Şair, ehl-i hâl… Şair, çağının mesulü ve şahididir! Şair, zamanın nabzını tutan ve cemiyetin ruhi trafiği ortasında geliş-gidiş yönlerini kestiren ve gerekirse bu trafiği yeniden tanzim eden ulvi mütefekkirdir. Açıkça belirtmekte fayda var; mütefekkirden kasıt, kitap ve mücerret fikir denizinde boğulmuş bir allâme veya nazariyeci değil, en haysiyetli tecrit ile en katı teşhisi birleştirmeyi başarabilmiş bir ameliyeci, bir aksiyon sanatçısı ve ustasıdır.
Doğumunun 105. vefatının 26. yılında Üstad Necip Fazıl’ın “şair” kimliğinin tanımı ve takdimi bizce budur. Bunun dışında bir mütefekkir asla teşrih masasına yatırılıp bölünemez. “Şöyle şair, böyle romancı, şöyle hikâyeci…” gibi tanımlamalar, parça bütünün habercisidir hikmetince, ‘büyük mütefekkir’den birer parça taşısa da unutulmamalıdır ki bir bütün onu meydana getiren parçalardan çok daha fazla bir şeydir. “O’ndan” olmasıyla, “O” olması arasındaki namütenahi keyfiyet farkı…
Nasıl ki surat tanımakla, adam tanımak birbirinden farklı şeylerse; bir mütefekkiri anmaya çalışmakla, anlamaya çalışmak da birbirinden farklı şeyler. Geçtiğimiz yıllarda ‘V For Vandetta’ diye bir film izlemiştim. Oradaki ana karakter, “İnsanlar ölür ama fikirler ölmez.” diyor ve ekliyordu, “Hatta aradan dört yüz yıl geçse bile yeniden doğabilir.” İnsanlar ölüp, fikirler yaşamaya devam ediyorsa, gelin cansız bedenlerin başında bekleyip “ah, vah” eden cenaze evi müdavimlerini terk edelim, anmayalım! Metropollerde -mimari hokkabazlık numunesi- plaza yüksekliği seviyesinde hapsedilmiş maddi ve mânevi göz hududumuzu, zırvalıklardan arındırarak, Himalayalar üzerindeki Everest zirvesine denk, canlı bir mânâ abidesine dikelim! Buyurun!.. Anmaya değil, anlamaya ve yaşamaya!..
Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl’ın 15. Asır Hitabesi:
Muazzez iman gençliği!
Bugüne kadar çok laf ettik! Kelam, ilahi nimet… Ama her ilahi nimet gibi bir de ters tarafı var… Ya gökleri ikiye şakkeder, yahut bir sineğin kanadını bile kıpırdatamaz. Ve işte o zaman, seviyesi laf olur. Elverir ki muhatabında gereken elektrik nâkiliyetini bulsun…
Benim bir tabirim var: “Artık söz yalama oldu!”… Aşınmış yivler üzerinde somunun olduğu yerde dönmesi, hiçbir noktaya varamadan sonsuzluk boyunca yerinde sayması… Bu hâl, fikir, söz ve hareket arası muhteşem elektrik seyyalesinin, memleketimizde elektrik şebekelerine eş, her an kesikliğini, kopukluğunu, kısırlığını ilan eden en tehlikeli akıbet… Kanıksama hâli… Hem fert ve hem cemiyet hesabına, böyle! Gafilin ibadeti, memurun rehaveti, cahilin inadı, ahmağın rahatı gibi, her an akamete uğratan feci bir alışkanlık, kabuk tutma, kendisini koyuverme hâli…
Allah’ın mahlûklarına kurduğu bir tuzaktır bu… İmtihan tuzağı… Bu tuzağa düşmemenin şuurunu, ruhumuzda, ateşten şekillerle billurlaştırmadıkça ne yapsak, ne etsek, ne desek boş!..
