31 Mayıs 2009

İstanbul’un Fethi Üstüne Masalsı Bir Peri Masalı


Selim GÜRSELGİL’in Yeni Kitabı;

BİR PERİ MASALI

-İstanbul’un Fethi Üstüne Masalsı Bir Peri Masalı

ÖNSÖZ

-I-

2003 yazında, İstanbul’un Fikirtepe’sinde, bir genç, kendi silâhından çıkan mermi ile hayatını kaybetti. Genç, hem de o kadar gençti ki, bütün Fikirtepe, bu ölüme boyun büktü.

Hadiseyi duyduğumda öyle müteessir oldum ki, o “teessür ânı” aylarca aklımdan hiç çıkmadı. Hadise fecî görünüyordu. Nereden baksan, “bir kazâ”ya benziyordu. Ki altında, son derece elîm bir aşk hikâyesi yatıyordu.

O genci tanırdım. “Fatih”ti adı. O hadiseden kısa bir süre önce Çamlıca’da piknik yaptığımızda o da vardı. Bana tuhaf şekilde sokulgan, benimle çok şeyler konuşmak istermişçesine yutkunmaklıydı.

Fakat konuşmadık. Ya onun dili dönmedi veya ben yeterince ilgili görünmedim. Neticede hikâyesini o gün öğrenemedim. O “teessür ânı”nda öğrenebildim. Ve teessürümü biraz da o gün öğrenmemiş olmamın pişmanlığı tetikledi.

Bu elîm aşk hikâyesini daha önce öğrenmiş olsaydım o gence bir yardımım dokunur muydu, o kazâdan kurtulur muydu bilmiyorum ama – kader tabiî ki! -, sözkonusu “teessür ânı”nın nasıl yakamı bırakmayıp, bana bu masalı yazdırdığını çok iyi biliyorum.

Bu masal, benim ona vermeyi düşünmediğim “masal” adını alarak “Beklenen Nizam”da yayınlanmaya başlamıştı ki, kendimi “Üçüncü hapislik mâcerâm”ın içinde, Kandıra F Tipi Cezaevi’nde buldum. Masalın geri kalanını orada, aydan aya çalışarak tamamladım.

Ondört ay sonunda o artık Fikirtepeli Fatih’in masalı olmaktan çıkmış –çıkmamış!-, “İstanbul’un fethi üstüne bir destan” hâlini almıştı. Diğer cezaevlerindeki gönüldaşların mektup olarak okuduğu ve birkaç bölümüne dergilerin yer verdiği…



-II-

Sözkonusu tarihten beş yıl öncesine gidelim… Sanki bir cezbeye kapılmıştım. Sürekli içimden şiir yazmak arzusu geliyor, sürekli dilime mısrâlar yapışıyordu. O arzu giderek gelişiyor, o mısrâlar giderek fazlalaşıyor, adetâ bildik şiir kalıplarına sığmak istemiyordu.

Diğer yandan, eskiden olduğu gibi yavan ve taklid ve kendimden

başkasına gösterilmeyecek şiirlerle uğraşmak da canımı sıkıyordu. Derken, o arzu ve bu sıkıntı arasında “Nurcihan”ı buldum. Çabucak kaleme alıp, Akademya Kitablığı’ndan yayınlattım.

Akademya Kitablığı’nın nerelere kadar ulaştığını tam kestiremiyorum. Neticede Akademya’nın altında büyük emek ve fedâkârlıklar vardı. Dört kitabım çıktı oradan. “Nurcihan” dışındakiler Akademya yazılarımdan, benim dışımda toplanmıştı. O gün imkân ve zamanım olsa, onları olduklarından bambaşka şekiller altında sunmak isterdim.

Ne olursa olsun, birinin imzâsıyla yapılmış bir iş, o imzâ sahibinin sorumluluğu altındadır. Hele o iş, kitab gibi, bu dünya ve ötesinde her kelimesinden hesaba çekileceğimiz bir iş olursa… Gelecekte imkân bulursam, o kitabların hepsini yeniden hesaba çekeceğim. “Nurcihan” müstesnâ…

Başlangıçta bana zevk veriyordu. Ondörtlü hece veznini – toplumda ölmek üzere olan bu sanatı - iyi kullandığım yerleri olduğu söyleniyordu. Aynı zamanda, beşli bend düzeninden kurulu “fasıllar” şeklinde yeni bir şiir kapsülü oluşturmuş, tam ondört fasıl hâlinde onu bir hikâye tarzına dönüştürmüş ve çevremde bir hayli de takdir toplamıştım.

