16 Ocak 2008

DİN; KÖSTEK Mİ, DESTEK Mİ?


DİN; KÖSTEK Mİ, DESTEK Mİ?


Yazar M. Selami Çekmegil

Image Sanayi Devriminin sömürü ile Batıya sağladığı zenginlik karşısında apışıp kalan bir kısım doğulu aydınlar(!), bir süredir, iki Cihan Savaşında Avrupa'da, Japonya'da, Kore'de, Vietnamda, Bosna'da, İrak'ta, Afrika'da sürdürülen sürekli savaşlar karşısında hayli şapşallaşmış haldedirler…
Nitekim Türkiye fikir atmosferine egemen görünümdeki idrak cücelerinin de dilinin bir pelesengi var: "Rönesansla dinin dizginlerinden kurtulan Batı'nın, dindışı atılımlarla Ortaçağ karanlığını deldiği; buna karşı dinin boyunduruğundan kurtulamayan İslam aleminin hep gerileyerek bugünkü köhne konuma düştüğü" nakaratı... Özellikle eğitim mekanizmalarına zoraki telkinlerle yerleştirilen bu yarım boyutlu nakaratın sahiplerini hemen hergün etrafımızda dinleme imkanına sahip olduğumuz için kaynak göstermeye ve özel atıf yapmaya gerek duymuyorum. Esasen yarı aydınların, iyi niyetli olsalar dahi, "doğru" demekten kendilerini alamayacakları basit bir gözlemlemedir bu. Ama, doğru mu?..

Evvela "Ortaçağ karanlığı"deyimi su götürür bir iddiayı içeriyor. Ortaçağ, İslam'ın asırlar boyu peygamberler yoluyla hitap ettiği insanlığa, en yaygın ve kalıcı biçimi içinde Hz.Resulullah tarafından tevdi edildiği (verildiği) zaman diliminin adıdır. Gerçi bu çağda yöresel karanlıklar, teokratik tasallutlar (tacizler), insan onurunu ayaklar altına alan feodal çalkantılar, yer yer, ve bilhassa Batıda mevcut olmuştur. Ama, insanlığın bu karanlıkları delen ışığa, teokratik tasallutu yok eden İslam'a, cehaleti ayıplayan bilimselliğe geçişi de bu çağdadır. Hurafenin saltanatını yıkarak "Hakiki mürşidin ilim olduğunu" söyleyen İslami yaklaşım, "İlmin, Çin'de (yani çok uzaklarda) olsa bile alınması gerektiği"ni bu çağda sevgili peygamberine atfen tüm dünyada deklere etmiştir. Hikmet'in (yani doğrunun), Mü'minin (yani insanlığın) malı olduğunu, nerede bulunursa alınması (yani benimsenmesi) gerektiğini, ilkesel bir tavır olarak empoze eden Din'in son peygamberinin bu çağda dünyayı onurlandırmaları da gözden uzak tutulmaması gereken önemli bir hadisedir. Endülüs'ten Bizans'a bütün dünya, kişiler ve toplumlar arası adalet ilkelerinin kurtarıcı egemenliğine bu çağda tanık olmuştur.

Kanımca, Ortaçağ'ın karanlık dönem olarak gösterilmesi, biraz da, sultaları(zorbalıkları) son bulan teokrat papazların, kendilerini bu karanlık saltanatlarından mahrum bırakan İslam güneşinin bu çağda üzerlerine parlamış olmasıdır. Bu tavır, onların bu güneşi perdeleme niyetlerinin açık bir tezahürü (belirtisi) ve İslam alemini de kendi karanlık dehlizlerine(koridorlarına) sürükleme arzularının bugüne süregelen bir uzantısı olarak da algılanabilir.

Bütün bunları bir tarafa bırakarak yukarıdaki nakaratın özüne inmek daha yararlı olacaktır. Acaba Batı, Rönesans'la gerçekten Din'den uzaklaşarak dindışılığa mı yönelmiştir? Bana göre hayır!.. Gerçi, papaz sultasını kırıp kilise doğmalarını toplumsal hayattan tardeden (kovan) Batı, dünyanın yuvarlaklığını ileri sürüp, Doğu alemi gibi Matematiğe (özellikle cebir'e)ve Astronomiye yönelirken, biçimsel olarak, hurafe mecmuası haline gelmiş bir dini anlayışı da gerçekten terketmiştir. Ama, bu terkediş, insanın fıtratına (yani doğuştanlığına) bir dönüş belirtmesi bakımından acaba gerçek Din'e; yöntem olarak bilimselliği benimsemesi açısından İslam'a bir yakınlaşma değil midir? İslam, bir Kur'an ayetinin de belirttiği üzere, doğruya yönelme ve hakikatı arama idealinin adıdır. Doğruyu isteme itiyadının (alışkanlığının) ilkeleşmesidir. Bu ayeti(K:72.sure, 14. ayet), "Müslümanlar ki, onlar doğruyu ararlar" diye Türkçeleştirebiliriz. Etrafımızdaki olayları ve doğanın daimi dönüşümünü gözlemlemeye davet edip bize hala düşünüp düşünmeyeceğimizi soran İslam, bir yandan da her insanın iyi fıtrat üzere yaratıldığını, onun sonradan çevresi tarafından yanlışlara yönlendirilebileceğini öğretiyor. Bu öğretisiyle İslam, insanı, çevrenin, ataların ve papazların empoze ettiği saçmalıklardan arınarak doğuştanlığa, iyiye ve doğruya yöneltip, kişiliğini korumaya; hurafeden ilmin aydınlığına çağıran yaklaşımın adı oluyor. O halde, Rönesansla papaz sultasını yıkıp, ataların kurumsallaştırdığı doğmaları (izahsız savları) terkeden Batı'nın bu eğilimiyle, bilime ve tabiata yönelmesini, beşeri oluşumlardan ibaret hurafeler yığınından uzaklaşmasını hangi gerekçeyle, nasıl olur da din'den uzaklaşma olarak algılayabiliriz? Reformcuların ilahi iradeyi anlama heveslerini, Ressamlarının üzerinde çalıştıkları tuvallere çizdikleri "Meryem Ana", "Çarmıhtaki İsa" motiflerini görmeseniz dahi, Rönesansın beşeri kaynaklı hurafeyi terkederek bilime ve doğruya yönelme eylemi, Dini, akıllılara özgü sosyal bir hadise olarak teklif eden İslam gerçeğine açık bir yakınlaşma değil midir?..

