Euro De Vizyonunu Görelim

70’li yıllar ‘aranjman’ dönemiydi. “Aman petrol, canım petrol, artık sana muhtacız petrol…”, “O benim dünyam, onunla nefes alan ve onunla yok olan…” gibi dizeler, yurt dışından ithal bestelerin üzerine yazılıp, plaklardan kulaklara yayılıyordu. Birkaç özgün isim ve beste olmasına rağmen (bu noktada Barış Manço ve Cem Karaca’yı anmadan geçemeyeceğim) yine de Garp kültürüne alışmaya çalışan Şark toplumunda, özenti ve kabullenme o kadar hızlıydı ki beste yapmaya vakit de, birikim de, altyapı da yoktu. ‘Popüler olan müziği al, üzerine söz yaz, sal gitsin’ terkibi kullanılarak bir hayli şarkı, üretilmekten ziyade -Batı müziğinin türevi alınarak- türetildi. Bu ithal müzik, abisinin kıyafetlerini giyen bir çocuk gibi üzerimize iki beden bol gelip emanet dursa da bir süre sonra biz de ‘large’ takılmaya alıştık.


80’li yıllarla birlikte köyden şehre göçün hızlanmasıyla, iki kültür arasında sıkışıp kalan ‘kent köylü’ bir kitlenin, ‘kent soylu’ bir kitle ve onun üretim-tüketim araçları karşısında tutunma ve alışma dönemi başladı. Kentlerin dışında varoşlar oluşmuş, varoşların kendini ifade biçimi olarak da ‘arabesk’ ortaya çıkmıştı. Bu dönemde müziğin acılısı, söyleyenin de babası, abisi, küçüğü makbuldü. Müslüm Baba, Orhan Abi, Küçük Emrah ve bunların muadilleri artık plaklardan değil, kasetlerden kulaklara yayılıyordu. Şehrin şartları, temposu, acımasızlığı karşısında maddi ve manevi tükenişlerin çığlığı arabesk oluyor, “Batsın bu dünya!” yakarışı içinde, “Geliver yanıma güldür yüzümü!” umudunu da taşıyordu.


90’lar ise dünyanın yeniden şekillendiği yıllardı. Almanya’da duvarlar yıkılıyor, Rusya’da rejim değişiyor, Türkiye’de birçok sosyo-kültürel ve ekonomik dönüşümler yaşanıyordu. 80’lerde büyükşehirlere göç edenler, 90’larda kent yaşamına daha bir alışmışlardı. 12 Eylül’den sonra apolitize edilmiş kitleler 90’larla birlikte yeni bir hayat algısı ve kültürü üretiyordu. Artık cepte dolar, evde bilgisayar, ekranda ‘klip’, paçalı donda ‘slip’ vardı. Tek kanallı televizyon yayınlarından çoklu kanallara geçiliyor, televizyon kumandasının anlam kazandığı günler yaşanıyordu. Lâkin kumanda insanoğlunun elinde olsa da sanki kumanda eden başka eller her daim bulunuyordu. Levis, Mc. Donald’s, fast food, ‘Hayat boş, Süper Fm’le coş’ kültürü altında biz yepyeni bir müzikle, ‘pop’la tanışıyorduk. Özel radyo ve televizyonların sayısının hızla artmasıyla birlikte, televizyonda “Bir yemin ettim ki dönemem” diyen Kayahan’ı izlerken, radyoda Yonca Evcimik’in sesine “Abone”ydik ve hal böyleyken Sezen Aksu’ya katılmamak mümkün değildi, “Hade bakalım, kolay gelsin!..”


Dünyanın 2000’lerden sonra global bir köy haline gelmesiyle Türkiye, “Bizi dışlamayın, biz de sizdeniz…” dercesine bu global köye kendini kabul ettirmek için birbirinden farklı adımlar attı. Bu adımlar iyi midir, kötü müdür ya da hangileri iyidir, hangileri kötüdür bunların kararını gelecek yıllar ve nesiller verecek. Ama kesin olan bir şey var ki bir taraftan AB süreci ve ABD ile ilişkiler yürürken, bir taraftan da dünya milletlerinden aşağı kalma kompleksimizi üzerimizden atmamıza vesile olacak birkaç gelişme oldu(?!). Bunların ilk ikisi spor alanında yaşandı. 2000 yılında Galatasaray Futbol Takımı UEFA Kupası’nı kazandı ve ardından da Türk Milli Futbol Takımı 2002 Dünya Kupası’nda üçüncülükle tanıştı. Spordaki uluslararası başarılarımız daha sonra sanat alanında devam etti. 2003 yılındaki ‘Eurovision Şarkı Yarışması’nda Sertap Erener’in seslendirdiği İngilizce parça Türkiye’ye birincilik getirdi. Türkiye’yi İngilizce bir parça ilk defa temsil etmiş, Avrupa ise İngilizce söyleyen Türk’ü birinci seçmişti. O dönemde Sertap Erener’in İngilizce şarkı seçmesi eleştiri konusu olsa da kazanılan birincilikten sonra eleştirilerin de dozu iyice azaldı. Ne de olsa milenyum sonrasının en geçerli kaidelerini piyasa ve pazar belirliyor; ticaretten siyasete, bilimden sanata kadar ‘başarıya giden her yol mubah’ sayılıyordu. Daha ne olacaktı ki Türkiye ilk defa Eurovision’da birinci oluyordu…


