24 Temmuz 2009

(anadoluhaber) "Yeni Dünya Düzeni"nin Gelişimi"

“Yeni Dünya Düzeni”nin Gelişimi”

 

                                                            Ali Rıza Yaman

 

I.

İktidar, her şekilde kendini dayatır. Bu, iktidarın tabiatında vardır. Muktedir olanlar da her alanda kendi “ben”ini, muktedir olmasının tezahürü hâlinde, dil, duygu ve düşünce faaliyetlerinde “olması gereken” olarak gösterir, teklif eder. Bir iktidar “hak”ka dayanmıyorsa şayet, “güç”e dayanır. “Güç”e dayandığı ve meşruiyetini “güç”ünden aldığı için de zorbalaşmaya teşne bir durumu vardır. “Olması gereken” olarak gösterilene, teklif edilene bakarak muktedirlere ve onların “ahlâk”ına dair fikir edinmek mümkündür.

 

“Mutlak Fikir”in hayata tatbik kavgasında gevşeklik gösterilir, “şehadet şuuru” yitirilirse, bir müddet sonra “Mutlak Fikir”in hayata tatbik gibi bir kaygısı olduğu da görülemez. İslâm’a “birkaç ritüelden ibaret dinlerden bir din” muamelesi yapılır. Eşya ve hâdiseleri teshir etme mükellefiyetini yerine getirmek bir yana, şahitlik edilen zamanın hakkını vermeye dair en ufak bir kaygı taşınmaz, hâdiselerin ardından seğirtilir. Kadir-i mutlak haline ge(tiri)len “imge”ler ve o “imge”lere dair hiçbir şey sorgulanmaz. Mutlak Fikir’in iktidar olduğu “büyük çapa ermiş” tarihimizin kaba softa- ham yobazlar eline kaptırılan çağına kadar götürülmek suretiyle muhasebesinin yapılması gereken bu marazlı hâlin sahiplerinin mesuliyetsizce tavırlarının tezahürleri çok acı olur. Dünya, Mutlak Fikrin iktidarının zafiyet belirtmesi, daha sonra da tarih sahnesinden çekilmeye başlaması ile birlikte, cihan çapında iki savaş yaşar.  Milyonlarca insan ölür. Sebep?.. “İktisadî ve teknolojik terakki”… Yani?.. Gerçek “terakki”nin, terakki anlayışının yitmesi, insanların hayvandan daha aşağı derekelere düşmesi…

 

Emperyal saiklerle yapılan savaşların ilkinde, “Mutlak Fikir”in hayata tatbik kavgasında gevşeklik gösteren, “Mutlak Fikir”in hayata tatbik kaygısını göremeyecek kadar İslâm’a profan bir zihniyetle yaklaştığı için Batı’ya kendi “ben”ini teklif etmek yerine maymunvarî taklitçilikle onların peşine takılan ve dünyanın bu hâle gelmesinden mesul olan Müslüman Anadolu halkı da, tersine dehâ belirten zamanın devlet adamlarının beceriksizlikleri yüzünden, yer almıştır. Allah’ın lütfuyla madde plânında kurtulsa da, meccanen kahramanların marifetiyle ruh plânında  helâk olan, “öteki”lerin “dil”i ile meselelere yaklaşan, “imge”nin gerçek olduğunu düşünecek kadar zihnî bir zafiyet belirten Türkiye’ye dünya çapında yaşanan hâdiselerde düşen rol, İslâm’a mukavemet etmekle şahsiyet bulan “muktedirler”e itaat etmek olur. İtaatin neticesi?.. Laikleşen bir “dil”, paramparça olan anlam haritaları, kötürümleşen ve maddesine hâkim olamayan bir ruh, kötürümleşmiş bir ruha sahip olunmasından dolayı mefluç bir hâl belirten “el”, iğdiş edilmiş idrakler, şekillenen dünyada hiçbir söz hakkı olmayan, mirasına sahip çıkmak bir yana ondan bîhaber olup, devraldığı mirasın mesuliyetini bile duymayan, varlığını geçici bir anlaşmaya borçlu olmasının sızısını dahi hissetmeyen -âdeta- bir sürü…

 

Türkiye emperyal saiklerle yapılan savaşların ikincisinde ise her ne kadar “tarafsız” olsa da, bu, devletin ve hukukun gerçekleri ile bağdaşmamaktadır. O dönemde Türkiye, Milli Şef’in “tek adam” olup «çocukları belki aç bıraktım ama, babasız bırakmadım» şeklinde hâlini özetlediği, içeride “benimsetmek”e dayalı “siyasî gelişim”ini Tek Parti eliyle sürdüremeyeceğini anladığı, dışarıda ise hiç kimseyi memnun edemediği, koyacak bir iradesi olmadığı için her türlü tesire açık bir ülke görünümündedir.

