Noam Chomsky: Amerikan Müdahaleciliği - Haydut Devletler 2.bölüm

Haydut Devletler 2.bölüm

HAYDUT DEVLETLER: DAR BİR KURGU

Irak krizi üzerine yapılmayan tartışmaya girmemiş olan konuları gözden geçirmek ilginç olacaktır. Ama önce "haydut devlet" kavramı üzerine birkaç söz:

Temel anlayış şudur: Soğuk Savaşın bitmesine karşın, ABD'nin yine de dünyayı koruma sorumluluğu vardır -ama kimden koruyacak? Açıktır ki bu, "radikal milliyetçilikten", yani kudretlinin iradesine boyun eğ­mek istenmemesinden koruma olamaz. Bu tür düşünceler genel ka­muoyu için değil, ancak dahili planlama belgeleri için uygun olacaktır.

1980'lerin başından itibaren, kitle seferberliği için kullanılan gelenek­sel tekniğin etkinliğini yitirdiği açıktı. "Monolitik ve acımasız komp­lo ( J.F. Kennedy) veya "kötülük imparatorluğu" (Reagan) gibi soğuk savaş sloganlarına başvurmak artık işe yaramıyordu.Yeni düşmanlara ihtiyaç vardı.



Yutiçinde, Suçla İlgili Ulusal Adalet Komisyonu şu sonuçlara varmış tı: Suç korkusu -özellikle uyuşturucu korkusu- "suçun kendisiyle ilgi si olmayan çeşitli faktörler" tarafından teşvik ediliyordu.

Komisyona göre bu faktörler arasında, medya uygulamaları da dahil, "politik amaçlar için gizli ırksal gerilimi sömüren hükümet ve özel sektörün tutumunu" yer alıyordu; öyle ki hükümet ve özel sektör kendi amaçları için "yurttaşın korkusunu körükleyen bir rol oynuyordu." Yasala­rın uygulanmasında ve karar verilmesinde etkin olan ırksal önyargılar, siyah toplulukları yıkıma uğratıyor, "ırksal bir uçurum" yaratıyor ve "ulusu sosyal bir felaket riskine" sokuyordu. Şimdi ABD tarihinde ilk kez, Afrikalı Amerikalılar mahkumların çoğunluğunu oluşturuyordu ve beyazlara göre yedi kattan daha fazla bir oranda hapse atılıyorlar­dı. Siyahların tutuklanma oranları ise beyazlarınkiyle karşılaştırılama­yacak kadar yüksekti ve tutuklamalar da, çok yüksek bir oranda uyuş­turucu kullanımı ya da kaçakçılığı suçlamasıyla siyahları hedefliyor­du. Bu olgular, kriminologlar tarafından "Amerikan Gulag'ı" (1), "yeni Amerikan Apartheid"ı (2) olarak tanımlandı..

Yurtdışında, tehditlerin "uluslararası terörizm", "İspanik (3) uyuşturu­cu kaçakçıları" ve hepsinden önemlisi "haydut devletler" olması gerekiyordu. Stratejik nükleer silah cephaneliğinden sorumlu olan Stra­tejik Kumanda'nın 1995'deki gizli bir çalışması temel düşüncenin ana hatlarını çizmektedir. AP'in bildirdiğine göre, Bilgi Özgürlüğü yasası uyarınca yayınlanan Essentials of Post-Cold War Deterrence (Soğuk Sa­vaş Sonrası Caydırıcılığın Esasları) adlı çalışma, "ABD'nin caydırıcı stratejisini nasıl varlığı son bulan Sovyetler Birliği'nden, Irak, Libya, Küba ve Kuzey Kore gibi 'haydut devletlere' kaydırdığını göstermek­tedir".

Çalışma, ABD'nin "yaşamsal çıkarlarına saldırılması halinde" kendisini "irrasyonel ve intikamcı" olarak göstermek için, nükleer si­lah cephaneliğinden yararlanması gerektiğini savunmaktadır. Bu "bü­tün hasımlarımıza" özellikle "haydut devletlere yansıttığımız ulusal personanın (4) bir parçası olmalıdır." "Kendimizi, yalnızca uluslararası hukuk ve anlaşma yükümlülükleri gibi ahmaklıklara bağlı, tamamen rasyonel ve soğukkanlı olarak göstermek zarar verir." ABD hükümeti­nin "bazı unsurlarının potansiyel olarak 'denetim dışı' gibi görünebil­mesi, bir hasmın karar vericilerinin zihninde korku ve kuşkular yarat­mak ve pekiştirmek için faydalı olabilir." Rapor Nixon'ın "deli adam teorisini" yeniden kullanıma sokmaktadır: Düşmanlarımız, emrimizde olağanüstü bir yıkıcı güçle bizim çıldırmış ve ne yapacağı öngörü­lemez olduğumuzu anlamalılar, bu durumda korkuyla irademize bo­yun eğeceklerdir. Kavram açıkça 1950'de İsrail'de, iktidardaki İşçi Partisi tarafından icat edilmiştir ve başbakan Moşe Şaret günlüğünde parti liderlerinin "delilik edimlerini öven söylev1er verdiğini" kayde­der. Moşe Şaret, eğer isteklerimiz kabul edilmezse "çıldırırız" ("nish­tagea") uyarısında bulunur. Bu, kısmen zamanında yeterince güveni­lir bulunmayan ABD'yi hedef alan "gizli bir silahtır." Kendisine yasa tanımayan bir devlet olarak bakan ve içeride seçkinlerden gelen pek az kısıtlamayla karşılaşan dünyanın biricik süper gücünün bu duruşu, dünya için oldukça büyük sorunlar yaratır.

Reagan yönetiminin ilk günlerinden beri, Libya "bir haydut devlet" olarak gözde bir tercihti. Saldırılara açık ve savunmasız Libya, ihtiyaç duyulduğunda mükemmel bir boks torbasıydı: Örneğin, 1986'da, pri­me time*' için tarihte ilk kez bir bombardıman düzenlendiğinde, televizyon Büyük İletişimcinin Nutukları'nı yazanlar tarafından, Washing­ton'un Nikaragua'ya saldıran terörist güçlerine destek toplamak için kullanılmıştı. Bombardımanın gerekçesi, "terörist başı" Kaddafi'nin "kendi evindeki savaşı ABD'ye taşımak için Nikaragua'ya 400 milyon dolar, bir cephane dolusu silah ve danışmanlar" göndermesiydi. O sı­rada ABD, Nikaragua haydut devletinin silahlı saldırısına karşı öz sa­vunma hakkını kullanıyordu.

Sovyet tehdidine yapılabilecek her türlü göndermeye son veren Ber­lin duvarının yıkılmasından hemen sonra, Bush yönetimi devasa bir Pentagon bütçesi için Kongreye yıllık talebini sundu. Yönetim bütçe talebi için şu açıklamada bulundu: "Yeni bir çağda, askeri gücümü­zün küresel dengeyi belirleyen asli unsur olarak kalacağını öngörüyo­ruz, fakat... asker gücümüzün kullanılması için en muhtemel talepler Sovyetler Birliği ile ilgili olmayabilir ve yeni kuvvetlerin ve yaklaşım­ların gerekli olabileceği Üçüncü Dünyada olabilir." Örneğin "Başkan Reagan'ın kentlerdeki hedefleri bombalaması için Amerikan deniz ve hava kuvvetlerine," "1986'da (Libya)'ya yönelmeleri emrini vermesi" gibi. Libya'nın bombalanması, "demokrasimizin -ve diğer özgür ülke­lerin- içinde yeşerebileceği uluslararası bir barış ortamına, özgürlük ve ilerlemeye katkıda bulunmak" hedefinin rehberliğinde gerçekleş­tirilmişti. Karşılaştığımız ilk tehdit Üçüncü Dünyanın "giderek artan teknolojik gelişkinliğidir." O halde "yeni tesisler ve teçhizata, araştır­ma ve geliştirmeye yatırım yapmayı" özendirecek teşvikler yaratarak "savunma endüstrisinin temelini" -aka yüksek teknoloji endüstrisi­ güçlendirmeliyiz_" Ve müdahale güçlerini, özellikle Ortadoğu'yu he­defleyen güçlerimizi muhafaza etmeliyiz. Doğrudan askeri girişimi ge­rekli kılmış olan Ortadoğu'da "çıkarlarımıza yönelik tehditler," "Kremlin'in inisiyatifine bırakılamaz" -bunlar, sonu gelmez Sovyet tehdidi uydurmalarına şimdi ara verilmiş olmasına karşın söylenmek­tedir. İlk yıllarda zaman zaman, bazen gizlice itiraf edildiği gibi şimdi "tehdidin" bölgede kökleri resmi olarak kabul edilmektedir. Yalnızca Ortadoğu'da değil başka yerlerde de, her zaman öncelikli sorun ola­rak görülen "radikal milliyetçilik".

