İmaj nedir?
İçi doldurulamamış şeyin dışını süslemek galiba.
Kur’ân mealini konu edinen bir yazının başında "imaj"ın ne işi olabilir diye düşünenler olacaktır şüphesiz. Hemen söyleyeyim. Vaktiyle Muhammed Esed'in dilimize Kur’ân Mesajı adıyla çevrilen meal-tefsiri piyasaya arz edildiğinde de benzeri bir hava oluşturulmuştu. Oysa muhtevasındaki baskın Muhammed Abduh etkisi ve şazz zenginliği, Esed mealinin bütün imajinatif ihtişamını yerle bir eden bir unsur olarak dikkat çekiyordu. Bu hava, içinin/muhtevasının, imajinatif gücüyle hayli orantısız biçimde yetersiz kalması sebebiyle eserin şişkin/dolgun görünmesini sağlayan bir vasıta oluyor.
Mustafa İslamoğlu'nun Hayat Kitabı Kur’ân/Gerekçeli Meal-Tefsir isimli çalışmasını okumaya başladığımda benzer duygular yaşadım. Bu sadece iki eser arasındaki sistematik aynîlikten değil, istikametlerinin paralelliğinden, dillerinin yakınlığından, hatta ilkinin ikincisine kaynaklık edişinden ve yapı-bozumcu yaklaşımlarından da kaynaklanıyor olmalı. Emin olduğum bir şey var: İslamoğlu mealinde öylesine baskın bir Esed etkisi var ki, mealin üstündeki incecik İslamoğlu örtüsünü her kaldırdığınızda altından ya lafzen veya manen Esed'in çıktığını görüyorsunuz. Bu, pek çok ayetin neredeyse kelimesi kelimesine aynı tarzda meallendirilmesiyle kendisini kolayca ele veren bir aynîlik…
Bununla birlikte İslamoğlu mealine "işçilik" olarak hayli emek verildiği hemen anlaşılıyor. Burasını teslim edelim. Her ne kadar açıklamalardaki çapraz atıflar, okuyucuda "oradan oraya koşturulmak" gibi bir duyguya yol açabilecek yoğunlukta ise de, hem "meal-tefsir" yazmak, hem de bunu "gerekçeli" kılmak kaçınılmaz olarak böyle bir zorluğu doğuruyor besbelli…
Yazının daha başında, söz konusu meali karalamak için yola çıkmış ve kendince bazı şeyler de bulmuş birisi olarak görülme riskini göze alıp, vardığım sonucu sizinle paylaşmam ne kadar doğru olur? Doğrusu bu noktada tereddütler yaşamadım değil. Ortada yılların emeği, göz nuru bir çalışma var ve en azından bu gayretin görmezden gelinmesi büyük bir haksızlık olur.
Ne var ki öte yanda görmezden gelinemeyecek daha önemli bir gerçek duruyor: Yapılan iş bir "meal" çalışması ve ne kadar saygıdeğer olursa olsun hiçbir emek, Kur’ân'ın bir tek ayetinin dahi en küçük bir anlam kaymasına maruz bırakılmasına tepkisiz kalmayı mazur göstermez. Bunun, bir tek ayetin yanlış anlaşılmasıyla sınırlı bir durum olarak tolere edilemeyeceği açıktır. Zira, hem sorumluluk sahibi hiçbir mü'minin Kur’ân'ın bir ayetinin anlam kaymasına uğratılmasına (tahrifine) göz yumması mümkün değildir, hem de yapılan işin yeni bir "din tasavvuru oluşturma" çabasının bir yansıması olarak ayrıca hassasiyetle izlenmesi gerektiği açıktır. Bu noktada yaptığım işin, en azından İslamoğlu'na bu meali yazdıran hassasiyetten farklı değerlendirilmesinin benim maksadımla örtüşmeyeceğinin bilinmesini isterim…
Notlar alarak ve bütün çapraz atıfları ve referansları kontrol ederek piyasaya ilk arz edildiği zamandan okumaya başladığım bu çalışmayı henüz bitirebilmiş değilim. Elimdeki notların kabarıklığına bakılırsa, eseri okumayı bitirdiğim zaman söylenmesi gerekenler olarak gördüğüm hususları ancak bir kitapta toplayabileceğim. Bununla birlikte Hayat Kitabı Kur’ân'la ilgili bazı notları, Rıhle okuyucularıyla önceden, bir dergi yazısının sınırları ne kadarına elveriyorsa o kadar paylaşayım istedim.
Not alırken yaptığım basit taksimat bu yazının da sistematiğini oluşturacak: Yanlış/zorlama çeviriler, Gereksiz/Uygunsuz ifadeler, Yanlış hükümler, Teknik arızalar, Yetersizlikler. Ancak bu başlıkların tümünü buraya yansıtmadığımı ve zikredeceğim hususlar arasında önemli-önemsiz sıralaması yapmadığımı belirtmeliyim. En baştan, Fâtiha suresinden başlayarak bir dergi yazısının sınırlarını fazla zorlamadan gidebildiğimiz kadar gidelim ve nelerle karşılaşmışız, görelim:
I. Yanlış/Zorlama çeviriler
1. 1/el-Fâtiha, 4. ayetini, "(Rabbimiz!) Yalnız sana kulluk ettiğimiz için yalnız senden yardım isteriz" şeklinde meallendiren yazar, bunun gerekçesine ilişkin notta "Vav'ın ta'lîl vurgusuyla" diyor.
Burada iki problem dikkat çekiyor:
A. "İyyâke na'budu" ve "İyyâke nesta'în" cümleleri arasındaki "vav" harfinin "ta'lil" vurgusuna sahip olduğu, İslamoğlu'nun keşfidir ve daha önce herhangi bir müfessir tarafından –bildiğim kadarıyla– ileri sürülmemiştir. Esasen nahivciler de "vav" harfini illet ifade eden harfler/edatlar arasında saymamışlardır.
(Aranot 1: Burada bir noktaya dikkat çekelim: İbni Hişam Muğnil-Lebib'de "vav"ın anlamlarını zikrettikten sonra bir eleştiri notu olarak el-Hârzenci'nin mansub (edatla nasb edilmiş) fiillere dâhil olan "vav"ın "lâm-ı ta'lil" anlamında olabileceği yönündeki görüşünü aktarır ve tenkit eder. Zikrettiği örneklerdeki "vav"ın "lâm-ı ta'lil" anlamında değil, "maiyyet" anlamında olduğunu belirtir. Bkz. Muğni'l-Lebîb: IV, 373-4.
Kaldı ki, el-Hârzenci'nin tenkit edilen bu görüşü doğru kabil edilse bile, İslamoğlu'nun buradaki iddiasına gerekçe teşkil etmez; zira el-Hârzenci, mansub fiillere dahil olan "vav"dan bahsederken, bu ayetteki "vav" ismin/zamir-i munfasılın başına dahil olmuştur.
Ayrıca el-Hârzencî'nin burada kastettiği ta'lilin içeriği İslamoğlu'nun anladığının tam aksidir. İslamoğlu "vav"ın ta'lilini, "ma'lülün illete atfı" şeklinde anlarken, el-Hârzencî tam aksine "illetin malüle atfı"ndan bahsetmektedir.)
B. İslamoğlu'nun bu "gerekçe"si, illet-ma'lul ilişkisini göz ardı ettiğini veya gereği gibi kavrayamadığını gösteriyor ki, Allah Teâlâ’nın bize ne dediğini anlatma iddiasında olan bir meal yazarı için her ikisi de hoş görülemeyecek arızalardır. Ma'lul'ün varlığı, illetin varlığı üzerine deveran eder. İllet varsa ma'lul vardır, illet yoksa ma'lul de yoktur.
Üzerinde durduğumuz ayetlerde ise illet-ma'lul ilişkisi şöyle kuruluyor: Yalnız sana ibadet ettiğimiz için (illet), yalnız senden yardım isteriz (ma'lul). Bu durumda, illet-ma'lul ilişkisi gereği şunu söylemek durumundayız: Allah Teâlâ’dan başkasına şu veya bu şekilde/gerekçeyle ibadet edenler, Allah Teâlâ’dan yardım istemezler! Ya da mü'minler yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet ettikleri için, Allah Teâlâ’dan başkasından yardım istemezler!
Yukarıdaki kurguların ikisi de yanlıştır. Allah Teâlâ’dan başkasına kulluk edenler, söz gelimi halıkiyet vasfını Allah Teâlâ’ya tahsis ettikleri halde ulûhiyet ve/veya rubûbiyet özelliklerini başka varlıklara atfedenler, bu tutumlarıyla Allah Teâlâ’dan başkasına kulluk ettikleri halde yardım isteme mercii olarak Allah Teâlâ’nın görülmesini reddetmezler, fiilen de O'ndan yardım talebinde bulunurlar.
Keza kulluğu yalnızca Allah Teâlâ’ya arz eden mü'minler, günlük hayatlarında başka varlıklardan da yardım talebinde bulunurlar. Hastanın doktora gitmesi de, ağır bir yükün altına giren birisinin, başkasının kas gücünden yardım alması da bu çerçevededir.
Bu mealin "gerekçesi" sadedinde yer verilen, "Yardım edenin gerçekte sadece Allah olduğunu bilenler, sadece Allah'tan yardım isterler. Zımnen: Duanın kıblesini Allah'tan başkasına çevirmek, ona kulluk etmek demektir. İbadet Allah'ın razı olduğunu yapmak, ubudiyet Allah'ın yaptığından razı olmaktır…" cümleleri, ayet hakkında "tefsir" olarak kabul edilebilir belki, ama kesinlikle ayetteki "vav"a illet vurgusu yükleyerek verilen anlamı makbul kılmaz, mazur göstermez!
Bu meal tarzı sadece bu sebeplerle değil, mü'minlerin, Allah Teâlâ’ya ibadet etmek için dahi O'ndan yardım istemek durumunda oldukları gerçeğini örttüğü için de hatalıdır.
"Mü'min" olmak mı, "mü'minlerle" olmak mı?
2. 2/el-Bakara, 8: "İnsanlardan öyleleri de var ki, "Allah'a ve âhiret gününe inandık" derler; ama onlar mü'minlerle değiller."
Bu meale düşülen notta da şunlar söylenmiş: "Veya bâ'nın maiyet vurgusuyla: "mü'minlerle beraber değiller". Bir özneden bir eylemi fiille değil de ism-i faille nefyetmek, onun sıfatından değil, zatından ve cevherinden dışlamaktır. Buna nefyin haberinin bâ ile gelişi de ilave edilirse şu anlama ulaşılır: "Onlar, özden inanma imkânlarını tercihleriyle tüketmişler, bunun üzerine Allah da onların inanma ihtimallerini ortadan kaldırmıştır…"
İlgili ayetin üstüne bu kadar açıklama yapacak kadar düşmüş birisinin, yanlışın üstünden geçip gitmesi ve ilgisiz açıklamalarla meseleyi adeta boğuntuya getirmesi anlaşılır gibi değil.
Burada "mü'minlerle değiller" diye çevrilen kısım, "ve mâ hüm bi mü'minîn"dir. İmdi;
A. Bâ harfine "maiyet vurgusu" yüklenmedikçe bu anlama ulaşılması imkânsız olduğu halde "gerekçe" kısmında farklı birşey söylüyor gibi yapmak sırıtıyor!
B. Bâ harfine burada maiyet vurgusu yüklemek doğru değil. Doğrusu; buradaki "bâ"nın tekit ifade ettiğini söylemektir. İslamoğlu'nun çevirisine kulak asacak olursak, yaratma ve takdir etme konusunda hiçbir gücün Allah Teâlâ'nın kudretinin önüne geçemeyeceğini ifade eden "Ve mâ nahnu bi mesbûkîn"[1] ayetinin, "Biz, önümüze geçenlerle değiliz" şeklinde anlaşılması gerektiğini söyleyeceğiz!! Yahut öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden müşriklerin –aynı formda gelen–, "Ve mâ nahnu bi meb'ûsîn"[2] ve "Ve mâ nahnu bi münşerîn"[3] ayetlerinin "Biz diriltileceklerle birlikte değiliz" ve "Biz neşrolunacaklarla birlikte değiliz" dediğini kabul etmemiz gerekecek…
"El" ailesi!
3. 2/el-Bakara, 21. ayetinin, "Ey insanlık ailesi" diye başlayan mealine şöyle bir not düşülmüş: "Eyyuhâ bir kalıp ifadedir. Hatibin muhatabı "aile" olarak gördüğü durumlarda kullanılır (İtkân, II, 181)."
Bu "gerekçe"yi okuyanların aklına hemen "Yâ eyyuhe'n-Nebî…"/"Yâ eyyuhe'r-Resûl…" diye başlayan ayetlerin gelmemesi mümkün değil. Acaba Efendimiz (s.a.v) "tek başına bir aile" olarak mı ifade buyurulmuştur?!
