
Dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov, hayatını kaybetti. Yazar, mankurtlaşma kavramıyla kültür emperyalizmine karşı savaş açmasıyla tanınıyordu
Kırgızistan'ın dünyaca ünlü yazarı Cengiz Aytmatov, vefat etti.
Almanya’da tedavi gören ve dün sağlık durumu ağırlaşan edebiyat dünyasının ünlü isimlerinden Aytmatov, akşam saatlerinde hayatını kaybetti. 16 Mayıs'ta Tataristan'da hastalanarak Almanya'ya götürülen Aytmatov, solunum cihazına bağlı olarak yoğun bakımda tutuluyordu.
1958 yılında yayınlanan "Cemile" isimli kitabıyla tanınan Kırgız yazar Aytmatov, "Gün Olur Asra Bedel" romanının film çekimleri için gittiği Tataristan Cumhuriyeti'nin başkenti Kazan'da 16 Mayıs günü rahatsızlanarak tedavi için Almanya'ya getirilmişti. Böbrek yetmezliği teşhisiyle hastaneye kaldırılan yazar, Almanya'nın Nürnberg kentindeki Klinikum Nord hastanesinde tedavi görüyordu.
Mankurtlaşma kavramıyla kültür emperyalizmine karşı çıktı Cengiz Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” (Gün Olur Asra Bedel) romanında karşılaştığımız “mankurt” terimi ve yazarın bu terim bağlamında anlattığı “Nayman Ana Destanı” herkesi büyülemişti. Mankurt kelime itibarıyla şöyle tanımlanabilir: Halkı ve ya bireyi kültürel kimliğinden uzaklaştırarak,kimliksiz ne idüğü belirsiz,başkaları tarafından kullanılan bir birey halile getirme ideolojisi… Mankurt Destanı Sarı-Özek’i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. Kırgızların komşusu ve can düşmanı olan Juan-Juanlar son derece gaddar ve acımasızdır. Fırsat buldukları zaman komşu kabile ve oymaklara baskınlarda bulunup; yakıp yıkarlar, ne bulurlarsa yağmalarlar ve genç esirleri de Mankurtlaştırarak ölünceye kadar kendilerine köle yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine dönerek Juan-Juanlar’ın yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esire yaparlarmış. İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esrin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kısmı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Buna “Deri geçirme işkencesi” derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Bir devenin boynundan beş-altı kişinin başını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece bir kaç gün bırakırlarmış. Bu tutsaklar birer mankurt olmadan yakınları bir baskın düzenleyip onları kurtarmasın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış. Açık bozkırda her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yapmak kolay olmazmış. Juan-Juanların bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan farksız olurmuş onla riçin. Bununla birlikte bir defasında, adı tarihe Nayman Ana olarak geçen bir göçebe kadın, oğlunun başına gelenlere dayanamamış, onu kurtarmak istemiş. Efsane böyle anlatır. Ana-Beyit mezarlığının adı da buradan gelir. “Ana-Beyit” ‘ana barınağı, ana huzuru’ demektir. Sarı-Özek’in kızgın güneşine mankurt olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş. Asyalılar’ın saçları fırça gibi sert olur zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanlar’ın işkencenin beşinci günü ’sağ kalan var mı?’ diye gelip bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek verirlermiş. Köle zamanla kendine gelir, yeyip içerek gücünü toplarmış. Ama o bir mankurt imiş artık ve böyle bir köle, pazarlarda , güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış. Hatta Juan-Juanlar’ın arasında bir gelenek varmış ki buna göre , aralarında çıkan bir kavgada bir mankurt öldürülürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş.
Bir mankurt kim olduğunun, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş. Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık..
Bir tutsağın içine korku salmak için ona kafasının uçurulacağını ya da başka bir yerinin kesileceğini bildirmek; onun hafızasını silme, son nefesine kadar taşıyacağı ve başkalarının anlayamayacağı yegane kazancı olan bilincini kökünden yok etme cezası yanında hiç kalır.
Aytmatov Kimdir?
Cengiz Aytmatov 1928 yılında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e bağlı olan ve Talas vadisinde yer alan Şeker Köyü’nde doğar.