O tarihte, "çıkarlarımıza yönelik tehditler" Irak'ın inisiyatifine de bı­rakılamazdı. Saddam o zaman gözde bir dost ve ticaret ortağıydı. Saddam'ın statüsü sadece birkaç ay sonra, ABD'nin kendisine Kuveyt'le sınırını güç kullanarak değiştirmesine izin verme niyetini, Kuveyt'i ele geçirmesini onaylaması olarak yanlış yorumlayınca değişiverdi. Saddam, Bush yönetiminin perspektifinden bakıldığında, ABD'nin Pa­nama'da yaptığı şeyi tekrar etmesine onay verildiğini sanmıştı. Sad­dam'ın Kuveyt'i işgal etmesinden hemen sonra yapılan yüksek düzey bir toplantıda, Başkan Bush temel sorunu formüle etti: "Suudiler hak­kındaki endişem ... son dakikada askeri eylemden caymaları ve Kuveyt'te kukla bir rejimi kabul etmeleridir." Genelkurmay Başkanı Co­lin Powell sorunu keskin bir biçimde ortaya koydu: "Önümüzdeki birkaç günde, Irak kuklasını yerleştirerek geri çekilecek" ve "Arap dünyasında herkes bu durumdan memnun olacak."

Tarihsel paralellikler elbette hiçbir zaman tam değildir. Washington kuklasını yerleştirdikten sonra Panama'dan kısmen çekildiğinde, Pa­nama dahil bütün yarı-kürede büyük bir öfke vardı. Gerçekte dünya­nın büyük bölümünü de saran bu öfke, Washington'u iki Güvenlik Konseyi kararını veto etmek ve bir Genel Kurul kararına karşı oy kul­lanmak zorunda bıraktı. Genel Kurul kararı "ABD'yi uluslararası huku­ku ve devletlerin bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğünü açıkça ihlal etmekle" mahkum ediyor ve "ABD'nin silahlı işgal güçle­rinin Panama'dan" çekilmesini öngörüyordu. Irak'ın Kuveyt'i işgali, standart versiyondan oldukça uzak şekilde, farklı biçimde ele alındı. Bu farklı yorumlar (bu makalenin yayınlandığı Z Magaziııe dahil) ya­zılı basında kolaylıkla bulunabilir.

İfade edilmesi bir hayli güç olan olgular politik analistlerin yorumuna açıklık kazandırdı. Örneğin, ABD'nin karşı karşıya kaldığı bilmece üzerine bugün derin derin düşünen Ronald Steel şunları yazdı: "Dün­yanın en güçlü ulusu olan ABD, güç kullanma özgürlüğü üzerinde başka herhangi bir ülkeden daha fazla sınırlamayla karşılaşmaktadır." Washington'un Panama'da iradesini ortaya koyamamasıyla karşılaştı­rıldığında, Saddam'ın Kuveyt'teki başarısının nedeni buydu.

Tartışmanın 1990-91' de etkin bir biçimde engellendiğini hatırlamak önemlidir. Yaptırımların işe yarayıp yaramayacağı çok tartışılmıştı, ama belki 660'no'lu kararın alınmasından kısa süre sonra, yaptırımların işe yaramış olabilecekleri hiç tartışılmamıştı. Yaptırım­ların işe yaramış olabileceği korkusu, Irak'ın Ağustos 1990'dan Ocak 1991 başına kadar geri çekilme tekliflerini sınamayı Washington'un reddetmesine yol açtı. Çok ender istisnalar dışında, bilgi sistemi so­run hakkında sıkı bir disiplin uyguluyordu. Ocak 1991'deki bombar­dımandan birkaç gün önce kamuoyu yoklamaları, İsrail-Arap ihtilafı üzerine uluslararası bir konferansın yanı sıra, Irak'ın çekilmesine daya­lı barışçıl bir çözümün 2'ye1 oranında desteklendiğini gösteriyordu. Bu duruşu ifade edenlerden hemen hiç kimse, bu çözümün kamu­oyunda açık bir savunusunu duyma olanağına sahip olamamıştı. Med­ya -bu kendine özgü durumda- "olgular arasındaki bağlantıyı" düşünü­lemez bularak kabul etmedi ve sadık biçimde Başkan'ın yol gösterici­liğini izledi. Anketlere yanıt verenlerin kendi görüşlerinin, egemen medyada yasaklanan Irak demokratik muhalefeti tarafından da payla­şıldığını bilmesi düşük bir ihtimaldi. Ya da kendi savundukları hü­kümleri içeren bir Irak teklifinin, teklifi makul bulan ABD yetkilileri tarafından bir hatta önce basına açıklandığını ve Washington tarafın­dan doğrudan reddedildiğini bilmeleri de düşük bir ihtimaldi. Ya da Irak'ın bir çekilme teklifinin Ağustos ortası kadar erken bir tarihte Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından ele alındığını, fakat reddedilerek fiilen gizlendiğini bilmeleri de düşük bir ihtimaldi. Irak'ın teklifi reddedilmişti, çünkü, New York Times diplomasi muhabirinin ima yoluy­la bildirdiği gibi, Konsey açıkça gizlenen Irak girişimlerinin "krizi ya­tıştırmasından" korkmuştu.

O tarihten itibaren, Irak önde gelen "haydut devlet" olarak İran ve Libya'nın yerini aldı. Diğerleri hiçbir zaman sıralamaya girmediler. Belki konuyla ilgili en yakın örnek, general Suharto Batı'da büyük memnuniyet uyandıran devasa bir katliamı yöneterek 1965'de iktida­rı ele geçirdiğinde, düşmandan dosta dönüşen Endonezya'dır. O za­mandan beri, kendi halkına karşı kanlı saldırılar ve sonu gelmeyen zu­lümler yapan Suharto, Clinton yönetiminin tanımladığı gibi, artık "bi­zim adamımız" olmuştu. "Cesetlerin bir şok tedavi biçimi olarak etraf­ta bırakıldığını" yazan "bizim adamımızın" kişisel tanıklığına göre, yal­nızca 1980'lerde 10.000 Endonezyalıyı öldürmüştü. Aralık 1975'de BM Güvenlik Konseyi oybirliğiyle Endonezya'ya "gecikmesizin" işgal güçlerini Doğu Timor'dan çekmesi talimatını verdi. Bunun yanısıra, "bütün devletleri Doğu Timor'un toprak bütünlüğüne olduğu kadar halkının devredilemez kendi kaderini belirleme hakkına saygı göster­meye" çağırdı. ABD saldırganlara silah sevkıyatını (gizlice) arttırarak karşılık verdi. Carter, 1978'de saldırı neredeyse soykırım boyutlarına ulaştığında, bir kez daha silah akışını hızlandırdı. BM büyükelçisi Da­niel Patrick Moynihan anılannda, "olayların (sonradan olduğu gibi) meydana gelmesini arzulayan ve bu sonuca ulaşmak için çaba göste­ren" Dışişleri Bakanlığı'nın talimatlarını izleyerek, BM'yi "aldığı bütün önlemlerde tamamen etkisiz" kılma başarısından gurur duyar. ABD, uluslararası anlaşmaların her türlü makul yorumunu ihlal ederek, (bir ABD şirketinin iştirakiyle) Doğu Timor'un petrolünün çalınmasını da aynı memnuniyetle kabul eder.