Mesele şu: İmam es-Süyûtî, Kur’ân'da geçen harflerin (edatların) anlamları üzerinde dururken "Ey" nida edatının vecihleri/fonksiyonları üzerinde duruyor. Bunlardan birisi de "elif-lam" takısı almış (ma'rife) kelimenin müsemması olan muhataba hitapta köprü görevi üstlenmesi; "Yâ eyyuhe'n-nâs, Yâ eyyuhe'n-Nebî" cümlelerinde olduğu gibi. Yani bu nida edatı, başında "lâm-ı ta'rif" bulunan kelimenin öncesine geldiğinde "eyyuhâ" formuna evriliyor.
İslamoğlu buradaki "lam-ı ta'rif"i anlatan "el"i (elif-lam harflerini) "Âl" (:aile) diye okuyunca ortaya, böyle bir garabet çıkıyor. Başına "eyyuhâ" edatı gelmiş kelimeler ister tekil, ister çoğul olsun "aile" oluşturuveriyor ve bu, bütün meal boyunca devam ediyor!..[4]
"İman etmek", "imana ulaşmak", "mü'min olmak"
4. 2/el-Bakara, 24'deki "Fe in lem tef'alû ve len tef'alû…" şöyle meallendirilmiş: "Ama eğer şimdiye kadar (bunu) yapamadınızsa, bundan böyle de asla yapamayacaksınız demektir…"
Kur’ân, bir suresinin benzerini getirmeleri konusunda kâfirlere meydan okuyor. Meali zikredilen ayetin evvelinde şöyle buyuruluyor: "Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân'dan şüphede iseniz, haydi onun gibisinden bir sure meydana getirin ve Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın. Eğer (sözünüzde) sadıksanız bunu yapın." Bu meydan okuyucu çağrının arkasından da şöyle buyuruluyor: "Eğer bunu yapamazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız–, o halde yakıtı insanlarla taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının."
İslamoğlu'nun meallendirme tarzında, kâfirlerin çağırıldıkları şeyi ilkin yapamamış olması, daha sonra da yapamayacaklarının delili kılınmış. "… şimdiye kadar (bunu) yapamadınızsa, bundan böyle de asla yapamayacaksınız demektir…" ifadesi, şart ve cevap cümleleri olarak birbirine bağlanmış mürekkep bir cümle. Oysa ayette, başında şart edatı olan "in"in yer aldığı cümle devam ederken "ve len tef'alû" (ki hiçbir zaman yapamayacaksınız) şeklinde bir cümle-i i'tiraziyye geliyor (başındaki "i'tiraziyye vavı" bunu açıkça gösteriyor), ve bunun arkasından şartın cevabı "fe" ile başlayan "fe'ttekû'n-nâr…" cümlesi yer alıyor. Şart ve cevabının atlanmasıyla ve dahi "gelecek zamandaki olumsuzluğu anlatan "len" edatının vurgusunun da işlevsizleştirilmesiyle ortaya çıkan bu çeviri hatası, hiç yoktan ortaya bir sebeb-müsebbeb ilişkisi çıkarıyor! Sanki Allah Teâlâ, kâfirlerin, Kur’ân'ın bir benzerini getiremeyeceklerini, şimdiye kadar getirmemelerine bakarak anlamış gibi!! "Yapamadınız, yapamayacaksınız da" ile "Yapamadınız, demek ki yapamayacaksınız" arasındaki farkı fark etmek için özel bir çaba gerekmiyor…
5. 2/el-Bakara 25'teki "Ellezîne âmenû"yu "İmana ulaşanlar" olarak çevirmek nasıl bir gerekçeye dayanır? (Esed: "İmana ermiş olup …") "Gerekçe kısmında" zikretmediği için İslamoğlu'nun bu çevirisinin hikmetini anlama imkânından mahrumuz. Ama bir husustan eminiz ki, "imana ulaşmak" ile "iman etmek" aynı şey değildir. "İmana ulaşmak", iman götüren verilere ulaşmak, imanı tanımaktır; belki iman etme sürecinin başlangıcıdır. "İman etmek" ise kalbî bir itminanla iman edilecek umdeleri tasdik ve ikrar etmektir; imanın kalbe yerleşmiş olması halidir yani. "Eve varmak"la "evin içinde olmak" arasındaki fark gibi…
Her ne kadar İslamoğlu 4/en-Nisâ, 136. ayetine düştüğü notta et-Taberî'yi referans göstererek Kur’ân'ın "ellezîne âmenû" formu ile "mü'minûn" formunu farklı anlamlarda kullandığını söylerse de, et-Taberî, 4/en-Nisâ 136. ayetinin tefsirinde tamamen farklı şeyler anlatır. Orada söylediği kısaca, "Ey iman edenler, (…) iman edin" ayetinin, kendi kitaplarına iman ettikleri iddiasındaki Ehl-i Kitab'ın, bu iddialarında doğru olabilmeleri için Kur’ân'a ve Efendimiz (s.a.v)'e de iman etmeleri gerektiğidir.
Kur’ân'ın "ellezîne âmenû" formu ile "mü'minûn" formunu farklı anlamlarda kullandığı iddiasının bizzat Kur’ân ayetlerindeki kullanımdan delillendirilmesi mümkün değildir. Zira pek çok ayette bu iki formun bir arada ve aynı zümreyi anlatmak üzere geçtiğini biliyoruz. Aşağıda bunların küçük bir dökümü verilmiştir:
* "Ey iman edenler (ellezîne âmenû)! Allah'ın size helal kıldığı temiz şeyleri (siz) kendinize haram kılmayın. Aşırı da gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah'ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz (mü'minûn) Allah'tan korkun.[5]
* "İman edip (ellezîne âmenû) hicret eden ve Allah yolunda cihad edenlerle onlara kucak açıp yardım edenler var ya, işte gerçek mü'minler (mü'minûn) onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır."[6]
* Mü'minler (mü'minûn) o kimselerdir ki, Allah'a ve Peygamberi'ne iman etmişlerdir (ellezîne âmenû). Onlar o Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken O'ndan izin istemedikçe bırakıp gitmezler…"[7]
Bu örnekler, İslamoğlu'nun bu keşfinin, Kur’ân tarafından desteklenmeyen bir "farklılık arayışı" çabasının ürünü olmaktan başka bir anlam taşımadığını ortaya koymaktadır.
Ama bu maddenin başındaki soru hâlâ geçerliliğini koruyor: "ellezîne âmenû" niçin "imana ulaşanlar" demektir?
6. 2/el-Bakara, 34: "İşte o zaman meleklere demiştik ki: "Âdem(oğlu) için emre âmâde olun. İblis hariç hepsi emre âmâde olmuştular." (Aynı emri, buradakiyle aynı lafızlarla geldiği başka yerlerde, mesela 17/el-İsrâ, 61'de ise "Adem'e secde edin" diye, 7/el-A'râf, 11'de –kendi tabiriyle "lam-ı leh vurgusuyla"– Âdem(oğlu) lehine emre âmâde olun" diye çevirmesinden hasıl olan garabet üzerinde durmuyorum.) (Esed: "Sonra Meleklere "(Haydi!) Adem'in önünde yere kapanın" dediğimizde…")
Bu meallendirmede dikkatimizi çeken husus, "secde" emrinin "emre amade olmak" şeklinde verilmesi. Acaba meleklerin Hz. Adem (a.s)'ın veya Ademoğlunun emrine amade olması İslamoğlu için ne ifade ediyor? "Emre amade olmak" tabiri, birinin emri altına girmeyi, her emrini yerine getirmeye hazır olmayı ve emrinden çıkmamayı ifade eder. Meleklerle insan arasında böyle bir ilişki mi var?..
Adem'e secde'nin bir "ibadet secdesi" değil, "tahiyye secdesi" olduğunu ve bizzat ibadet secdesinin mercii tarafından emir buyurulduğunu söylemek varken bu saçma sapan tekellüfün mantığı nedir?..
"Namaz" mı, "dik durmak" mı?
7. 2/el-Bakara, 45'deki "sabır" ve "namaz"ın nasıl olup da "direnme"ye ve "dik durma"ya dönüştüğü gerçekten merak konusu. Kök anlamlardan yola çıkarak ıstılahları keyfemâyeşâ sıradan kelimelere dönüştürmek sadece yanlış değil, aynı zamanda "tehlikeli"dir!
(Aranot 2: İlginçtir, "salât"ın kök anlamına indirgenerek sıradanlaştırılması sonucu ne türlü garabetlerin ortaya çıktığını, "Kur'anî namaz ya da dinin direği nasıl yıkılır?" tarzındaki ara başlık altında Hint Kur'aniyyun ekolünden yaptığı ironi dolu aktarımlarla anlatan da İslamoğlu'ndan başkası değil! (Bkz. Üç Muhammed, 188 vd.)
Öte yandan bu ayette sabır ve namazla Allah Teâlâ'dan yardım istemesi tavsiye edilenlerin kime "direnmeleri" ve hangi olay karşısında "dik durmaları" istenmektedir? İsrailoğulları'na hitapla başlayan ayetler arasında yer alan bu ayet kime hitap etmektedir? Akıp giden bağlam esas alınacak olursa hitabın İsrailoğulları'na yönelik olarak kabul edilmesi mümkün. Eğer bu doğruysa, İsrailoğulları kime ve neye karşı direnerek ve dik duruş göstererek Allah Teâlâ'dan yardım isteyecektir? Şayet hitap Medine'de hakimiyeti ellerinde bulunduran Mü'minler'e ise, hangi baskı karşısında direnip dik duruş sergileyeceklerdir?..
Kök anlamından yola çıkarak herhangi bir kavrama farklı yerlerde farklı anlamlar yüklemek bir noktaya kadar ve belli kıstaslar çerçevesinde kabul edilebilir. (Bu kıstasları kabaca kök anlam/bağlam ilişkisi, fasih Arapça’daki kullanım, nakil/rivayet unsuru olarak çerçeveleyebiliriz.) Ancak yapısı gereği anlamı “tahsis ve tayin edici” özelliğe sahip olduğunu göz ardı ederek kavramları bu örnekte gördüğümüz tarzda yerinden oynatmak, başka değil, sadece "tahrip"le sonuçlanacak bir eylem olacaktır.
İşbu "salât" kelimesi İslamoğlu mealinin en fazla tahrip ettiği kavramlardan birisi olarak üzerinde özel olarak durulmayı hak ediyor. Aşağıda Yetersizlikler arabaşlığı altında bu nokta üzerinde kısaca duracağım.
Allah'a saygı duymak
8. Aynı ayetteki "hâşi'în" kelimesinin "Allah'a saygı duyanlar" olarak çevrilmesi, evvelindeki operasyon ile birlikte ele alındığında ayrı bir "inşa" faaliyeti olarak dikkat çekiyor. Buradaki "huşû’" mü'min şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası olarak namaz dışında da mevcut olması gereken, ama namaz içinde zirve noktasına ulaşan bir "hal"dir ki, kısaca "kemal-i tevazu ile Yüce Allah'ın emirlerine boyun eğmek, el-Mütekebbir'in huzurunda mütezellilane boyun eğmek" anlamlarını muhtevidir. Bu anlamda sadece Allah Teâlâ'ya karşı arz-ı ubudiyet bağlamında kullanılabilir. Dolayısıyla mü'min, Allah Teâlâ dışındaki hiçbir güç sahibine, hiçbir otorite ve makama "huşu" duymaz. Bunu, bu kelimenin Kur’ân'da sadece Allah Teâlâ'nın kudreti, azameti, celali ve büyüklüğü karşısında insanın yaşadığı, yaşayacağı, yaşaması gereken tezellül, korku ve inkıyad hali olarak geçiyor oluşu da güçlü biçimde desteklemektedir. Bu öyle bir "hal"dir ki, el-Buhârî'nin naklettiği Kays b. Ubâd rivayetinde olduğu gibi[8] insanın yüzüne yansır.
Hadis metinlerinde de bu kelimenin bu anlam dışında kullanıldığını görmek mümkün değil.[9] Efendimiz (s.a.v), kendisinden sonra ilmin alınıp kaldırılacağını haber verdiği zaman Sahabe, Kur’ân'ı kendilerinin okuyup, kadınlara ve çocuklara da okutup öğrettikleri halde ilmin nasıl olup da kaldırılacağı sorusuna, Tevrat ve İncil'in de Yahudi ve Hristiyanların elindeyken onlara bir fayda sağlamadığını hatırlatarak mukabele etmişti.[10] Büyük sahabî Ubâde b. es-Sâmit'in, bu hadisin ne anlama geldiği sorulduğunda, "İnsanlardan ilk kaldırılacak olan ilmin "huşu" olduğunu söylemesi[11] anlamsız değildir. Zira huşu, kalbin amellerinden olarak belli bir hususiyeti olan bir kavramdır.
