Hürriyet Gazetesi’nden Biyografi yazarı Faruk Bildirici’nin, Leyla Zana’nın yaşam öyküsünü kaleme aldığı “Yemin Gecesi” adlı kitabı, kısa bir süre önce nihayet piyasaya çıktı. Yaklaşık 10 yıllık bir çalışmanın ürünü olduğu ve çok sayıda yüz yüze görüşmeyle oluşturulduğu belirtilen kitap ile ilgili olarak Faruk Bildirici “Bu kitapla, konuya önyargısız yaklaşabilecek herkesin hafızasına bir iz bırakmak istedim” dedi.
“Leyla Zana gibi fikirleri, düşünceleri ve söylemleri herkesçe bilinen bir şahsiyet ile ilgili bir kitaba, hele ki 10 yıllık bir çalışmaya gerek var mıydı?” diyenler çıkabilir. Bence hiçbir sakıncası yok, hatta bilinmeyenlerin ortaya çıkması açısından faydalı bile olabilir diye düşünüyorum. Çünkü bizler, tanıdığımızı sandığımız insanları, bir süre sonra meğer hiç tanımamış veya yanlış tanımış olduğumuzu fark edebiliyoruz çoğu zaman. Örneğin, Zana’nın lideri Öcalan’ı nasıl tanırdık; son derece katı, sert, acımasız, göbeğini kaşıyarak tedirgin eden kahkahalar atan ve epeyce keyif düşkünü ihtiraslı bir kişilik. Oysa, yakalandıktan hemen sonra ne gördük; korkudan titreyen, koşulsuz “Hizmetinizdeyim” diyen, oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi sinmiş, mahzunlaşmış bir kişilik karşımıza çıktı.
Peki, kitabın konusu Leyla Zana’yı genelde nasıl bilirsiniz? Cenaze namazındaki cemaat gibi hep bir ağızdan ve bağırarak “İyi bilirdik” diyebilir misiniz? Hayır. Kimilerine göre iyi, kimilerine göre değildir çünkü. Nasıl tanıyoruz kısaca O’nu; Meclis’te Kürtçe yemin eden, PKK yanlısı demeçler veren, hakkında açılan davalar nedeniyle uzun süre hapiste yatmış olan, “Bizim liderlerimiz; Öcalan, Barzani ve Talabani’dir”, “PKK Kürtlerin sigortasıdır”, “Silah güvencedir”, “PKK’lılar bizim kardeşlerimiz” gibi keskin sözler eden PKK yanlısı ve destekçisi eski bir siyasetçi. Bu özelliklerinden ötürü, Batılı dostlarımızdan (!), Apo’yu bile kıskandıran, hırsından köpürten “No-bel Öd-ülü” almış eski bir DEP’li milletvekili.
Kitapta dile getirilen konular ise özetle; “Leyla Zana’nın, Apo ve PKK’ya bağlılığı, Zana’nın bir dönem ön plana çıkmış olmasından Apo’nun rahatsızlık duyduğu ve bunu engellemeye çalıştığı, geçmiş dönemde HEP için Avrupa’dan toplanan yüklü paralara PKK’nın el koyduğu, eşi Mehdi Zana’nın halen kardeşi Bahattin Zana ile birlikte Kuzey Irak’ta 16.5 milyon dolarlık Erbil-Dohuk Bardarash yolu ihalesini aldıkları, bazı Kürtçü siyasetçilerin aralarındaki kemikleşmiş çekişmeleri, küskünlükleri, kocası Mehdi Zana ile PKK’ya ve Apo’ya ilişkin görüş ayrılıkları, çocukları ile pek de iyi olmayan ilişkileri, 14 yaşında başlayan, 21 yaş farklı ve 26 yılı ayrı geçmiş 31 yıllık evliliği, yaşadığı iddia edilen evlilik dışı aşk ilişkisi, yakın çevresindeki insanlarla genellikle sorunları olduğu” gibi hususlardan bahsedilerek, kişilik yapısı, özel hayatı, örgütsel konumu, sözde “Kürt sorunu” ve çözümüne ilişkin görüşleri, yaşandığı belirtilen olaylardan alınan çeşitli örneklemelerle anlatılıyor.
