25 Kasım 2009

[anadoluhaber:36249] . Cellatlar




CELLÂTLAR 

Can bedenden ayrılmadan önce hep onlar vardı:”Cellatlar”..

İnsanlık tarihi boyunca onca ülke, dil, din ve ırka mensup bir sürü insan,

benzer ya da farklı nedenlerden sonsuz yolculuğa çıkmadan önce, 

onların yüzlerini gördüler son kez…

 

 

Cellâtlar hangi ülkede hangi dinde olursa olsun her zaman “onursuz insan “ muamelesi gördüler.

Toplumdan dışlandılar, kent dışında yaşamaya zorlandılar, kamuya açık yerlere sokulmadılar.

Paraları bile tiksintiyle alındı. Bu yüzden çoğu cellât huzuru alkolde aradı.

 

Cellâtlık, tıpkı fahişelik gibi, dünyanın en eski mesleklerinden biri...

Yine fahişeler gibi, cellâtlar da toplum tarafından dışlanır; bu yüzden de hiç kimse kendiliğinden bu memuriyete talip olmazdı. Antik Yunan ve Roma’da bu iş zorla esirlere yaptırılırdı. Roma kolonilerinde ise, idamları, çarmıha germeleri Lejyonerler infaz ederdi. Roma İmparatorluğu’nun tümünde cellâtlar onursuz, hiçbir hakka sahip olmayan ve adeta dokunulmaz insanlar sayılıyordu.

 

Küçük bir çanla kente geldiğini duyurmak zorundaydı

Cellât şehir dışında oturmak, kente inmek zorunda kaldığında da elindeki küçük bir çanla geldiğini kentin “onurlu” insanlarına duyurmak zorundaydı. Çünkü, Cellât eğer bir kişiye dokunursa, o kişinin onuru zedelenirdi. Farkında olmadan küçücük bir dokunuş bile olsa...”Eğer çevrelerinde bir cellât varsa Roma vatandaşlarının çoğu ona onursuz, namussuz olduğunu hissettirirdi “diyor Romalı politikacı ve tarihçi Çiçero...

 

Bazen de cellâdın kendisi hüküm vermek zorunda kalır

Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, Orta Avrupa devletleri de alışıla gelen idam geleneğini sürdürdü. Bunun anlamı şuydu: Katil, kurbanını nasıl öldürmüşse öyle ceza görecekti... Örneğin, iple boğmuşsa, o suçlunun asılması gerekiyordu. Ancak, bu şekilde idam, bütün infaz metotlarını içermiyordu. Durum her zaman bir tek elden infaza uygun düşmüyordu. Sonunda uygun bir ceza bulmak o kadar angarya haline geldi ki, bu kararı vermek mübaşire kalmaya başladı.

Bazen de cellâdın kendisi hüküm vermek zorunda kalır; kendi belirlediği cezayı yine kendisi yerine getirirdi. Ancak, bu kısa sürede yolundan çıktığı için sorun yaratmaya başladı; yanlış uygulamalar sonucunda itirazlar yükseliyordu. Bu nedenle "Romalı Cellât" yöntemine geri dönüldü. Artık, Latince adına uygun olarak, "Carnifex" deniliyordu cellâtlara...

 

