Mustafa Kemal'le görüşen bir Amerikalı araştırmacı yazar Clair
Price'nin, Atatürk'ün kişilik ve karakteri, siyaset ve stratejisi ile
beraber; dönemin Ortadoğu merkezli dünya tarihini ve özellikle; önce
İngiltere, sonra ABD yönetimini ve bilhassa Dışişlerini ele geçiren
güçlerin (her nedense Siyonist Yahudilere hep işaret edip bir türlü
isim veremiyor) 1. Dünya savaşını çıkarıp Osmanlıyı yıkmakla İsrail'i
kurmayı hedefledikleri gerçeğini belgeleyen, tarafsız ve tutarlı
tespitleri, hem çarpıcı hem de ufuk açıcıdır. Bu eseri dilimize
kazandıran Yenihayat yayıncılığı kutlamak lazımdır.
· Siyonist Yahudi lobilerinin, ekonomik, siyasi ve kültürel
yönden güdümlerine soktukları ülkelerin: önemle ve öncelikle dışişleri
teşkilatlarını ve askeri kurmaylarını neden kontrol altına
aldıklarını?
· İttihatçı-Mason Enver Paşa ve ekibini İngiliz Yahudilerinin;
Almanya'daki kardeşleri eliyle, nasıl kullandıklarını ve Mustafa
Kemal'i saf dışı bırakmaya çalıştıklarını?
· Atatürk'ün kapattığı Mason Localarının ve yönetimden
uzaklaştırmaya çalıştığı Sabataist Cuntanın, Onunu ölümünden sonra
cumhuriyet kurumlarına ve Dışişleri Bakanlığına nasıl çöreklenip
oturduklarını?
· Malum ve Mel'un 28 Şubat öncesi ve sonrasında: Türkiye'nin
Erbakan iktidarından kurtarılması için uzun uzun yorumlar yazan ve
raporlar hazırlayan ABD ve İsrailli Siyonist beyinlerin, neden
"Türkiye'deki Dışişleri Teşkilatının ve bazı paşaların, Erbakan'a
karşı son umut kaynakları" olduğunu sıkça vurguladıklarını?
Soruşturmanın ve sağlıklı bir sonuca ulaşıp, ona göre köklü tedbirler
almanın tam zamanıdır.
İşte Clair Price'nin, yakın tarihimize tanıklık eden bazı saptamaları:
İngiltere Dışişleri teşkilatı Siyonist Yahudilerin kontrolündedir:
Batı dünyası olarak bizler, İngiltere'ye karşı çok şey borçluyuz. Batı
dünyasında demokratik hükümet geleneğini yavaş yavaş ve zahmetle
biçimlendiren ülke İngiltere olmuştur ve bu gelenek, hepimizi,
İngiltere'ye karşı büyük oranda borçlu kılmaktadır.
Ama;
Britanya demokrasisi ile Britanya Dışişleri Bakanlığı arasındaki
farkı, tam olarak gösterebilmek için, çok açık bir şekilde düşünmeye
ihtiyacımız vardır. Çünkü ikisi arasında gerçek bir bağlantı yoktur.
Britanya Dışişleri Bakanlığı, Britanya Anayasasının dışındadır ve
Britanya Parlamentosunun gerçek kontrolü altında değildir.
Britanya'nın Yakın ve Orta Doğu ile ilgili dış politikası, ne
Parlamentodan kaynaklanmaktadır, ne de Parlamento tarafından
denetlenmektedir. Bu durum, aynı zamanda hem İngiliz diplomasisi için
büyük bir sorun, hem de dünya barışı için büyük bir tehlike kaynağı
olan fiili bir durum oluşturmaktadır.
