-üç saat öyle tutarlardı bizi. Bu her zaman olan bir şey değil. Hücrede sayımız 14-15'e düştüğünde kendimizi gerçekten sarayda hissediyorduk. Sırt sırta, dip dibe yatıyorduk. Adamların bütün amacı direnişimizi kırmaya dönüktü. Bayılmalar, kusmalar, baş dönmeler. Kıpırdayamıyorsun. Hücredeki tuvaletimizin üzerini giysilerimizle kapatmıştık. Dördüncü kattan su damlıyordu, lavaboyu kapatmıştık, hiç kullanmıyorduk. Böylece biriken suyu içiyorduk. Ölüm orucu sırasında öyle yemekler yapıp getiriyorlardı ki ben öyle yemekler hiç görmemiştim. Cezaevinde acayip fareler vardı, kedi kadar büyüktüler.. Onlar bizim yemediğimiz yemekleri yerdi. Biz de onları seyrederdik. Uyanıyorduk ki fareler üzerimizde dolaşıyor. Böyle kollarımın üzerinde gezerdi, biz uyanınca kaçar su borularının üzerinde gezerlerdi. Mecburen farelerin de içtiği sudan içiyorduk. Kaldığımız hücrenin tuvaleti lağımla dolmuştu. 'Size banyo yaptıracağız' diyerek, lağıma batırıp çıkarıyorlardı. Koğuşlarda kimilerine fare yedirildi. Mahkûmlara, koğuşlarda birbirine tecavüz etmeleri için işkence yapıldı. Bizim hücrede Kawa örgütünden bir arkadaş vardı, biz ayrı örgütteniz ya, ona dediler ki 'Hadi ona tokat at'. Tabii ki bana tokat atmadı. Bunun üzerine ona işkence yaptılar. Tutukluların itirafçı olmaya zorlandığı dönemde siz 'Komünist Hamido konuşmaz' cümlesini dilinize dolamışsınız. O günleri hatırlıyor musunuz? Ben pek hatırlamıyorum, arkadaşlar hatırlatırlar. Bu tabii bir depresyon haliydi. Çok sonradan kendimi toparladım. Gece uykum gelmiyordu. Askeri hastaneye yatırıldım, orada uyku ilaçları veriyorlardı. Ölüm oruçları sırasında çok ağır tüberküloz geçirdim. O zaman tedavimi yapan bir doktor vardı, iyi bir insandı. Bir gece nabzım durmuş. Bana iğne bile yapamıyorlardı, çünkü sırf kemik kalmıştım. Sanki bir iskelettim. Hastaneye kaldırılırken arkadaşlarım 'Kesin ölür' demişler. İki ayda zor toparladım. 1984'teki ölüm orucuna katılamadım, arkadaşlar benim katılmama izin vermediler. Sağlığım pek iyi değildi çünkü... Tutukluların mahkemeye zincirlere bağlanarak götürüldüğünüzü okumuştuk... İnanılmaz bir görüntü. Mahkemeye götürülürken bile dövülüyorduk, ellerimiz arkadan kelepçeli, belden hepimizi zincirle bağlarlardı. Mahkemeye götürülüp getirilirken bizi bir arabanının içine yığarlardı. Dört tarafı saç, yazın sıcaktan kavrulurduk. Diyarbakır'da nasıl yaşadık? Buna mucize mi diyelim? Mahkeme bana ölüm cezası verdi. Gerçeği söyleyeyim Denizlerden Mahirlerden etkilenmiştim, ama asıl İbrahim Kaypakkaya gibi olmak istemiştim. İtirafçılık sürecini başarıyla atlatmıştım, idam edilmekten korkmadım. Turgut Özal zamanında cezam müebbete çevrildi. 1988'de Diyarbakır'dan sonra Aydın Cezaevi'ne gittim. Daha sonra Bursa'ya gönderildim. Buradaki koşullar daha iyiydi. Bu dönemde çok kitap okudum. 28 Haziran 2000'de yani tutuklandığım gün dışarı çıktım, o gün heyecandan konuşamadım, boğazım düğümlenmişti. ŞULE ÇİZMECİ - RADİKAL |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.