 

II.

9 Ağustos 1941… Newfounland’da, Placentia Bay’de “Prince Of Walles” zırhlısında Roosevelt ve Churchill bir araya gelir. Bu iki devlet adamı 10 Ağustos’ta, kilise ayininden sonra çalışmaya başlar. Yapılan çalışma sonunda, 14 Ağustos’ta bütün dünyaya bir beyanname ilân olunur: Atlantik Beyannamesi. Savaşın bitmediği, Amerika’nın henüz savaşa dahi girmediği bir dönemde ilân olunan ve propaganda niteliğinde olan Atlantik Beyannamesi, Anglo- Amerikalıların savaş sonrası yeni dünya düzeninde alacağı role, tanzim etmek istedikleri düzene dair fikir verici olup, savaş sonrası Yeni Dünya Düzeni’nin esaslarını içerir. “Demokrasi Cephesi” ismini alan “Anglo- Amerikan” cephenin yayınladığı bu bildirinin ilk iki maddesinde savaş öncesi belirlenen statü savunulup, Almanların tedricen ulaşmayı düşündükleri “Bir Millet Bir Devlet”e, “Yaşam Alanı”na ve “Yeni Nizam”a alternatif niteliktedir. Üçüncü maddede, totaliter nitelikli tek partilere karşı çıkılmakta, serbest seçim sistemi öngörülmektedir. Diğer maddeler savaş sonrasının kapitalist ekonomik sistemine dairdir. Son madde ise Milletler Cemiyeti’ne alternatif nitelikte olan ve Anglo- Amerikalıların tanzim edeceği Yeni Dünya Düzeni’nin güvenliğini sağlaması amacına hizmet eden bir örgütün varlığını öngörür.

 

Meşhur Normandiya çıkarmasından ve Fransa’nın kurtuluşundan sonra, Almanlar’ın her an teslim olması beklenmektedir. Bu dönemde Yeni Dünya Düzeni’nin tanzimi için ABD, SSCB ve İngiltere, Yalta’da bir araya gelir. Yalta Zirvesi’nde bir araya gelen üç ülke, Moskova, Tahran Konferansları ve Dumbarton- Oaks Önerileri’nde belirlenen genel ilkelerin, çerçevesi genel hatlarıyla belli olan hususların detaylarına iner. Bu zirvede “üç büyükler”in âli menfaatleri doğrultusunda paylaşılacak, dağıtılacak topraklar görüşülmüş, paylaşılan ülke topraklarının yönetimi “demokratikleşme ülküsü” ön plâna çıkarılmak suretiyle belirlenmiştir. Bu dönemde Anglo- Amerikalılar ile Rusların demokrasiden muradı, anladıkları çok farklı şeyler olsa da, her iki cenah da dünyayı paylaşma aşamasında farklılıkları kaşımamayı, bunları gündeme getirmemeyi tercih eder. SSCB ve Anglo- Amerikalılar arasında ciddi bir gerginlik yaşanmadan dünya bir güzel  paylaşılır. Hatta öyle ki ABD kamuoyunda Kızıl Ordu “kahraman ve şerefli bir ordu”, Stalin de “Joe Amca” diye anılır. Bu zirveden sonra Atlantik Beyannamesi’nin ruhuna, amacına uygun olarak bir demeç yayınlanır. Demecin özü: «Hür Dünya’nın parçası olan ülkelerin siyasi ve askeri meselelerinin demokrasi usulleriyle halledilmesine yardım etmek… Kurtarılmış milletlerin son faşist bakiyeleri ortadan kaldırmaları ve milletlerin azimlerine uygun demokrasi müesseselerini mümkün kılacak nizamı kurmak

 