Bu dikkat ve şuur, aşkla billurlaşır. Ve aşk yarasının kabuğunu her an deşmek ve sızısını her an çekmekle gelişir.
Ben Yunus’u biçareyim,
Baştan ayağa yareyim;
Gel gör beni aşk neyledi?
Buraya kadar söylediklerim, esas derecesinde kıymetli usul icabı. Bu hayati metot ölçüsünden sonra askeri bir kumandan üslubuyla “doldur ve kapa!” biçiminde ve en sert ve katı realite teması içinde, esasa geçebiliriz.
Evet, “doldur ve kapa!”… Kulağını, içindeki ve dışındaki göklere verip de bu sesi duymayana gerçek Müslüman denilemez.
İslami 1396 yılının bu nazik gününde, Türk yurduna ve İslam âlemine avaz avaz haykırıyoruz ki artık silahımızı doldurup mekanizmasını kapamanın, daha doğrusu namluda uyuyan kurşuna hedef aramanın ve her an tetikte bulunmanın zamanı gelmiştir.
Bu silah mânevidir ve en büyük aksiyonun eşiğinde maddeyle iç içedir. Ve artık ulvi ‘mücerret’ten ‘müşahhas’a dönmenin, kıyılarda ve köşelerde aciz dert yanmaktan büyük ‘ameliye’ye geçmenin ve agoraya çıkmanın hem zamanı gelmiş, hem de mekânı heykelleşmiştir.
Resûllullah’ın Veda Haccı’nda, kızıl tüylü bir devenin üstünde, akşam güneşi ufka yaslanıp mercan rengi gözyaşlarını dökerken, yüz bin sahabeye karşı söyledikleri bir söz var… Bir İngiliz tarihçisinin “İnsan kelamı hiçbir devirde bu yüksekliğe varamadı.” dediği bir söz… Şu söz: “İşte zaman, devrini yapa yapa, çıktığı noktaya ulaştı!”
Gerçekten kelam bu noktaya çıkamaz. Bu noktada erir, ışık olur, ahenk olur. Bu sözde, kâinatın, işte o gün, yaratılış gayesine vardığı, bu gayenin de İslam ve Son Peygamber olduğu hikmeti pırıldıyor.
Ve işte, esas noktası, muazzez İman Gençliği, şu nokta: İslam takviminin 15. asrına 4, 21. asra da 24 yıl kala, bugün zaman, ana gaye etrafında 1396 sene her türlü helezonlarla devrini yapa yapa, insanlığın maddede en marifetli, ruhtaysa en hafakanlı demine, kurtarıcı bekleyen ikinci gaye noktasına, sana kadar geldi!
Fıkırdayan bir zift denizinde gövdeleri ve kafaları kayıp, kolları göğe doğru imdat isteyici insanlık ne bulursa İslam’ın 15. asrında bulacak ve bulduğu Anadolu kaynaklı olacaktır.
Kaynak tek ve mutlak… O… Kâinatın Efendisi… O’nun mukaddes emanetini asırlarca koruduktan, zaman ve mekânın zirvesine çıkardıktan sonra iki felaketli devre halinde önce hikmetsiz yobaz ve peşinden kâfir elinde pörsütülmüş ve çöplüğe atılmış gören Türk, şimdi onu, bütün saffet ve hakikatiyle ihya etmek ve bu muazzam hamlenin yeni kaynağı olmak memuriyeti ve mesuliyeti altında bulunuyor. Evvela kendisine, sonra İslam âlemine, en sonra da insanlığa sunulacak kurtuluş iksiri…
Petrolden evvel, sondaj burgusunu beyin beyin ve yürek yürek daldırıp bu iksiri bulmak… Burada bozulup bütün İslam âleminde bozulanı, burada düzeltip bütün İslam âleminde de düzeltmek… Ve sonra, Allah’ın Türk’e bahşettiği tarihi kader tecellisindeki imtiyazla, tek noksanı olmayan bir tamamlık içinde Batı’nın karşısına çıkmak ve ona yaşanmaya değer hayatın örneğini vermek…
Anadolu, şu perişan haline rağmen bu kadar büyük bir teklif altındadır ve “Ya ol, ya öl!” çizgisinin orta yerinde, şimdi, ölüm güdücülerinden sonra hayat güdücülerini beklemektedir.