Bu sebeple kimse kimseye saygı duyduğu için ağlamaz, ama kul Rabbinden huşu duyduğu için gözyaşı döker. Kimsenin kimseye "saygı"sı yüzüne ve genel ahvaline yansımaz, ama "huşu" sahibi bir kulun bütün davranışlarında bunun izini görmek mümkün olur. Huşu kalp kaynaklı olmakla ancak gönüllü yaşanabilecek bir "hal" iken; insan içinden gelmeyerek de saygı duyabilir. Ve nihayet saygının varlığı için sevgi şart değildir; ama mahabbetsiz bir huşudan söz etmenin imkânı yoktur!..
Elmalılı merhumun huşu hakkında yaptığı –yazıyı uzatmamak için buraya almadığım– nefis açıklamanın[12] mutlaka okunması gerektiğini söyleyerek, huşu hakkındaki bu kısa izahatın üstüne, ilgili ayetin mealini tekrar okumanın, nasıl bir yapı-bozumu operasyonu ile karşı karşıya olduğumuzun anlaşılmasına yardımcı olacağını söyleyebiliriz:
"Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Elbette bu, huşu sahiplerinden başkasına ağır gelir.
"Direnerek ve dik durarak yardım isteyin. Ancak bu, Allah'a saygı duyanlardan başkasına ağır gelir."
9. Aynı ayete düşülen notta, "salat" kelimesiyle üç şeyin de kastedilmiş olabileceği söyleniyor ve bunların, şer'î manası olan "namaz", sözlük manası olan "dua", kök manası olan "dik duruş" olduğu belirtiliyor.
Bu ayette geçen "salat" kelimesinin bu anlamlardan hangisinin karşılığı olduğunun delili, karinesi nedir? sorusunun meal yazarında bir karşılığı var mıdır, bilemem; ama meale yansıyan "dik duruş" olduğuna göre, yazar nezdinde ağır basan ihtimal belli ki o. Ancak İmam et-Taberî'nin de vurguladığı gibi, sözden anlaşılan zahir anlamın, sıhhatine delil bulunmayan batın anlama feda edilmesi caiz değildir. Bunu yaptığınız zaman ortaya çıkan kaygan zeminde ne "huşu"yu, ne namazla ilişkisini, ne de Efendimiz (s.a.v)'in sıkıntılı durumlarda namaza koşmasını/iltica etmesini izah edebilirsiniz. Geriye, zihninizi yapı-bozumuna uğratmasına izin verdiğiniz meal yazarının yorumlarına/anlayışına teslim olmaktan başka bir seçeneğiniz kalmaz!
İşbu "salât"a "dik duruş" anlamını giydirebilmek için İslamoğlu'nun özel bir çaba sarf ettiği görülüyor. Söylediklerinden, kelimenin kök anlamında mevcut bir vurgunun öne çıkarılmasından ibaret bir tesbit olduğu izlenimi ediniliyor. Ancak gerek Kur’ân'ın bu kelimeye verdiği anlamlarda, gerekse İslamoğlu'nun kelimenin kök anlamı için zikrettiği kaynaklarda böyle bir hususa rastlamak mümkün değildir. Burada "operasyon" şöyle yürüyor: Önce "salât" kelimesinin kökünü teşkil eden "salâ"nın anlam örgüsü içinde "dik durma"yı sağlayan "omurga"nın varlığı tesbit ediliyor. Arkasından, omurganın insanı dik tutmasına gönderme yapılarak, namazın da insanın dik durmasını sağlayan bir ibadet olduğu sonucuna ulaşılıyor. Sonra "salât" kelimesinin geçtiği muhtelif yerlere, meal yazarının uygun gördüğü kök anlam unsurları yerleştiriliyor.
Bu "operasyon"un karakteristik özelliğini oluşturan "omurga-namaz-dik duruş" ilişkisinin izini sürmek üzere sözlüklere müracaat eden merak sahiplerini burada da enteresan "sipariş"ler bekliyor. Söz gelimi 20/Tâ-Hâ, 14'e düşülen 3 numaralı notta, bu ilişki için Lisânu'l-Arab ve Tâcu'l-Arûs'tan tesbit edilen kök anlam şöyle veriliyor: "Salât'ın türetildiği kök anlam olan es-salâ, insanın baş kökünden kuyruk sokumuna kadar dik durmasını ve oturmasını sağlayan omurgasına veya oyluklarına verilen isimdir."
Burada geçen ve "bacağın, dizden kalçaya kadar olan kısmı"nı anlatan oyluk/uyluk anlamı, "omurga"nın yanında ancak ikincil bir unsur olarak zikredilmiştir. Zira meal yazarının "salât" kelimesinin izahını yaptığı hemen her yerde önde olan "omurga" metaforu ve buradan elde edilen "dik duruş" kalıp-ifadesidir (Bkz. 20/Tâ-Hâ, 14'e düşülen 3 numaralı not; 87/el-A'lâ, 15'in 15 nolu notu).
Sözlüklere (İslamoğlu'nun zikrettiklerine ve diğerlerine) "durum nedir" diye baktığınızda, bu "operasyon" ile ilişkili olarak görebileceğiniz anlam şudur: "Salâ", insanın ve dört ayaklıların sırtının ortası; kalçadan aşağısı, hayvanın kuyruğu ile anüsü arasındaki bölge, kuyruğun sağında ve solunda bulunan bölgeler.[13]
Acaba "salat" kelimesinin kök anlamları arasında İslamoğlu niçin bunları "namaz" ve "salavat" kavramlarını buharlaştıracak tarzda öne çıkarır da diğer kök anlam unsurlarına hiç iltifat etmez? Yukarıdakilere ilaveten, ateşe atmak, ısıtıp şekil vermek, zarar vermek… gibi unsurlar da kelimenin kök anlamı içinde zikredilmektedir.
Görebildiğim kadarıyla İslamoğlu, kelimelerin kök anlamlarıyla iştigal etmeyi, onlardan yola çıkarak yeni anlamlara ulaşmayı eğlenceli buluyor. Bunun, okuyucu nezdinde meal yazarının "dile vukufiyeti" konusunda güçlü bir kanaat oluşturacağı açıktır ve meal yazarı da bunun farkındadır. Buna bir yere kadar tolerans gösterilebilir. Ancak iş gelip "kavramlarla oynama" sınırına dayandığında, bu "eğlence", hem meal yazarı, hem de okuyucular açısından "tehlike" anlamı ifade etmeye başlar. İlk akla geliveren örnek, "salavat" kelimesidir. Sahih hadisler, "Allah ve melekleri Nebi'ye salat eder. Ey iman edenler! Siz de O'na teslimiyetle salat ve selam getirin"(33/el-Ahzâb, 56) ayeti nazil olduğunda Sahabe'nin, bu salatın nasıl yapılacağını sorduğunu, Efendimiz (s.a.v)'in de buna, "Şöyle deyin: Allâhümme salli alâ Muhammedin…" buyurarak mukabele ettiğini haber veriyor.
Şimdi siz bu hadisleri görmezden gelerek "salavat"ın anlamlarından birisine abanırsanız, yaptığınız iş sadece bazı insanlara "meğer Peygamber'e salat-u selam getirmek diye birşey yokmuş" dedirtmekle yahut mü'minlerin, Peygamberlerinin adı anıldığında ona ta'zimle salat-u selam getirme hassasiyetini kaybettirmekle sınırlı kalmaz; Hz. Peygamber (s.a.v) ile ümmeti arasındaki ilişkinin mahiyetine, dolayısıyla "Peygamber "algısı"na kadar uzanan bir süreci başlatır! Ümmet'in Peygamber'iyle ilişkisinde zaman içinde kimi arızalar vuku bulmuş olabilir, kimi hassasiyetler zamanla etkisinden bir şeyler yitirmiş olabilir. "Peygamber'e salat-u selam getirme" anlayışının içinde O'nun sünnetinin ihyası ve hassasiyetle yaşanması da vardır. Burada meydana gelmiş bir arıza söz konusuysa, bunun tamiri "Sünnet bilinci"nin temel unsurlarından birine ilişmekle kaim değildir. Salevatın kök anlamlarıyla ilişkisini kurarken, müsteşriklerin yapı-bozucu faaliyetleriyle paralel seyreden bir edayla terim anlamını berhava etmek yerine, bizzat Efendimiz (s.a.v) tarafından tesis edilmiş yapıyı tahkim etmek temel amaç olmalıdır…
"Yakîn" mi, "kesin gözüyle bakmak" mı?
10. Bir sonraki ayetin, bu ayete "Ama" ile bağlanmasındaki sırr u hikmeti ben anlamadım, anlayan varsa izah ediversin: "Direnerek ve dik durarak yardım isteyin! Ancak bu, Allah'a saygı duyanlardan başkasına ağır gelir. Ama (Allah'a saygı duyanlar), Rablerine kavuşacaklarına ve sonunda O'na döneceklerine kesin gözüyle bakarlar."
Son cümleye dikkat ettiniz mi? "Allah'a saygı duyanlar, Rablerine kavuşacaklarına ve sonunda O'na döneceklerine kesin gözüyle bakarlar." İnsan hangi durumlarda bir işe kesin gözüyle bakar? Elimizde "delil/hüccet değil de, sadece "karine"lerin bulunduğu durumlara, mesela hastanın iyileşeceğine, yağmurun yağacağına, beklenen otobüsün falan saatte geleceğine… kesin gözüyle bakarız. İncelik şurada ki, ne hastanın iyileşeceğinden, ne yağmurun yağacağından ne de otobüsün beklediğimiz saatte geleceğinden yüzde yüz nisbetinde emin olamadığımız için, beklentimizin gerçekleşeceğine kesin gözüyle bakarız.
"Kesin gözüyle bakma" cümlesi, hakkında kullanıldığı her işte bir "beklenti"nin olduğunu, ama küçük de olsa bir yanılma/aksama payı bulunduğunu ve bundan kaynaklanan "emin olamama" durumunu anlatır. Bunun sebebi, sonuç hakkında önceden yapılmış bir açıklamanın, duyurunun ve verilmiş bir garantinin bulunmamasıdır.
Dolayısıyla Allah'a saygı duyanların O'na döneceklerine kesin gözüyle bakmaları ile, huşu sahibi mü'minlerin ahirete yakînen iman etmeleri arasında en az iman ile şüphe arasındaki kadar fark vardır!..
Bataklık meselesi
11. 2/el-Bakara, 50: "Bir zaman da suyu sizin için açmış…" İslamoğlu bu ayete düştüğü notta şöyle diyor: "Kur’ân'da İsrailoğulları'nın geçip Firavun'un boğulduğu bu su "bahr" ve "yemm" olarak anılır. Arapça olan "bahr" Arapça olmayan "yemm" ile birlikte düşünülmelidir. Eski Ahid'in İbranice metninde bu su "Yem Suf" olarak geçer. "Saz Denizi" anlamına gelen bu ibareyi Kutsal Kitap yorumcuları Kızıldeniz olarak yorumlar. Fakat "saz" bitkisi yalnız tatlısu bataklıklarında yetişir. Sonraki yorumculara göre bu yerin Mısır'ın kuzeydoğusunda sığ bir göl ya da Kızıldeniz'in hemen kuzey ucu ile daha kuzeydeki göller arasında o dönemde var olan su yolu üzerinde bir saz bataklığı olduğu sanılır. Olay Eski Ahid'de anlatılırken Musa'nın elini denizin üzerine uzatması üzerine bütün gece çok güçlü bir biçimde esen batı rüzgârının denizi kara hâline getirdiği ifade edilir. Boğulma olayının "saz denizi" adı verilen tatlısu bataklığında gerçekleştiğini Tâhâ 78 zımnen teyit eder."
Burada gördüğümüz "gerekçe"yi İslamoğlu'nun "Yahudileşme temayülü" olarak ifade ettiği durumun şümulüne sokabilir miyiz? Kararı siz verin:
A. Burada bir Kur’ân ayeti, Tevrat esas alınarak, hatta Tevrat'ın kendisi değil, kimi "yorumları" esas alınarak yorumlanıyor; üstelik bu, Kur’ân'ın izin verdiği/mümkün kıldığı bir zemin üzerinden değil, tamamen "bahr" ve "yemm" kelimelerine bir kısım Tevrat yorumcularından bulunan karşılık temel alınarak yapılıyor.