Farklar bulunmasına karşın, ABD/Doğu Timor ve Irak/Kuveyt benzet­mesi yakınlık gösterir: Bu farklardan yalnızca en bariz olanına değinir­sek, Doğu Timor'da ABD sponsorluğunda yapılan zulüm, Kuveyt'te Sad­dam'ın sorumlu tutulduğu herhangi bir uygulamanın çok ötesindeydi.

Başka birçok örnek vardır. Bununla birlikte, genellikle gündeme geti­rilenlerden bazılarının temkinli bir şekilde ele alınması gerekir, özel­likle de İsrail'le ilgili olanların. İsrail'in 1982'de ABD desteğiyle ger­çekleştirdiği Lübnan işgalinde ölen sivil sayısı, Saddam'ın Kuveyt iş­galinde ölenlerin sayısını geçmişti. Üstelik Lübnan işgali, Kudüs, Go­lan Tepeleri ve diğer konularla ilgili çok sayıda başka kararın yanısı­ra, İsrail'e derhal Lübnan'dan çekilme talimatı veren 1978' deki Gü­venlik Konseyi kararının bir ihlali olarak kalmayı sürdürmektedir. Ve eğer ABD düzenli biçimde bu tür kararları veto etmemiş olsaydı, İsra­il'in ihlal ettiği kararların sayısı çok daha fazla olurdu. Ancak İsrail'in, özellikle mevcut hükümetin BM' nin 242 no'lu kararını ve Oslo Anlaş­malarını ihlal ettiği ve ABD'nin, bu ihlallere göz yumarak "çifte stan­dart" sergilediği yolundaki ortak suçlama en iyi ihtimalle kuşkuludur. Söz konusu suçlamalar, bu anlaşmaların yanlış anlaşılmasına dayan­maktadır. Madrid-Oslo süreci başından beri, ABD-İsrail gücü tarafın­dan Bantustan tarzında bir yerleşimi (5) dayatmak üzere tasarlanmış ve uygulanmıştır. Arap dünyası, başka birçokları gibi, konu hakkında kendini kandırmayı seçmiştir. Ama bu hedefler güncel belgelerde ve mevcut Likud hükümetinin şimdi suçlandığı projeler dahil, özellikle Rabin-Peres hükümetlerinin ABD destekli projelerinde açıkça görüle­bilir.

"İsrail'in, Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal ettiği açıkça gösterile­mez" (New York Times) iddiası bariz şekilde doğru değildir. Fakat sık sık öne sürülen nedenlerin dikkatlice incelenmesi gerekir.

Irak'a dönersek, hiç kuşkusuz ön sıralardaki kriminal bir devlet ola­rak nitelenmektedir. 18 Şubat'ta televizyondan yayınlanan bir toplan­tıda ABD'nin lrak'a saldırı planını savunurken, Dışişleri Bakanları Alb­right ve Cohen tekar tekrar en büyük zalimliği gündeme getirdiler: Saddam "komşularına ve kendi halkına karşı kitle imha silahları kul­lanmaktan" suçluydu; bu onun en korkunç suçuydu. ABD'nin Suhor­to'ya desteği hakkında soru soran birisini kızgın biçimde yanıtlayan Albright şu ilkeyi vurgulama gereği duydu: "ABD'nin ve uygar dünya­nın bu kitle imha silahlarını, bırakın komşularına, kendi halkına karşı kullanmak isteyen birisiyle müzakere yapamayacağını açıklığa kavuş­turmak bizim için çok önemlidir". Kısa süre sonra Senatör Lott, Kofi Annan'ı "bir kitle katliamcısıyla insani bir ilişki" geliştirıneye çalıştığı için mahkum etti ve yönetimi bu kadar alçalan bir kişiye güvendiği için suçladı.

Çınlayan sözcükler. Yöneltilen sorudan kaçmaları bir yana, Albright ve Cohen yalnızca, şimdi bu denli korkunç buldukları eylemlerin geç­mişte lrak'ı "haydut bir devlete" dönüştürmemiş olduğunu belirtme­yi unuttular. Yorumcular ise buna dikkat çekmeyecek kadar nazikti­ler. Ve Lott, kahramanları Reagan ve Bush'un "kitle katliamcısıyla" alışılmadık ölçüde sıcak ilişkiler geliştirdiğine dikkat çekmedi. Saddam, Mart 1988'de Halepçe'de Kürtere karşı gaz kullandıktan sonra, aske­ri bir saldırı için ateşli çağrılar yapılmamıştı. Aksine, ABD ve Büyük İngiltere o zaman yine "bizim adamımız" olan kitle katliamcısına güç­lü biçimde destek vermişlerdi. ABC televizyonu muhabiri Charles Glass Halepçe'den on ay sonra Saddam'ın biyolojik savaş programla­rından birisinin yürütüldüğü yeri ortaya çıkardığında, Dışişleri Bakanlığı olguları inkar etti ve hikaye burada sona erdi. Glass, Dışişleri Ba­kanlığı'nın "şimdi aynı yer hakkında brifingler düzenlediği" saptama­sını yapıyor.

Küresel düzeninin iki bekçisi aynı zamanda -siyanür, sinir gazı ve diğer barbar silahları kullanması dahil- Saddam'ın başka zulümlerini, diğer pek çok şeyin yanı sıra istihbarat, teknoloji ve malzeme tedarikleriyle çabuklaştırdılar. Bill Blum, 1994'te Senato Bankacılık Komitesinin ha­zırladığı bir raporu hatırlatıyor. Bu rapora göre, ABD Ticaret Bakanlı­ğı, daha sonra Irak'ta BM inceleme heyeti tarafından bulunup yok edi­lenlere çok benzeyen "biyolojik malzeme'; sevkıyatı yapmıştı. Bu sev­kıyatlar, en az Kasım 1989'a kadar devam etti. Bir ay sonra, Bush dos­tu Saddam için yeni kredilere onay verdi. Egemen medyada eleştiriyle (hatta haberle bile) karşılaşmadan, Dışişleri Bakanlığı ciddi bir ifadey­le kredilerin amacını "ABD'nin ihracatını arttırmak ve insan hakları si­ciliyle ilgili olarak Irak'la görüşmek için kendimize daha iyi bir pozisz­yon sağlamak hedefini gerçekleştirmek…" olarak açıklıyordu.

İngiltere'nin belge kayıtları resmi bir soruşturmada (Scott Soruştur­ması) en azından kısmen açıklandı. Scott raporunun yayınlanmasın­dan sonra, yani en az Aralık 1996'a kadar, İngiltere hükümeti biyolo­jik silahlar için kullanılabilir malzeme ihraç etmeleri için İngiltere fir­malarına lisans vermeye devam ettiğini, ancak şimdi kabul etmek zo­runda kaldı.

Times' da, Batılı ülkelerin mikrop savaşı ve diğer kitle imha silahları için kullanılabilir malzeme satışlarının ele alındığı 28 Şubat tarihli bir inceleme yayınlandı. İncelemede, 1980'lerde ABD satışlarının bir ör­neği zikredilirken, buna, bazıları Fort Detrick'teki mikrop araştırması için ordu merkezinden alınan "ölümcül patojenlerin" hükümet ona­yıyla satılmasının dahil olduğu belirtiliyor. Ama bu sadece aysbergin görünen ucu.

