Ayağa Kalk Sakarya !

Ülkemizde, kürsüden gazel okuma geleneğinin kökeni çok eskilere kadar dayanır dostlar. Hâliyle kimisi ‘gök kubbenin altında baki’dir; kimisi ‘etek sarı, sen etekten sarısın’ gibi teranelerden dem vurur. Kimisi de gün dönümü kırılmalarında ‘vatanım’ der. Ama o vatanım kelâmı (söz), sakız gibi vıcık vıcık olmaktan öteye geçemez ağzında. Sahi siyasi bir hüviyetiniz olsaydı, kürsüye çıktığınızda siz ne okurdunuz? Bu soruya cevap vermek kolay olmasa gerek… Ben olsaydım, Sakarya’yı okurdum herhâlde. Adalı Leyla’ya taş çıkartanları; aksıranları, tıksıranları gördükçe ‘titre ve kendine dön’ün bir başka zamanda, bir başka mekânda tezahürü olan “Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya” dizesini haykırırdım. Çünkü “Yurtta sulh (barış), cihanda sulh.” sözünü yanlış tefsir ederek, Ankara’ya kapanıp kalan devlet adamlarımızı harekete geçirmek isterdim. Ee tabi ‘Serdengeçti’ namıyla meşhur Osman Zeki Yüksel Bey’in de işaret ettiği gibi; meclisin dönerli kapısından genimiz bozulmadan; aklımız dumura uğramadan geçmemizin mümkün olması hâlinde… Kim bilir, belki daha da ileri gidip, boyunbağımızı (kravat) da uçkurumuza bağlayıverirdik… Öyle ya, devir afra-tafra satma devri… Ciğeri beş para etmez insanların, üç-beş kuruşa aldıkları libaslarla (giysi) örtmeye çalıştıkları acınası gerçeği başka türlü nasıl açıklayabilirsiniz (izah) ki? Üstelik sırf caka satmaktan ibaret de değildir maharet. Söz gelimi tavus kuşu da epeyce fiyakalıdır. Yalnız bu fiyaka onun ‘kuş kafalı’ olduğu gerçeğini değiştirmez. Bir başka deyişle devekuşu mantığı ile hareket etmek Türk demokrasisine bir şey kazandırmaz. Kazandırmadığı gibi de, çok şeyler kaybettirebilir. Ülkenin bütünlüğü, milletin mutluluğu kaybedebileceklerimizin başında gelmektedir bize göre.

Üstad-ı fikir, mutad-ı zikir Necip Fazıl Kısakürek Bey “İdeologya Örgüsü” adlı muhteşem (super) eserinde halkın, halkçılığın; devletin nasıl olması gerektiğini anlatırken ‘asr-ı saadet’e vurgu yapar. Burada bakar-körlerin sandığı gibi bir tutuculuk, bir merhametsizlik (despotluk), yobazlık söz konusu bile değildir. Zira ilâhî yetki ile donatılan son insanın, ‘Son Peygamber’ olduğu Kur’an-ı Kerim’de ayan beyan (apaçık) ortaya konulmuştur. Kısacası yetki, halka; halkın cüzî iradesine bırakılmıştır artık. Hâl böyle olunca da, adı konulmamakla birlikte ‘tebliğ ve tahammül’ merkezli bir adalet anlayışını hâkim kılma çabası üzerine bina edilmiş bir devlet yönetimi (regime=rejim) esas alınmıştır. Bu noktada sizlerden şöyle bir eleştiri de gelebilir. Gelmelidir de… Emevîlerle başlayan saltanat yönetimi (rejim) İslâm’ın özüne ne kadar uygundur? Ki bu kırılma noktası Arapların ırkçılığa kadar gitmelerine de yol açan bir mel’un (lanetli, faziletsiz) süreçtir. Hatta İslâm öncesi Türk devletlerindeki obaların, hanları; hanların, hakanları seçtiği hatta kadınların bile söz hakkı bulunan; devrinin çok ilerisindeki toplumsal (sosyal) yapının gerilemesinin, çökmesinin sebeplerinden biri de -dolaylı yoldan olsa bile- bu Emevîli süreçtir cancağızlar. Emevîler, -Ömer bin Abdülaziz gibi muhterem insanlar istisna olmak üzere- İslâm’ın cemiyet (toplum) hayatına kattığı demokrasi eğilimli (tandans) açılımların önünü tıkamıştır. Sonrasında, 20. yüzyıla kadar devam eden bu süreci az veya çok biliyorsunuzdur sanırım.

Emevîler ve sonrasında Abbasîler dönemleri Arap-İslâm devletlerinin tek adam yönetimine geçiş devirleridir. Günümüze kadar da bu hatadan dönememişlerdir. Dönemeyince de dünya siyasetinde küme düşmüşlerdir. Bu sancılı dönemleri Müslüman Türk Devletlerinin kuruluş, yükseliş ve yıkılış devirlerini incelediğimizde bütün çıplaklığı ile görürüz. Şöyle ki Yörük, Türkmen… diye giden Türk boyları birleşip devleti kurmuşlar, ileri götürmüşlerdir. Sonrasında yağdanlık vasıflı kapıkulu tayfası (taife) devlete çöreklenmiş; “Padişahım çok yaşa!” nidaları ile yetki hırsızlığı yapmaya, halkı baskı altına almaya başlamışlardır. Ee hâliyle aslî unsur olan kurucu irade yani Türkler devletten uzaklaşmış, devletten desteklerini çekmişlerdir. Sonuçta temelleri yıkılan devlet de temelli yıkılıp gitmiştir. Türkiye’nin, hanedanlıkla yönetildiği Selçuklu ve Osmanlı dönemleri ile Cumhuriyet yönetimine geçtiği seksen beş yıllık sürede neler yaşadığı tarafsız (objektif) gözle tahlil (analiz) edildiğinde, ortaya koyduğumuz görüşlerin iddia olmaktan öteye geçtiği de görülecektir. Zira bugün malı, mülkü; şanı, şöhreti hayli yekûn tutan bir kısım zevatın (kişiler) dedelerinin ‘İstiklâl Harbi’miz yani Bağımsızlık Savaşımız sırasında nerede, hangi delikte yahut da hangi gemide (!) oldukları araştırıldığında ibretlik vakalarla (olay) karşılaşabilirsiniz. Yani dememiz odur ki Türk Devletleri Türk çocukları tarafından kurulmuş; devşirme çocukları tarafından yıkılmıştır. Bu böyle gelmiştir ama böyle gitmeyecektir. Gidemez. Yalnız, gitmemesi için de demokrasimizi arızalarından, pürüzlerinden arındırmak; yönetime Türk insanının katılımını sağlamak gerekmektedir. Devlet-Millet birlikteliği, ‘devlet-i ebed müddet’in de güvencesidir (sigorta) ayrıca.

Evet, cancağızlar! Sakarya bile şaha kalkmış, yokuş çıkarken; uyuşuk uyuşuk duran, pinekleyen insanlardan olmak istemezsiniz değil mi? O hâlde şu mevlevî dünyada Sakarya gibi akmak; Sakarya gibi çağıldamak boynumuzun borcu olmalıdır. Zaman, ayağa kalkmak; silkinip özümüze, öz değerlerimize yönelmek zamanıdır. Yol uzun, yolculuk zorlu, davamız kutlu! O hâlde, haydi kalkalım…


Aziz Dolu Atabey

azizdolu.blogcu.com

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.