Dikkat edilmesi gereken, onursuz, haysiyetsiz adam

Ortaçağ hukuk tarihinde cellâdın ismi, 1276'da ilk kez Augsburg'un şehir kanunlarında yer aldı. Ve hemen o eski Roma dönemindeki gibi, "dikkat edilmesi gereken", "onursuz, haysiyetsiz adam" durumuna geri döndü. Cezaları yerine getirmek, hiçbir onurlu vatandaşın üzerine almak istemediği tüm işleri tamamlamaktı. Cellât; suçluları prangaya vurur, fahişeleri gözaltında tutar, lağımların temizliğinden sorumlu olur, hayvan leşlerini götürüp gömer ve daha başka bir yığın iş yapardı. Hayvan leşleri ile ilgili işinden dolayı da kendisine, "Deri yüzen" denildiği de olurdu. Cellâdın yaptığı işlere bakıldığında, bu kişinin bir Ortaçağ kentinde onursuz insanlar sınıfına girmesine hiç de şaşırmamak gerekiyor. Tıpkı, günümüzde Hindistan'da hiçbir "kast"a ait olmayan "parya"lar gibi, o tarihlerde cellât olmak da günlük hayatın içinde onursuz olmak; medeni haklardan yoksun kalmak ve toplumdan dışlanmak anlamına geliyordu. Bu haysiyetsiz, onursuz insanlar arasında, memleket memleket dolaşan hokkabazlar, Yahudiler, inançları farklı yabancılar da vardı... Ancak, işin enteresan tarafı, bu onursuzlar sınıfına ebelerin, banyocuların, değirmencilerin, çobanların, keten dokumacılarının ve çömlekçilerin de girmesiydi. Hiçbir nedene bağlı olmaksızın bu insanlar da medeni haklardan yoksundular.

 

Rahipler bile bazen cemaate almazlardı

Yine de, tüm bu gruptan sayılan insanlar arasında en çok dikkat çekeni cellâttı. O, şehir surlarında berbat bir kulübede oturur, tuhaf kıyafetler giyer ve tıpkı eski Roma'da olduğu gibi insanları kendine karşı uyarırdı. Kilisedeki yeri, en dipte ve diğer insanlardan uzaklaydı. Rahibin sık sık kendisini cemaate almayı reddetmesine de alışıktı... 

Bir hana gittiğinde, herhangi bir kişi varlığına itiraz ederse, cellâda sadece utanmak düşerdi. Eğer, hiç kimseden bir itiraz gelmezse, diğerlerinden uzak bir köşeye tek başına çekilir; yine sadece kendi kullandığı ve başka kimsenin içmediği bira kupasıyla otururdu. Para ödeyeceği zaman, meyhaneci de, tüccar da, önce paranın üzerine üç kez istavroz çıkarır ve parayı ondan sonra alırdı. Cellât, karısının doğum sancıları tuttuğunda, doğumu yaptırmak için evine koşup gelecek bir ebe bulamazdı. Ebeler de kendileri gibi onursuz insanlar sınıfına girmesine rağmen...

Cellât ın ölüme ve çocukları

Onun ölüsünü mezarlığa taşımak için kimse bulunmazdı. Dul karısı ümitsizce koşuşturur, kocasının tabutunu taşıtmak için ayaktakımından adamlar bulmaya çalışırdı. Cellât çocuklarına da babalarına olduğu gibi davranılırdı. Yapacak başka bir iş bulamayan oğulları da, onun gibi cellât olmak zorundaydılar. Cellâdın kız çocukları da kendisini kabul edecek, "onurlu bir erkek" bulamadığından, ancak bir cellât ailesine gelin gidebilirdi. İşte, bu nedenle, aynı vazifeyi yapan çeşitli nesiller boyu Avrupa'da düzinelerle "cellât hanedanı" oluştu... Bu "onursuz hanedanlık'' nedeniyle toplum dışına itilmişlik de nesilden nesile geçiyordu.

Cellâdın çocuklarının sadece cellât ailelerinden birine mensup eş seçmesi zorunluluğu nedeniyle, cellat aileleri kısa sürede birbirleriyle hısım, akraba olmaya başladılar. Tıpkı, ülkeyi yöneten hanedanlar gibi... Örneğin; Güney Almanya ile Alsace cellât aileleri arasında, hayli sıkı bir akrabalık bağı vardı. İsviçre'de Grosholz ve Vollmar ailelerinin üyeleri de nesiller boyunca akraba oldular. Bu İsviçreli aileler tüm diğer Fransız cellât hanedanlarıyla da akrabaydı. Bu ailelerin birliktelikleri, 1930'lu yıllara kadar sürmüştü.