Genellikle başvurulan güncel bir aldatmaca Saddam'ın suçlarının bi­linmediğidir. Dolayısıyla şimdi bunları keşfedince gerçek anlamda şok olmuş durumdayız ve biz uygar insanların bu tür suçları işleyen birisiyle "müzakere yapamayacağını açıklığa kavuşturmamız gereki­yor" (Albright). Takınılan tutum sinik bir sahtekarlıktır. 1986 ve 1987

tarihli BM raporları Irak'ın kimyasal silah kullanmasını mahkum et­mişti. Türkiye'deki ABD elçilik görevlileri kimyasal savaş saldırıların­dan kurtulan Kürtlerle görüştüler ve CIA bunları Dışişleri Bakanlı­ğı'na bildirdi. İnsan haklar grupları Halepçe ve başka yerlerdeki vah­şeti hemen duyurdular. Dışişleri Bakanı George Shultz ABD'nin konu hakkında kanıtlara sahip olduğunu kabul etti. Senato Dış İlişkiler Ko­mitesi tarafından 1988'de gönderilen bir araştırma ekibi "sivillere kar­şı yaygın kimyasal silah kullanımı hakkında çok güçlü kanıtlar" buldu. Komite, Batı'yı, Irak'ın bu silahları İran'a karşı kullanmasını sessizce onayladığı için suçluyordu. Çünkü Batı'nın bu onayı, Saddam'ı -doğ­ru olarak- bunları kendi halkına karşı acımasızca kullanabileceğine inanması için cesaretlendirmişti. Mevcut durumda Kürtlere karşı, ki Kürtlerin bu aşiret temelli eşkiyanın "halkı" sayılması bir hayli güçtür. Komite başkanı Claiborne Pell, "insanlar gazla zehirlenirken" sessiz kalınmasını "suç ortaklığı" yapılması olarak suçladı. Bu, "Hitler Avru­palı Yahudilerin neredeyse tamamen yok edilmesine varan bir kam­panya başlattığında, dünyanın sessiz kalması" kadar büyük bir "suç ortaklığıydı." Pell, "soykırıma karşı bir daha sessiz kalamayız" uyarı­sında bulunarak, 1988 Soykırımın Önlenmesi Yasası'nı sundu. Re­agan yönetimi şiddetli şekilde yaptırımlara karşı çıkar ve sorunun ses­sizce geçiştirilmesinde ısrar ederken, kitle katliamcısına desteğini su­nuyordu. Gazeteci Adel Darwish, Arap dünyasında "Kuveyt basını­nın, Bağdat'ın Kürtlere karşı haçlı seferini en coşkulu biçimde destek­leyen Arap medyası arasında yer aldığını " yazdı.

Ocak 1991 'de, savaş davulları çalarken, Uluslararası Hukukçular Ko­misyonu, BM İnsan Hakları Komisyonuna şu tespitini iletti: "BM'den tek bir suçlayıcı sözcük gelmeden kendi halkı üzerinde en rezilce ih­lalleri gerçekleştirdikten sonra, Irak'ın keyfi ne isterse onu yapabile­ceği sonucuna varılmış olması gerekir." BM bu bağlamda, öncelikle ABD ve İngiltere anlamına gelmektedir. Bu hakikat, uluslararası hu­kuk ve diğer "ütopik" çılgınlıklarla birlikte toprağa gömülmelidir.

Kaba bir yorumcu, ABD/İngiltere'nin yakın tarihte zehir gazı ve kim­yasal savaş için gösterdiği hoşgörünün çok da şaşırtıcı olmadığına dik­kat çekebilir. İngiltere karargahına göre, İngiltere ordusu 1919'da Bol­şeviklere karşı Kuzey Rusya'ya müdahale ettiğinde, büyük bir başarıyla kimyasal silah kullanmıştı. 1919'da Savaş Bakanı olan Winston Churchill "uygarlaşmamış kabilelere -Kürtler ve Afganlar'a - karşı zehirli gaz kullanılması" ihtimalinden coşkuya kapılmıştı. Hindistan Bakanlı­ğı'nın itirazlarını "makul olmadığı" için reddetmiş ve "gaz kullanımına karşı gösterilen yufka yürekliliği" esefle karşılamıştı. Ve Hindistan Ba­kanlığı'nın itirazlarına karşın, RAF (Royal Aif Force -Kralıyet Hava Kuvvetleri) Ortadoğu Komutanlığı'na "söz dinlemeyen Araplara karşı deney amacıyla" kimyasal silah kullanma yetkisi tanımıştı. Churchill, "sınırda hüküm süren kargaşanın hızlı bir şekilde sona ermesini sağla­mak için var olan herhangi bir silahın kullanılmasına hiçbir koşulda karşı çıkamayız" açıklamasında bulunmuştu. Kimyasal silahlar, Churc­hill'e göre, sadece "Batı biliminin modern savaşa uygulanmasıydı."

Kennedy yönetimi 1961-1962'de Güney Vietnam'a karşı saldırı başlat­tığında, kimyasal si1ahların sivillere karşı kitlesel şekilde kullanılması­na öncülük etmişti. Kimyasal silahların ABD askerleri üzerindeki etki­lerinden, haklı olarak fazlasıyla endişe duyuluyordu. Ama siviller üze­rindeki karşılaştırılamayacak kadar kötü etkiler söz konusu edilmiyor­du. En azından ABD'de böyleydi. Yüksek tirajlı bir İsrail gazetesinde, saygın gazeteci Amnon Kapeliouk 1988'deki Vietnam gezisini haber yaptı. Kapeliouk, Güney Vietnam'da çeyrek milyon kurban olduğu tahminlerine yer vererek ve güneyde kanser ve iğrenç doğum bozuk­luklarından ölen çocukların bulunduğu hastanelerdeki "dehşet veri­ci" sahneleri betimleyerek, "hala binlerce Vietnamlının Amerikan kimyasal savaşının etkilerinden ötürü öldüğünü" yazdı. Kapeliouk, kimyasal savaş için bu sonuçların izine rastlanmadığı Kuzeyin değil, Güney Vietnam'ın hedef alındığını bildirmektedir. Aynı zamanda, ABD'nin Küba'ya karşı biyolojik silahlar kullandığına ilişkin önemli kanıtlar vardır ve bunlar 1977'de küçük haberler olarak yer almıştır. En kötü ihtimal, bunların süregiden ABD terörünün yalnızca küçük bir bileşeni olmasıdır.

Daha önceki örnekler bir yana, ABD ve İngiltere şimdi Irak'ta biyolo­jik savaşın ölümcül bir biçimini uygulamaya giriştiler. Altyapının yıkıl­ması ve onarılması için ithalatın yasaklanması, hastalıklara ve kötü beslenmeye, BM araştırmalarına göre 1995'e kadar 567.000 çocuk da­hil, çok büyük sayıda küçük yaşta ölüme yol açmıştır. UNICEF I996'da ayda 4.500 çocuğun öldüğünü bildirmektedir. 54 Katolik piskopos, yaptırımları sert biçimde kınayan bir açıklamada (20 Ocak 1998), Irak'ın güney bölgesi Başpiskoposunun "salgın hastalık gazabı binlerce çocuk ve hastayı alıp götürürken," "hastalıktan kurtulan çocuklar kötü beslenmeye yenik düşüyorlar" sözlerine yer verdi. Stan­ley Heller'in The Struggle adlı gazetesinde tam metni yayınlanan Baş­piskoposun ifadesi basında çok az yer aldı. ABD ve İngiltere yardım programlarının engellenmesine öncülük ettiler -örneğin, askeri birlik­lerin taşınmasında kullanılabilir gerekçesiyle ambulanslar için onay vermeyi geciktirerek, hastalıkların yayılmasını önlemek için kullanı­lan haşere ilaçlarını ve halk sağlığı sistemleri için yedek malzemeleri yasaklayarak. Bu arada batılı diplomatlar, "ABD 'nin, Rusya ve Fran­sa'dan daha fazla olmasa bile, en az onlar kadar (insani) operasyon­dan doğrudan yarar sağladığına" dikkat çekiyorlar. Örneğin, 600 mil­yon dolar değerinde Irak petrolü satın alınması (Rusya'dan sonra ikin­ci en büyük alıcı) ve ABD şirketleri tarafından 200 milyon dolarlık in­sani yardım mallarının Irak'a satılmasıyla. Diplomatlar, aynı zamanda, Rus şirketleri tarafından satın alınan petrolün büyük kısmının sonun­da ABD'ye gönderildiğini belirtiyorlar.