5 Mart 1945’te, Yalta Zirvesi’nde kararlaştırıldığı üzere, ABD, Müttefikleri adına San Fransisco’da yapılacak olan Birleşmiş Milletler Konferansı’na katılacak ülkelere gerekli çağrıyı yapar. Çağrı yapılan ülkeler, 1 Mart 1945’e kadar Almanya ve Japonya’ya savaş açan ve Atlantik Beyannamesi’nin amacına, ruhuna uygun olarak hazırlanan Birleşmiş Milletler Beyannamesi’ne imza atan ülkelerdir. Konferans 2 Nisan’da çalışmaya başlar. ABD ile Rusya arasındaki anlayış farklılıkları gün yüzüne çıkar. İngiltere ise savaşın verdiği tahribattan dolayı bu konferansta fazla etkin olmayıp, nispeten daha geri plânda kalır. Çalışmalar biter, yaşanan gerginliklere rağmen Yeni Dünya Düzeni’nin kurulduğunu ilân eden konferans metni imzalanır. Ve «(…)şimdi imzalamış olduğumuz Birleşmiş Milletler Anayasası, üzerine daha iyi bir dünya kurabileceğimiz sağlam bir temeldir.» sözleriyle Truman’ın dilinde ifadesini bulan “Yeni Dünya Düzeni” ilân edilir. Bu ilândan sonra, 30 Nisan’da Postdam Konferansı yapılır. Ortak amaç aynı: Demokrasiyi dünyaya egemen rejim hâline getir(t)mek.

 

III.

Anglo- Amerikalıların muktedir olması ile birlikte “Siyasî Gelişme”de yegâne ideal belirdi: Demokrasi. Bu idealle birlikte kapitalizmin “demokratik” bir hüviyete bürünmesini tarihî süreç içinde, geçirdiği tekâmülde liberal demokrasinin siyasî- hukukî düzenlemeleriyle sağlayan Batı, daha özelde ABD, Batılı olmayan ülkeleri –âdeta- demokratikleşme tornasına soktu, sokmaya çalıştı. Bu uğurda hiçbir şeyi eksik etmedi. Demokratikleşme tornasına sokulacak ülkelerde, icap ettiğinde darbe yaptı, kan akıttı. Bu vahşi anlayışın siyasî- felsefî arka plânını “Siyasal Gelişme” kavramıyla özdeşleşen dış politika doktrinleri oluşturur. “Siyasî gelişme” kavramının kullanılış biçimi 1945’i izleyen yıllarda, ABD’nin kendini nasıl tanımladığıyla yakından ilgilidir. Bu kavram, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD yanlısı (Pro Amerikanizm) bir dış politikanın bütün dünyada geçerli kılınması yönündeki bir amaca hizmet etmekte olup, bu amaçla ilintili bir şekilde kullanılmaktadır. Müteakip yıllarda “siyasî gelişme”ye yüklenen anlamda değişiklik görülse de, şu üç unsur her zaman ön plândadır: İstikrar, demokrasi ve Amerika yanlılığı.

 

“Pro Amerikanizm”in bayraklaştığı dönemde siyasî hedeflere ulaşmak için, siyasî gelişimin önemli bir unsuru olan “demokrasi” tanımlanmaya çalışıldı. Bu tanımlamalara göre; demokrasi politik bir metoddur. Ve bu hâliyle, nihai olarak varacağı sonuçlarla ilgili olmaksızın, kendiliğinden bir amaç olmaya uygun değildir. Demokrasi sadece “hükümet oluşturma yöntemi”yse şayet hayatî bir sual karşımıza çıkar: Demokrasi denilen bu yöntem, her toplum için geçerli midir?.. Bir toplumda bu yöntemin geçerli olması için toplumun hangi tarihî, iktisadî, içtimaî… şartlara sahip olması, hangi tekâmülü geçirmesi gerekir. Böyle bir şart varsa bunlar nasıl sağlanırdı?..

 

“Yeni  Dünya Düzeni”nin muktedirlerinin, “olması gereken” olarak gösterdikleri “ideal”in müşahhas ifadesi, vücut bulmuş hâli ABD’ydi. Demek ki “…gibi olmak” için bir “geçiş süreci” şarttı. Bu “geçiş süreci”ni, şartlarını M. Lipset şöyle ifade eder: «(…)Bir ulusun hâli vakti ne kadar yerindeyse, demokrasiyi yaşatma şansı o kadar yüksektir.» Demokratikleşme için kapitalizme eklemlenen, ondan beslenen bir yapıya geçmek, olmazsa olmaz bir şarttı. Evvelâ ekonomik olarak bağımlı kılma, paryalaştırma, daha sonra demokratikleştirme… Ekonomik olarak bağımlı kılınmada, paryalaştırmada, demokratikleştirmede, demokratikleşme tornasından geçmede Küçük Amerika, TC, güzel bir prototiptir… TC’ye yapılan “Marshall Yardımları”nı da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Kahir ekseriyetinin köylerde, kasabalarda yaşadığı, insanların tarım ve hayvancılıkla geçindiği bir ülkenin ilkokulda okuyan çocuklarına süt tozu içirtilmesinin paryalaşmadan, paryalaşma psikolojisinden, ekonomik olarak bağımlı olmadan gayrı bir izahı olabilir mi?..