Türk’ten daha halli olmayan bazı İslam ülkelerince Türk’e atfedilen İslam’ı yitirmiş olma görüşü, üst yapıdaki yapıştırma şekillere göre tam doğru, alt yapıdaki ve temeldeki mânâlara göre de gerçeğe yüzde yüz zıttır.
Mübarek kubbemizi, tersine çevrilen bir limon kabuğu gibi çukurlaştırıp sarhoşların kusmuk hokkası haline getirenlere karşı, alt ve temel yapı, yepyeni fakat İslam ölçülerinden zerre feda etmez bir anlayış emrinde en tepeye oturtmayı bilecek ve intikamını Allah’ın “Müntâkim” ismine ısmarlayacaktır. Duamız şudur: “Ya Müntâkim! Bizi intikamına memur et!”
Günümüzde, düşe düşe bitpazarındaki çocuk lâzımlığı seviyesine kadar alçalan ‘inkılâp’ vakasının ne demek ve nasıl bir şey olduğu da o zaman anlaşılacaktır.
Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta;
Lafını çok dinledik, şimdi iş inkılâpta…
İslam’da her asrın bir yenileyicisi olduğuna göre 15. asır yenileyicisine çevre teşkil etmek şerefi tam kırk yıldır, suyu kan ve tuzu gözyaşından ibaret olarak teknemizde hamurlaşmasına çalıştığımız ve şimdi, şükürler olsun, sayısının milyonları aştığını gördüğümüz yeni nesle, Türk ruh kökünün davacısı nesle, senin nesline, sana düşüyor!
Mazi, hâl ve istikbal hükmünü sen getireceksin!
Tarihinden sahtelerle gerçekleri ayıklamayı, bazı ölüler üzerindeki kubbeleri yıkıp bazıları üstüne altından kubbeler çekmeyi sen başaracaksın!
Bu zamana kadar kavanozun camını yalayarak reçelini yediklerine inandıkları Batı marifetini, çilesini çekmek şartıyla nefsine mal etme hünerine sen ereceksin!
Ruhi tahakküm buyruğundan sıyrılınca, insanoğlunu burnundan yakalayan ve halkalayan ve kendisini putlaştıran makinenin burnuna “Hâkimiyet ruhundur ve makine köledir.” halkasını sen geçireceksin!
İslam’a “çağdışı” diyen tarih öncesi hayvanların çağdışı diye anılacağı çağı sen açacaksın!
Allah ve Resûlu’ne yanaşır gibi olup da şeriatı reddetmeye kalkışanların “güneşe evet ama ışığına hayır!” derecesinde bir abes temsil edici tımarhanelikler veya fikir yankesicileri olduğunu sen ispat edeceksin!
İnsanın bu dünya ve ötesine ait hesabını vermeyen herhangi bir rejimin, kubur farelerine gıda hazırlamaktan başka bir iş yapmadıklarını sen yaftalayacaksın!
Hâsılı, İslam’ı topyekûn genişliğine madde ve derinliğine ruh planında sen temsil edecek, sevdirecek, sindirecek, yayacak, döşeyecek, cihazlandıracak, nakışlandıracak ve dipsiz fezayı ören bunca yol arasında sen tekleştireceksin!
Sen!.. Sen!.. Sen!.. 15. İslam asrının eşiğinde bütün insanlığa karşı İslam’ı ve Türk’ü sen örnekleştirecek ve Resûlullah’ın mukaddes emanetini sen baş tacı edeceksin!
Ve işte yeri:
Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!..
Yusuf Serkan BİLGE
Genç Dergisi – Mayıs 2009
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.