Aslında bu İngiliz demokrasisinin, bir gün Dışişleri Bakanlığı ile
hesaplaşarak üstesinden gelebileceği bir sorun konumundaydı. Bununla
birlikte gelişen olaylar; Basra'nın, Dışişleri Bakanlığı'nın gerçek
savaş hedefleriyle Belçika'ya kıyasla daha yakından bağlantılı
olduğunu ortaya çıkartacaktı. İstanbul'daki Enver Paşa Hükümetinin
savaşa girmesinden üç hafta önce bir İngiliz Hint tugayı, İran
Körfezindeki Bahreyn Adasına yerleşti ve Alman deniz subayları,
Odessa'yı top ateşine tutarak Enver Paşa Hükümetini, savaşa girmeye
zorlayınca olaylar, tam Dışişleri Bakanlığı'nın istediği gibi
gelişmeye başladı. Bahreyn'den harekete geçen tugay, derhal Basra'ya
hücum etti ve Sir Edward Grey, Çarlık Rusya'sı ile beraber 1907
yılında tasarlandığı gibi Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak üzere
anlaştı. Çarlık Rusya'sı, İstanbul'u ve doğu illerini teslim
alacaktı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Cape-Kahire-Kalküta programını
uygulayacak ve Osmanlı İslam Halifeliği ortadan kaldırılacaktı. Ama
bütün bunlardan, Çarlık Rusya'sı, 1917 yılında çökünceye ve Sovyet
Rusya, Petrograd'ta Çarlık arşivlerinde bulduğu gizli anlaşmaları
yayınlayıncaya kadar, Britanya demokrasisinin ve İngiliz hükümetinin
çok az haberi vardı.
Tarihinin tam zirvesindeyken Çarcı suç ortağından ve hatta uysal
Kerensky rejiminden yoksun kalan Britanya Dışişleri Bakanlığı, 1919
yılında konumunu korumak için Amerikan yardımı bulmaya çalıştı.
Fallodon Vikontu Grey, Washington'a gönderildi ve dünyadaki en iyi
niyetli insanlar olan Amerikalı din adamları, kendi gözlerinin
bağlanmasına izin verdikleri gibi Amerikalıların da gözlerini Ermeni
göz bağı ile bağlamaya giriştiler. Ama Birleşik Devletler Hükümeti,
dış işlerini, Britanya Dışişleri Bakanlığı gibi yürütmemektedir.
Vikont Grey, Londra'ya geri döndü ve Ermeni Mandası projesi suya
düştü. Bununla beraber İngiltere ve Birleşik Devletler arasında daha
yakın ilişkiler kurma çabaları halen sürmektedir ve bu ilişkinin, 1907
İngiliz-Rus ittifakının ardından ne ölçüde İslam'a karşı bir İngiliz-
Amerikan ittifakına doğru yönlendirileceğini bilmek doğrusu ilginç
olurdu. Birleşik Devletlerde yaşayan bizlerin, Britanya demokrasisine
karşı son derece büyük bir borcumuzun olduğunu, ama Britanya Dışişleri
Bakanlığına karşı hiçbir borcumuzun olmadığını ne kadar vurgulasak
azdır.
Türklerin, 1922 yılında İzmir'i kurtarmaları, Britanya demokrasisinin
gözlerinden perdeyi çekip aldı, ama Dışişleri Bakanlığının at
gözlükleri, hâlâ gözlerinde bağlı durmaktadır. Bay Lloyd George,
başbakanlıktan düşmüştür, ama Lord Curzon hâlâ yerinde durmaktadır.
Britanya diplomasisi, hedeflerini kolayca değiştirmez ve sonları, 1907
yılında karara bağlanmış olan Türkler, hâlâ Britanya diplomasisi
alanında hoş karşılanmayan yabancılar konumundadır. Lord Curzon,
kazançlarını en çok Osmanlı İmparatorluğu'nun Arap topraklarında
korudu. Ama Türklerin iyileşip ayağa kalkması karsısında yavaş yavaş
geri çekilmektedir. İstanbul'dan 250 mil uzakta Meriç nehri üzerinde
hâlâ bir Yunan sınırı vardır, Musul ekseni etrafında İslam
dünyasındaki bölünme hâlâ devam etmektedir. Sovyet Rusya'nın şüphe
götürmez gerçeğini, hatta Boğazlar için yeni bir rejim hazırlanmasını
bile kabullenmeyi reddetmektedir. Britanya demokrasisi bir gün,
gözlerinden at gözlüklerini çıkarmayı, Dışişleri Bakanlığı'nı,
hükümetin diğer bakanlıkları gibi Parlamentoya karşı sorumlu olan
sıradan bir bakanlık konumuna indirmeyi başarabilir. Dışişleri
Bakanlığı bir gün, bilgili bir demokrasinin (informed democracy)
sözcüsü haline gelebilir." (sh: 204-206)
İngiltere'nin İsrail hazırlığı:
Britanyalı üç yüksek komutan, Asya'da İmparatorluktan arta kalan
toprakları, İran'ı kavrayan İngiliz pençesi kadar sıkı bir şekilde
kontrol altında tutuyorlardı. Genel Karargahı Bağdat'ta bulunan
Mezopotamya Sefer Gücü, Dicle-Fırat havzasının daha aşağıda kalan
düzlüklerinden güney Kürdistan'ın engebeli tepelerine doğru ilerledi.