 

Aslında  cellât çok aranan, resmi bir görevliydi

Özellikle Ortaçağ'da ve onu izleyen yıllarda cellât, aranan resmi bir görevliydi. Çünkü en küçük yerleşim birimlerinden tutun da, en büyüklerine kadar idam kararları eksik olmuyordu. Nürnberg gibi bir şehirde, o yıllarda 1500 ile 10.000 arası kişi yaşıyordu ve bu da ortalama olarak her ay bir idam kararı demekti. Cellâdın gördüğü diğer işler de düşünülürse, neden bu kadar aranan bir memur olduğunu anlamak da kolaylaşıyor...

 

Her yerleşim biriminin kendi darağacı vardı

Kim seyahate çıksa, bu sadece bir günlük bir gezi bile olsa, gittiği her yerde pek çok darağacıyla karşılaşırdı. Bu darağaçlarına asılanlar çoğunlukla çürüyene kadar öylece bırakıldığından, etrafta çok kötü bir koku oluşurdu. Bu nedenle idam enstrümanları her zaman şehrin dışında ve eğer mümkünse bir tepenin üzerine kurulurdu, örneğin, Yüksek Alman Mahkemesi'nin en çok darağacı kurdurduğu yer Lübeck kentiydi. Lübeck, bu şöhretini bir keresinde, açık deniz korsanlarından oluşan tüm kafileyi bir arada asmasına borçluydu.

Kimi darağaçları iki katlı inşa edilirdi. Bunlar, ortalama 20 metre yüksekliğindeydi ve taştan örülü balkon zeminleri vardı. Duvarlarla desteklenen bu balkonlar birbirine bağlanıyordu. En üstteki kat, kuşkusuz her zaman en melun, en alçakça cürmü işleyenler için ayrılıyordu...

En devasa ve en çirkin darağacı ise Paris'teki "Ana darağacı"ydı. Kentin kuzeydoğusunda Montfaucon üzerinde iki katlı inşa edilen bu darağacının 16 balkon zemini vardı. Bazı zamanlar, iki düzineden fazla suçlu, onun balkonlarında rüzgârda sallanırken kargalar tarafından didiklenmişti, Yine de böyle aşın örnekler azdı. Daha çok üç bacaklı "normal" darağaçları kurulurdu.

1610 yılında Fransız Kralı IV. Henri'yi öldüren Cumhuriyetçi Ravaillac,

korkunç bir yöntemle idam edilmişti. Kol ve bacaklarından atlara çektirilmiş

daha sonra da bir cellât tarafından vücudu baltayla ikiye ayrılmıştı...

 

Adam asma yöntemleri; idam ve ayağından asma

Bir cellâdın en sık kullandığı adam asma yöntemi, genellikle Ortaçağ usulü idamdı. Darağacına, bütün hırsızlar, her türden dolandırıcılar ve diğer suçlular asılırdı. Çünkü asılmak, diğer infazlardan çok daha fazla cezalandırıcı bulunuyordu. Normal asmanın yanı sıra, cezayı arttırmanın başka bir yolu daha vardı. Ayağından asılmak! Suçlunun başı aşağıda kalır, talihsiz adam uzun süre can çekişirdi. Alman kroniklerinde yer alan bir belgeye göre, 1585'te bir adam bu şekilde tam üç gün yaşamış, karısı ve çocuğuyla konuşmuştu. Frankfurt'ta da yine ayağından asılan bir suçlu tam yedi gün hayatta kalmıştı.

