12 Eylül 2009

Sahrada bir çadır sohbeti…Handan Özduygu


Arapların evlerini bilenler bilir, yüksek duvarlarla çevrili bahçe içindedir hepsi. Kimi evlerin bahçelerin bir köşesinde çok şık otantik çadırlar kuruludur. Ramazan-ı Şerif münasebeti ile olmayanlar da, iftar davetlerini bu çadırlarda düzenlemek üzere ya yeni çadırlar kurdu, ya da mevcut çadırlar iftar yemekleri için yeniden tanzim edildi.

Bizim davet edildiğimiz çadır da oldukça büyük, kırmızı bordo tonlarında kadife kaplı divanlarla çevrili, kubbemsi tavanından bombe şeklinde sarkan tüllerle ve boncuklar sarkan, ortasında küçük bir süs havuzu olan çok şık bir çadırdı. Kubbenin iç tarafı, Arapça “Ramazan Kerim” yazılı bir bantla çevrili idi. İftar çadırı deyince, yani bizim İstanbul’da belediyelerin halk için kurdukları çadırlarla isim benzerliğinden başka bir ortak yönler yoktu.

Çok uluslu olan davetli listesini görünce, nasıl bir meclis kurulacak da nasıl bir sohbet gelişecek doğrusu merak ediyordum. Misafirler toplanana kadar herkes üçlü beşli guruplar halinde sohbetler ediliyor, tanışmayanlar birbirlerine takdim ediliyordu. Beklenen misafirler tamam olmalıydı ki, Kur-an’ı Kerim tilavetinin başlaması ile herkes sustu. Harem imamlarını aratmayacak bir üslupla, “şehruramadanellezi” diye başlayan Sure-i Bakara’dan kısa bir bölüm okunmuştu ki, ev sahibi memnuniyetini belirten bir hoş geldiniz konuşması yaptı…

İlk bakışta çok farklı konuklar dikkat çekiyor, gözüme çarpan ilk tanıdık sima benim buradaki doktorum, Filistinli dr. Hasan’dı. Kendisi ile sizlerle de paylaşmak üzere Filistin üzerine özel bir görüşme yapmaya istiyorum ki, henüz fırsat olmadı.

Bu davettin en parlak konukları Raşit ve Halit isimli Lübnanlı iki kardeş… Bir ara bizim ekibin Abu Dhabi de birçok bürokratik engeli aşmalarında gösterdikleri ilgi ve gayret söz konusu ediliyordu ki, bir başka arkadaşımız Hasan Bey, “Onların Türk’lere bu kadar yardım etmesi normal. Zira tarih de Araplar Osmanlı ya başkaldırdığı zaman onların ataları Osmanlının geri çekilmesini istememişti. Halen, ülkelerinde bazı kanunlarda ya da sosyal hayatta ve birçok adetlerde Osmanlı izlerini görmek mümkün” diyerek açıklama yaptı.

Sözün başında, davetli listesi için her ne kadar çok uluslu desem de, bir ümmet çatısı altında, atalarında bir şekilde Osmanlı izleri olan, tanışıp sohbete girince bir birine çok da yabancılık çekmeyen insanlardık…

Bir ara ev sahibimiz Firas Bey, aslında Azeri Türk’ü olan Irak’lı ama Kanada da yaşayan, Mehdi Bey’i tanıtmak istedi. Bulunduğu ortamda esprileri ile her zaman dikkati çekmeyi başaran Andrew şaşırmış bir ifade ile:

“Beklediğiniz Mehdi’nin geldiğini bilmiyordum, niçin öğrenmekte geç kaldım?” diye muzip bakışlarla zekice esprisine tezahürat bekliyordu ki, Mehdi Bey hiç bozuntuya vermeden, “Ben beklenen zatın öncüsü, habercisiyim, kendisi henüz teşrif etmediler” diye cevabı yapıştırınca herkes gülüşmüştü…

Daha önceleri kendisi ile Arapların ve Türklerin farklı dini anlayışları üzerine çeşitli sohbetler yaptığımız Raşit, bana dönerek misafir olarak bana söz vermek istediğini söyledi. Meğer bu meclisin mutat âdeti üzere her defasında konuklardan birine söz verilir, o da ya bir ayet-i kerime, ya da hikmetli bir söz ve ya bir şiir okur, sohbet onun üzerine gelişirmiş. Hazırlıksız yakalanmam bir tarafa doğrusu, hiç de böyle bir güzellik beklemiyordum, çok şaşırmıştım. Şaşkınlığımı gizlemeyerek, beni mazur görmelerini, böyle bir adet olduğunu önceden bilmediğimi, bilakis benim kendilerinden istifade etmek istediğimi desem de ısrarlar devam edince çaresiz kalmıştım. Böyle ansızın bir gelişme olunca zihnim durmuş tüm bildiğimi unutmuş bir halde ne diyebilirim diye düşünürken, Şey Galip’in “Hoşça bak zatına zübde-i âlemsin sen” mısraını mı okusam başı sonu aklıma gelmiyor, insanlık için seçilmiş vasat bir ümmetin elemanları olarak İslam âleminin nahoş vaziyetini mi konu edinsem. Çok güzel bir akşam, milletin keyfini kaçırmasam mılar da gezerken nerden geldiğini bilmediğim bir mısra döküldü dudaklarımdan:

“Eli boş âşıka mahbuplar el vermezler

Aşinayı ezeli yâri kadim isterler”

Kime ait olduğunu, nerede nasıl okuduğumu, zihnime nasıl yerleştiğini bilmediğim bu mısra millete ne söyleyecek, ne anlayacaklardı? Neticede farklı kültürlerin insanlarıydık… Buna cevap veremezlerse ikinci bir hakkım olur mu, acabalarda gezinirken, millette beyitin Arapça ve farsça çevirileri yapıyordu bile…

Çok geçmeden Raşit, gülümseyerek: “Hoca Hanım bize, tamda Ramazan-ı Şerif geçip giderken, amel defterlerinizi güzel doldurun, sonra boşa çıkarsınız demek istiyor, güzel bir uyarıda bulunuyor.” Diye bir yorum yapması ile derin bir nefes aldım…

Doğrusu bu kadarını ben bile beklemiyordum. Herkes bu mana üzerine bir şeyler söylemeye çalışıyor, elimiz boş mu, dolu mu, çeşitli görüşler serde ediliyordu.

Gecenin başında Kur-an okuyan beyefendi, birden hepimizi susturan bir sesle besmele çekerek Sure-i Fetih’in son ayetlerini tilavet etmeye başladı… Hepimiz duygulanmıştık. Müslümanların Kur-an’ı Kerime vakıf oldukça güzelleştiklerine bir kez daha şahit olmuştuk…

Malumunuz o son ayet Peygambere iman edenlerin vasıflarının belirtildiği bir ayet-i kerimedir. Herkesin şeyh Muhsin diye hitap ettiği zat tilavetini bitirdi ve: “ Bu ayetteki vasıflara sahip miyiz değil miyiz, diye soruyor bu şiir ben bunu anladım.” Dedi.

“Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rukûa varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’de ki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçılarında hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat va’detmiştir.” Sure-i Fetih/29

Bir güzel zaman olmuştu… Bu kadar ilim, irfanla karşılaşmaktan dolayı son derece mutlu olmuştum. Yeryüzünün her köşesinde Allah’ın güzel kulları olması insanın içine ister istemez bir ferahlık veriyordu. O ferahlık ile çadırdan çıkıp, dağılırken, gökyüzünde parlayan dolunayı görünce, eski bir dostu görmüş gibi gizlice ona bir göz kırpıp eve doğru yola koyulduk…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.