B. Söz konusu yorumları "kesinliği ispatlanmış veriler" olarak görebilir miyiz? Konu üzerindeki tartışmaların sonuçlandırılamamış olması bu soruya olumlu cevap verilmesini imkânsızlaştırıyor. (Aradan geçen binlerce yıllık zaman, bu tartışmaların sonuçlandırılmasının önündeki en büyük engeldir.) Yem Suf (Yam Suph) ifadesinin ne anlattığının kesin biçimde tesbit edilememesi bu problemin merkezini oluşturuyor. Bu ifadenin "Kızıl Denizi" mi (Red Sea), yoksa herhangi bir "saz denizi"ni mi (Sea of reeds) anlattığı, yahut bunların hiç biri olmayıp, sadece bir bölge adı mı olduğu hala tartışılmaktadır. Hatta tartışılan sadece bu da değil. Yem Suf'un yeri üzerinde de sonuç alınması mümkün görünmeyen spekülasyonlar bulunduğunu biliyoruz.
Bu ayeti Tevrat yorumlarını esas alarak anlamlandırmak zorundaysak işin içinden çıkmamız mümkün değil. Zira o yorumlar içinde İsrailoğulları'nın Hz. Musa (a.s) liderliğindeki göçte izlediği güzergâhının Akdeniz kıyısı olduğunu söyleyenlerden, denizin geçildiği yerin bugünkü Akabe Körfezi olduğunu söyleyenlere kadar birbiriyle uzlaştırılması mümkün olmayan bir yığın yorum ve tahmin var. [15]
Burada gözden kaçan daha önemli bir husus var: İslamoğlu'nun da parantez içi ifadelerle kabul ettiği gibi, İsrailoğulları'nın Hz. Musa (a.s) önderliğinde Mısır'dan ayrıldıktan sonra Filistin toprağına gitmek üzere izledikleri rota üzerinde Sina Dağı da bulunmaktadır. Taşkınlık yaptıkları için "üzerlerine kaldırılan" dağ budur.[16] 7/el-A'râf, 163, İsrailoğulları'na konan Cumartesi yasağını anlatırken, onların bir sahil şehrinde bulunduğuna dikkatimizi çeker. Burası Kızıldeniz'i geçtikten sonra konakladıkları bir yer olması hasebiyle Sina Dağının, Kızıldeniz'in batı çatalına bakan tarafında bir yer olmalıdır. İsrailoğulları'nın izlediği güzergâh Kızıldeniz değil de İslamoğlu'nun iddia ettiği gibi Kızıldeniz'in kuzeyi olsaydı, İsrailoğulları'nın Sina Dağı'nın eteğine gelmek için anlamsız biçimde rotayı güneye çevirip oldukça derin bir kavis çizmeleri gerekirdi. Zira Sina Dağı'nın bulunduğu yer, Sina yarımadasının güney ucudur. İslamoğlu'nun öngörüsü ise İsrailoğulları'nın rotasının çok daha kuzeyden geçmesini gerekli kılmaktadır. Üstelik Cumartesi yasağı meselesinin geçtiği "deniz"in neresi olduğu sorusunun cevabı da burada havada kalmaktadır…
"Yemm" meselesine gelince, İslamoğlu bu kelimenin Arapça olmadığını söylemekte ve buradan hareketle "Yam Suph" meselesini gündeme getirerek bataklığa saplanmaktadır. Bu kelimenin Süryanice'den Arapça'ya geçtiği şeklinde bir görüş mevcuttur.[17] Bu görüş doğru olsun ya da olmasın, bunun meselemize herhangi bir etkisi yoktur. Yapılacak iş, Kur’ân'ın onu nasıl bir anlam yükleyerek kullanıma soktuğunun tesbitidir.
Kur’ân'da, Hz. Musa (a.s)'ın annesinin onu bir sandığın içine koyarak suya bıraktığını, sonra da suyun onu kıyıya taşıdığını anlatan ayette işbu "yemm" kelimesi geçmektedir.[18] İslamoğlu kendisini bataklığa sürükleyen temayüle kapılmadan önce bu ayeti dikkate almış olsaydı belki sahil-i selamete çıkma şansını yakalayacaktı. Hz. Musa (a.s)'ın içine konulduğu sandığın bataklığa bırakılması ve bataklığın da onu kıyıya taşıması söz konusu olmayacağına göre, İslamoğu'nun "yemm" kelimesi hakkındaki yorumunun da yine sadece "farklılık arayışı" olduğunu söylemek gerekiyor.
"Kendinizi öldürün!"
12. 2/el-Bakara, 54: "Hani Musa kavmine demişti ki: "Ey kavmim! İyi bilin ki siz buzağıyı peydahlamakla kendi kendinize kötülük ettiniz. Sizi yoktan eşsiz örneksiz vareden Yaratıcınıza yönelerek af dileyin ve böylece içinizdeki kötülükleri öldürün." (Esed: "Yaratıcınıza yönelin ve nefsinizi yok edin." Esed bu ayetle ilgili açıklama notunda, buradaki "nefsinizi öldürün" emrini Kadı Abdülcebbâr'ın mecazî manada anladığını, kendisinin de bu anlama şeklini tercih ettiğini belirtir.)
Bu ayette geçen "fa'ktulû enfusekum" emrini İslamoğlu "içinizdeki kötülükleri öldürün" diye çevirmesini şöyle gerekçelendirmiş: "Lafzen: "Kendinizi öldürün!" Bu konuda hepsi de birbirine benzeyen ve İsrailiyyata dayanan rivayetlere göre herkes o gün silahını alarak en yakınını öldürmüştür. Tek bir günde yetmiş bin kişi bu şekilde öldürülmüştür. Önce tevbe etmeleri emredildiği ve onlar da tevbe ettiği halde niçin böyle dönüşsüz bir ceza verildiğini anlamakta zorlanan Zemahşerî, bu problemi gidermek için birkaç ihtimal sayar. Râzî bu âyetin tefsirinde görüş birliği olmadığını söyler. Kadı Abdülcebbâr'a göre bu âyetteki "öldürün" emri mecazîdir. Bütün bunlar bir yana, âyeti eğer lafzî anlamda alacak olursak emir, "kendinizi öldürün" yani "intihar edin" şeklindedir. Oysa ki bunu hiçbir rivayet söylemez. Aksine onları hep başkalarının öldürdüğü rivayet edilmektedir. Bu ise çelişkidir. Çünkü Yahudilere kan dökmek, birbirlerini öldürmek vahiyle yasaklanmıştır (Bkz: Âyet 84/85). Bu iki sebep bu ifadenin mecâzî olduğu sonucunu verir."
Ayeti zikrettiğim şekilde meallendirmesi, arkasından zikrettiği gerekçede yer verdiği hususlar İslamoğlu'nun, bu mesele hakkında kendi söylemek istediğini ez-Zemahşerî, er-Râzî ve Kadı Abdülcebbâr'a söylettiğini ortaya koyuyor. Şöyle ki;
A. ez-Zemahşerî, buradaki "nefislerinizi öldürün" emrinin nasıl anlaşılacağı konusunda –İslamoğlu'nun iddiasının aksine– herhangi bir zorluk yaşamamış ve "bu problemi gidermek için birkaç ihtimal say"mamıştır! O, "nefislerinizi öldürün" emrinin zahir anlamına, yani "intihar" anlamına hamledildiğini söyledikten sonra, "denmiştir ki" diyerek bu emir üzerine İsrailoğulları'nın birbirlerini öldürdüğünün söylendiğini aktarır; arkasından da bunu açıklar tarzda, buzağıya tapınmayanlara, tapınanları öldürmelerinin emredildiğinin söylendiğini nakleder ve bu anlatımın ayrıntılarını verir. Onun bu ayetin ne ifade ettiği konusunda İslamoğlu'nun kendisine isnad ettiği türden herhangi bir sıkıntı çekmediğinin en açık delili bundan sonraki ifadeleridir. O, rivayetlerle ilgili anlatımı yukarıda kısaca naklettiğim minval üzere tamamladıktan sonra muhtemel bir soru olarak, "Eğer dersen ki: Bu ayette yer alan "fâ" harfleri arasında ne fark var?" der ve arkasından şu cevabı verir: "İlk ("fe tûbû ilâ bâriikum"daki) "fâ", başka değil, sebebiyet ifade eder. Çünkü zulüm, tevbe etmeyi gerektiren bir sebeptir. İkinci ("fa'ktulû enfusekum"daki) "fâ", ta'kib içindir. Çünkü anlam, "tevbeye azmedin ve hemen nefislerinizi öldürün" şeklindedir. Şu bakımdan ki: Allah Teâlâ onların tevbesini, nefislerinin öldürülmesi olarak belirlemiştir. Nefislerini öldürmelerinin, onların tevbesinin tamamlayıcı bir unsuru olması da mümkündür. Bu durumda anlam şöyle olur: "Tevbe edin ve hemen arkasından tevbenizin tamamlayıcı unsuru olarak nefislerinizi öldürün." Üçüncü "fâ", mahzuf bir ifadeye mütealliktir…"[19]
B. Fahruddîn er-Râzî'nin bu ayetin tefsirinde görüş birliği olmadığını söylediğinin ileri sürülmesi, Kadı Abdülcebbâr'ın biraz sonra üzerinde duracağım yaklaşımına değinmesine dayanıyorsa, er-Râzî bunu, Abdülcebbâr'ın görüşünü red ve nakzetmek için yapmıştır. Değilse o da "nefislerinizi öldürün" emrinin mecaz olarak değil, doğrudan "hayata son vermek" olarak anlaşılması gerektiği görüşündedir. Bunun nasıl yapıldığı noktasında ileri sürdüğü iki ihtimal vardır: a) Tevbe edenlerin birbirlerini öldürmesi, b) Onların dışındaki bir grubun onları öldürmesi. er-Râzî bu ikinci ihtimali daha kuvvetli bulur.[20] Dolayısıyla er-Râzî'ye göre ayetin tefsirindeki ihtilaf, "öldürün" emrinin mecaz olup olmadığı noktasında değil, bu emirle "herkes kendisini öldürsün" anlamının mı, yoksa "bir kısmınız diğerini öldürsün" anlamının mı tercih edilmesi gerektiği noktasındadır.
C. Kadı Abdülcebbâr'a göre bu ayetteki "öldürün" emrinin mecazî olduğu iddiasına gelince; burada, biri "yanlış anlama"dan, diğeri "tahrif"ten oluşan, İslamoğlu imzalı ikili bir arıza var.
Yanlış anlama:
er-Râzî "nefislerinizi öldürün" emrinin tefsirine şöyle başlar: "Bu emirden murad, ifadenin zahirinin gerektirdiği gibi, herkesin kendisini öldürmesi midir, yoksa başka bir şey midir? Cevap: İnsanlar (âlimler) bu konuda ihtilaf etmiştir. Müfessirlerden bir grup, "Tevbe edenlerden her birinin kendisini öldürmekle emrolunmasının murad edilmiş olması caiz değildir" demiştir. Bu, Kadı Abdülcebbâr'ın da tercih ettiği görüştür. Bu görüşü benimseyenler, delil olarak iki husus ileri sürmüştür. Birinci –ve ehl-i tefsirin dayandığı– delil şudur: Müfessirler, onların kendilerini kendi elleriyle öldürmediğinde icma etmiştir. Şayet onlar bununla emrolunmuş olsalardı, bu emri terk etmekle asi durumuna düşerlerdi. İkinci –ve Kadı Abdülcebbâr'ın dayandığı– delil de şudur: "Katl", insan bünyesini o anda diri olmaktan çıkması gerekecek ölçüde tahrip etmektir. Bunun dışında insanın yakın ya da uzak bir zamanda ölümünü sağlayacak fiillerin "katl" olarak isimlendirilmesi mecazdır. Şimdi katlin hakiki anlamını bildikten sonra deriz ki; Yüce Allah’ın insanın kendi kendini öldürmesini emretmesi düşünülemez. Zira şer’î ibadetler, ancak söz konusu mükellef için maslahat sağladığı için güzeldir. Maslahat ise ancak gelecek zamanda meydana gelir. Oysa katlden sonra artık teklif hali yoktur ki katl maslahat olsun. Ancak Allah’ın bir kulu öldürmesi/imatesi böyle değildir. Çünkü bu Allah’ın fiilidir ve bir başka kul için maslahat olması durumunda da Allah'ın o fiili işlemesi güzel olur. Öldürülen kul da büyük bir mükâfatla mükâfatlandırılmış olur. Allah’ın bir kula kendini yaralamasını ya da uzuvlarından birini kesmesini emredip de, bunların hemen ardından ölümün vuku bulmaması hali de böyle değildir. Çünkü kul henüz ölmediğinden kendini yaralama ya da uzvunu kesme fiili, gelecek zamandaki fiilleri itibarıyla hala onun için maslahat olabilir."