İnfaz tiyatro gösterisi gibi seyirci toplardı

Her devirde ve dünyanın her yerinde cellâtların ustalığı, işini hızlı yapmasıyla paralel tutulmuştu... Ancak, kimi infaz yöntemi istenilen kadar "caydırıcı" bulunmuyordu. Örneği, kafa kesmek biçiminde yapılan infaz daha kanlı ve etkileyiciydi ama darağacına asılmak kadar cezalandırıcı sayılmıyordu. Bu nedenle suçlunun kafası infaz yerinde bırakılır ve böylece çevredeki insanların ibret alması ve tövbe etmesi amaçlanırdı. Oysa darağacına asılan suçlu çürüyene kadar indirilmiyor; bu da toplum üzerinde büyük bir korku yaratıyordu... Cellâdın kafa kestiği yer, darağacının tam tersine, şehrin ortasında yer alan meydanda bulunurdu. Üzeri bir halıyla örtülür, infaz zamanları da tıpkı trajik bir oyun gibi izlenirdi. Trampetler ve borularla marşlar çalınır; bu bedava gösteriyi izlemek için açıkgözler önceden en iyi yerleri kapmaya bakarlardı.

Kafa keserek yapılan idam

Suçlunun bu meydana getirilmesiyle başlardı, Kurban gömleğini çıkartır, yere dizlerinin üstüne çöker, cellât yamağı tarafından elleri arkadan bağlanır, ensesindeki saçları kesilir ve gözleri bir bantla örtülürdü. Geniş bir manto giymiş cellât bir kenarda durur ve hazırlıkları izlerdi. Onun yanında hemen her zaman yargıç da bulunur ve ölüm cezası hakkında konuşma yapardı. Bu idam yerinin ortasında her zaman bir kum yığını bulunurdu. Kurban buraya dizlerini dayamak zorundaydı. Cellât, onun arkasında durur, işine başlayacağı zaman mantosunu fırlatır atardı.

İnsanlar, ölüme aday kurbanı heyecanla seyreder ve cellâdın onun kafasını vücudundan ayırmasını beklerdi. Bu işi yapmak için cellâdın kuvvet kullanmasına da gerek yoktu. Bir cellât yamağı kurbanının saçlarından sımsıkı yakalar ve başını yüksekte tutmaya çalışırdı. Cellât iki eliyle kılıcını kavrar, kılıcın inmesi kısacık bir anda görülür, tek bir vuruşla hükümlünün kafası yere yuvarlattırdı. Bundan sonra, cellât kafayı eline alır ve yargıcın görmesi için kaldırırdı. Yargıç, işin doğru yapılıp yapılmadığına bakar ve onaylardı... Ancak, bütün infazlar bu kadar kolay bitmezdi. Bazen cellât tek vuruşta kurbanın kafasını gövdesinden ayıramaz, birkaç vuruş yapmak zorunda kalırdı. Böyle anlar cellât için çok tehlikeli sayılırdı. Çünkü tarihte, böyle anlarda kurbana karşı merhamete gelen halkın cellâdı linç etmeye kalktığı pek çok benzer olay vardı.

 

Cellâdın varlık nedeni günümüzde ortadan kalktı mı?

Hiç kuşkusuz hayır... Kanlı uygulamalar yapmasa da; dışlanmışlığı, toplumun dışına atılmışlığı olmasa da, ölüm cezasının uygulandığı ülkelerin hepsinde cellâtlara görev düşüyor... Ama eskiden olduğu gibi "herkesçe malum" bir adam değil artık; çoğunun başka bir mesleği var. Ya da, her infaz için ayrı bir cellât görevlendiriliyor; yani, kimsenin bu işi uzun süre sürdürmesine izin verilmiyor. Bu kişiler, kapalı kapılar ardında, genellikle duvarları yüksek bir hapishane avlusunda, birkaç görevlinin önünde "icra-i sanat" eyleyerek adaletin verdiği hükmü yerine getiriyor. Ancak, cellâtların pek azı bu ağır görevin psikolojik etkisinden kurtulabiliyor. Pek çoğu da "bir insan öldürmenin” manevi etkisini alkol ile bastırmaya çalışıyor. Ama, yine de kurtuluşları yok; onlar hep

"dünyanın en korkunç insanları" olarak hatırlanacaklar...