İkinci Dünya savaşının yokluk yıllarını babasız geçiren Aytmatov, çocuk yaşından itibaren çalışmaya başlar. On yaşında toprağı işler. Ondört yaşında şeker köyünde köy sovyeti kolhozu sekreterliğine getirilir. Bir yıl da vergi memuru olarak çalışır. Bu sıralarda, erkekler cephede savaşırken, köylerde kadın ve çocukların çektikleri sefalete şahit olur. 1946’da Kazakistan’ın Cambul şehrinde veteriner teknik okuluna gider. Bu okul bitince 1948’de Kırgızistan tarım enstitüsüne devam eder. 1953’de buradan veteriner olarak mezun olur.
Aytmatovun ilk eseri, 1952 yılında Pravda Gazetesi’nde yayımlanan Gazeteci Cyuda’dır. Bu hikayeyi 1957 yılında yayımlanan Yüzyüze takip eder. 1956-58 yılları arasında Moskova’da Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam eden yazarın Cemile adlı hikayesi 1958 yılında Novy Mir (yeni dünya) dergisinde yayımlanır. Bu eseri büyük ilgi görür. Aytmatov şöhreti, bu eserinin Fransız şair Louis Aragon tarafından Fransızca’ya tercüme edilmesi ve Avrupa’da yayımlanması ile yakalar. Aragon bu hikayeye yazdığı önsözde Cemile hikayesi için “dünyanın en güzel aşk hikayesi” ifadesini kullanır.
“İşte şimdi burada, Villon’un, Hugo’nun, Baudelaire’nin, Paris’inde, kralların ve devrimlerin Paris’inde, ressamların yüzyıllık Paris’i olmakla övünen her taşı ya bir tarihi, ya bir efsaneyi hatırlatan şu Paris’te Werther, Bérénice, Antoine ve Kleopatra, Manon Lescaut, Education Sentimentale, Dominique, hepsi birdenbire gözümden düşüverdi. Çünkü ben Cemile’yi okudum. Roméo Juliette, Paolo ve Francesca, Hernani ve Dona Sol, artık bunların hiçbiri gözümde değil, çünkü ben ikinci cihan savaşının üçüncü yılı yazında, 1943 yılının o Ağustos gecesinde Kurkureu vadisinde bir yerde Zahire arabaları ile giden Danyar ve Cemile’ye, bunların hikayesini anlatan küçük Seyit’e rastladım.
Aytmatov, Cemile’nin yayımlandığı 1958 yılında Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girer. Aynı yılın sonunda Kruşçev’in anti-Stalinist kampanyası sırasında Sovyet Komünist Partisine ve Yazarlar Birliğine kabul edilir -Aytmatov’un partiye girmesi ancak böyle bir durumda mümkün olmuştur, çünkü Aytmatov’un babası Stalin muhalifidir. Sırf bu yüzden öğrencilik yıllarında bursu kesilmiş, babasının muhalif olmasından dolayı terslikler yaşamıştır.- Bu tarihten sonra hem Kırgız hem de Rus yazarlar arasında yerini pekiştirir. Bu yıllarda Literaturnyi Kırgızistan dergisi editörlüğünü, sonra beş yıl boyunca Pravda’nın Orta Asya muhabirliğini yapmıştır. Aytmatov 1963 yılında, İlk Öğretmen, Deve Gözü, Cemile ve Selvi Boylum Al Yazmalım adlı hikayelerinden oluşan Steplerden ve Dağlardan Hikayeler adlı kitabıyla Lenin Edebiyat Ödülü’nü kazanır. 1959-67 yılları arasında Novy Mir’in editörlüğünü yapar. 1968’de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Aynı yıl Kırgızistan milli yazarı seçilir.