Görüldüğü gibi Kadı Abdülcebbâr'ın üzerinde durduğu nokta, "nefislerinizi öldürün" emrinin, "intihar edin" anlamında olamayacağıdır. Bu alıntının ardından er-Râzî'nin sadece bu yaklaşımın çürüklüğünü ortaya koymayı hedeflemesi de bunu açık biçimde göstermektedir. Meselenin bundan ibaret olduğunu gösteren bir başka nokta da şudur: er-Râzî, Abdülcebbâr'ın görüşünü çürüttükten sonra şöyle der: "Bu ihtimaller mümkün olduğuna göre, Kadı'nın söyledikleri sakıt olur. Onun görüşünün aksine, müfessirlerin dayandığı ilk delil daha kuvvetlidir. Bu durumda ayetin zahirî anlamından başka bir anlama hamledilmesi gerekir. Burada da iki ihtimal vardır: Birincisi, tevbe edenlerin birbirlerini öldürmekle emrolunduğunun söylenmesidir. Binaenaleyh "nefislerinizi öldürün" emrinin anlamı, "bir kısmınız diğerlerini öldürsün"dür. (…) İkincisi ise Allah Teâlâ'nın, (o günahı işleyip de) tevbe edenler dışındakilere, tevbe edenleri öldürmelerini emir buyurmuş olmasıdır. Bu durumda da "nefislerinizi öldürün"ün anlamı, "öldürülmeye hazır olun"dur…"
er-Râzî'nin ayetin "intihar edin" şeklinde anlaşılmayacağı konusunda Kadı Abdülcebbâr'ın istidlal tarzına değil de müfessirlerin icma etmiş olmasına dayanmanın daha kuvvetli olduğunu söylemesi ancak bu durumda anlamlı olmaktadır.
Tahrif
er-Râzî'nin naklettiği kadarıyla Abdülcebbâr, ayetteki emrin "herkes kendisini öldürsün" (yani "intihar etsin") anlamına gelmediğini söylemekte ve buna dair deliller sıralamaktadır. Abdülcebbâr, "nefislerinizi öldürün" emrinin intihar anlamında olduğunda "mecaz" olacağını ifade ederek, fiile hakiki manasını verebilmek için,–er-Râzî'nin de çıkardığı sonuca göre– ayetin "birbirinizi öldürün" anlamında olduğunu savunmuştur. Ayetin Abdülcebbâr'a göre "nefis ıslahı" yönünde bir mecazî anlam taşıdığı düşüncesi tamamen İslamoğlu'nun Esed'in etkisinde kalarak –ki o da aynı iddiayı ileri sürmüştür– ortaya attığı bir "isnad"dır ve herhangi bir esasa dayanmamaktadır. Tekraren söyleyelim: "Nefislerinizi öldürün" emrinin "intihar edin" tarzında anlaşılmasına itiraz etmek başka şeydir; bu emrin nefislerinizi ıslah edin, içinizdeki kötülükleri öldürün… gibi bir anlama geldiğini ileri sürmek daha başka bir şeydir. Kadı Abdülcebbâr bunların ikisini de söylememiştir. er-Razî'nin naklettiklerinden çıkan sonuç, onun bu ayetin "birbirinizi öldürün" şeklinde anlaşılması gerektiğini söylediğidir.
Bütün bunlar, Kadı Abdülcebbâr'ın konu hakkında Fahruddîn er-Râzî tarafından nakledilen ifadelerinin arz ettiği durumdur. Mesele herhangi bir itiraza mahal bırakmayacak kadar net olmasına rağmen, yine de spekülasyona başvurup "yanlış anlama"da ve "tahrif"te ısrar gösterilebileceği ihtimaline binaen, meseleyi Kadı Abdülcebbâr'ın bir başka eserinden naklen verelim: "Nefislerinizi öldürün ayeti hakkında, "nefsi öldürme" nasıl olur da "tevbe"ye girer?" diyebilirler. Buna cevabımız şudur: Öldürmenin, tevbenin şartlarından olması dolayısıyla değil, Allah Teâlâ onların salahına olduğunu bildiği için onlara birbirlerini öldürmelerini vacip (farz) kılmıştır. Çünkü tevbe, başka bir şey (şart) bulunmaksızın sahih olduğunda makbuldür."[21]
D. Ayetteki emrin "intihar edin" şeklinde olduğu, ama hiçbir rivayetin bunu desteklemediği, dolayısıyla burada bir çelişki bulunduğu şeklindeki yaklaşım, itiraf edelim ki "tecahül" kokuyor. Zira mesela 24/en-Nûr, 12, 61 ve 49/el-Hucurât, 11. ayetlerinde de benzer bir anlatım söz konusu olduğu halde, oralarda geçen "enfusihim/enfusikum" kelimesine "birbiriniz…" anlamı vermesi de gösteriyor ki, buradaki "fa'ktulû enfusekum"u "intihar edin" şeklinde anlamak zorunda değiliz.
E. Yahudilere kan dökmenin ve birbirlerini öldürmelerinin vahiyle yasaklanmış olması da –sanki "hiç yoktan iyidir" düşüncesiyle ve "yer doldursun" diye kotarılmış– hayli zayıf bir argüman. Zira zikredilen hususlar, Musa (a.s) şeriatinde şirke düşenlerin öldürülmesinin adem-i cevazına delalet etmez. Mü'minlere de kan dökmek ve birbirlerini –haksız yere– öldürmek yasaklanmıştır. Ama mesela "kısas" söz konusu olduğunda bu yasak gündeme getirilip karşı çıkılması söz konusu değildir! Üstelik bu emir onlara, şirke düşmelerinin cezası olarak Yüce Allah tarafından verilmişse, İslamoğlu'nun tutumu, Allah Teâlâ'nın emirleri arasında çelişki aramak gibi "abes"ten de öte bir durum ifade eder!..
Sonuç olarak bu ayetin, İsrailoğulları'nın buzağıya tapanlarının ölümüne hükmedildiğini anlatmadığını isbatlamak için İslamoğlu'nun zikrettiği hususların "delil" olma özelliği yoktur; dolayısıyla ayetin "içinizdeki kötülükleri öldürün" tarzında meallendirilmesi –Modernitenin inşa ettiği algı dünyasını okşasa da– kabul edilebilir hiçbir gerekçesi olmayan, tamamen "keyfî" bir tasarruftur; ayete anlam ithalidir!
Geriye, izah edilmesi gereken bir nokta kalıyor: İsrailoğulları'na bu ayette hem tevbe etmelerinin, hem de birbirlerini öldürmelerinin emredilmiş olması nasıl izah edilmelidir? Her ne kadar Kadı Abdülcebbâr'dan yaptığım son nakil bu hususu bir nebze açıklıyor ise de, meseleyi daha anlaşılır kılmak için kısaca şunu söyleyebiliriz: Burada bu iki hususun zikredilmesi iki anlam ifade edebilir: A) Şirk cürmünü işlemiş olanlar tevbe etsin ve tevbelerinin tamamlayıcı bir unsuru olarak birbirini öldürsün. B) Daha kuvvetli ve tercih edilen görüş; Şirk cürmünü işlemiş olanların tevbesi, bu cürmü işlememiş olanlar tarafından öldürülmeleridir.
Son bir not: İsrailoğulları'nın Hz. Musa (a.s) liderliğinde geçtikleri "su"yun Kızıldeniz değil de daha kuzeydeki bataklık bir bölge olduğu görüşünü, Tevrat'ın birtakım yorumlarını esas alarak savunan İslamoğlu için bu ayetin anlaşılması bağlamında belki yardımcı olur: Tevrat, buzağıya tapan İsrailoğulları'nın nasıl cezalandırıldıklarını anlatırken şöyle der: "Ve Musa ordugâhın kapısında durup dedi: Rab tarafında olan bana gelsin. Ve bütün Levioğulları onun yanında toplandılar. Ve onlara dedi: İsrail'in Allahı Rab şöyle diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın, ve ordugâhta kapıdan kapıya dolaşsın, ve herkes kendi kardeşini, ve herkes kendi arkadaşını, ve herkes kendi komşusunu öldürsün. Ve Levioğulları Musa'nın söylediği gibi yaptılar; ve o gün kavmdan üç bin adam kadar düştü. Ve Musa dedi: Bugün size bereket versin diye kendinizi Rabbe tahsis edin, çünkü herkes oğluna karşı ve kardeşine karşı kalktı. Ve ertesi gün vaki oldu ki, Musa kavma dedi: Siz büyük suç yaptınız; şimdi ben Rabbin önüne çıkacağım; belki suçunuz için kefaret ederim…"[22]
Son bir soru: 7/el-A'râf, 152 ne anlatıyor?
Çarpılmak, çarpılmışa dönmek
13. 2/el-Bakara, 55: "Bir zaman da demiştiniz ki: Ey Mûsâ! Allah'ı açıkça görünceye dek sana kesinlikle inanmayacağız. Ve ardından siz bön bön bakarken yıldırım çarpmışa dönmüştünüz."
Bu meal İslamoğlu'nun içine gerçekten sinmiş midir, meraka değer: "… bön bön bakarken yıldırım çarpmışa dönmüştünüz." Bu çevirinin anlattığı şu: İsrailoğulları Hz. Musa (a.s)'dan o "uçuk" talepte bulunduktan sonra ne olacak diye "bön bön" bakarak beklemeye başlamış; sonra da yıldırım çarpmışa dönmüş! Peki sonra ne olmuş: "Daha sonra belki teşekkür edersiniz diye ölümünüzün ardından sizi bir daha diriltmiştik." Ve sorular:
İsrailoğulları o talepten sonra niye bön bön bakıyormuş?
Onlar öyle bön bön bakarken ne olmuş da yıldırım çarpmışa dönmüşler?
Yıldırım çarpmışa dönmüşler de ne olmuş?
Yıldırım çarpmışa dönmüş olanların "dirilmesi" ne ola ki?
Bu soruların bir kısmı İslamoğlu cevaplandırana kadar orada öylece duracak; diğer kısmının cevabını ise bir sonraki ayetin mealine düşülen notta şöyle buluyoruz: "55. âyette olduğu gibi 56. âyetteki ölümü de mecazî anlamda alıp, Kur’ân'ın toplumsal sapmayı sosyal ölüm olarak nitelediği sonucuna varabiliriz."
Bu sefer de başka sorular:
Bu sapma niçin itikadî ve dinî değil de "toplumsal"dır?
55. ayetin mealinde ölümden hiçbir şekilde söz edilmiyorken, yukarıdaki açıklama onu niçin "mecazî ölüm" olarak niteliyor?..
Acaba İslamoğlu'nu, burada bu kadar probleme yol açmak yerine İsrailoğulları'nın "sâ'ika"ya yakalandığını söylemekten alıkoyan ne olabilir? Bu ayete düştüğü notta bu soruya cevap aramak beyhude. Çünkü o bunun izahını yapmaktansa, ayetin lafzî anlamını verdikten sonra, "Böyle uçuk bir talep ancak çarpılmış bir aklın ürünü olabilirdi" demekle yetinmeyi tercih ediyor. "Peki ya tercih etmediğiniz! Onu neden tercih etmediniz! Okurun bunu bilme hakkı yok mu!?"
Burada kendisini, "gerekçe" kısmında ayetin lafzî anlamını verdiğini söyleyerek savunabilir mi? Hayır. Zira bu, onun tercihe şayan bulmadığı anlam olarak, "gerekçe" kısmında zikredilmekten fazlasını hak etmediğini gösteriyor. Okurun bunun "niçin"ini bilmeye hakkı yok mu!?
İsrailoğulları geçtikten sonra Firavun ve ordusu da peşlerinden Kızıldeniz'e girdiklerinde sular tekrar kavuşmuş ve onları içine alıp yutuvermişti. Kur’ân bu olayın İsrailoğulları'nın gözleri önünde cereyan ettiğini vurgulamak için "ve entum tenzurûn" (bakıp duruyordunuz) ifadesini kullanıyor. İlginçtir, aynı ifade burada da mevcut. Yani "sâ'ika sizi yakalayıverdi; bakıp duruyordunuz." Acaba İslamoğlu, oradaki ifadeyi "gözlerinizin önünde" diye çevirmişken buradaki ifade hangi gerekçeyle "bön bön bakıyordunuz"a dönüşmüştür? Açıktır ki bu, İslamoğlu'nun "ayete anlam sipariş etmesi"nin doğurduğu, "sipariş anlamı vurgulu hale getirme" arayışından başka bir şey değildir.
Burada, "Aynı anda hem "sâ'ika"ya yakalanmak, hem de bakıp durmak nasıl olur?" diye sorulacak olursa, yukarıdan beri niçin "yıldırım" değil de "sâ'ika" demeyi tercih ettiğimi izah imkânı da açılmış olur: Müfessirler bu kelimenin ne anlattığı konusunda birkaç görüş ileri sürmüştür: Gökten gelen bir ateş, gökten gelen korkunç bir ses, gökten gelen (meleklerden müteşekkil) bir ordunun korkunç gürültüsü, korkunç bir sarsıntı… Bunlardan hangisi kabul edilirse edilsin –ki İmam el-Mâturîdî, "helak edici özellikteki her azap" diyerek kapsamlı bir tarif yapmıştır–, isabet ettiği kimsenin ölümüne yol açmışsa, bu ölüm aniden değil, belli bir süre içinde olur. Dolayısıyla İsrailoğulları da ölüm sürecini bilinçleri açık bir şekilde yaşamışlardır.