 

Atlantik Beyannamesi’nde alınan kararlardan sonra Türkiye’de “Tek Parti”li hayata son verilir. Demokrat Parti, muvazaa partisi olarak siyasi hayata atılır. Başka bir makale konusu olan ve mutlaka irdelenmesi gereken bu süreç, Kemalist devlet seçkinlerinin verdiği onca tavize rağmen, ABD tarafından kuşkuyla karşılanır. New York Times’ın bu mevzua dair yorumu dikkate ve takdire şayan: «Majestelerinin sadık muhalefeti». 

 

ABD, her ne kadar muvazaa söz konusu olsa da çok partili hayata geçen TC ile 7 Mayıs 1946’ta bir anlaşma yapar. Missouri Zırhlısı’nın İstanbul’a gelmesinden sonra, ABD büyükelçisi TC’ye 4.5 milyon dolar ödediği takdirde Amerika hükûmetinin Ödünç Verme ve Kiralama Kanunundan doğan bütün borçları sileceğini taahhüt eder. Hiçbir hazırlık yapılmadan girişilen pazarlıktan sonra, TC bu anlaşmayı imzalar. Bu anlaşma, ABD’nin TC’ye ekonomik anlamda yaptığı yardımların ilk ciddi adımıdır. TC’ye maddi desteği askeri yardımlarla yapan İngiltere, savaştan bir hayli yıpranmış çıktığı için, artık yardım yapamaz olmuş, bunun üzerine “TC’ye maddi yardım yapma işi”nin Amerika’ya düştüğünü gören Başkan Truman, dış politikasını “Containment” (Sovyet Gelişimini Durdurma) olarak ifade ettiği bir dönemde TC’nin Sovyet Rusya’nın eksenine girmesinden endişe ettiğinden olsa gerek, 400 milyon dolarlık bir yardım için Kongre’ye başvurur. Truman, Kongre’de bir konuşma yapar. Yapılan bu konuşma meşhur “Truman Doktirini”dir.

...

Kendini “Hür Dünya”nın temsilcisi olarak ifade eden ABD, “Yeni Dünya Düzeni”nin kemâle ermesi, ülkelere demokrasi gitmesi için yüzlerce katliamın altına imza attı, milyonlarca insanı öldürdü. Hem “Domuzlar Diktatoryası” ve hem de sözleşmelere dayanan, kodifiye edilmeyen, sözleşme şartları “hak”ka göre değil “güç”e göre belirlenen “Uluslararası Hukuk” aracılığıyla yaptığı katliamlara (kendince) meşruiyet kazandırdı. “İki kutup”a ayrılan dünyada, emperyal amaçlarını gerçekleştirmede geniş bir manevra alanı olan Amerika, Sovyet Rusya’nın yıkılmasından sonra “siyasî gelişmesi”ni bu sefer “küreselleşme/ globalleşme” ile özdeş bir şekilde ifade etti. Huntington’un ifadesiyle söylersek, «Amerikan kapitalizminden başka bir şey olmayan küreselleşme» ile Amerika, bu sefer “Hür Dünya/ ABD Yanlıları”na değil, bütün dünyaya şekil vermeye kalktı. Bu, kimilerine göre “Pax Americana”nın da ilânıydı.

 

Emperyalizm’in “özne”siz hâli olan “globalleşme/ küreselleşme” ile kendini ifade eden Yahudi Amerika, Sovyet Rusya’nın yıkılmasından sonra, artık “tek güç” olduğunun vehmindedir. Demokratikleşmesi gereken birçok ülke vardır. Bunlardan ilki de Irak’tır.