Mezopotamya Sefer Gücünün önünde gerileyen Musul Türk idaresi,
Diyarbakır'a kadar çekildi. Genel Karargahı Kahire'de bulunan Mısır
Sefer Gücü, Suriye koridorunun en ucunda bulunan Halep'e kadar
ulaşmıştı. Bağdat Komutanlığı ile bağlantı kurmak için doğuya ve
Bağdat Demiryolunun geçtiği Toros tünelleri ile Kilikya bölgesini
işgal etmek için batıya, küçük birlikler gönderdi. İngiliz
niyetlerinin henüz tam olarak belli olmadığı bir sırada Kilikya
yöresinde Türk yönetimi, hâlâ görevini sürdürüyordu. Tehcirden sonra,
bir bölümü Türkler tarafından Suriye'de kontrol altında tutulan ve bir
bölümü de İngilizlerin kontrolü altındaki Mısır'a ulaşmayı başaran
Ermeni sürgünler, büyük gruplar halinde Kilikya'ya doğru göç etmeye
başladılar ve küçük bir grup Ermeni de Bağdat Demiryolu boyunca
ilerleyerek İngiliz Mısır Sefer Gücünün kontrolünün sona erdiği
Konya'ya kadar gitti." (sh: 114)
Enver Paşa İngiliz yanlısı ve siyonizmin hizmetkârı
Bağdat'ın yeniden zapt edilmesi Konusunda Falkenhayn ile arası
açıldıktan sonra nefretle 16. Ordu Komutanlığından istifa eden General
Mustafa Kemal Paşa, 30 Eylül tarihinde Enver Paşaya yazarak Rusya'nın
çöküşünün, savaştan çekilmek için bir fırsat olduğu görüşünü ısrarla
savunmaktaydı. Halep'ten, ekonomik yaşamın bozulmasının ve ülke
altınlarının sürekli olarak Almanya'ya gönderilmesinin sadece tek bir
sonucunun olabileceğini yazdı: Bu Osmanlı'nın yıkılışıydı!. Rusya saf
dışı bırakılmış olsa bile, Büyük Britanya ile Fransa'nın birbirlerini
kollayacaklarından dolayı yenilgiye uğratılamayacaklarını hatırlattı.
İngilizler, Filistin'i zapt edecekler, Süveyş Kanalı'nı ellerinde
tutmak için Hıristiyan bir yönetim kuracaklar ve İmparatorluğun elinde
kalan topraklarını, İslam dünyasının geri kalanından ayırıp
koparacaklardı. (Bu İsrail'i kurma hazırlığıydı ve Atatürk Kurtuluş
Savaşını kazanıp Cumhuriyeti ilandan sonra da buna şiddetle ve
cesaretle karşı çıkacaktı. M.Ç.) "İsabetli bir savaş politikası,
İngiltere'ye karşı savaşa girmemizi sağladı. Bu öyle bir politikaydı
ki başarısı, bizim için telafi edilemez bir kayıp, başarısızlığı ise
Almanya'nın bizim üzerimizde egemenlik kurması anlamına gelecekti...
Falkenhayn, kendisini dinleyen herkese, her şeyden önce bir Alman
olduğunu ve doğal olarak ilk önce Almanya ile ilgilendiğini defalarca
söylemiştir. Filistin'i geri alabilirse ülkemizin ve dünya kamuoyunun
önünde kendisini savaşın en büyük fatihlerinden biri yerine
koyacaktır. İşte o zaman kendi yurdumuzu kaybedeceğiz ve bu amaca
ulaşmak için Falkenhayn, bizden koparabildiği her askeri ve her ons
altını feda edecektir." Ama Rusya'nın yenilgiye uğramasının ardından
Panturanizm, yeni bir yaşam şansı bulmuştu. Enver Paşa'nın Mustafa
Kemal Paşaya yanıtı, Filistin cephesinin komutanlığı Falkenhayn'e
vermek ve Rauf Bey ile birlikte Mustafa Kemal'i Osmanlı Veliahtının
maiyetinde Almanya'ya sürgüne göndermek oldu." (sh: 95-96)
Enver'in Mustafa Kemal kaygısı ve ayağını kaydırmak için fırsat
kollaması
Avrupa'da savaş patlak verince, Mustafa Kemal Sofya'daki askeri
ataşelik görevini derhal bıraktı ve acele İstanbul'a döndü. Hâlen genç
bir subaydı, ama parlak bir sicile sahipti ve hem kişisel olarak hem
de politik olarak Enver Paşa Hükümetinden nefret ediyordu. Ordudaki
itibarı, donanmadaki Hüseyin Rauf Bey'in Hamidiye zırhlısıyla kazanmış
olduğu itibarla kıyaslanabilir nitelikteydi.