 

Şans getiren adam: Cellât

Ortaçağ'da cellâtlar asıl görevlerinin yanı sıra kasaplık da yaparlardı.

Cellât hikâyelerinin bir başka yönü de çok çok eski zamanlardan beri halk arasında başı vurulan kişinin kanının büyük bir şifa gücü taşıdığına inanılmasıydı... Özellikle de sara hastalığını (epilepsi) iyileştirdiğine... Bu nedenle, cellat görevini yaparken orada bulunan pek çok insan bu kandan almaya çalışırdı. Bu inanış, sadece o zamanlarda sınırlı kalmadı, çok yakın zamanlara, geçtiğimiz yüzyıla kadar devam etti.

 

İdam ve batıl inançlar: Kurbandan alınmaya çalışan parçalar;Kan, kemik, ip

1864 yılında Berlin'de iki katilin kafası vurulmuştu. Cellat yamakları, kurbanın kanına buladıkları mendilleri satmışlardı.

İdamlar hakkında halkın inançlarıyla ilgili söylenecekler arasında, idamda kullanılan ipten bir parça almak da vardı. İnsanlar bu ipin şans getireceğine; hele asılan adamın kemiğinden bir parçayı para çantasına koyunca da, bu çantadan paranın hiç eksiltmediğine inanılıyordu.

Bu tür batıl inançlar yakın zamanlara kadar devam etti. Her zaman bir kurbanın tanrısallıktan bir parça taşıdığına ve iyileştirdiğine inanıldı. Hatta hemen her konuda, "kurbandan bir parça'nın etkili olacağına da inanıldı. Sadece şifa verici olarak başlayan bu inanış, insanların şans getirici bir güç bulacaklarına inanmaya kadar gitti. Ve tabii, cellâdın kendisi en büyük şans getirici olarak görüldü. Onun, kaderin tayin edilmesinde büyük rolü olduğuna; ölümü verenin, sağlığı ve şansı da verebileceğine inanıldı...

 

Osmanlı'da cellâtlar ve cellâtlık teşkilatı...

 

Her devletin tarihinde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde de on binlerce insan cellât pençesinde can vermişti. Kimileri yağlı bir kementin uğursuz ıslığını, kimileri de çelik satırın ürperten soğuğunu duydular son saniyelerinde... Tıpkı, sonu gelmez işkencelerle ölümü bekleyen diğerleri gibi...

Osmanlı devletinin resmi cellât örgütü, cellatbaşının yönetiminde, sayıları dönem dönem değişen kalabalık bir gruptan oluşuyordu. Hepsi de aslen çingene’ydiler. Cellatbaşı ile cellâtlar, bostancıbaşının emrindeydi. İdam hükmü bostancıbaşıya verilir; o da yerine göre, bazen bizzat nezaret ederek hükmü yerine getirirdi. Eğer öldürülecek önemli bir şahıs ise, idamda bostancıbaşı muhakkak bulunur, hükmü de cellatbaşının en çok güvendiği bir veya iki cellât infaz ederdi. Ki, bunlara da "cellat yamağı" denirdi. Sarayın en büyük subaylarından biri olan bostancıbaşının başlıca görevi, emrindeki bostancı erleriyle sarayı ve padişahın şahsını korumaktı. İstanbul'un Boğaziçi ile beraber bütün sahillerinin ve limanın güvenliği de ikinci görevleri arasındaydı. 

 

Siyasi tutuklular, yağlı kementle boğulurdu

Bazen idamdan sonra başı "şifre" denilen son derece keskin özel bir ustura ile gövdesinden ayrılırdı. Bu baş ya bir ibret taşının üstüne konur ya da sarayın şehre açılan büyük kapısının, "Bab-ı Hû-mayun"un önüne atılırdı. Sabıkalı hırsızlar, özellikle gece hırsızları, şehrin uygun görülen bir yerinde, genellikle suçun işlendiği semtte, hatta bazen girdiği evin veya dükkânın, hanın kapısına asılırdı.