Diyelim ki onlar o esnada gerçekten ölmediler; Elmalılı merhumun "müfessirlerin muhakkikleri"nden naklettiği gibi[23] buradaki "ölüm"ü mecaz manasıyla anlasak bile, o muhakkikler orada İsrailoğullarının tutulduğu hakiki bir azabın varlığını inkâr etmemişlerdir. Zira Ebû Hayyân da "müfessirlerin muhakkikleri"nden, ayette geçen "sâ'ika"nın "ölüm" değil, "ölüm sebebi" olduğunu söylemiştir.[24]
Hâsılı, Fahruddîn er-Râzî'nin bu ayet bağlamında görüşlerini naklettiği mu'tezilîler dahi İsrailoğulları'nın "sâ'ika"ya tutulması hadisesinin gerçekten vuku bulduğu görüşünde oldukları halde[25] –ez-Zemahşerî'nin tutumu da farklı değildir[26] –, İslamoğlu'nu onların durdukları noktada durmayıp ileriye geçmeye zorlayan nedir? Hatta İslamoğlu'nun iştahla kullandığı kaynaklar arasında bulunan Tefsîru'l-Menâr, Muhammed Esed vd. dahi bu noktada onu yalnız bırakmış durumda! Bu durumu nasıl izah etmeliyiz?!
Haydi diyelim bütün kaynaklar buradaki "sâ'ikaya tutulma"yı mecaz değil de hakikat olarak anlamakla yanıldı; 7/el-A'râf, 155'te anlatılan "sarsıntı" –ki başındaki harf-i ta'riften, "bilinen/malum bir sarsıntı" olduğu açıkça belli– neyin nesidir? Mealinde çapraz atıflar kullanma noktasında hayli cömert davranan İslamoğlu'nun buradaki suskunluğu sizce de garip değil mi?..
Allah Teâlâ "blöf" yapar mı?
14. 2/el-Bakara, 63: "Bir zaman da (Sina) Dağı'nı başınıza dikip (sizden) şöyle söz almıştık:…" (Esed: "İşte o zaman Sina Dağı'nı üzerinize şahit tutarak ciddî ve samimî (görünen) taahhüdünüzü kabul etmiş ve…"
İslamoğlu bu ayete düştüğü notta şöyle diyor: "… Dağın yükseltilmesinin "havaya kaldırma" anlamı taşımadığı için bkz: 7:171 ve not 1."
Burada okuyucunun, meal yazarının tercih etmediği anlama muttali olma şansı elinden alınarak Sina Dağı'nın yukarıya kaldırılmadığı hükmü peşinen veriliyor, sonra da 7/el-A'râf, 171'e şu meal uygun görülüyor: "Ve Biz (Sina) Dağı'nı bir gölgelik gibi tepelerine dikip, onların dağın üzerlerine yıkılacağını zannettikleri o zaman da (demiştik):…" İslamoğlu işi garantiye almak için buraya da bir not düşmüş ve şöyle demiş: "Dağın havaya kaldırıldığının sanılmaması için özellikle "bir gölgelik gibi" ve "zannettikleri" kaydı düşülmüştür."
Operasyon böylece tamamlanıyor ve okuyucu, Sina Dağı'nın yerinden oynatılıp İsrailoğulları'nın üstüne kaldırılmadığına ikna edilmiş oluyor!
İşin ilgi çekici yanı, 2/el-Bakara, 63'te "dağın kaldırılması" mücmel olarak ifade buyurulmuş ve bu icmal, 7/el-A'râf, 171'de tafsil edilmişken, buradaki tafsil de dikkate alınmamış ve ayet mecaza kurban edilmiş!
Aklı modern algı ve değerlendirme tarzları ekseninde işleyen okuyucu için burada herhangi bir problem bulunmayabilir; ama bir "meal yazarı" olarak İslamoğlu'nun kendisine şu soruyu sorması gerekmiyor mu: Madem burada "olağan dışı" bir durum yok; acaba Yüce Allah bu sıradan durumu ne maksatla iki ayrı yerde zikretmiş olabilir?
Mu'tezilî müfessir ez-Zemahşerî, bu ayeti memzuc tarzda şöyle tefsir eder: "Bir zaman, Tevrat'ın içindekilerle amel edeceğiniz konusunda misakınızı almış ve siz kabul edip misak verene kadar Tur'u üzerinize kaldırmıştık. Bu şöyle olmuştur: Musa aleyhisselam (Tur dağındayken aldığı Tevrat ayetlerini muhtevi) levhalarla geldiğinde, içindeki ağır hükümleri ve meşakkatli teklifleri görünce bu onlara zor geldi; kabule yanaşmadılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ Cibril'e emretti; o da dağı kökünden kavrayıp üzerlerine bir gölgelik gibi kaldırdı. Musa onlara şöyle seslendi: Ya bu hükümleri kabul edersiniz, ya da dağ üzerinize atılacak! Bunun üzerine kabul ettiler."
7/el-A'râf, 171'de dağın kaldırılması, İsrailoğulları'nın, dağın üzerlerine düşeceğini zannedeceği şekilde ve "gölgelik" benzetmesi eşliğinde ifade buyurulduğu halde, bütün bu vurguları buharlaştıracak şekilde hareket etmenin anlamı ne ola ki?! Meal yazarı okuyucusunu şu noktada ikna etmeli değil midir: Burada bir olağan dışılık yoksa, her seferinde İsrailoğulları'nın bir kısmının isyanı ve cezalandırılması, kalanların affedilmesi şeklinde cereyan eden olayların anlatıldığı geniş bağlam içinde bu ayeti nereye oturtacağız?
Okuyucuya tavsiyem, 2/el-Bakara, 63'ü, bağlamını ve 7/el-A'râf, 171'deki vurgulu anlatımı dikkate alarak tekrar okumasıdır. O zaman 7/el-A'râf, 171'in, dağın "kaldırılmadığını" anlatmaya mı, yoksa "kaldırıldığını" anlatmaya mı daha uygun düştüğünü daha kolay anlayacaktır.
Beter olun!
15. 2/el-Bakara, 65: "Nitekim içinizden Yasak Günü'nde haddi aşan kimseleri siz de biliyorsunuz. Onlara, "Maymunlardan beter olun" demiştik." (Esed: "Nitekim içinizde Sebt Günü'nün kutsallığını ihlal edenleri biliyorsunuz; bu davranışlarından ötürü onlara: "Aşağılık maymunlar gibi olun" dedik.")
Bu da mealin gerekçesi: "Lafzen: "Alçak maymunlar olun". Alçaklık vasfının maymuna değil bu sözü hak edenlere olması daha münasiptir.
(Aranot 3: İşin ilginç yanı, İslamoğlu'nun, Yahudileşme Temayülü'nde (58-9) "Aşağılık maymunlar olun!" tarzında bir ara başlık açarak İsrailoğulları'nın maymuna çevrildiğini açık bir şekilde ifade etmesidir. Acaba o günden sonra ne değişti?!)
Burada yapılan lanet makamında bir tazirdir ve bunun dilimizdeki en güzel karşılığı da budur. Müfessir Âlûsî'nin "olunuz" ifadesini bir "emir" olarak değil de "dışlama, terk ve rahmetten mahrum etme" olarak nitelemesi anılmaya değer."
Aynı konuya değinen 7/el-A'râf, 166 ayetini "Ve sonunda, kendilerine yasaklanan şeyleri işlemekteki inatçı tutumları yüzünden onlara dedik ki: "Maymundan beter olun!" şeklinde meallendirdikten sonra da "gerekçe"sinde şöyle diyor: "Lafzen: Alçak maymunlar olun!" Doğaldır ki, kaynak dildeki söyleyiş vurgusu çeviriye yansıttığımız vurgudur. Düşmanının putlarına tapacak kadar ona âşık bir toplum ancak böyle tanımlanabilirdi. Mücâhid, İsrailoğulları'nın düşmanını taklit hastalığını kastederek "ahlâken maymunlaştılar" der.
2/el-Bakara suresinin, İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkıştan sonraki macerasını anlatan ayetleri, biraz yukarıda da geçtiği gibi hep onlardan bir kısmının isyanı, cezalandırılması ve kalanların affedilmesi hadisesinin değişik şekillerde sürekli tekrarlandığını ifade ediyor. 7/el-A'râf, 103. ayetten itibaren de aynı durum söz konusu. Ancak her iki surede de bağlam teması, "nankörlük-ceza" gerilimi üzerine kuruluyken İslamoğlu, her isyanında İsrailoğulları'na Allah Teâlâ'nın verdiği cezayı –ne hikmetse– her seferinde muhtelif operasyonlarla ve ısrarla "ceza" olmaktan çıkarıyor!
Onun bu ısrarlı tavrının altında nelerin yattığını araştırmakla iştigal edecek değilim. Burada dikkat çekilmesini zaruri gördüğüm husus, bu "operasyon"un düpedüz "tahrif" olduğu ve İslamoğlu tarafından daha önce de muhtelif bağlamlarda yapıldığıdır.
Söz gelimi İslamoğlu, 2/el-Bakara, 61'e düştüğü 7 numaralı notta şöyle diyor: "Hz. Peygamber, "lanetli kavim" algısıyla sorulan bir soruyu "Allah kesinlikle herhangi bir kavmi lanetlemedi" diye cevaplar (İbn Hanbel)."
Aynı mesele Yahudileşme Temayülü'nde de geçiyor: "Rasulullah'a maymun ve domuzlar hakkında "Onlar Yahudi soyundan mı?" diye sorduk. Rasulullah (sav) de dedi ki: "Allah kesinlikle herhangi bir kavme lanet etmedi." (Seelnâ Resulallâhi (s.a.v) ani'l-kıredeti ve'l-hanâzîr e hiye min nesli'l-yehûd? Fe kâle Resulullah (s.a.v): İnnellâhe lem yel'an kavmen kattu.) Dipnotta bu metnin Arapçasını da orijinal ibaresiyle zikreden İslamoğlu, referans olarak yine Ahmed b. Hanbel'in Müsned'ini veriyor.[27]
Müsned'in ilgili yerlerini açıp bakanın dudağının uçuklamaması mümkün değil. Zira oralarda hadis, burada bittiği yerde bitmiyor ve şöyle devam ediyor: "fe mesehahum fe kâne lehum neslun hîne yühlikuhum; velâkin hâzâ halkun kâne; felemmâ ğadiballâhu ale'l-yehûd mesehahum ve ce'alehum mislehum." Bu durumda anlam (İslamoğlu'nun cümlesini devam ettirerek verirsek) şöyle olur: Allah kesinlikle herhangi bir kavme lanet etmedi ve şekillerini değiştirmedi ki, kendilerini helak ettiği zaman nesilleri devam etsin. Fakat bunlar (maymun ve domuzlar) daha önceden mevcut bulunan mahluklar idiler. Allah Yahudilere gazap edince suretlerini değiştirdi ve onlara (maymun ve domuzlara) benzetti."[28]
Efendimiz (s.a.v), İsrailoğulları'ndan bir kısmının, –üzerinde durduğumuz ayetlerin de ifadeye koyduğu gibi– maymuna ve domuza çevrildiğini açık bir şekilde haber verdiği ve İslamoğlu da bu hadise, Arapça orijinalini dipnota koyacak kadar yakından muttali olduğu halde hadisi, anlamı tam tersi istikamete çevirecek şekilde tercüme etmesi ancak iki şekilde açıklanabilir:
A. İslamoğlu bu hadisin tamamını tercüme edecek kadar Arapça bilmemektedir. Bu sebeple hadisin devamının, anlamı herhangi bir şekilde etkilemeyeceğini "tahmin ederek" böyle bir operasyon yapmıştır.
B. İslamoğlu aslında neyin ne olduğunun çok iyi farkındadır. Ancak kafasındaki kurguyu Efendimiz (s.a.v)'e "tescil ettirmek" düşüncesiyle, O'na, "söylemediği bir sözü söyletme" cüretini göstermiştir! Bu şıklardan hangisi doğru olursa olsun, İslamoğlu için gerçekten büyük bir sıkıntı söz konusudur.
2/el-Bakara'nın, "Ve onları hem ilk kuşaklar hem de sonraki nesiller için bir ibret vesikası, (taklitten) sakınanlar için de uyarıcı bir örnek kıldık" diyen bir sonraki ayeti burada bir problem olduğunu ihtar ediyor: Şayet söz konusu hitabın muhatapları maymuna çevrilmediyse, buradaki "ibretlik" ve "uyarıcı örneklik" ifadelerinden ne anlamamız lazım?