Enver Paşa Hükümeti, Almanlarla gizli bir anlaşma yaptı. Britanya
Hükümeti Britanya tersanelerinde inşa edilen iki Osmanlı kruvazörüne
el koydu ve Almanya, çok geçmeden bunların yerine Goeben ve Breslau
zırhlılarını Boğazlara gönderecekti.
İngiltere'de el konulan iki zırhlıdan birinin mürettebatını ülkesine
getiren Rauf Bey'e ve ayrıca Mustafa Kemal'e göre, Enver Paşa'nın
Panturanizm politikası, İmparatorluğun kaldıramayacağı bir programdı.
Her ikisi de Batıcıydılar, ama Mustafa Kemal'in Batıcılığı pratik ve
ülke gerçeklerine yakındı." (sh: 69-70)
Enver O'nu Libya'ya sürgüne yollamıştı:
Mustafa Kemal İttihatçıların1910 kongresinde; sert bir tartışmaya
girdiği Enver Bey ile bağlarını kopardı ve Enver, Onu Tripoliye
sürgüne gönderene kadar kendisini ordudaki reform çalışmalarına adadı.
Kısa bir süre sonra İzzet Paşa, O'nu Selanik'e geri getirtti, Mahmut
Şevket Paşa, Onu Arnavutluk'a götürdü ve İtalya ile savaş başlayınca
Enver, düzensiz yerli birliklerine komuta etmesi için Onu yeniden
Tripoliye yolladı. Birinci Balkan Savaşı sırasında Çanakkale'de sadece
önemsiz işlerle uğraşmasına izin verildi (Buna rağmen Anafartalar'da
destansı başarılar kazandı), ama İkinci Balkan Savaşında Edirne'nin
geri alınmasına katıldı. Daha sonra askeri ataşe olarak Sofya'ya
gönderildi. O sıralar Bulgaristan'da Ortaelçi (Minister) sıfatıyla
görev yapan, İstanbul'daki Harp Akademisi günlerinden tanıdığı ve
kendisi gibi bir kurmay subay olan Ali Fethi Bey'in misyonuna
katıldı." (sh: 54)
Mustafa Kemal'in Meclis'i İslam'la barışıktı:
Meclisin en büyük unsurunu 342 milletvekili oluşturuyordu ve
Doğulular, halen Batı yönetim geleneklerini kendi kullanımlarına
adapte etmeye çalışıyordu. Ama "Batının olduğu gibi taklidi" yerine
İslam'a özgü ve "doğuştan kazanılmış hak" fikri esas alınıyordu. Büyük
Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 tarihinde saat l de ilk oturumu açmak
üzere toplandığı zaman Başkanlık kürsüsünün arkasındaki duvara,
yukarıya, binlerce inanmış Müslüman'ın evlerinde bulunan Kuran'dan
aktarılan bir cümle, özlü bir söz olarak beyaz Türkçe harflerle mavi
bir zemin üzerine yazılarak asıldı. Bu cümle, serbest bir şekilde
İngilizce'ye şöyle çevrilebilir: "Haydi toplanıp tartışalım." "Onların
(hükümet) işleri, kendi aralarında şura (konuşup tartışarak ortak
kararlara varma) iledir" (Şura: 38 ayeti) İstanbul'daki Halifenin
arkasında duran tutucu Anadolu köylülüğünü Kuran'ın kendisine götüren
milliyetçiliğin yeni gücü, işte bu zemin üzerinde yükseliyordu.
Osmanlı Halifeliğine karşı bağlılığı ihlal etmekten sakınarak
Anadolu'yu kukla ve korkuluk haline getirilmiş saltanattan çekip
almanın yolu buydu.