Bütün bu suallere (sorulara) bakarak Batı 'nın -bir başka yazımda tasvir ettiğim önemli dejenerasyonu dışındaki- ilerlemelerinin, ortaçağ'daki despotik papaz sultasını kıran bilimsel ve deneysel düşüncenin, insani boyuta, akla, doğuştanlığa (yani İslam'a) , (Yani Din'e) biraz daha yakınlaşmasıyla alakalı olduğunu rahatça ifade edebiliriz.

Ortadoğu'ya daha doğrusu bize gelince, bugün açık bir gerilik içinde olduğumuzu yadsımayı imkansız buluyorum. Dün Ortaçağda tüm dünyaya adalet sancağını egemen kılma mücadelesi veren Müslüman camianın, bugün bin parçaya bölünmüş ülkelerine dikilen ayrılık bayraklarını tek'e dönüştürememelerini ilerleme olarak tarif mümkün değildir. Sömürüyü yok etme misyonunu üstlenmiş olan Din'in mensubu bir camianın bugün sömürü altında olmasını hangi mantık mazur görmeyi kabullenebilir? Bosna'da, Çeçenistan'da boğazlanan kardeşlerine el uzatamayan; Afganistan'da utanç verici bir katliamı kendi işbirlikçileriyle yürütebilen zavallı insanların köhne zihin yapılarını gelişmemişlikten başka nasıl, neyle izah edebiliriz? Görünen o ki, bugün bu idrak düzeyine düşmüş olan bu camianın ikiyüz yıla yaklaşan bu gerilemesine, maalesef dörtyüz yıldan beri, yukarıda anlattığımız manada gerçek Din'den, İslam'dan tedricen (azar azar) uzaklaşarak, adına din dedikleri Din dışı prangaların (zincirlerin), dogmaların, hurafelerin güdümüne girmesinin büyük etkisi olmuştur. Rönesanstan sonra Batı giderek hayata uyguladığı yöntem olarak Din'e yaklaşırken, İslam alemi tedricen(yavaş yavaş) Din'den uzaklaşmaktadır.

Ancak ne var ki, bütün ahlaki yaklaşımların merkezinde bulunan Tanrı'yı temel felsefe olarak bu merkezden çıkararak Tanrı yerine insanı koyan 1789 ihtilali ile Batı, hayat gerçeğinin ne olması gerektiğini unutmuş ve insafsız savaşlara çanak tutmuştur; ve odur budur da dünya, savaş oyununun oynandığı bir trajedi sahasına dönüşmüş, çözümü zor bir dilemma oluşturmuştur.

Esasen, içeriğe ilişkin bilinç farkını dikkate almazsanız -salt iman olayı olarak- Müslümanların imanıyla İslam münkirlerinin imanı arasında biçimsel bir fark ileri sürmeniz hayli zor olur. Mesela, "trinite"ye şartlanan Katoliğin (ya da ineği tanrı edinen Hindu'nun) imanıyla Allah'tan başka tanrı kabullenmeyen müslümanın imanı arasında, neticede bunların kesin kabullerini anlatması bakımından, "şirk" hariç, bir fark gösteremezsiniz. Ama bu iki tip iman arasında öyle bir fark var ki, bu fark birini onur makamına(Cennete) diğerini üzücü bir konuma (Cehenneme) sürüklüyor. İşte bu fark, müslümanın imanının rasgele bir saplantı olmayıp, doğruya, hakikata yönelik akli ve kalbi bir itminan (doyumsama) hadisesi teşkil etmesidir; "heva ve heves"ten çok irdelemeli ve ilmi bir tercih ifade etmesidir. İnsanın doğasını (fıtratını) yansıtmasıdır.

O halde, bizi bugünlere getiren tarihi süreç içindeki en önemli etkenin, artık, düşünmeyi ve içtihadı (çözüm üretmeyi), fıkhı (kavramayı, anlamayı) kötü gören, ataların empoze ettiği yaklaşımları tabulaştıran, aklı ve Kur'anı rafa kaldırarak beşeri nakilleri naslaştıran, oğul İbrahim'in simgelediği ihyayı (yeniden canlandırma) ve değişimi yasaklayarak, baba Azer'de sembolleşen statükoya (yerleşik kalıplara) mahkumiyeti telkin eden; yaratılış gerçeklerine arka dönerek Din'i tam algılayamamış papazların güdümüne giren Din dışı yaklaşımlar olduğunu anlayabiliriz...

(Kırmızı Çizgi dergisinin 15.06.2005 tarihinde yayınlanan 3. sayısından alıntıdır)

--
Söz bitmedi, Umut Yaşıyor!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum ,parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır...Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR..
Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.
-----------------------------------------------------------------
"ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ" grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.