Washington'un Saddam'a desteği o kadar aşırı bir noktaya varmıştı ki, Irak uçaklarının bir Amerikan gemisine (Stark) saldırmasına ve 37 mürettebatı öldürmesine bile göz yummak niyetindeydi. Başka türlü, (ABD gemilerinin özgürlüğü söz konusu olduğunda) yalnızca İsrail'in yararlanabileceği bir imtiyaz. İran-Irak savaşı tarihini anlattığı kitabın­da Dilip Hiro, İran'ın "Bağdat ve Washington'a" teslim olmasına yol açan şeyin, şimdi yönetim ve Kongreyi şok eden suçlardan epey son­ra, Washington'un Saddam'a verdiği kesin destek olduğu sonucuna varır. İki müttefik "Tahran'a karşı askeri operasyonlarını koordine et­tiler." Hiro, bir İran sivil havayolu uçağının güdümlü füzeli Vincennes kruvazörü tarafından vurulmasının, Washington'un Saddam'ın lehine yürüttüğü "diplomatik, askeri ve ekonomik kampanyanın" doruk noktası olduğunu yazar.

Saddam'dan bir himaye devletin alışıldık hizmetlerini yerine getirme­si de istenmişti: Örneğin, Reagan'ın eski Beyaz Saray yardımcısı Ho­ward Tiecher'ın açıkladığına göre, Kaddafi hükümetini devirebilmeleri için ABD tarafından Irak'a gönderilen birkaç yüz Libyalının eğitil­mesi.

Saddam'ı "Bağdat Canavarı" mertebesine yükselten işlediği büyük suçları değildi. Daha çok, çizginin dışına çıkmasıydı; çok daha alt dü­zeyde bir suçlu olan ve başlıca suçlarını yine ABD 'nin himayesindey­ken işleyen Noriega'nın durumunda olduğu gibi.

Geçerken, İran Havayolları'nın 655 sayılı uçağının İran hava sahasın­da Vincennes kruvazörü tarafından imha edilmesinin Washington'un yakasını bir türlü bırakmayacağı düşünülebilir. En hafif tabirle, olayla ilgili olgular kuşku uyandırmaktadır. Yarbay David Carlson donanma­nın resmi gazetesinde, civardaki gemisinden -o sırada İran karasula­rında bulunan- Vincennes kruvazörünün vurduğu uçağın, açıkça tica­ri koridordaki sivil bir havayolu uçağı olduğunu görünce "hayrete düştüğünü" yazmaktadır. Yarbay Carlson, İran uçağının vurulması­nın, belki "Aegis'Ierin güvenilirliğini", yüksek teknolojili füze sistemi­ni "kanıtlama gereksinmesinden" kaynaklandığını belirtmiştir. Deniz kuvvetleri (emekli) albayı David Evans, Donanma Bakanlığı'nın olayı örtbas etmesini ele aldığı aynı gazetedeki sert bir yazıda, komutan ve üst düzey subaylara "başarılı yönetimleri dolayısıyla madalya verildi­ği"ni saptamaktadır. Başkan Bush ise BM'yi şu şekilde bilgilendirmiş­tir: "Şurası açıktır ki, Vincennes İran gemilerinin başlattığı bir deniz saldırısının ortasında... kendini savunmak için harekete geçmiştir." Emekli Albay Evans, "ABD adına hiçbir zaman özür dilemeyeceğim" diyen Bush'un pozisyonu göz önüne alındığında bir önemi olmasa da, hepsinin yalan olduğuna işaret etmektedir -"olguların ne olduğu umu­rumda değil." Resmi oturumlara katılan emekli bir deniz albayı ise şu sonuca varmıştır: "Donanmamız konuşlandırılamayacak kadar tehli­keli."

Birkaç ay sonra Lockerbie üzerinde Pan Am 103'ün imha edilmesinin, İran'ın misi11emesi olduğu düşüncesinden kaçınmak zordur. Guardi­an'ın bildirdiğine göre, Başkan Rafsancani'nin yardımcılığını yapmış ve İran istihbaratından ayrılmış olan ve "Almanya ve başka yerlerde güvenilir, üst düzey bir İran kaynağı olarak bakılan" Abulhassem Mes­Iıani bu düşünceyi açıkça belirtilmiştir. 1997'de açıklanan, 1991 tarihli bir ABD istihbarat raporu (UIusaI Güvenlik Kurumu), "EI Abbas ve Abu Nidal terörist grupIarıyIa" bağlantılarına gönderme yaparak, eski bir İran İçişleri Bakanı oIan Akbar Mohtashemi'nin "ABD'nin İran Airbus'ını vurmasına misilleme olarak Pan Am l03'ü bombalamak için" 10 milyon dolar gönderdiğini ileri sürerek, aynı sonuca varmak­tadır. KanıtIara ve ardındaki açık nedene karşın, bunun neredeyse İran'ın suçlanmadığı tek terörizm eylemi olması çarpıcıdır. Bunun ye­rine, ABD ve İngiltere iki Libya vatandaşını suçladı.

Libyalılara karşı yapılan suçlama geniş biçimde tartışıldı. Hükümetin Ulusal Havacılık Komitesinde görev yapmış olan British Airways'ın eski güvenlik başkanı Denis Phipps bu konuda ayrıntılı bir araştırma yaptı. İngiliz Lockerbie kurbanlarının aileleri örgütü "büyük bir ört­bas etme" olduğuna inanıyor (sözcü Dr. Jim Swire). Örgüt, İran bağ­lantısı ve ABD DEA(Drug Emorcement Ageney -Uyuşturucuyla Mücadele Örgütü) için çalışan bir kuryeyle ilgili bir uyuşturucu operasyo­nu hakkında kanıtlar sağlayan, Alan Frankoviç'in Malta Haçı belgesel fılminde sunulan açıklamayı daha inandırıcı buluyor. Film İngiltere Avam Kamarasında ve İngiliz televizyonunda gösterildi. Ama ABD'de gösterilmesi kabul edilmedi. ABD'li aileler sıkı sıkıya, öykünün Was­hington tarafından anlatılan şekline inanıyorlar.

ABD/İngiltere'nin suçlanan Libyalıların yargılanmasına izin vermeyi reddetmeleri de merak uyandırıcıdır. Bu Libya'nın zanlıları, bağımsız bir yargı bölgesinde yargılanmaları için serbest bırakma teklifinin reddedilmesi şeklinde oluyor: BM' nin tayin edeceği bir yargıç tarafından (Aralık 1991), İskoç yasalarına göre La Haye'de yapılacak bir yargıla­ma vs. Bu öneriler, Arap Birliği ve İngiliz akrabalar örgütü tarafından da desteklenmekte, fakat ABD/İngiltere tarafından doğrudan reddedilmektedir. Mart 1992'de, BM Güvenlik Konseyi, beş çekimser oya ka rşı, Libya'ya yaptırımlar uygulayan bir kararı kabul etti. Çekimser kalan ülkeler, Çin, Fas (tek Arap üye), Hindistan, Zimbabve ve Cape Verde (6) idi. Büyük ölçüde tehdit yoluyla baskı uygulanmıştı. Böylece, Çin kararı veto etmesi halinde, ABD'nin ticaret tercihlerini kaybedeceği yolunda uyarılmıştı. ABD basını, Libya'nın zanlıların yargılanmaları için serbest bırakma teklifini haber yaptı. Ama Kaddafi'nin, iki Libya şehrini bombalayan ve evlatlık kızı dahil 37 kişiyi öldüren ABD pilotlarının teslim edilmesini isteyen "dramatik hareketini" dikkate al­maya değmez ve gülünç bularak görmezden geldi. Bu açıkça, Küba ve Kosta Rika'nın ABD'li teröristlerin iade edilmesini istemeleri kadar saçmaydı.

