Hatırlamazsın; bir gece yarısı, Ankara’ya kurbanlık getiren kamyona binip, Çubuk pazarında satmaya geldiğin ilk çocukluk çağlarında, babanın:
“Aha bura ne güzel yermiş; yerleşelim anasını satıyım; topraksa toprak; ahırsa ahır; bıktım usandım kazancımı mazota vermekten!” hayıflanmasıyla, Patnos’ta ne var ne yok satıp savıp, Yavuz Selim’de şöyle bayır bir yamaca, iki göz bir mabeyn yer yapıp içine girdiğiniz, Doksan Yedi Nisan’ını…
Ertesi gün, gül yüzlü anan, usulca yatağına eğilip:
“Can oğlum, baban dün simitçiyle konuşmuş; boş duranı Allah sevmez; cumartesi pazar, bir de okuldan çıkınca çalış; hem, mahallenin itine kopuğuna da bulaşmazsın!” demesiyle yatağından fırlayıp, sabahın ilk ışıklarıyla kendini Çubuk çarşısına attığın an, sanki on bir değil, kırk bir yaşındaydın; bir tılsımlı el değmiş, büyük adam olmuştun.
Erzurumlu simitçi, boynuna maşlağı geçirdiği gibi, seni hamur çırağı yapmıştı. Nasıl da gururluydun; değme delikanlıda yoktu sendeki hava!
Mozaik tezgahın üstü bir anda binlerce simitle dolmuştu; karayağız üç ergen daha, kapıdan içeri adımlarını atmış;
ortası çukur tepsilerini sana uzatmalarıyla, her birine iki yüzer simidi özenle dizmen, ilk gün epey vaktini almış; son parti simit de senin nasibine düşmüştü.
En çok da, naylon fırçayla süpürülen susamlara acırdın; işaret parmağını ıslatır, susamlara doyamazdın!
Mahalle mahalle dolaşırken, “Simiiit, taze kazan simidi; çıtır çıtır simiiit!” sessizliğe derin bir balyoz darbesi vuruyor; ilk simidini bir belediyeciye satıyor; anasının tembihini hatırlayarak, ”İlk kazancım camiye nasip olsun!” diyordun.
Asil bir duygunun insanıydın; ananın ak sütü gibi helal kazancına, halel getirmezdin; kırk kuruşa sattığın simidin para üstünü denkleştiremezsen, bir simit fazla verir; bir dahaki sefere müşterinin insafına bırakırdın;
“Yeter ki kimsenin hakkı bende kalmasın!”
Sabahçı kahvelerine girer, çaya yetişirdin; kimiyle dert ortağıydın; kimiyle ahbap; geç yatıp geç kalkan, Benetton kravatlı “partiden varlıklı” müteahhit, daha içeri dalar dalmaz, kahve boşalır; elli nc’ye binen yirmi otuz emekçi itiş kakış olur; “On kişiden fazlası insin!” kükremesiyle, çelimsizler arabadan atlar; tozu dumana katan kamyonet, kim bilir hangi inşaata yol alırdı.
Ülkeler fethetmiş bir halkın çocukları, trilyonluk işlerde, asgari sefalete boyun eğiyorlardı. Yoksa, çağdaş kölelik “üçüncü dünya”ya mı mahsustu? Sen mi demokrasiyi kullanıyordun, demokrasi mi seni?
Sen ki, bilmediğin bir diyara gelip, “Allah’ın selamını esirgeyen” güruha karşı, ne vicdan muhasebesi yaptın, kim bilir!
Sen, bu toprakların mayasıydın Ağrılı çocuk, hep var oldun!
“Put kıran İbrahim peygamber” ateşe atılırken, ona ilk iman eden sen; Sultan Alparslan’a, Malazgirt’te ok taşıyan sen; Selahaddin, Kudüs’e yürürken, bakır kapta taze ayran veren sendin!