Milletvekilleri, Müslümanların Sebt günü (kutsal dinlenme günü) olarak
kabul edilen Cuma hariç, her gün, saat 1'de bu özlü sözün altında
toplandılar. Aralarında Batılı giysiler içinde olan kalpaklı adamlar,
Osmanlı Ordusu günlerinden kalma eski ve büyük paltolar giyen
subaylar, üzerlerinde Doğuya özgü cüppe ve başlarında sarık olan
hocalar vardı. Kişisel görünüşleri, Erzurum milletvekili olan
Celalettin Arif Bey'in heybetli ve kusursuz endamından ne okuma, ne de
yazma bilen üç Kürt aşiret reisine kadar değişiyordu. Hem meclis
salonunda, hem de koridorda sürekli olarak milletvekillerinin
konuşmalarının yarattığı bir uğultu vardı ve Ankara'daki Meclis, diğer
Parlamentolar kadar gürültülü olduğundan Meclis Başkanının elindeki
zili arada bir çıngırdatması, gürültünün kesilmesi için pek yeterli
olmuyordu. Demokrat ama disiplinli bir hava oluşmuştu. (sh: 161)
Madde 7- Şeriat (İslam hukuku) hükümlerinin yasayla düzenlenmesi,
yasaların yapılması, değiştirilmesi ve yürürlükten kaldırılması, barış
antlaşmaları ve antlaşmaların onaylanması ve ülkenin savunulması için
çağrı yapılması gibi temel haklar, Büyük Millet Meclisi'ne aittir.
Yasaların yapılması, ulusun ihtiyaçlarına, gelenek ve genel
itiyatların gereklerine en yakın bir şekilde adapte edilmiş hukuk
ilkelerine dayandırılacaktır. Ulusun icra vekilleri heyetinin
(bakanlar kurulunun) görev ve yetkileri, özel yasalarla
belirlenecektir. (sh: 164)
Atatürk Milliyetçiliğinin temel unsurlarından birisi de İslam'dı:
Adana'da duymuştum. Türk subayları, Türk kentli ve köylüleriyle dolup
taşan bir tiyatrodaydım. Tiyatronun küçük sahnesini aydınlatan taban
ışıklarının gerisinde, kapalı duran perdenin önünde hafifçe şişman bir
adam -şimdi 55 yaşında olan şair Mehmet Emin Bey-duruyordu. Sesi
kısıldığından neredeyse fısıldar gibi konuşuyordu. Kalpağının altından
terler sızarken akıcı Türkçe'siyle şiirini okudu.
"Ben bir Türküm, Dinim, cinsim uludur." (sh: 208)
Erbakan Siyonist sermayenin oyunlarını bozmaktadır
Siyonist tekel sömürü sermayesi 500 yıldır Batı'da yani Avrupa ve
Amerika'da oyunlar oynamaktadır. Hedefi, dünyayı tek devlet hâline
getirmek ve kendi güdümüne almaktır. Kara Avrupa'sına önce "din
savaşları" oyununu soktu ve ülkeleri yıllarca savaştırdı. Sonra
"dinsizlik cereyanı" ile Avrupa kıtasını çökertirken; İngiltere'de din
düşmanlığı yapmamış, kiliseyi muhafaza etmiş, krallığı korumuş,
lordlar kamarasını devam ettirip Yahudi-Siyonist hizmetinde
kullanmıştır. İslâm âleminden Batı'ya aktardığı astronomi ve coğrafya
bilgileri, kâğıt, barut ve pusula ile Amerika'yı keşfetmiş, bulduğu
buharlı gemi ile dünyayı Büyük Britanya İmparatorluğu olarak emrine
almıştır. Müstemlekecilikle yani sömürgecilikle dünyanın tek hakimi
olmayı amaçlamıştır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyayı tek pazar
hâline getirmek amacıyla merkezini Londra'dan New York'a taşımış,
artık taşeron olarak İngiltere yerine ABD'yi kullanmaya
başlamıştır...
Siyonist tekel sömürü sermayesi, dinler arası çatışma üzerinde kurduğu
dengeyi, daha sonra rejimler arasında çatışma şekline çevirmiş, bu
arada dinsizleştirmeyi ise ana hedef ittihaz etmiştir. Siyonizmin bu
oyununu dünyada ilk defa Profesör Doktor Necmettin Erbakan Hoca
bozmuştur. Şöyle ki, Erbakan Batı tarafından bile tanınmış bir
profesör iken, birden ilim ve dinin birbirini parçası ve aynı
hakikatten kaynaklı olduğunu söyleyip bu amaçla siyasete atılmıştır.