Fakat sonraları o kitab beni sıkmaya, hattâ boğmaya başladı. Sık sık onu tekrar ele almak ihtiyacı duyduysam da, hiçbir zaman içinden çıkamadım. Ben de onu büsbütün kaldırıp atmaya karar verdim. Sebebi yok: Beğenmiyorum ve sahiblenmiyorum!

Nihayet yukarıda bahsettiğim “teessür ânı” münasebetiyle, onun yerine “Bir Peri Masalı”nı ileri sürmem müyesser oldu. Şimdilik mutluyum; en azından, kendi şeklim üstünde kendime yabancı bir ruhla dolaşmak külfetinden kurtulmuş oldum!



-III-

İşin hikâye tarafından bu şekilde bahsediyor olmam, umarım can sıkmıyordur. Zirâ gençlik kuş gibi avuçlarımızdan uçuyor. Gelecekte o şanlı mazimizin hatırâlarını bugünkünden daha zayıf ışıklar altında hatırlayacağız. İşin hikâye tarafını bu yüzden lüzumlu buluyorum.

Bizler, karanlıklar altında kalmış bir dünyada, gözlerinde büyük bir güneş parlamışlarız. İçinde yaşadığımız dünyanın insanlarına, bıkmadan, usanmadan, tepemizde böyle bir güneş olduğunu anlatmağa çalışıyoruz. Çoğu ne güneşi görüyor, ne bir güneş olduğuna inanıyor.

Sabah doğacak güneşi geceden haber verdiğimiz için, onların gözünde en büyük suçlularız. Âlemi onların gözleriyle görmediğimiz için, huzurlarını kaçırıyoruz. Bizi bir kaşık suda boğmak istiyorlar. Olmadı, her yönden kuşatarak, her taraftan bağlayarak, herkesin “müjdemizi” duymamasını, duysa da anlamamasını sağlamaya çalışıyorlar.

Bu ne büyük bir suçtur(!), anlamağa çalışınız: “Dünya dönüyor!” dediği için diri diri ateşe atılan adamın suçu(!) kadar var mı? İnsanların inanç temellerini sarsmak, onlara sandıklarından başka bir dünya olduğunu anlatmak, tam olarak hangi kanuna takılır? “İzdiham” kanununa mı?

Biz o kanunu tanımıyoruz ve eğer “güneş vardır!” demek suçsa, bu suçu işlemeye devam edeceğiz. Çünkü yakında güneş doğacak. Karanlıklar, yere çalınan cam gibi dağılacak. Güneş doğunca, karanlıklar içinde işlenen bütün gerçek suçlar –kimin ne mal olduğu?- bir bir ortaya çıkacak!

“Belki biz görmeyiz!” Biz görmesek de, gösterecekler. Güneşten kamaşan gözler gelecek dünyaya. “Bize güneşi haber vermediğiniz, korktuğunuz, bizi karanlıklara alıştırdığınız için asıl suçlu sizlersiniz!” diye mezarımıza tükürecekler. O günü görmesek de gösterecekler!

Öyleyse, tek kalsak da yalnız değiliz. İstikbâl kadar çoğuz. Ne güneşin olduğunu bilmekten korkuyor, ne de yakında doğacak olduğuna inanmaktan sakınıyoruz. İstikbâl, karanlığın gücü olduğuna inanmayanların olacaktır!


-IV-

Ne demek istiyoruz? Uzağa gitmeğe gerek yok, ne demek istediğimizi düşünenler, Osmanlı tarihine müracaat edebilirler. Orada güneşin ne olduğuna ve nasıl doğduğuna dair kâfî deliller bulacaklardır.

Bu delillerin en güçlülerinden biri, hiç kuşku yok, İstanbul’un Fethi’dir. İstanbul’un Fethi’nin nasıl bir hadise olduğunu anlamak üzere, Doğu’da ve Batı’da binlerce cild eser yazılmıştır. Bu hadisenin sıradan bir “kale zabtetmek” olmadığı, bir çağ kapatıp, yeni bir çağ açacak kadar mühim bir hadise olduğuna karar verilmiştir.

Yazılanlar arasında destanlar olduğu gibi, karalama kitabları da pek çoktur. Doğulular, ekseriyetle İkinci Mehmed’in, Allah Resulü tarafından müjdelenmiş o kutlu kişi olduğuna inanır ve adına “FATİH” derler. Batılılar ise, umûmiyetle onu zâlimler ve barbarlar katının en üstlerine koyar, böyle vasıflandırırlar.