Halkımızın genelde ‘erovizyon’ şeklinde telaffuz ettiği ‘eurovision’ (yurovijın - yurovizyon) aslında kelimenin kökenine biraz baktığımızda hakkında bize ipuçlarını sıralıyor. Avrupa vizyonu, Avrupalı bakış açısı… Bundan dolayıdır ki ne zaman bir Türk, İngilizce söyledi, birinciliği kaptı. Karamanoğlu Mehmet Bey yaşasaydı açıkçası bu duruma ne derdi bilmiyorum ama biz aldığımız o birincilikten sonra İngilizce söyleme âdeti edindik, Avrupalı bakış açısı(!) kazandık. Sertap Erener’le başlayan süreç Athena ve Kenan Doğulu ile devam etti. Bu sene de Belçika’da yaşayan Hadise kızımız İngilizce bir şarkı ile Türkiye’yi temsil edecek. Türk halkının çok büyük bir bölümü bu kızın ne dediğini anlamasa da o yine de Türk halkını temsil edecek(!). Yani tam bir garabet durum söz konusu!..


Şimdi birileri “Müzik evrenseldir.” falan diyebilir. Ama maalesef yok öyle bir şey. Müzik diye bir şey vardır ama ‘evrensel müzik’ diye bir şey yoktur. Zaten yazının başında 70’lerden 2000’lere kadar bir değerlendirme yapmamızın da sebebi buydu. Müzik bir dünya görüşünü yansıtır. Sanayi toplumunun müziğiyle, tarım toplumunun; kentlerin müziğiyle, varoşların müziği birbirinden ayrıdır. Çünkü yaşadıkları hayat ve sahip oldukları dünya görüşü farklıdır. Köyün dinginliği içinde kaval çalıp koyunlarını otlatan çoban, elektrogitar kullanamaz. Uçak seslerinin yankılandığı bir havalimanında ise kimse Dede Efendi yayını yapamaz. Mc. Donald’s’ta Itri bestesi bulamazsınız çünkü bu ‘fast food’un varlık sebebine aykırı bir durumdur. Ama illa da ‘evrensel müzik’ten söz edeceksek bu ancak dünyadaki egemen kültürün, baskın olan devletin, diğerlerine dayattığı bir müzik olabilir. Hizmetçiler efendilerinin eski elbiselerini giyer, köleler sahiplerinin tabaklarından arta kalanlarla karınlarını doyurur. Türkiye’de de evrensel müzik işte böyle İngilizce olur. Anadolu’dan ne zaman Karamanoğlu Mehmet Bey çıkar, inşallah bu iş de son bulur.


Bu noktada isterseniz gelin biraz müze bekçiliği yapalım. Zarfın da mazrufun da yüzde yüz yerli olduğu bu toprağın çocuklarına bakalım. Unuttuklarımız, hatırladıklarımızdan yüzlerce kat fazla olsa da biz yine de birkaç ismi zikredelim, kimler ve neler varmış…


Bir Şark Bülbülü Diyarbakırlı Celal Güzelses vardı, bir Malatyalı Fahri vardı, bir Urfalı Kel Hamza vardı, bir Turan Engin vardı, bir Âşık Mahsuni vardı...


Bir Sami Kasap vardı; “Bir dağ ne kadar yüce olsa yamacında yol olur. Bir yiğit ne kadar kahraman olsa sevdiğine kul olur!” diyen.


Bir Seyfettin Sucu vardı, bir Urfa kurtuluş türküsünde:

“Harpten döndüm yurda ben,

Oldum orda hurda ben.

Ben bir Türk çobanıyım,

Koyun vermem kurda ben.

Hasretim var bugüne,

On bir Nisan gününe,

Süngü takmış çeteler,

Yürür düşman üstüne.”


Bir Hafız Kemal vardı:

“Zannederdim aşkımı bir şûha bağlarsam geçer.
Yâr eliyle yâremi bir kerre dağlarsam geçer.
Bitmiyor âh-ü figanım bülbül-i şeyda gibi
Geçmiyor gülmekle hüznüm, belki ağlarsam geçer.”


Ve bir Kazancı Bedih vardı, gırtlaktan değil yaka yaka ta ciğerden söyleyen:

“Nice bu hasret-i dildar ile giryan olayım.
Yanayım ateş-i aşkın ile büryan olayım.
Görmedim gül yüzünü âh-ü figan etmedeyim,
Akıtıp gözyaşımı dert ile nalân olayım.
Kapladı bu nârı firkat cismi gam âl-u demi,
Korkarım haşra kadar böylece suzan olayım.
Sevdiğim rahmet yeter incitme artık kalbimi,
Gel dilersen Yusuf-u asa, bend-i zindan olayım.
Lütfiyim bülbül gibi gülşende feryat eylerim,
Vuslat-ı yâr ile ancak şad-ı handan olayım.”


Ne zaman Türkiye Eurovision’a katılmaz, işte o zaman gerçekten kazanır. Ya da ne zaman bir Kazancı Bedih türküsüyle katılırız ve sonuncu oluruz, işte o bizi biz yapan birinciliğimizin tescili olur.


Asker arkadaşım, Onbaşı Vanlı Adem’in dediği gibi:

“Yürü be ey ehli katır, endamını görelim,

Neşeyle geçen her günü, ıstıraba gömelim.”




Serkan BİLGE


Genç Dergisi – Nisan 2009

1 yorum:

  1. İsmail HakkıNisan 03, 2009

    Ahh eskiler ahh. Eskiler yeninin ne mal olduğunu biliyorlar da yeniler eskinin kıymetinden ne anlasınlar

    YanıtlaSil

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.