“Leyla Zana gibi fikirleri, düşünceleri ve söylemleri herkesçe bilinen bir şahsiyet ile ilgili bir kitaba, hele ki 10 yıllık bir çalışmaya gerek var mıydı?” diyenler çıkabilir. Bence hiçbir sakıncası yok, hatta bilinmeyenlerin ortaya çıkması açısından faydalı bile olabilir diye düşünüyorum. Çünkü bizler, tanıdığımızı sandığımız insanları, bir süre sonra meğer hiç tanımamış veya yanlış tanımış olduğumuzu fark edebiliyoruz çoğu zaman. Örneğin, Zana’nın lideri Öcalan’ı nasıl tanırdık; son derece katı, sert, acımasız, göbeğini kaşıyarak tedirgin eden kahkahalar atan ve epeyce keyif düşkünü ihtiraslı bir kişilik. Oysa, yakalandıktan hemen sonra ne gördük; korkudan titreyen, koşulsuz “Hizmetinizdeyim” diyen, oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi sinmiş, mahzunlaşmış bir kişilik karşımıza çıktı.
Peki, kitabın konusu Leyla Zana’yı genelde nasıl bilirsiniz? Cenaze namazındaki cemaat gibi hep bir ağızdan ve bağırarak “İyi bilirdik” diyebilir misiniz? Hayır. Kimilerine göre iyi, kimilerine göre değildir çünkü. Nasıl tanıyoruz kısaca O’nu; Meclis’te Kürtçe yemin eden, PKK yanlısı demeçler veren, hakkında açılan davalar nedeniyle uzun süre hapiste yatmış olan, “Bizim liderlerimiz; Öcalan, Barzani ve Talabani’dir”, “PKK Kürtlerin sigortasıdır”, “Silah güvencedir”, “PKK’lılar bizim kardeşlerimiz” gibi keskin sözler eden PKK yanlısı ve destekçisi eski bir siyasetçi. Bu özelliklerinden ötürü, Batılı dostlarımızdan (!), Apo’yu bile kıskandıran, hırsından köpürten “No-bel Öd-ülü” almış eski bir DEP’li milletvekili.
Kitapta dile getirilen konular ise özetle; “Leyla Zana’nın, Apo ve PKK’ya bağlılığı, Zana’nın bir dönem ön plana çıkmış olmasından Apo’nun rahatsızlık duyduğu ve bunu engellemeye çalıştığı, geçmiş dönemde HEP için Avrupa’dan toplanan yüklü paralara PKK’nın el koyduğu, eşi Mehdi Zana’nın halen kardeşi Bahattin Zana ile birlikte Kuzey Irak’ta 16.5 milyon dolarlık Erbil-Dohuk Bardarash yolu ihalesini aldıkları, bazı Kürtçü siyasetçilerin aralarındaki kemikleşmiş çekişmeleri, küskünlükleri, kocası Mehdi Zana ile PKK’ya ve Apo’ya ilişkin görüş ayrılıkları, çocukları ile pek de iyi olmayan ilişkileri, 14 yaşında başlayan, 21 yaş farklı ve 26 yılı ayrı geçmiş 31 yıllık evliliği, yaşadığı iddia edilen evlilik dışı aşk ilişkisi, yakın çevresindeki insanlarla genellikle sorunları olduğu” gibi hususlardan bahsedilerek, kişilik yapısı, özel hayatı, örgütsel konumu, sözde “Kürt sorunu” ve çözümüne ilişkin görüşleri, yaşandığı belirtilen olaylardan alınan çeşitli örneklemelerle anlatılıyor.
Kitabın yazarı Faruk Bildirici, yaptığı bir söyleşinin önemli bir bölümünde; “Aslında Zana'yı siyasi bir figür haline getiren 12 Eylül'ün ta kendisi. Eşi, Diyarbakır Cezaevi'ndeyken sıkıntılar yaşamış. Günlük yaşamda bir kedi gibi ama iş siyasete geldiğinde vahşileşiyor. 1989 yerel seçimlerinde bağımsız adaylık öneriyorlar ‘Ben kimsenin artçısı olmam’ diyerek adaylığı reddediyor. Artçısı olmak istemediği kişi ise kocası (1991’de artçılık bitiyor ve milletvekili oluyor!!! Yani 2 sene yetiyor da artıyor bile). 14 yaşında, istemeden evlendirilmiş, bu nedenle gerdek gecesi büyük bir yıkıma uğramış. 12 Eylül’de polis kocasını evden alıp götürmüş. Büyük travmalar yaşamış. Yaşamı öyle geçmiş ki, hiç kimseye koşulsuz, sınırsız güven duyması mümkün değil. Zana’nın trajik geceleri var. Bunlar, evlendiği gece, 12 Eylül gecesi, 1988'de Emniyet’te işkence gördüğü gece, Meclis'teki yemin gecesi ve cezaevine atıldığı gece. Kısaca üzülesi bir yaşamı var” diyerek görüş belirtti.