Fatih, Otlukbeli’nda senin başını okşadı; Yavuz, Çaldıran’da zaferi gördü sende; Taşnak çetelere direnen sen; mazi ile ati arasında köprü, sen.
Yedi ceddin Haçlı’nın namert kurşunuyla şühedaya karışırken, başlarında intikam yemini eden; namahremin eli, eline değmeden delikanlı çağına erişip, “Seher vakti bir güzele vurulan”;
“Yaradan’ın emri, peygamberin kavli, cemaat-i müsliminin şehadeti” ile on yedisinde nişanlanan; evde dul bırakmamak için, düğününü “Kafir düşmanı kovduktan sonraya” erteleyen;
On sekizinde Çanakkale’ye, Fizan’a, Silistre’ye koşan; ama asıl “şeb-i aruz”u cephede yaşayan;
Kudüslü Abdülkadir, Üsküplü Recep, Ardahanlı Mikail, Hakkarili Fırat, Trabzonlu Yaşar Ali, Gümülcineli Hasan, Beyrutlu Fethi, Konyalı Behiç, Diyarbakırlı Şeyhmus, Dağıstanlı Murat, Tiranlı Ali Osman, Tuncelili Murtaza, Bükreşli Sadık… buğday tenli, sarışın, karayağız… milyonlar, “En Yüce Kelime için uçarken Firdevs’e, şahitlik eden, sen!
Cephede, bu dünyadaki son katığını bölüşen, “yer gibi yapıp” hakkına düşeni de, bir yolunu bulup can gardaşına ikram eden, sen!
Maveradan gelen, “En güzel nimetler diyarı seni beklerken, daha ne durursun gurbette!” çağrısına kulak veren, sen!
Sahi, Ağrılı simitçi çocuk; okula gider misin? OKS, SBS… S, S, S… Her gün önünden geçtiğin, kantinci vize vermediği için içine giremediğin dersane, nasıl bir yerdi?
Yoksa, içinden: ” İyi ki de, saf kan İngiliz atı gibi yarıştan yarışa girmiyorum!” mu diyorsun?
Onlar tüketiyor, sen üretiyorsun; onların “bilmem nerde daire başkanı babalarının aldığı blutut”lu telefonları; senin, “Gecikirsem anacığımı ararım!” diye sakladığın ellilik telefon kartın var!
Seninki daha asil be, Ağrılı çocuk!
Bak, işte; kocaman partinin kelli felli başkanı geçiyor. Arabasını durdurup senden simit alır mı? Yoksa, ona göre, biraz “banal” misin?
Acaba, sen: Proletaryanın, varoşlarda yıkanamadığı için üstü başı pasaklı çocuğu musun? “Şu kadınlar da neden bakamadıkları çocuğu doğururlar kardeşim (!)”
GSMH’den payına düşen milyonda birlik dilime de mi göz koydular?
“Varlığım, ülkemin kompradorlarına feda olsun (!)”
Yaptığını beğendin mi? Yine ara sokaklara daldın; “devlet terbiyesi almış büyüklerin (!), gece yarılarına dek çetleşen, yirmi dörtlük körpe yavrularının uykularını böldün; hem onlar simit değil, pasta yerler. Ne halt ettin simitçi çocuk; pır pırlılar artık yakanı bırakmaz.
Günün birinde sana da bir Ramsey bursu dokunur muydu? Sen de kolalı gömleklerini vestiyere asar mıydın?
Sakın iş saatinde hastalanma simitçi çocuk! “Yassah!” Sana, ne vakit hastalanacağını öğretmediler mi?
Onunla boğuşarak, bununla didişerek bugünü de yedin ya, helal olsun sana!
Alın teri medeniyetinin mimarı sensin; senin ellerinde büyüyecek emeğin güler yüzlü çocuğu; seninle var olacak “Bereketli Topraklar Ülkesi Anadolu!”
Tarık Sezai KARATEPE
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.