ABD -İngiltere'nin, Noriega'nın kaçırılmasında olduğu gibi, denetle­yebilecekleri bir yargılamayı garanti etmeyi istemek durumda kalma­sı anlaşılabilir bir şeydir. Bağımsız bir yargılama bölgesinde, mantıklı herhangi bir savunma avukatı İran bağlantısını gündeme getirecektir. Bu saçma durumun ne kadar sürebileceği belli değil. Mevcut Irak kri­zinin ortasında, Dünya Mahkemesi ABD-İngiltere'nin konu üzerinde yargılama yetkisi olmadığı şeklindeki iddiasını reddetti ve konunun bütün yönleriyle ele alınacağı bir duruşma düzenlemek istiyor (karar, ABD ve İngiliz yargıçların karşı çıkmasıyla, 13'e karşı 2 oyla alındı). Bu, gerçeğin gizlenmesini daha da güçleştirebilecek.

Mahkemenin kararı, Libya ve İngiliz aileler tarafından olumlu karşı­landı. Washington ve ABD medyası ise Dünya Mahkemesi kararının, "Libya'nın Lockerbie bombalaması zanlılarını İskoçya veya ABD'de yargılanmak üzere teslim etmesi gerektiğini" (New York Times) ve Libya'nın "şüphelileri ABD ve İngiltere'ye iade etmesini" (AP) isteyen 1992 BM kararına ters düşebileceği uyarısında bulundular. Bu iddialar doğru değildir. İskoçya ya da ABD 'ye iade etme meselesi hiçbir za­man gündeme gelmedi ve BM kararlarında belirtilmemektedir. Karar 731 (21 Ocak 1992) "Libya Hükümeti'nden," Pan Am 103 ve bir Fran­sız havayolu uçağına yapılan saldırılarla ilgili olarak "yasal prosedürle bağlantılı" taleplere "derhal tam ve etkili bir yanıt verilmesini ısrarla is­ter" demektedir. Karar 748 ise (31 Mart 1992) "Libya Hükümetinin daha fazla gecikmeksizin hemen" Karar 731 'in taleplerine "uyması gerektiğine" ve terörizmden vazgeçmesine "karar verir." Libya'nın bunu yapmaması halinde, yaptırımlar için çağrı yapılacaktır. Karar 731, ABD/İngiltere'nin , Libya'nın "suçlanan herkesi yargılama için teslim etmesi" gerektiği şeklindeki açıklamasına yanıt olarak kabul edilmiştir ve ayrıntılara yer vermez.

O dönemde basında çıkan haberler de benzer biçimde doğru değil­dir. Böylece New York Times, ABD'nin Libya'nın şüphelileri bağımsız bir ülkeye iade etmesi teklifini geri çevirdiğini bildirirken, şu sözcük­leri vurgulamıştı: "Libya yine BM'nin talimatından kaçmaya çalışıyor." Washington Post da Libya'nın teklifini dikkate almamış ve "Güvenlik Konseyi'nin, şüphelilerin ABD veya İngiliz mahkemelerinde yargılan­ması gerektiğini savunduğunu" bildirmişti. Kuşkusuz Washington meselelerin bu şekilde görülmesini tercih etmektedir. Doğru bir de­ğerlendirme, Fletcher School'dan uluslararası hukuk uzmanı Alfred Rubin tarafından 1992' deki bir görüş yazısında yapıldı (Christian .Science Monitor). Rubin, Güvenlik Konseyi kararının ABD ve İngilte­re'ye iadeden söz etmediğini belirtiyordu. Rubin'e göre karar metni "aktarıldığı şekliyle ABD, İngiltere ve Fransa'nın istediklerinden o ka­dar ayrı düşmektedir ki, Amerika'nın diplomatik bir zaferinden ve BM 'nin Libya üzerindeki baskılarından söz eden mevcut beyanlar ve basındaki değerlendirmeler anlaşılmaz görünmektedir." Maalesef, ba­sının konuyu ele alışı bütünüyle ve haddinden fazla sıradandır.

BM hukuku uzmanı İngiliz Mare Weiler, New York Times'da bir köşe yazısında, Rubin'le aynı görüşü paylaşıyordu. ABD'nin uluslararası hukukun açık gerekliliklerine uyması ve Libya'nın yargılamanın Dün­ya Mahkemesi'nde yapılması önerisini kabul etmesi gerekiyordu. We­i1er, sorunu Dünya Mahkemesi'ne götürmeyi "doğrudan reddettikle­ri" için ABD-İngiltere 'yi mahkum ediyor ve Libya'nın ABD-İngilte­re'nin talebine verdiği yanıtın "kesinlikle uluslararası hukukun emret­tiği şekilde" olduğunu yazıyordu. Rubin ve Weiler aynı zamanda baş­ka açık sorular da sorarlar: Yeni Zelanda, Auekland limanında Rain­bow Warrior gemisini bombalayan (Fransız hükümetine bağlı) terö­ristlerin iade edilmesi için çaba göstermektedir. Yeni Zelanda, bu ça­balarına son vermesi için kendisini zorlayan güçlü Fransız baskısına direnirse ne olur? Ya da İran, Vincennes kruvazörü kaptanının kendi­sine iade edilmesini isterse?

Dünya Mahkemesi şimdi Rubin ve Weiler'la aynı sonuçlara ulaşmıştır.

"Haydut devlet" nitelemeleri, ABD-Irak arasındaki düşmanlığın sona ermesinden hemen sonra, Mart 1991 'da Irak'taki ayaklanmalara karşı Washington'un gösterdiği tepkiyle daha bir açıklık kazanmaktadır. Dışişleri Bakanlığı resmi olarak, Irak demokratik muhalefetiyle herhangi bir ilişkisi içinde olduğunu bir kez daha reddetti.

Körfez Sava­şı'ndan önce olduğu gibi, Irak demokratik muhalefetine önde gelen ABD medyasında hemen hiç yer verilmedi. Dışişleri Bakanlığı sözcü­sü Richard Boucher "Bu sıralar onlarla politik görüşmeler yapmamı­zın politikamız açısından uygun olmayacağını" belirtti. "Bu sıralar" 14 Mart 1991'tir, yani ayaklanan subaylara ele geçirilen Irak silahlarına ulaşma izni bile vermeyen general Schwartzkopf'un gözleri önünde, Saddam'ın güney muhalefetinin çoğunluğunu ortadan kaldırdığı ta­rihtir. Beklenmedik kamuoyu tepkisinin baskısı olmasaydı, Washing­ton kısa süre sonra ayaklanan ve aynı muameleye maruz kalan Kürt­lere muhtemelen gönülsüz destek bile sağlamazdı.

Iraklı muhalefet liderleri mesajı aldılar. Londra merkezli Irak Demok­ratik Reform Hareketi'nin Başkanı Leith Kuba ABD'nin, "rejim deği­şikliğinin içerden, halihazırda iktidarda olanlardan gelmesi gerekti­ğinde" ısrar ederek, askeri bir diktatörlüğü desteklediğini öne sürdü. Irak Ulusal Kongresinin başkanı, Londra'da yaşayan banker Ahmet Çelebi "Irak'ın içişlerine karışmama bahanesiyle ABD, daha sonra uy­gun bir subay tarafından devrileceği umuduyla Saddam'ın ayaklanan­ları katletmesini seyrediyor" dedi. ABD'nin "istikrarı korumak için diktatörlükleri destekleme" politikasında kökleşmiş olan bir tutum.