İslamoğlu'nun, 2/el-Bakara, 65'in "gerekçe"sinde, bunun "lanet makamında bir tazir" olduğunu söyleme ihtiyacı hissettiğini görmüştük. Hissetmiş hissetmesine, ama bu, işleri daha da karmaşık hale getirmekten başka bir işe yaramamış. Zira eğer onlar laneti mucip bir iş yaptıysa, niçin doğrudan "lanet" değil de, onun makamında bir "tazir"le mukabele görmüş olabilirler? Sonra işbu lanet makamlı tazir nasıl bir netice hasıl etmiştir? Buradaki tazir, lanet makamına kaim olduğuna göre, sonuçta onlar lanetlenmiş olmalıdır. Bu kez de bunun nasıl bir şey olduğu sorusu gündeme gelecektir. Bunun onlara "Beter olun" demekten daha farklı bir sonucu olmalıdır. Ama?...
Gelelim müfessir el-Âlûsî'den yapılan nakle: el-Âlûsî, ilgili ayetin tefsirinde önce "kırede" kelimesi üzerinde durur. Arkasından "hâsiîn"in açıklamasına geçer; burada, "Ayetin zahiri, onların hakiki anlamda maymuna çevrildiğini göstermektedir. Müfessirlerin çoğunluğu bu görüşü benimsemiştir. Sahih olan da budur" der ve nihayet "kûnû" (olun!) emrine gelir. Orada söylediği şudur: "İlk görüşe (onların gerçekten maymuna çevrildiğini kabul edenlerin görüşüne) göre bu emir hakiki anlamda bir emir değildir. Zira onların maymuna çevrilmesi kendi iradeleriyle olmamıştır. (Yani onlara " maymun olun" denmiş, onlar da iradelerini kullanarak kendilerini maymuna çevirmiş değillerdir.) Çünkü onlar varlıklarının mahiyetini değiştirmeye kadir değillerdir. Tam tersine, buradaki "olun" emrinden maksat, tekvinin sür'atini ifadedir. Yani onlar bu emir üzerine, herhangi bir imtina veya gecikme/bekleme söz konusu olmaksızın anında Allah Teâlâ'nın murad ettiği gibi oldular. İkinci görüşe (onların suretlerinin değil, sadece kalplerinin maymuna çevrildiğini söyleyen Mücâhid’in görüşü) göre "olun" emri, onları kendi başlarına ve yardımsız bırakıp terk etmekten mecazdır…"[29]
Görüldüğü gibi el-Âlûsî, müfessirlerin çoğunluğunun görüşünü, yani onların gerçek anlamda maymuna çevrildikleri anlamını tercih eder. İslamoğlu'nun kendisine isnad ve izafe ettiği gibi buradaki "olunuz" ifadesini "emir" olarak değil de "dışlama, terk ve rahmetten mahrum etme" olarak değerlendirmesi sadece benimsemediği ikinci/şazz görüşü izah sadedindedir. Dolayısıyla böyle bir kompozisyon içerisinde zikredilmesi onun sözünü çarpıtmaktan öte bir anlam taşımaz. Bu sadece, İslamoğlu'nun Kur'ân'a anlam ithal etme operasyonunda el-Âlûsî'nin payına düşen sipariştir! Yoksa o büyük allamenin gerek burada, gerekse 7/el-A'râf, 166 ayetinin tefsiri esnasında söyledikleri[30] ortadadır!..
Ve konuyla ilgili olarak Mücâhid'in tavrı… İsrailoğulları'ndan bir grubun maymuna çevrildiği, sahih hadislerle sabittir. 2/el-Bakara, 61'in notuyla Yahudileşme Temayülü'ndeki "operasyon"dan bahsederken dipnotta verdiğim kaynakların zikrettikleri dışında, konuyla ilgili farklı bağlamlarda gelmiş daha başka rivayetler de mevcuttur.[31] Bütün bu hadisler, Sahabe'den gelen rivayetler ve Mücâhid dışındaki Tabiun'un akvali İslamoğlu'nu ikna edememiş. Bunlar bir yanda, Mücâhid'in şazz görüşü bir yanda… Ne diyelim; li külli sâkıta lâkıta!...
Buraya kadar Kur’ân'ın ilk 65 ayetinin meallendirilişindeki problemleri söz konusu ettik. Bu faslı burada kesip, diğer başlıklardaki notları da kısaca arz etmek istiyorum.
II. Gereksiz/uygunsuz ifadeler
Herhangi bir metni kaleme alırken en uygun üslubu, ifade biçimini ve kelimeyi bulmak için özel bir çaba sarf etmek, yaptığı işe saygı duyanların özel hassasiyetidir. Kaleme aldığımız metin saygıdeğer bir mercie müteveccih ise buna daha fazla dikkat ederiz. Peki bir meal yazarından bu bağlamda çok daha özel bir hassasiyet beklemek abes düşer mi? Elbette hayır.
Ama gelin görün ki, İslamoğlu, Allah Kelamı'nı Türkçe konuşanların dünyasına –hem de hayli iddialı biçimde– aktarırken zaman zaman öyle bir dille çıkıyor ki karşımıza, buna "serbest davranma" demek durumu yeterince izah eder mi, şüpheliyim.
Herkesçe müsellem olduğu üzere, dinin kendine mahsus bir dili vardır. Herhangi bir dinî metni okurken, onun hangi dine ait olduğunu, kullanılan dilden kolayca anlayabilmek sadece bir "imkân" değil, aynı zamanda bir "gereklilik"tir. Dolayısıyla dilin, özellikle de "din dili"nin olur olmaz esnetilmesi, –tabirimi mazur görün– "laçkalaştırılması", elbette din algısına da doğrudan yansıyacaktır. Bilinci oluşturan, kavram kıvamına ulaşmış kelimelerdir ve onların maruz kalacağı herhangi bir operasyon, doğrudan temsil ettikleri dünyayı hedeflemiş olacaktır…
1. 1/el-Fâtiha, 1'in 3 numaralı notunda geçen "Kul, alırken de verirken de Allah'ın gündemindedir" ifadesi bu babda ilk örneğimiz. Bir şeyler birisinin gündemindeyse, onları benzeri başka unsurlardan ayırarak özel bir ilgiyle "gündemine almış"tır. O artık o gündemle meşguldür. O gündem onun "gün"ünü de "dem"ini de meşgul ettiğinden başka hususlar "gündem dışı"dır onun için.
Oysa Allah Teâlâ'nın ezelî ve mutlak ilminin ve kudretinin taalluku bakımından var ettikleri arasında herhangi bir farklılık tasavvur etmek mümkün değildir.
2. 2/el-Bakara, 16. ayetin (12 numaralı) notu: "Kur’ân'ın dinî alana transfer ettiği satın alma, ticaret, kâr, terazi, tartı, rehin almak, ücret, ödünç, borç gibi ticari kavramlar hayli dikkat çekicidir. Bu, hakikati asrın idrakine söyletmekle açıklanabilir."
Bu arabaşlık altında sadece "uygunsuz" değil, "gereksiz" ifadeleri de konu edineceğimizden, bu örneğin zikredileceği yer tam da burası. Kur’ân'da bu kelimelerin geçtiği doğrudur. Ancak onları birer "kavram" olarak değil, mecazlı anlatım unsurları olarak görürüz. Dolayısıyla Kur’ân'ın onları "dinî alana transfer ettiği" iddiasının ayakları yere basmıyor.
Hele bunun "hakikati asrın idrakine söyletmek" olarak ifade edilmesini tebessümle karşılamamak elde değil. İslamoğlu'nun Kur’ân'ı "asrın idrakine söyletme" düşüncesinden anladığı buysa, bu kelimelerin sadece nüzul sürecini kapsayan asrın insanlarına mahsus olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Öyleyse bunların "bu asır"da ne işi olabilir?!..
7/el-A'râf, 7. ayetinde geçen "ilim" kelimesinin "bilgi arşivi", 8. ayette geçen "vezn"in "ölçme değerlendirme" şeklinde karşılanması da İslamoğlu'na göre "asrın idraki" meselesinin şümulüne giriyor olmalı! Bu olsa olsa ilahî olanın beşerîleştirilmesi, nitelik ve nicelik olarak insanı aşan varlık, olgu ve anlamların beşer ölçülerine indirgenmesidir.
3. 2/el-Bakara, 30: "Hani, senin Rabbin melaikeye "Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim" dediği zaman da şöyle sormuşlardı: "Yeryüzüne fesat çıkaran ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın; üstelik biz seni hamd ile tesbih ve takdis edip dururken?"
İslamoğlu burada "ce'ale" fiiline "yaratma" anlamı vermekten kaçınma ihtiyacı hissetmiş ve onun yerine eşanlamlı iki kelimeyi uygun görmüş: Tayin etmek ve atamak! Genellikle kurumsal/bürokratik bir yapı içinde üstlerin/amirlerin astları/memurları bir görevden bir başka göreve intikal ettirmesi anlamında kullandığımız bu kelimelerin, insanın dünya macerasının başlangıcı ile ne ilgisi olabilir? Allah Teâlâ Hz. Adem (a.s)'ı yoktan var etmiş, insan neslini de onun soyundan çoğaltmıştır. Bunun "atama/tayin" kelimesi ile ifade edilmesi bu bakımdan hem doğru, hem de uygun değildir. Ancak Allah Teâlâ ile mahlûkat arasında bir "astlık-üstlük ilişkisi" bulunduğunu söyleyebilen İslamoğlu gibi birisi için bunun elbette aykırı düşmeyeceği açıktır. Bkz. 39 ez-Zümer, 44'ün 5 nolu notu.
4. 2/el-Bakara 31'e düştüğü 9 numaralı notta "İnsanın şerefi Allah'ın öğrencisi olmaktan kaynaklanır" cümlesi dikkat çekiyor. Bir önceki maddede zihne davet edilen amir-memur/ast-üst ilişkisi, burada "öğretmen-öğrenci" ilişkisi olarak karşımıza çıkıyor. Oysa –Allah Teâlâ'nın insana "öğrettiği" sürekli vurgulanmakla birlikte– ne Kur’ân'da ne de Sünnet'te böyle bir izafete rastlamak mümkündür. İnsana "öğretmesi" sebebiyle Allah Teâlâ ile insan arasında "öğretmenlik-öğrencilik" ilişkisi kurmakla, öldürdükleri ile (bkz. 8/el-Enfâl, 17) Allah Teâlâ arasında –hâşâ– "katil-maktul" ilişkisi kurmak arasında sadece fiillerin mahiyeti bakımından fark vardır. Bunu da aklımızda tutarak devam edelim:
5. 2/el-Bakara, 53: "Yine doğru yolu bulmakta kılavuz edineceğinizi umarak Musa'ya hakkı batıldan ayıran kitabı verdik." Buradaki "ummak" fiili, sonucu hakkında kesin bilgi sahibi olmadığımız herhangi bir husus hakkındaki umudumuzu, zannımızı ve beklentimizi ifade eder ve münhasıran bizim gibi gayb bilgisinden mahrum bulunan varlıklar hakkında geçerlidir. Allah Teâlâ "ummaz"; "bilir", "takdir eder", "imhal eder"…
İslamoğlu'nu burada yanılgıya sevk eden, ayette geçen "le'alle" edatıdır. Bu edat, "beklenti" yanında "ta'lil", "istifham"… anlamları da ifade eder. Bu edatın Kur’ân'da geçtiği bütün yerlerde –26/eş-Şu'arâ, 129 hariç– ta'lil ifade ettiği söylenmiştir. Ala külli hal, bu edatın Allah Teâlâ hakkında "beklenti" anlamı ifade edecek şekilde kullanılması Allah Teâlâ'ya nakisa isnad etmek anlamına gelir… Dolayısıyla yukarıdaki mealin doğru şekli, "Yine doğru yolu bulmakta kılavuz edinesiniz diye…" olmalıdır.
6. 2/el-Bakara, 60: "Musa kavmini suvarmak istediği zaman…"
"Suvarmak" kelimesi İslamoğlu tarafından ayette geçen "isteskâ"ya uygun görülen karşılık. Oysa dilimizde bu kelime, yalnızca hayvanların susuzluğunu gidermek için ya suyu onların yanına veya onları suyun yanına götürme fiili için kullanılır. Dolayısıyla bu kelime insanlar hakkında kullanıldığında küçümseme, ironi, hatta hakaret anlamı ihtiva eder. İnsan ana-babasına, misafirine, hatta tanımadıklarına bir "hizmet" anlayışı ve sevap kazanma beklentisi ile su verirken, onları "suvarmış" olmaz, onlara "su ikram etmiş" olur. Buradaki söyleyiş ve duyuş inceliğini gözden kaçırdığımızda, suyla ilişkimizi ve "su gibi aziz ol" dua cümlesindeki espriyi kaybederiz. Kelimelerin kavrama dönüşmesi ilmi, deyimleşmesi de kültür ve medeniyeti işaret eder. Ama onlarla böyle fütursuzca oynarsanız, gidebileceğiniz tek yer vardır: Yabancılaşma! Kelam ilminde buna "hızlân" diyorlar!