Söyleşinin geri kalan kısmında Bildirici; “84 yılından bu yana kayıplar giderek arttı, sorun giderek büyüdü. 1994-2004 arasında ölümler çok azaldı ama maalesef Türkiye o dönemde bir fırsatı kaçırdı. 24 yıldır uygulanan yöntemler başarılı olamadıysa, artık bazı şeyleri daha farklı biçimde tartışıp düşünmek, duygular yerine aklı kullanmak gerekir. Bu kitapta anlatmaya çalıştığım şey de bu. Ülkeyi yönetenlerin bu işin ölümlerle çözülemeyeceğini kabul etmesi gerekli. Sosyal ve siyasal değişim süreci yaşanmalı ama PKK'nın da silahla barışı kuramayacağını kabul etmesi şart. PKK, artık büyük bir silahlı güç. Eğer gerçekten demokrasi ve barış içerisinde yaşamak istiyorlarsa genel af beklemelerine gerek yok. Hepsi birden gelip silahlarını bıraksalar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne yapabilir? En fazla cezaevine atar. Cezaevinde kaç ay tutabilir? Mecburen birkaç ay sonra bırakır. O zaman siyasi mücadelenizi yaparsınız. Ama önemli olan şu. Gerçekten silah istiyor musun, istemiyor musun? Geçmişi kaybettik, hiç olmazsa geleceği kurtaralım. Birbirimizi anlamak zorundayız. Hem silahların susması, terörün sona ermesi, hem de insanlara insan olmalarından kaynaklanan bütün hakların verilmesi gerekli. En başta da dillerini her alanda konuşabilmeleri gerekli. Kürtçe yayınların sınırlandırılmasının ne anlamı var? Bu 24 yılda Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti'ne olan aidiyet bağı çok zayıfladı. Bu bağ daha da zayıflar” şeklinde, terör uzmanı, bilim ve devlet adamı, siyasetçi, akademisyen, sosyolog ve tarihçi edasıyla tespit ve önerilerde bulundu.
Bu arada bazı köşe yazarları da, kitaba ilişkin görüşlerini, methiyelerini ve derin düşüncelerini, büyük eleştirmen sıfatını kullanarak bilgi birikimleriyle birlikte ortaya koymaya çalıştılar.
Kimileri, Bildirici’nin, “Bu ülkede herkesin birbirini anlamaya ihtiyacı var” mantığından hareketle, kitabı okuyanların Zana'nın koşullarını, dönüşümünü, onun nasıl olup da böyle düşündüğünü anlamasını hedeflediğini belirterek, “Bilmediğim o kadar çok şeyi öğrendim ki” dediler ve bilgi ve düşünce deryalarını genişlettiler. Örneğin, Leyla’nın hep birilerinin gölgesi altında varolduğu şeklinde bir imaj varmış ve kitaptan, onun hayatını hep ‘kendisi’ olmak ve birilerinin vesayetinden kurtulma temeline oturtmaya çalıştığını görmüşler. Yani o, eline tutuşturulan metinleri okuyan değil, kendi sözünü kendi yaratmaya çalışan biriymiş. Kitap, Kürt sorunu, Kürt hareketi ve Leyla Zana hakkında doğru bildiğimiz birçok şeyi sorgulama imkân ve fırsatı sunarak iz bırakmış. Yani onlar, Kürt sorunu, Kürt hareketi ve Zana hakkında öyle yanılmışlar ki, sormayın gitsin. O’ndan ve PKK’dan özür dilemeyi düşünüyorlardır herhalde.
Aman gecikmeyin.