Yönetimin akıl yürütmesi, New York Times'ın baş diplomasi muhabi­ri Thomas Friedman tarafından ana hatlarıyla ortaya konmuştur. Bir halk ayaklanmasına karşı çıkarken, Washington askeri bir darbenin Saddam'ı devirebileceğini umut etmişti ve "sonra Washington en çok işine yarayan durumu sağlamış olacaktı: " Saddam Hüseyin'siz demir yumruklu bir Irak cuntası." Saddam'ın "demir yumruğunun, (Was­hington bir yana) Amerika'nın müttefikleri Türkiye ve Suudi Arabis­tan'ı hoşnut edecek şekilde Irak'ı bir arada tuttuğu" günlere geri dö­nülmesi. İki yıl sonra, Friedman gerçekliği bir kez daha yararlı bir şe­kilde tanırken şu gözlemde bulundu: "Demir yumruklu Bay Hüse­yin'in Irak'ın bir arada tutulmasında işe yarar bir rol oynaması" ve "is­tikrarı" koruması, "her zaman Amerika'nın benimsediği bir politika olmuştur." Washington'un demokrasi yerine, görmezden gelinen Irak demokratik muhalefetinin onaylamadığı diktatörlük tercihini de­ğiştirdiğine inanmak için pek az neden vardır -bu noktada kuşkusuz farklı bir demir yumruğu tercih etse de. Eğer başka bir demir yumruk yoksa, istikrarı Saddam'ın koruması gerekecektir.

"Haydut devlet" kavramı büyük ölçüde nüans içermektedir. Böylelik­le Küba uluslararası terörizmle ilişkisi olduğu iddia edildiği için önde gelen bir "haydut devlet" olarak nitelendirilir. Ama yaklaşık 40 yıldır Küba'ya karşı terörist saldırılar gerçekleştirmesine karşın, ABD bu ka­tegoriye girmemektedir. Ulusal basında yer almayan (Avrupa'da yer verilmiştir) Miami Herald'ın araştırma niteliğindeki önemli bir habe­rine göre, bu saldırılar bariz biçimde geçen yaz boyunca sürmüştür. Küba, Angola'da ABD'nin desteklediği Güney Afrika saldırılarına kar­şı, askeri güçleriyle hükümeti desteklediğinde bir "haydut devletti". Güney Afrika ise, tersine, ne o zaman, ne de BM komisyonuna göre komşu ülkelerde (geniş ABD-İngiltere desteğiyle) 600 milyar dolar za­rara ve 1.5 milyon ölüme neden olduğu Reagan'lı yıllar boyunca bir haydut devlet değildi -ülke içindeki bazı olayları bir yana bırakalım. Benzer bir muafiyet, Endonezya ve başka çok sayıda ülke için de ge­çerlidir.

Kriterler oldukça açıktır: Bir "haydut devlet" basitçe suçlu bir devlet değil, fakat kudretlinin emirlerine karşı koyan devlettir. Kudretliler ise tabii ki muafiyetten yararlanırlar.

"TARTIŞMA" ÜZERİNE DAHA FAZLA SÖYLENECEKLER

Saddam'ın suçlu olduğu kuşku götürmez biçimde doğrudur. Öyle sa­nıyorum ki, ABD ve İngiltere'nin ve egemen doktiriner kurumların, sonunda ABD-İngiltere'nin kitle katliamcısına desteğini "vaktinden önce" mahkum edenlerin safına katılmasından memnuniyet duyulma­sı gerekir. Saddam'ın menziline giren herkese karşı bir tehdit oluştur­duğu da doğrudur. Başkalarından gelen tehditlerle karşılaştırıldığın­da, Ağustos 1990'dan itibaren içine girdikleri (müphem) dönüşüm­den sonra ABD ve İngiltere dışında, bu konuda fazla bir sözbirliği yok­tur. ABD ve İngiltere'nin 1998'deki güç kullanma planı, Saddam'ın bölgeye karşı tehdit oluşturmasıyla haklı gösteriliyordu. Ancak, bölge halkının, hükümetleri muhalefette birleştirme derecesinde şiddetle kendi kurtuluşuna karşı çıktığı olgusunu gizlemenin imkanı yoktu.

Bahreyn, ABD-İngiltere güçlerinin topraklarındaki üsleri kullanması­na izin vermeyi reddetti. Birleşik Arap Emirlikleri Başkanı, ABD'nin askeri eylem tehditlerini "kötü ve tiksindirici" olarak tanımladı ve Irak'ın komşularına karşı bir tehdit oluşturmadığını açıkladı. Suudi Arabistan Savunma Bakanı Prens Sultan daha önce de, "bir halk ve bir ulus olarak, Irak'a saldırılmasını onaylamayacaklarını ve karşı oldukla­rını" söylemişti. Bu, Washington'un Suudi üslerini kullanma talebinde bulunmaktan kaçınmasına neden oldu. Annan'ın diplomatik girişi­minden sonra, uzun süredir görevde bulunan Suudi Arabistan Dışişle­ri Bakanı Prens Suud El Faysal, Suudi hava üslerinin her türlü kullanı­mının "bir ABD meselesi değil, bir BM meselesi olması gerektiğini" bir kez daha belirtti.

Mısır'ın yarı-resmi gazetesi El-Ahram'daki bir başyazı Washington'un pozisyonunu "dayatıcı, saldırgan, akılsızca ve gereksiz yere yaptırım­lara ve aşağılanmaya maruz bırakılan Iraklıların yaşamlarını önemse­meyen" şeklinde tanımladı ve ABD' nin "Irak'a karşı" planlanmış "sal­dırısını" kınadı. Ürdün parlamentosu "Irak toprağına karşı her türlü saldırıyı ve Irak halkına gelebilecek her türlü zararı" mahkum etti. Ür­dün ordusu iki gün süren Irak yanlısı bir ayaklanmadan sonra Maan şehrinin giriş ve çıkışlarını kapatmak zorunda kaldı. Kuveyt Üniversi­tesi'ndeki bir politika bilimi profesörü "Saddam'ın", "Yeni Dünya Dü­zeni" ve Washington'un İsrail'in çıkarlarını savunmasından duyulan hayal kırıklığını dile getirerek, "Arap dünyasında sessizlerin sesini temsil etmeye başladığı" uyarısında bulundu.

Kuveyt'te bile basın, ABD'nin pozisyonuna verilen desteğin en iyi ih­timalle "gönülsüz" olduğunu ve " ABD'nin gerekçeleri hakkında sinik" bir tavrı temsil ettiğini teslim etti. Boston G!obe muhabiri Charles Sen­nott "Irak'a karşı Amerikan savaş davullarının sesi yükseldikçe, Kahi­re'nin kaynayan gecekondularından Arap Yarımadası'nın ışıldayan başkentlerine kadar, Arap dünyasının sokaklarında seslerin öfkeyle yükselmekte olduğunu" bildirdi.

Daha önceki kalıp kırılarak, egemen medyada Irak demokratik muha­lefet ine biraz daha yer verilmeye başlandı. New York Times'la yaptığı bir telefon mülakatında, Ahmet Çelebi haftalar önce Londra'da ayrın­tılı biçimde aktarılan pozisyonunu tekrarladı: "Saddam'ı devirmek için politik bir plan olmaksızın, askeri saldırıların" binlerce Iraklıyı öl­düreceği, belki Saddam'ı kitle imha silahlarıyla daha da güçlenmiş hale getireceği ve gerçekte 1991 bombardımanına göre daha fazla silah ve üretim tesisini yok eden "UNSCOM'u (BM denetçileri) kovması için ona bir bahane" sağlayacağı için "zarar verici" olduğunu öne sürdü. Çelebiye göre, ABD-İngiltere planları "olabilecek her şeyden daha kötü" bir duruma yol açacaktır. Çeşitli gruplardan muhalefet liderleriyle yapılan mülakatlar, Saddam'ı devirmek üzere bir ayaklanmanın temelini hazırlamayan askeri eyleme karşı çıkılmasında "neredeyse bir fikir birliği" olduğunu ortaya koydu. Çelebi bir parlamento komitesi önünde konuşurken, Saddam'ı devirmek için "bir strateji olmaksızın Irak'a saldırmanın ahlaki bakımdan savunulamaz" olduğu görüşünü dile getirdi.