Cengiz Aytmatov’un edebi seyri bu yıllarda hikayecilikten roman yazarlığına doğru kayar. İlk romanı olan Toprak Ana 1963’de neşredilir. Yine aynı yıl yayınlandığında büyük heyecan uyandıran Elveda Gülsarı’yı kaleme alan Aytmatov, daha sonraki yıllarda çeşitli yayın organlarında hikayelerini yayınlatmaya devam eder. 1964’de yayınlanan Kızıl Elma ve 1969’da yayınlanan Oğulla Buluşma hikayelerinden sonra, yazar 1970’de edebiyat aleminde yankı bulan Beyaz Gemi romanını neşreder. Daha sonra 1972’de Asker Çocuğu hikayesini, 1975’de Kazak yazar Kaltay Muhammedcanov’la birlikte Fuji-Yama adlı tiyatro eserini,1976’da Sultanmurat, 1977’de Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek hikayelerini neşreder. 1980 yılında kaleme aldığı Gün Olur Asra Bedel romanı yazarın edebiyat hayatında izlediği yol bakımından önemlidir. Aytmatov bu romanında, Elveda Gülsarı’da temel işleyiş bozukluklarını dile getirdiği rejimin eleştirisini daha ileri götürmüş, Sovyet mantığını temelden sorgulayan fikirlerini yayınlamıştır.
Onun, milletinin birikimini tüm dünyaya duyurması kolay olmamıştır. Tarihte eşine ender rastlanacak bir baskı rejiminde, millete ait olan her şeyin talan edilmeye, unutturulmaya çalışıldığı bir ortamda söz söylemek, değerlerini savunmak, millete ait olana vurgu yapmak cesaretini gösterebilen Aytmatov, yıldan yıla daha yüksek sesle, sözlerinin altını daha kalın çizerek konuşur. İlk yıllarında Yüz yüze, Cemile gibi hikayeleriyle tanınıp sevilen Aytmatov’un bu hikayelerindeki başarısıyla topladığı ilgi, ona daha sonraki yıllarda Elveda Gülsarı gibi, Gün olur asra bedel gibi romanlarla, toplumsal problemleri tüm Sovyetlerin gündemine taşıma imkanı sunmuştur.
Aytmatov 1986 yılında neşredilen Dişi Kurdun Rüyaları isimli romanıyla, yazarlık seyrini mahalli olandan evrensel olana taşımıştır. Bu romanda Hıristiyanlık dini baz alınarak rejimin dini hayat üzerindeki yanlış uygulamalarına, bunun bir neticesi olan uyuşturucu belasına ve bozulan ekolojik dengeye değinmiştir.
Aytmatov 1990’da yayınlanan Beyaz Yağmur ve Yıldırım Sesli Manasçı hikayelerinden sonra, aynı yıl Gün Olur Asra Bedel romanının devamı olan Cengiz Han’a Küsen Bulut’u yayınlar. Yazar bu eserinde Sosyalist rejime daha önce yazdıklarından daha sert eleştiriler yöneltir. Bu roman aslında yıllarca rejimin her katında bulunmuş birinin görgü şahitliği yapmasından başka bir şey değildir. Totaliter, baskıcı kafa yapısını bütün çelişkileriyle gözler önüne serer.
Devletin çıkarlarından daha önemli ne olabilirdi? Bazıları insan hayatının önemli olduğunu sanıyorlardı... Ne laf ya! Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiçbir yararı yoktur. Ama öte yandan bu insanlar devlet olmadan yaşayamazlar: Sobayı tutuşturan, yakan onlardır. Sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da ona yakıt temin etmeliydiler. Her şey buna bağlı
Aytmatov, başarılı bir edebiyatçı olması yüzünden devletten itibar görmüş, devletin çeşitli birimlerinde görev almış, bu sayede rejimin işleyişine tanık olmuş biridir. 1978 tarihinde Yüksek Sovyet Prezidium’u tarafından Sosyalist İşçi Kahramanı olarak ödüllendirilir. 1983 yılında Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü ikinci kez kazanır. Gorbaçov döneminde Sovyet Parlamentosu Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlığı ve Sovyet Yazarlar Birliği Sekreterliği görevlerinde bulunmuştur. Sovyetler birliği dağılmadan önce Gorbaçov’un beş danışmanından biri olan yazar, halen Kırgızistan’ın Luxemburg, Hollanda ve Belçika büyükelçilikleri görevini yürütmektedir.
“Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi milli gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu milli olanın ötesine doğru genişletmek ve ‘evrensel’ olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar “tipik insan” ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.”