Irak demokratik değildi, Saddam zalimdi, halkına zulmediyordu… ABD durumdan vazife çıkartmalıydı. Nitekim çıkarttı da. Ve 91’de, Britanyalı bir komutanın ifadesiyle «Yahudilerin savaş tamtamlarıyla», Irak’a saldırdı. “Küçük Amerika” başta olmak üzere bütün dünya kendisine şartsız destek verecekti.  Kimse karşı çıkamazdı. Zira dünya, küreselleşmişti. Karşı çıkan olsa da bir şey değişmeyecekti. Çünkü bu saldırıya karşı çıkan bütün dünyaya karşı çıkmış gibi olacaktı. Malûm, globalleşme, Hıristiyan- Yahudi Emperyalizminin “özne”siz hâliydi. Karşı çıkanın muhatap bulamaması gibi bir durumu söz konusuydu. Her şey tamamdı. Kim reaksiyon gösterebilirdi ki?.. Kim “ne”yi ile ve “nasıl” karşı çıkacaktı?.. Muktedirlerdi ve her manada, her alanda kendilerini dayatıyorlardı. Kadir-i mutlak bir gücün sahibiydi, birkaç saat içinde gelecek, İslâm topraklarına

girecek, Irak’ta demokrasiyi tesis edecekti. Bunun aksini, Amerika’nın bir “İmge İmparatorluğu” olduğunu kim, nasıl ve neye dayandırarak, hangi “dil”i ifade edip, bunu cemiyet meydanında haykıracaktı?.. Hem kimin iradesini koyacak bir “el”i vardı ki?..

 

IV.

Akıl, ruha bağlı bir keyfiyet belirtir. Ancak ruha bağlanınca keyfiyetini ortaya koyar, ancak o zaman sıçratıcı olur. Bu hakikatin görülemediği yerde akıl kemâle erdirici olarak inkişaf etmez. Bilakis insanı güdüleştirir. Nihayetinde “akıl” gibi bir nimetin hakkını veremeyen akılsızlarla aynı derekeden meselelere yaklaşılır. Böylelerine mukabil, “akıl”ın ruha bağlandığı takdirde keyfiyetini ortaya koyacağını bilen, “akıl”ın belirttiği değerin idrakinde olan, “akıl”ı ruha bağlayan ve çağından mesul olan bir müslüman şahitlik ettiği zamanın hakkını verir. Hâdiselerin ardından seğirtmez. Meselelere kendi zaviyesinden yaklaşır. “İdeal”i için, gereken yerde gerekeni yapar. Ve bütün “gaye”leri o “İdeal”e giden yolda bir vesile, bir araç olarak görür. “Gaye”leri “İdeal” hâline getirmez. Bulunduğu mevkiden kendi nizamını, “İdeal”ini gözetir. Kendi “ben”inin hakikatini ortaya koyar. «Söyleyen söylemiş, yazan yazmış. Ben ne yapmalıyım. Ben neredeyim. “Mutlak Fikir”in hayata tatbik kavgasında, kaygısında hangi “dil”i konuşuyorum. “El”im kötürüm bir ruhun mefluç olma hâlinin mi ifadecisi yoksa iç nizam tertibi peşinde koşan ve hâdiseler karşısında pasif bir ayna olmayan bir ruhun mu ifadecisi?» vb. sualleri sorar. Bu vb. ulvî soydan dertlerle dertlenemedikten, kendi anlam haritalarını oluşturup Batı tefekkürünü hesaba çekemedikten sonra Batı tefekkürüne dair malûmat sahibi olunmuş kaç yazar?.. Foucault’yu yüz seksen derecelik dönüş yaptığı noktada enseleyemedikten sonra Foucault allâmesi olunmuş neye yarar?.. Neye yaradığını bilemeyiz ama, ne türden zararlara sebep olunduğunu söyleyelim: “İdeal”e hizmet etmesi gereken “gaye”nin bizatihi kendisi “ideal” hâline gelir, fasit bir daireye hapsolunur, “ihtilâl şuur”u örselenir, entelektüelize olunur, hayata tatbik kaygısı, kavgası olan Fikriyat’a el atılan mevzudan sarkıp, onu potada eritip, bünyeye sindirip hayata tatbik etmek, aksiyona geçmek yerine onun üstüne bir taş koymaktan bahsedilir, bu hâlle, söylenilenin, zannedilenin aksine “aksiyoner” değil, orada başlayıp orada biten sadece “reaksiyoner” bir tavırla kendinden ibaret kalınır, parça hakikatleri bütüne irca edememe, parça hakikatleri genele teşmil etme zafiyeti belirir. “Nisbet davası”?.. Goethe’nin Faust’unda ifade ettiği gibi: «Ne yazık, yapılan yine eksik, yine noksandır/ Noksan olan, Aklın bağıdır