Özellikle biri, “Okurken Kürtler de kızacak, Türkler de.Kızmasınlar, Faruk’un anlattığı ortak kanlı tarihimizden ibarettir” şeklindeki dâhiyane beyanıyla, Zana’nın yaşamını, PKK yönlü faaliyetlerini ve devletin PKK ile olan mücadelesini, “1 nci Türk-Kürt Savaşı” gibi algıladığını bizlere göstererek tarih sayfasında yerini almaya çalışmış, bu savaşın suçunun da her iki tarafta olduğu, yani suçun ortaklaşa işlendiği “No-bel Öd-üllük” düşüncesini ağzından bir çırpıda fışkırtıvermiş. Oysa bu kitap sonrasında eğer biri kızacaksa, Apo, PKK ve DTP ile ilgili açıklamalar ve aralarındaki anlamsız ilişkiler nedeniyle “Kürtler” değil, sadece ve sadece “Kürtçüler” kızabilirler.
En önemli bilir kişilerden biri de; “Kitap aslında Kürt meselesinin nereden nereye geldiğinin en önemli belgelerinden birisi. Türkiye’nin kolayca çözebileceği bir sorunu nasıl büyütüp kangren hale getirdiğini (Deme be!!!) görebiliyoruz. Bunda Kürt siyasetçilerin de rolü büyük (Yapma yahu!!!). Bir yaşamöyküsü anlatılıyor gibi görünürken, Türkiye’de Kürt sorunun nasıl çözümsüzlüğe mahkûm edildiğinin de belgesi bu kitap (Vay be!!!). 1990’larda tartışılan, yasaklanan, izin verilmeyen birçok konunun şimdilerde bir hak olarak tanınması, kaybedilen yılların, hayatların ve harcanan enerjinin de bir kanıtı. O günlerde öcü gibi bakılan konular ve bu yolda hapse mahkûm edilen, faili meçhul cinayetlere kurban giden Kürt siyasetçi ve aydınları da unutmamak gerekiyor (Şehitleri, katliamları, beşikteki yavruları ne çabuk unuttunuz!!!). Kitap, hâlâ çözümsüzlük için çabalayan Kürtlere ve Türklere önemli dersler veriyor. DTP’nin de buradan alması gereken dersler var (Hadi be, inanmıyorum!!!)” diyerek, nasıl bilinçsiz ve sağlıksız yumurtlanacağının altını oldukça kalın çizgilerle çiziyor.
Yani, “siz boşuna kan akıttınız. Hâlbuki 20 yıl önce bu adamların Kürt kimliklerini kabul edip, tek istedikleri olan (!!!) anadillerini konuşma ve kültürlerini sürdürme haklarını verseydiniz bu sorun bu hale gelmez, hemencecik orada çözülürdü” diyor adam. Ama nerde o derin görüş!!!
Dikkat ederseniz, bu kalemlerin yaptığı tüm bu sağlıklı (!), bilgi birikimli (!) ve dâhiyane (!) değerlendirmelerde kısaca ve özetle; “Leyla Zana öyle aslında pek de kötü biri değil, hatta iyi biri bile, meğer biz O’nu yanlış tanımışız. Kürt sorunu, Kürt hareketi hakkında da biraz yanılmışız. Devletin, yöneticilerin ve süregelen politikaların sorunun büyümesinde, kanın akmasında ve bu seviyeye gelinmesinde suçu var. Eee burada biraz da PKK’lılar da suçlu”, belki bilerek, belki bilmeyerek demeye getiriliyor.
20 yılı geçkindir süren adı konmamış bir savaş yaşanmış ve hala yaşanıyor. Çok normaldir ki bu savaşta, verilen bu mücadelede Devlet de bazı hatalar yapmış olabilir. Bu çok doğal, çünkü bu 20 yılı aşkındır devam eden bir çatışma ortamı. Yemek yerken bile istemeden bazen dilimizi ısırabiliyoruz örneğin. Ama hiçbir zaman bu, “Yemeği yanlış yiyorum. Dilimi ısırdığım için bundan ders almalı, hatamı düzeltmeliyim” anlamına gelmiyor kuşkusuz.
Sonuç olarak çok şey denebilir, ancak kısaca belirtmek gerekirse; “Ağzı olan konuşuyor, köşesi olan yazıyor, ancak asıl ve mühim olan bilgi. Bilginin de onlarda olmadığı, kendilerinin de ifade ettikleri gibi “Çok şey öğrendik, çok faydalandık” demelerinden anlaşılıyor.