Aytmatov, milletinin tarih boyunca kazandığı sosyal, kültürel, ahlaki, edebi, askeri yani bütün maddi ve manevi zenginliğini eserlerine yansıtmış, yaşadığı coğrafyanın insanının tarih içinde kazandığı değerleri, acılarını, kahramanlıklarını, tecrübelerini yazıya döküp ölümsüzleştirmiş, halkının içinde düştüğü zor durumları eserlerinde en güzel şekilde anlatmış, onların çözümlerine dair ipuçları göstermiş, eserlerinde kendi ifadesi ile ‘tipik insan’ı ortaya koymaya çalışmış bir yazardır.
Cengiz Aytmatov’un eserleri hayatından izler taşır. Hayat, onu halkının bütün sorunları ile çok küçük yaşlarından itibaren yüz yüze getirmiş, ona halkını tanımasını, onun genel halini anlamasını sağlayan bir çevrede yetişme imkanı sunmuştur. Savaş Aytmatov’un hatırasında silinmeyecek izler bırakır. Savaş için askere alınan yetişkin erkeklerin köydeki işlerinin hepsi, halkın sorunlarına çare bulmak, daha on iki-on üç yaşlarındayken onun ve akranlarının sırtına yüklenir. Cepheye gönderilen erkeklerin ailelerinin sorumluluğu, onların iaşesi, aralarındaki sosyal ilişkiler, bir yandan savaşa rağmen devam etmesi zorunlu olan zirai faaliyet, savaşın daha çok küçük yaşlarda Aytmatov’un sırtına yüklediği sorumluluklardan en görünürde olanlarıdır.
Aytmatov’un köy sovyeti kolhozu sekreterliği sırasında yaşadıkları, çektiği sıkıntılar, şahit olduğu zor durumlar eserlerine de yansımıştır. Toprak Ana romanında ve yüz yüze hikayesinde, ikinci dünya savaşında erkekleri askere alınan köylerde geride kalanların çektiği sıkıntılar etkileyici bir üslupla anlatılır. Eldeki yetersiz yiyeceğin muhtaç olandan başlanarak dağıtılması, dört gözle beklenen hasat zamanları, umutların hasat zamanına ertelenmesi, savaş yüzünden ürünün hemen hepsinin merkezden istenmesi, boşa çıkan umutlar, yine açlık, sefalet, bir yandan cepheden gelen ölüm haberleri, umutsuz bekleyişler, savaşın uzun sürmesi üzerine aşağı çekilen cepheye çağrılma yaşı, yine gidenler, ayrılıklar, gözyaşları... yani tek kelimeyle ve bütün zulmetiyle; savaş. Yazar eserlerinde salt bir savaş karşıtlığı fikri vermeye çalışmasa da, hikayelerinde halk, evlatlarını cepheye göndermesine rağmen savaşı sahiplenmemiş bir görünüm sergiler. Savaşın anlatıldığı bölümlerde bir savaş romantizmine rastlanmaz.
Aytmatov savaş yıllarını, kocasız kalan kadınları babasız kalan çocukların, oğulsuz kalan anaların acılarına şahit olmuş, asker kaçaklarını görmüş, geride kalanların birbirlerine yaptıkları acımasızlıklarını yaşamış. Hasılı bütün yıkıcılığıyla savaş ona hikayelerinde temel malzeme olmuş.
Savaş insanları hayal edemeyecekleri acıları çekmeye, ağırlığına tahammül edilemeyecek durumlarda kalmaya zorluyor. Ve böylesine zor durumları kelimelere dökmekte Aytmatov’un başarısı onun ustalığının kanıtı durumunda.