Londra'da, muhalefet alternatif bir programın ana hatlarını da ortaya koydu:

1) Saddam'ın bir savaş suçlusu ilan edilmesi;

2) Muhalefet tarafından oluşturulan geçici bir Irak hükümetinin tanınması;

3) Irak'ın yurtdışında bloke edilmiş yüz milyonlarca dolarlık varlıklarının serbest bırakılması;

Saddam'ın kuvvetlerinin "uçuşa yasak bir bölgeyle" sınırlandırılması ya da "uçuşa yasak bölgenin" bütün ülkeyi kapsayacak şekilde genişletilmesi. Çelebi, Senato Silahlı Hizmetler Komitesine ABD'nin, "Saddam'ın iktidardan uzaklaştırılması için Irak halkına yardım etmesi gerektiğini" söyledi. Reuters'in bildirdiğine göre, Çelebi diğer muhalefet liderleriyle birlikte "suikasta, örtülü ABD operasyonlarına veya ABD kara birliklerine karşı çıkarak", bunun yerine "bir halk ayaklanması" çağrısında bulundu. Benzer öneriler zaman zaman ABD'de de ortaya kondu. Washington muhalefet gruplarını desteklemek için çaba gösterdiğini iddia etti, ama bu grupların kendi yorumları farklıdır. İngiltere'de yayınlanan Çelebi'nin görüşü yıllar öncesiyle büyük benzerlik taşımaktadır: "Herkes Saddam'ın köşeye sıkıştırıldığını söylüyor, ama politik değişim düşüncesini desteklemeyi reddederek köşeye sıkışmış olanlar Amerikalılar ve İngilizler' dir."

Bölgesel muhalefete, hesaba katılması gereken bir faktör olarak değil,

kurtulunması gereken bir sorun olarak bakıldı -uluslararası hukuka bakıldığı gibi. Aynı şey, planlanan bombardımanların zaten sefalet içinde acı çeken halk üzerinde bir "felaket" etkisi yaratabileceğini ve en azından bazı düzelmeler sağlamış olan insani operasyonları sona erdirebileceğini söyleyen üst düzey BM ve diğer uluslararası yardım görevlilerinin uyarıları için de geçerliydi. Önemli olan, 1991'de bom­balar ve füzeler düşerken Yeni Dünya Düzenini ilan eden Başkan Bush'un zafer edasıyla açıkladığı gibi "Ne İstersek O Olur" ilkesini yerleştirmektir.

Kofi Annan Bağdat'a gitmek üzere hazırlanırken, British Middle East muhabiri David Gardner "Amarika'nın başlıca Körfez müttefikinden destek aramak için yakında Riyad'a yaptığı ziyaretlerde ... Madeleine Albright'ın karşılaştığı muamelenin aksine", "Tahran'da hala önemli bir şahsiyet olan" eski İran başkanı Rafsancani'nin "Suudi Arabis­tan'da sağlığı kötüleşen Kral Fahd tarafından huzura kabul edildiğini" yazdı. Rafsancani'nin on günlük ziyareti 2 Mart'ta bittiğinde, Dışişle­ri Bakanı Prens Suud ziyareti" ilişkileri geliştirmek yönünde doğru yönde atılmış bir adım" olarak tanımladı. Prens Suud, "Ortadoğu'daki en büyük istikrarsızlaştırıcı unsurun ve bölgedeki diğer bütün sorun­ların nedeninin" İsrail'in Filistinlilere karşı politikası ve ABD'nin bu­nu desteklemesi olduğunu tekrarladı. İsrail-ABD politikası, Suudi Ara­bistan'ın büyük korku duyduğu halk güçlerini harekete geçirebilirdi. Öte yandan bu politika, "büyük Kudüs'ü", neredeyse İsrail'in elinde tutacağı Ürdün Vadisi'ne kadar genişletme niyetini taşıyordu. Bu ni­yetin bir sonucu olarak, ABD-İsrail programı şimdiden Doğu Ku­düs'teki Mescid-i Aksa'yı fiili olarak ilhak etmişti ve bu durum, İslami kutsal mekanların "koruyucusu" olarak Suudi Arabistan'ın meşruiye­tini zayıflatabilirdi. Kısa süre önce Arap devletleri, Clinton ve Peres'in "Yeni Ortadoğu" projesinin ilerletilmesinin amaçlandığı ABD spon­sorluğunda Katar'da düzenlenen bir ekonomi zirvesini boykot ettiler. Bunun yerine Aralık'ta, Irak'ın da katıldığı Tahran'daki bir İslam konferansında bir araya geldiler.

Bunlar hatın sayılır ölçüde önemli eğilimlerdir ve ABD'nin bölgedeki politikasını harekete geçiren arka plandaki kaygılarla ilgilidirler. Bu kaygılar, II. Dünya Savaşı'ndan bu yana, ABD' nin dünyanın başlıca

Birçok kişinin göz­lemlediği gibi Arap dünyasında, 1996'da resmileşen ve şimdi büyük ölçüde güçlenmiş bulunan uzun süreli İsrail-Türkiye ittifakına karşı giderek büyüyen bir korku ve kızgınlık vardır. Nixon'ın Savunma Bakanı'nın ifade ettiği gibi, bölgeyi "yerel polislerle" kontrol etmek yıl­lardır ABD stratejisinin bir bileşeni olmuştur. İran'ın ABD egemenliği­nin yerine geçirmek üzere, bölgesel güvenlik düzenlemelerini savun­ması açıkça büyüyen bir takdir toplamaktadır. İlişkili bir sorun, Orta Asya petrolünü zengin ülkelere ulaştırmak için boru hatları üzerinde yoğunlaşan ihtilaftır ve doğal çıkış kapılarından birisi İran üzerinden­dir.

Ve ABD enerji şirketleri yabancı rakiplerin -şimdi bunlara Çin ve Rus­ya da dahildir- Suudi Arabistan'dan sonra ikinci sırada yer alan Irak petrol rezervlerine ya da İran'ın gaz, petrol ve diğer kaynaklarına ay­rıcalıklı şekilde erişme imkanı kazanmalarından memnun olmayacak­tır.

Şu an için, Clinton'ın planlayıcıları imal ettikleri "kutudan" geçici ola­rak kurtulmuş oldukları için rahatlamış olabilirler. Ancak bu "kutu" onlara Irak'ı bombalamaktan başka seçenek bırakmadı ve Irak'ın bombalanması temsil ettikleri çıkarlara bile zarar verebilirdi. Soluk­lanma dönemi geçicidir. Bu, savaşçı devletlerin yurttaşlarına, çok uzun olmayan bir gelecekte büyük bir farklılık yaratabilecek bir bi­linç ve sorumluluk değişikliği gerçekleştirme fırsatı sunmaktadır.


* * *
Nisan 1998 – AMERİKAN MÜDAHALECİLİĞİ

Çevirenler: Taylan Doğan- Barış Zeren


(1)Gulag: 1920'lerden 1950 ortalarına kadar SSCB'de siyasi tutuklu ve hükümlü­lerin tutulduğu, Sovyet çalışma kampları sistemi. - ç.n.

(2)Apartheid: Güney Afrika'da, siyahlara karşı yürütülen iktisadi ve siyasi ayrımcılık politikası. Önceleri de var olan ve yasalara giren ayrımcılık poli­tikası, Nasyonal Parti tarafından 1948 yılında genişletilmiş, apartheid olarak adlandırılmıştır. - ç.n

(3)İspanik: Birleşik Devletler'de yaşayan, İspanyolca konuşan Latin Anıeıika kökenliler için kullanılan bir terim. - ç.n.

(4) *. persona: dışarıya karşı gösterilen hal, tavır, hareket. - ç.n

(5) ırkçı Güney Afrika'da kuşatılmış bölgeler içinde yaşayan ve belirli bir özerkIiğe sahip olan siyahIarın, rejimle işbirliği yapan önderleri tarafından denetim altında tutulması. - ç.n.

(6)Cape Verde Adaları: Afrika'nın batı kıyısı açıklarında bulunan Windward ve Leeward iki ada grubu ç.n.
Üyemiz gunfrfd'e teşekkürlerimizle.
--
Söz bitmedi, Umut Yaşıyor!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum ,parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır...Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR..
Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.
-----------------------------------------------------------------
"ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ" grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---


0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.