III. Yanlış hükümler
"Kur’ân'dan bir alıntı" olarak Besmele
1. 1/el-Fâtiha, 1'in başındaki Besmele'nin notunda: "Mushaf'ta Besmele, Tevbe hariç tüm surelerin başında Kur’ân'dan bir alıntı olarak yer alır."
Her ne kadar "Besmele surelerin başında teberrüken yazılmıştır, surenin ayetlerinden biri veya müstakil bir ayet değildir" diyen Malikî mezhebinin görüşüne uygun ise de, Besmele'nin başında yer aldığı her surenin ilk ayeti olduğunu söyleyen Şafiîler'in ve "her surenin başında, o sureden olmaksızın yer alan müstakil bir ayettir" diyen Hanefiler'in görüşünden sarf-ı nazar edilerek bu hükmün mealde böyle mutlak zikredilmesi isabetli değildir.
Hz. Adem'in yaratıldığı nutfe
2. 2/el-Bakara, 8'e düştüğü notta İslamoğlu şöyle diyor: "İnsan suresinin 2. âyetinde nutfe'den yaratıldığı söylenen ve türün tüm üyelerini içeren el-insan lafzı Âdem'i de kapsar."
Burada gönderme yaptığı 76/el-İnsân, 2 ayetine düştüğü notta da şunları söyler: "İnsan türüne giren herkesi kapsadığı için Âdem'in de nutfeden yaratıldığı anlaşılır (Bkz: 4:1; krş. Elmalılı)
Buradan havale edildiğimiz 4/en-Nisâ, 1'e gidiyoruz: "Ey insanlık ailesi![32] Sizi bir tek canlı varlıktan yaratan…" Buradaki "canlı varlık"a düşülen notta bu kez "nutfe", yerini "hücre"ye bırakıyor ve şöyle deniyor: "A'raf 11, Nisa 1 ve Hucurat 13 ışığında Âdem'in de kendisinden yaratıldığı ilk organik bileşiğe (hücre) delalet eder…"
Faraza bir okuyucu sadece "nutfe" ile ilgili yeri okuyup, diğerinden haberdar olmasa, Hz. Adem (a.s)'ın "yoktan" değil de, bir canlının nutfesinden yaratıldığı fikrine kapılabilecek. (Nitekim vaktiyle "çağdaş müfessirimiz" Prof. Dr. Süleyman Ateş de benzer bir yanlışa düşerek, Elmalılı'nın, Hz. Adem (a.s)'ın "başka bir canlının menisinden" yaratıldığı görüşünde olduğunu iddia etmişti.[33]) Bu son açıklamaya da muttali olsa, bu defa "nutfe" ile "hücre" arasında gidip gelecek…
Doğrusu şu ki, buradaki "nutfe"nin ne olduğu konusunda, öncesindeki ve sonrasındaki hilkat aşamaları hep birlikte değerlendirilmeden ve Hak Dini Kur’ân Dili'nin muhtelif yerlerinde bu konuda söylenenleri bütünlük içinde anlamaya çalışmadan yapılacak böyle yüzeysel değerlendirmeler, sadece bizi yanlışa sürüklemekle kalmaz, istenmeden de olsa okuyucuya haksızlık, Elmalılı merhuma zulüm, ilim ahlakına riayetsizlik yapılmış olur. Tefsirinin muhtelif yerlerinde ilgili ayetlerin izahı sadedinde hayli uzun mütalaalar serdetmiş olan müfessirimizin konuyla ilgili ifadelerini Hak Dini Kur’ân Dili'nin dipnotta zikredeceğim yerlerini dikkatle incelemek gerekir.[34]
Özetin özeti şudur: Elmalılı, buradaki "nutfe'nin, "hame-i mesnûn"[35] olduğunu, onun da "salsâl/sülâle"den oluştuğunu söyler. "Salsâl"i de, su ile karıştıktan sonra süzülüp kurumuş "tamtakır bir kuru çamur" olarak tefsir eder. İşte Hz. Adem (a.s)'ın yaratılışının başlangıcı bu "salsâl/sülâle"dir. Nutfenin oluşum kaynağı oluşu dolayısıyla "salsâl/sülâle", insan soyunun var edilişinin başlangıcı olarak da devrededir. Ancak bu kez yoktan var edilmek suretiyle değil, babanın sulbüne yerleştirilmiş olmak haysiyetiyle…
Meleklerin kıskançlığı
3. Hz. Adem (a.s)'ın, kendisine bildirilen isimleri meleklere söylemesi ile ilgili 2/el-Bakara, 33'ün meali verildikten sonra düşülen notta şöyle deniyor: "Bu ifade şöyle de yorumlanabilir: Ben insanın fesatçılığı ve kan dökücülüğü konusunda açığa vurduğunuz endişeleri bildiğim gibi, kendinizi bu makama Âdem'den daha layık görme hususunda gizlediğiniz duyguları da çok iyi bilirim."
Bu ifade, meleklerin içinde Hz. Adem (a.s)'a karşı gizliden gizliye bir "kıskançlık" duygusu barındırdıklarını anlatıyor. Oysa meleklerin, "Biz hamdinle tesbih ve seni takdis ederken…" şeklindeki mukabelesinden Hz. Adem'i kıskandıkları sonucunu çıkarmak, ancak tekellüfle mümkündür. Zira meleklerin bu mukabelesinin, yeryüzünde kan dökülüp fesat çıkarılmasına rızalarının olmadığı şeklinde anlamak daha zahir ve daha münasiptir. Zira onların insana arız olan zaaf ve nakisalarla malul olduğuna dair herhangi bir şey bilmiyoruz.
Sonuç
İslamoğlu'nun kaleme aldığı mealin ilk 60 küsür ayeti hakkındaki değerlendirmelerim bu kadar yer tuttu. 6 bin küsür ayetin yaklaşık 100'de 1'i. Birçok noktayı özet geçtiğimi de belirteyim. Mealin tamamı hakkındaki değerlendirmelerin bir kitap hacmini dolduracağını söylemek abartı olmayacak…
İmam el-Mâturîdî tefsirinde, yukarıda zikri geçen "nefislerinizi öldürün" ayeti hakkında şöyle der: "Eğer ehl-i tefsir, buradaki öldürme emrinin hakiki anlamda olduğu konusunda ittifak etmiş olmasaydı, onların, nefislerini öldürmeleri konusundaki bu emri "öldürme"nin hakiki anlamına hamletmezdik…"
Bu alıntı, sadece Kur’ân'ın tefsirinde naklin ne derece belirleyici olduğunu anlamamıza yardım etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu işle iştigal eden insanların kendi uhrevî akıbetleri konusunda taşımaları gereken endişeye de dikkatimizi çekiyor.
İslamoğlu, "Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur…" diyerek Efendimiz (s.a.v)'e, tam tersini söylediği bir sözü izafe etmenin, doğrudan doğruya Kur’ân'ın tefsiri/beyanı sadedindeki sahih rivayetlere gözlerini kapatarak ilgili ayetleri re'yine göre tercüme ve tefsir etmenin kişiyi sürükleyeceği akıbet konusunda elbette bilgi sahibidir.
Kendisine din kardeşi olarak yapabileceğim tavsiye şu:
İslam ilim tarihinin zirvesini tutan dirayet ehli simalarından İmam el-Mâturîdî'yi bir noktada durduran şey sizi durdurmuyorsa, yaptığınız işin size ve Ümmet'e hayır mı, şer mi getireceği konusunda bir daha düşünmelisiniz.
Allah Teâlâ'nın Kitabı ve Resulü'nün Sünneti konusunda yanlışa sürüklenmenizden hoşnut olmam. Elbette hepimiz beşeriz ve hatayla, nisyanla malulüz. Kur’ân meali/tefsiri yazma işiyle iştigal eden insanların, sıradan insanlardan çok daha fazla özenle, titizlikle hareket etmesi gerektiği açık. Zira burada yapılacak bir hata, kitlelere tefsir/meal yazarının kişisel hatası olarak yansımaz; Kur’ân'a mal edilir. Kim böyle bir musibetin altından kalkabilecek gücü kendinde vehmeder, işte o, gerçek anlamda helaka sürüklenmiş demektir!..
[1] 56/el-Vâkı'a, 60.
[2] 6/el-En'âm, 29.
[3] 44/Duhân, 35.
[4] Bkz. 49/el-Hucurât, 13 (5 numaralı not).
[5] 5/el-Mâide, 87-8.
[6] 8/el-Enfâl, 74.
[7] 24/en-Nûr, 62.
[8] el-Buhârî, "Menâkıbu'l-Ensâr", 19. Burada Kays b. Ubâd, Mescid-i Nebi'de otururken içeriye giren bir adamı (Sahabe'den Abdullah b. Selâm (r.a)'ı) tavsif sadedinde, "Yüzünde huşu izi vardı" ifadesini kullanır.
[9] Bkz. Concordance, "h-ş-'a" md.
[10] et-Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, XXII, 137. el-Heysemî, Mecma'u'z-Zevâd'de (I, 471) isnadının hasen olduğunu söylemiştir.
[11] et-Tirmizî, "İlim", 6.
[12] Hak Dini Kur'an Dili, V, 3428.
[13] El-Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2402-5; İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, IV, 2491; ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, XXXVIII, 437; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, III, 857.
[14] el-Muvatta, "Salâtu'l-Cemâ'a", 22; el-Buhârî, "Enbiyâ", 12…; Müslim, "Salât", 65…; Ebû Dâvud, "Salât", 183…; et-Tirmizî, "Vitr", 22…
[15] Konu hakkında bkz. Çıkış, XIV, 21-9.
Ayrıca şu adreslere bakılabilir: http://www.cresourcei.org/yamsuph.html
http://exodusconspiracy.blogspot.com/2008/12/lost-sea-of-exodus.html
http://members.bib-arch.org/collections.asp?PubID=BSBA&Volume=10&Issue=4&ArticleID=3& http://tanakh.org/chapter_sh_14_hebrewenglish.html
[16] Bkz. Hayat Kitabı Kur'an, 2/el-Bakara, 63 meali ve 5 numaralı not.
[17] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, VI, 4966; ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, XXXIV, 139-40.
[18] 20/Tâ-Hâ, 39.
[19] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 269-70.
[20] Bkz. et-Tefsîru'l-Kebîr, III, 86-7.
[21] Kadı Abdülcebbâr, Tenzîhu'l-Kur'ân ani'l-Matâ'in, 24.
[22] Çıkış, XXXII, 26-30.
[23] Elmalılı, I, 357.
[24] el-Bahru'l-Muhît,
[25] et-Tefsîru'l-Kebîr, III, 90.
[26] el-Keşşâf, I, 271.
[27] Yahudileşme Temayülü, 36.
[28] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 395, 6, 421. Ayrıca bkz. Ebû Dâvud et-Tayâlisî, el-Müsned, I, 243; et-Taberâni, el-Mu'cemu'l-Kebîr, X, 131…
[29] el-Âlûsî, Rûhu'l-Ma'ânî, I, 283.
[30] Bkz. Rûhu'l-Ma'ânî, IX, 93.
[31] Mesela bkz. Müslim. "Kader", 32, 3; Ahmed b. Hanbel, I, 390, 433; 45…; el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 442;
[32] Burada, "eyyuhâ" kalıbının taşıdığı "aile" yan anlamı için bkz: 2:21, not: 6" denerek yazının başlarında üzerinde durduğumuz "yanlış anlama"ya gönderme yapılıyor.
[33] Ateş, Yeniden İslama, II, 267-8.
[34] Bkz. Hak Dini Kur'an Dili, II, 1118-9; III, 1869-74; V, 3057-8; 3432-4; 1869-74.
[35] 15/el-Hicr, 26-33.
RIHLE DERGİSİ
Hakikatı bilip bunu (bilerek yada bilmeyerek)bozmaya çalışanları ve bizim gibi bilmeyenleri uyaranlardan Allah razı olsun.
YanıtlaSilAyrıca neden insan bazı şeylerin farklılaşmasına çalışırlar.Oysa İslamoğlu hoca iyidir diye biliriz.Lakin nefse uyup meşhurluk damarı kabardığından mı yapmıştır, yoksa bilmediğimiz başka sebepten mi bilmem Allah onu ve onun durumunda olan hepimizi kurtarsın.Rabbim bir an bile bizi nefsimiz ve şeytanla başbaşa bırakmasın.