Sabahattin Talu
sabahattintalu@gmail.com
Özellikle biri, “Okurken Kürtler de kızacak, Türkler de.Kızmasınlar, Faruk’un anlattığı ortak kanlı tarihimizden ibarettir” şeklindeki dâhiyane beyanıyla, Zana’nın yaşamını, PKK yönlü faaliyetlerini ve devletin PKK ile olan mücadelesini, “1 nci Türk-Kürt Savaşı” gibi algıladığını bizlere göstererek tarih sayfasında yerini almaya çalışmış, bu savaşın suçunun da her iki tarafta olduğu, yani suçun ortaklaşa işlendiği “No-bel Öd-üllük” düşüncesini ağzından bir çırpıda fışkırtıvermiş. Oysa bu kitap sonrasında eğer biri kızacaksa, Apo, PKK ve DTP ile ilgili açıklamalar ve aralarındaki anlamsız ilişkiler nedeniyle “Kürtler” değil, sadece ve sadece “Kürtçüler” kızabilirler.
En önemli bilir kişilerden biri de; “Kitap aslında Kürt meselesinin nereden nereye geldiğinin en önemli belgelerinden birisi. Türkiye’nin kolayca çözebileceği bir sorunu nasıl büyütüp kangren hale getirdiğini (Deme be!!!) görebiliyoruz. Bunda Kürt siyasetçilerin de rolü büyük (Yapma yahu!!!). Bir yaşamöyküsü anlatılıyor gibi görünürken, Türkiye’de Kürt sorunun nasıl çözümsüzlüğe mahkûm edildiğinin de belgesi bu kitap (Vay be!!!). 1990’larda tartışılan, yasaklanan, izin verilmeyen birçok konunun şimdilerde bir hak olarak tanınması, kaybedilen yılların, hayatların ve harcanan enerjinin de bir kanıtı. O günlerde öcü gibi bakılan konular ve bu yolda hapse mahkûm edilen, faili meçhul cinayetlere kurban giden Kürt siyasetçi ve aydınları da unutmamak gerekiyor (Şehitleri, katliamları, beşikteki yavruları ne çabuk unuttunuz!!!). Kitap, hâlâ çözümsüzlük için çabalayan Kürtlere ve Türklere önemli dersler veriyor. DTP’nin de buradan alması gereken dersler var (Hadi be, inanmıyorum!!!)” diyerek, nasıl bilinçsiz ve sağlıksız yumurtlanacağının altını oldukça kalın çizgilerle çiziyor.
Yani, “siz boşuna kan akıttınız. Hâlbuki 20 yıl önce bu adamların Kürt kimliklerini kabul edip, tek istedikleri olan (!!!) anadillerini konuşma ve kültürlerini sürdürme haklarını verseydiniz bu sorun bu hale gelmez, hemencecik orada çözülürdü” diyor adam. Ama nerde o derin görüş!!!
Dikkat ederseniz, bu kalemlerin yaptığı tüm bu sağlıklı (!), bilgi birikimli (!) ve dâhiyane (!) değerlendirmelerde kısaca ve özetle; “Leyla Zana öyle aslında pek de kötü biri değil, hatta iyi biri bile, meğer biz O’nu yanlış tanımışız. Kürt sorunu, Kürt hareketi hakkında da biraz yanılmışız. Devletin, yöneticilerin ve süregelen politikaların sorunun büyümesinde, kanın akmasında ve bu seviyeye gelinmesinde suçu var. Eee burada biraz da PKK’lılar da suçlu”, belki bilerek, belki bilmeyerek demeye getiriliyor.
20 yılı geçkindir süren adı konmamış bir savaş yaşanmış ve hala yaşanıyor. Çok normaldir ki bu savaşta, verilen bu mücadelede Devlet de bazı hatalar yapmış olabilir. Bu çok doğal, çünkü bu 20 yılı aşkındır devam eden bir çatışma ortamı. Yemek yerken bile istemeden bazen dilimizi ısırabiliyoruz örneğin. Ama hiçbir zaman bu, “Yemeği yanlış yiyorum. Dilimi ısırdığım için bundan ders almalı, hatamı düzeltmeliyim” anlamına gelmiyor kuşkusuz.
Sonuç olarak çok şey denebilir, ancak kısaca belirtmek gerekirse; “Ağzı olan konuşuyor, köşesi olan yazıyor, ancak asıl ve mühim olan bilgi. Bilginin de onlarda olmadığı, kendilerinin de ifade ettikleri gibi “Çok şey öğrendik, çok faydalandık” demelerinden anlaşılıyor.
Sabahattin Talu
sabahattintalu@gmail.com
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.