Eserlerinde Sovyet rejimine eleştiriler yönelten Aytmatov bunu önceleri daha özenli ifadelerle, sistemin genel yanlışlığını vurgulamak yerine işleyiş, uygulayış bozuklularına değinirken, ileri ki yıllarda yazdıklarında sistemi temelden sorgulamaktan çekinmemiştir. Elveda Gülsarı romanında gençliğini devrimin idamesine adamış biri olan Tanabay’ın dilinden, işleyişte yanlış giden bir şeyler olduğunu, gençliğinde kolayca terk ettiği eskilere ait uygulamaların aslında vazgeçilmez olduklarını -Bunu çok somut bir örnekle sunuyor. Tanabay, gençliğinde kullanılmasına karşı çıktığı, çobanların kışın yaylalarda kullandıkları keçe çadırların aslında şartlara en uygun barınaklar olduğunu yaşlanınca fark ediyor- söylerken, kendine ait olana karşı takınılan bu türden yanlış tavırlardan duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Ancak yazar, Gün Olur Asra Bedel romanında rejimin dine, geleneklere ve halkın değerlerine yönelik tavrı keskin bir dille eleştirirken, kendi değerlerini unutanların, değersiz mankurtlardan başka bir şey olmayacaklarını ifade ediyor. Dişi kurdun rüyaları ve Cengiz han’a küzen bulut’ta ise Aytmatov, baskıcı sovyet rejimi, ve onun uygulayıcılarını tasvir ederken, totalitarizmin zaman ve mekana göre değişmeyen karakterini etraflıca irdeliyor. Dişi kurdun rüyaları romanında, boston adlı çoban, her yıl ürün talebini daha da artıran merkez yöneticilerine, topraklarının veriminin azaldığını bunun nedeninin de meraların, kimseye ait olmamaları dolayısıyla bakımsızlaşması olduğunu, çarenin toprakların, çobanların mülkü haline getirilmesi olduğunu, böylece sahiplerinin meralarına en iyi şekilde bakıp en yüksek verimi alacaklarını söylüyor. Boston’un bu talebi bunun sosyalizm ilkeleri ile örtüşmediği gerekçesi ile geri çevriliyor, ayrıca köyün en başarılı çobanı olan bu adam devrim karşıtı fikirleri yüzünden dışlanıyor, Hikayenin bu bölümüne yazar çoğunlukla çiftçi olan Kırgız ve Kazak halklarının rejimle olan sıkıntılarına değiniyor, sosyalizmin mülkiyet karşıtlığına dair sert eleştiriler yöneltiyor.
Aytmatov’un eserlerinden, eserlere konu olan Kazak ve Kırgız Türk boylarının din telakkileri hakkında da ipuçları çıkarmak mümkün. Eserlerinde yöre insanının din anlayışı, İslamiyet ve Şamanizm’in harmanlandığı, İslamiyet’ten uzak olmayan ama Şamanist unsurlarda içeren bir ‘töre’ anlayışı çerçevesinde şekillenmekte. Gün olur asra bedel romanında, kadim arkadaşı Kazangap’a layıkıyla bir cenaze töreni yapmak isteyen Yedigey, yeni yetişen neslin din ve gelenek karşısındaki aldırışsızlığına isyan eder. Dostu için yaptığı törende dini gereklilikleri ihmal etmek istemeyen, arkadaşının naaşını atasından gördüğü gibi kıbleye doğru koyan, Kur’an okuyan Yedigey, etrafındaki gençlere, cenazeyi nasıl gömdüğüne dikkat etmelerini, kendi ölünce de onu böyle gömmelerini öğütler. Burada yazar halk içinde din duygusunun kaybolmasına sebebiyet veren rejim ve onun uygulayıcılarına yedigey’in dilinden okuduğu lanetlerde, milletinin dininden, tarihinden, kendinden uzaklaşması karşısında duyduğu üzüntüyü dile getirir. Eserlerinden, her ne kadar dinden uzaklaşmış olunsa da yüzyıllardır insanların hayatlarını şekillendiren İslam’ın izlerinin toplum hayatından kolayca silinmediği anlaşılmakta. Lakin eserlerde at eti yeyip kımız içen, Atların tanrısına, Boynuzlu maral anaya dua eden karakterlerin varlığı, Kırgız ve Kazak Türkleri arasında alttan alta geleneklerde yaşayan Şamanizm’in kalıntıları olarak kendini gösteriyor;
Senden geniş nehir var mı ?
Senden aziz yurt var mı Enesay?
Senden derin bir dert var mı Enesay?
Senden özgür olan var mı Enesay?
Senden geniş bir nehir yok Enesay,
Senden aziz bir vatan yok Enesay,
Senden derin bir dert de yok Enesay,
Senden özgür özgürlük yok Enesay,
Enesay, Yenisey nehrinin kırgızca ismi.
[1] Metin Kaplan, Mankurtlaşma
[2] Mehmet Haldun, Aytmatov
press medya
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.