 

“Akıl”ın ruha bağlandığında keyfiyetini ortaya koyduğunu bilip aklı ruha bağlayanlar, kendi “el”i ve kendi “dil”i ile meselelere yaklaşanlar, Mutlak Fikir’in hayata tatbik kavgasında «‘ben’im nisbetim ne?..» sualini soranlar, herkesin Yahudi Amerika’yla aynı zaviyeden meselelere yaklaştığı, «Zalim Saddam» edebiyatını dilinden düşürmeyip, bu saldırıda hedefin Saddam değil İslâm olduğunu göremediği bir dönemde, «Saddam Bahane! Hedef İslâm!» demiş ve hakikatlerini «Saddam Sen Oradan Biz Buradan!» şeklinde haykırmışlardır. «‘Vicdan’ın ne demek olduğunun misâllendirildiği, tavır alıcı ve karar koyucu mevsime girildiği» [Hukuk Edebiyatı –Nizam ve İdare Ruhu-!] bir dönemde, 25 Ocak 91’de “Zor” oyunu bozmuş, Hristiyan- Yahudi Batı Emperyalizmi’ne karşı verilen mücadeledeki İBDA’nın “el”indeki bayrak, kitleleri sıçratmıştır. Çağından mesul olanların bu zuhuruyla, “ihtilâlci çıkış”la hem küçük hem de büyük Amerika’nın yetkilileri paniklemiş, Atlantik ötesinden gelen ve birçok yetkiliyi “aşan” bir emirle İBDA Mimarı ve bağlılarına yönelik  “Panik Operasyon”u düzenlenmiş, bu operasyonla birlikte kendilerine, işkencecilerin “ağar” ağabeylerinin de katıldığı ve günlerce süren işkenceler yapılmıştır.

 

Olan oldu… “Kendinden Zuhur”, bütün dünyada tuttu. Kendi “dil”i ile meselelere yaklaşanlar, “Kendinden Zuhur” gereğince zuhur etmiş, gereken yerde gerekeni yapmış, yalnız Mutlak Fikir’in, yalnız Mutlak Bir’in iktidarını işaret eden “el”, “İmge İmparatorluğu”nun bütün “imge”lerini yerle yeksan etmiş, Amerika Amerika’da vurulmuş, 91’de başlayan “imge”nin çöküşü sürecine ivme kazandırmıştır. Kendisini her ne kadar “Pax Americana” olarak tavsif etse de “ahmak fil”e “Hürriyet Deccali” yaftası asılmış, ruhlar kötürümleşme hâlinden kurtulmuş, Yahudi Amerika ve onun tezahürlerine karşı vicdanlar inkişaf etmiş ve “Mutlak Fikir”in, “Mutlak Bir”in hâkim olduğu “Yeni Dünya Düzeni”nin eşiğine gelinmiştir.

 

Müslüman Anadolu halkının %82’sinin haykırdığı hakikat: Batıcılar Batı’ya, iktidar asıl sahibine, İslâm’a!..

 

Gelen “biz”iz, giden “öteki”lerin cümlesi!..

 

Aylık Dergisi Sayı: 9



--
BETATRON

Dr. Hakkı Açıkalın
Betatron diyoruz. Özellikle de Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan telegram işkencesiyle birlikte gündeme bir ateş topu gibi düştü. Bu konuyu makâleye indirgemek bana uymuyor. Kitabını yazıyorum artık ve içinde yok yok. Her yazdığım bölümü de makâlat hâlinde sunacağım. Sonunda, bu iş Betatron’da Tıbb’a, oradan ideolojik savaşlara oradan da Kumandan'ın şu ânda üzerinde çalışmakta olduğu şâh-eser’e kadar varacak. İnsanoğlunun işi nerelere vardırdığnı ve bunda şeytâniyet’in gücünü teşhîr etmek ayrı bir heyecân.

http://duralidurmaz.blogcu.com/


--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
        Bu grubun  hiç bir siyasi oluşum, parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş, Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM  STANDIDIR.."
      Grupta yayınlanan  yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...

Grup Yöneticileri Mail Adresleri Aşağıdadır
kurtulusyolu99@gmail.com
bahadirserhad@gmail.com
forevermirza@gmail.com

Bu gruba posta göndermek için, mail atın: anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.