CHP ile koalisyon yaparak sağ-sol çatışmasına son vermiştir. O
tarihlerde Bursa'da sürgünde bulunan Humeyni, Türkiye'deki bu
uygulamadan ilham alarak aynı şeyi yapmış, solcularla işbirliğine
girişmiş ve İran'daki inkılâbı gerçekleştirmiştir. Son Sovyet Devlet
Başkanı Gorbaçov bundan ders alarak din düşmanlığını sona erdirmiştir.
Sol artık dünyada din ile savaşmamaktadır. Avrupa Birliği'nde de Papa
ve Kilise önemli rol oynamaya başlamış, Müslümanlarla anlaşma yolunu
tutmuş, İslâm âlemi ile iyi geçinme siyasetini benimsemiştir. Sovyet
Rusya'nın yıkılmasından sonra, Yeni Rusya, Müslümanlarla olan
münasebetlerini İslâm Konferansı Örgütü'ne (İKÖ) üye olmayı talep
edecek kadar ileri götürmüştür. ABD'de ise malum merkezler ilk defa
Müslüman kökenli biri, Hüseyin Barack Obama'yı başkan adayı göstermek
mecburiyetini hissetmiştir.
İşte bütün bu gelişmeler sebebiyle Siyonizme dayanan Amerika'nın
sömürü tekel sermayesi zor durumdadır, Amerika'da bile işleri giderek
zorlaşmaktadır...
Hatırlayalım; ABD'nin Çekiç Gücünü Türkiye'de barındırma hususunda
Ecevit Hükümeti yirmi günlük müddet tanırken, Necmettin Erbakan altı
aylık uzatmayı kolayca Meclis'ten geçirmiş; ama Türkiye lehine yapılan
anlaşmaların gereği uygulanınca ondan sonra Çekiç Güç bırakıp gitmek
zorunda kalmıştır. Bunu gören ABD Başkanı Clinton siyaset değiştirmiş,
Müslümanlarla iyi geçinme kararını almış ve Müslümanlara Beyaz
Saray'da iftar yemeği vermeye başlamıştır. Siyonist sömürü
sermayesinin, "dinleri yok etme siyaseti" böylece boşa çıkarılmış,
rejimler arası çatışma projeleri de Gorbaçov tarafından bitirilip
tarihe karıştırılmıştır. Siyonist sermaye, yaptıklarından dolayı ABD
Başkanı Clinton'u cezalandırmak için şeytanlığa başvurmuş ve Monika
hikâyesiyle saldırmış, ama Clinton'la başa çıkamamıştı. Ondan sonra
yapılan iki seçimi de Demokratların partisi kazandı ama mahkeme kararı
ile Bush başkanlık koltuğuna oturtuldu. Bu seçimler sermaye açısında
son derece tehlikeli geçmiştir, çünkü uyanmakta olan ABD halkı her
seçimde biraz daha Siyonizme karşı oy kullanmaktadır.
Siyonist tekel sömürü sermayesi, bu sefer mahkeme kararı ile bu seçim
sorununu çözmeyeceği korkusuyla çaresiz iki yeni oyuna başvurmaktaydı.
Birincisi, Demokrat Parti'de öyle adayları koydurdu ki, bunların
kazanma şansları hemen hemen yoktur. Hillary Clinton'un bayan olduğu
için şansı yoktu. Demokrat Parti içinde de onu devre dışı bıraktı,
çünkü o Obama'dan daha şanslı idi. Sonunda Barack Obama'yı aday yaptı
ama seçilme şansı yok gibidir; çünkü Obama hem zenci hem de
Müslüman'dır, ABD halkının onu kabullenmesi hayal bile edilemezdi. Ne
var ki evdeki plan pazara uymadı, Obama'nın seçilme ihtimali giderek
artmaya başladı.
Bu sebeple Siyonist sermaye ikinci planını devreye sokarak seçimlerde
değerlendirmek üzere 850 milyar doları ABD piyasalarına sürme kararı
aldı, ama bir türlü bozulan dengeleri düzeltip rayına oturtamadı,
faizci, sömürücü kapitalist sistemi çökmekten ve Siyonizmi can
çekişmekten kurtaramadı.
Ve işte Siyonist Yahudi Lobileri, bu süreçte Erbakan'ın rolünü çok iyi
biliyor, ama Onunla baş edemiyordu!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu mesajı şu gruba üye olduğunuz için aldınız: Google Grupları "Saadet! Şimdi!" grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : saadet_simdi@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: saadet_simdi+unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com.tr/group/saadet_simdi?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.