Bize göre, iki görüşte de haklı taraflar vardır. Zirâ İkinci Mehmed, Doğu’nun doğan güneşi, Batı’nınsa dağılan karanlığıdır. Doğu’da güneş sevildiği ve Batı’da karanlıklardan hoşlanıldığı için, birileri ona “FATİH” derken, ötekiler “barbar” demişlerdir. Güneşi herkes kendi meşrebince görür!

Biz de öyle yaptık sayılır. “İstanbul’un fethi”, bizim için tarihin tozlu rafları arasında kalmaya lâyık bir hadise değildi. Bilâkis, bir “unutulmaması gereken”, gelecek güneşin en güçlü bir habercisiydi. Belki birebir uygunluk noktasında değil; en saf soyundan bir “aşk dâvâsı” olması hasebiyle…

Çoğu destan yazarları dahi bu noktayı ıskalarlar. “İstanbul’un Fethi”ni kuru hadise sırasında anlatırlar. Kuru hadise görmek isteyenler oralara başvurabilir. Bizim destanımız ise her şeyden önce “bir aşk masalı”ndan ibarettir.

Yukarıda bahsettiğimiz “teessür ânı” mucibince, Kandıra F Tipi’ndeki “üçüncü mahpusluk mâcerâmız” müddetince mânâlandırmaya çalıştığımız, Bir FATİH’in veya bir barbarın aşkının masalı!



-V-

“Bir Peri Masalı” iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım, elinizdeki “İstanbul’un Fethi Üstüne Destan”… İkinci kısım ise henüz tamamlanmamış olduğu için, burada mevcud değil!

“Bir Peri Masalı”, işitene, çok genel ve kolay bir isim gibi görünebilir. Fakat böyle görenler, kavramların, onları kullananın derinliğine göre derin ve sığ olabileceğini de unutmamalıdırlar. Biri “okyanus” der – okyanus kadar derin mi olur? Biri “bir bardak su” der – bir bardak suda okyanusun derinliğini gösterir. Ne kadar derin ve ne kadar sığ olduğu içinde!

İşin “masal” tarafı bir yana, biz Tilki Günlüğü okuyucuları, kelimeleri idrakımızın derinliği kadar derine götürmekten ayrı bir zevk alırız. Evet, bizim masalımızda kafiyeye düşkünlük, vezne sadakat had safhadadır. Hattâ Divan Edebiyatı’nın hemen her sanatı, bu mısrâlar içinde kendine yuva yapmıştır. Bunun yanında da, kendi çapında bir “Kusto Lûgati” yolculuğu!

Diğer taraftan, şiirin destana dönmek istediği bir zâviyede postumuzu sererken, aynı zamanda bir “masal” keyfiyetini de tutturmağa heves ettik. Zirâ büsbütün şiir bu mânâya uymaz, tamamen destan da fazla cüretkâr bir girişim olurdu. Hadiseler “bir varmış bir yokmuş” temposunda birbirini takib ederken, buradaki “masal” keyfiyetini görmemek, işin tadını kaçırırdı!

Nitekim bütün masal esasen bir “arı” ile bir “kelebek” arasında geçmişti; biz de ne öğrendiysek onlardan öğrenmiştik. Belki –kelebeğin ömrü kadar- bir gün içinde, belki bir tek ân içinde… Böyle olunca Batılıların “fabl” formunu, Divan Edebiyatımızın “teşhis-kişileştirme” ve “intak-cansız ve hayvanları konuşturma” sanatlarına tercüme ettirmekten başka bir şey kalmıyordu geriye!

“Bir Peri Masalı”, İslâm alfabesinin 28 temel harfi ile başlıklandırılmış, 28 fasıldan oluşmakta; birinci kısımda sadece bu fasıllardan ondördü yer alıyor. Sözkonusu harfler ve fasılların sıralaması, bilinen sıralamadan ayrı “ebced” düzenine göre yapılmış olduğu için, neden sonra hangi harfin geleceği kafaları karıştırabilir. Bu türlü düzenleme, 1998’denberi bizim bütün kitablarımıza şâmildir!

Nihayet şunu söyleyebiliriz ki, bu çalışma, başta esir gönüldaşlarımız

ol mak üze re, kut sal dâvâmız için, bilerek ve isteyerek bir taşı yerinden kımıldatmış, bir Allah’ın kuluna selâm vermiş, bir tek sayfa okumuş bütün gönüldaş halkamıza ithaf edilmiştir. Hassaten isimleri geçenlere ayrıca ithaf olunur!



SG, Aralık 08

BARAN Dergisi Sayı: 120

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.