 

Katiller umumiyetle işkence ile öldürülürdü

Askerlerin, yani sipahi veya yeniçerilerin başları kesilir, cesetleri ayaklarına taş bağlanarak denize atılırdı. İdam edilecek kimseler, ferman çıkıncaya kadar bostancıbaşı tarafından tutuklanır, buna da, "Bostancıbaşı hapsine verilmek" denirdi. Bostancıbaşı hapsinden sağ kurtulanlar çok azdı. Örneğin, Sadrazam Rauf Paşa, İkinci Mahmut'un, "O genç ve güzel başa kallavi pek güzel yakışıyor, kıyamam!" diyerek idam fermanını onaylamamasıyla kurtulmuştu.

 

Çengel, çarmık ve kazık...

Cellât, bazen de mahkûma gizli malını söyletmek için, infazdan önce işkence uygulardı. İşkence ile idamın üç şekli vardı: Çengel, çarmık ve kazık... Çengel, İstanbul'da Eminönü'nde idi. Kalın kalaslardan yapılmış kale burcu gibi bir şeydi. Bir adam boyundan yüksek yerine, çeşitli büyüklükte ve uzunlukta, başları yukarıya doğru kıvrık ve sivri, keskin bir tarak şeklinde bir sıra, kasap dükkânlarında olduğu gibi, çengeller konmuştu.

 

Çengel cezasına eşkıya, özellikle korsanlar çarptırılırdı

Kaptan paşalar, donanma ile Akdeniz'den dönerken esir ettikleri korsanları getirmeyi asla ihmal etmezlerdi. Bunlardan bir kısmını kadırgaların direklerine astırıp limana dehşetle girer; bir kısmını da çengele saklarlardı.

 

Çarmıh cezası da eşkıyaya ve casuslara tatbik edilirdi

Tutuklunun canı kuvvetli olup ölmezse, akşamüstüne doğru asılırdı. On yedinci asır ortasında asi Abaza Mehmet Paşa'nın İstanbul’da tutulan ajanları böyle idam edilmişlerdi.

 

Kazık da eşkıyalara ve korsanlara uygulanan cezalardandı

16. yüzyıl sonlarında, bostancıbaşılardan Ferhat Ağa, bir defaya mahsus olarak yeni bir ölüm cezası icat etti. Suçlu genç yeniçeriydi. Bir imamın nikâhlı genç karısını kandırıp kaçırmış, kadının saçlarını keserek oğlan kıyafetine sokmuş, bir zaman hiç kimseye aldırmadan yanında gezdirmişti. Üsküdar'da yakalandı, Tophane'ye götürüldü. Ferhat Ağa; çengeli, çarmıhı, kazığı az görmüştü. Delikanlıyı; çırılçıplak soydurtmuş, bilek, dirsek, diz ve ayak mafsallarını da çekiçlerle kırdırıp zavallıyı yağlı paçavralara sararak havan topunun namlusuna gülle gibi tıktırtmıştı. Sonra; topu ateşleterek suçluyu havada paramparça ettirtmişti.

 

Devlet adamlarının infazlarında kendilerine itibar edilirdi

Bir devlet adamı idama mahkûm olunca, ferman kendisine bostancıbaşı tarafından bildirilirdi. Eli, eteği öpülerek saygıda kusur edilmez, teselli yollu sözler söylenir, aptes alıp iki rekat namaz kılmasına izin verilirdi. Viyana bozgunundan sonra, Belgrat da idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, namazından sonra, "Vücudum toprağa düşsün..." diyerek kilimleri toplatmış, uzun sakalını kendi elleriyle kaldırarak cellâdın kemendini geçirmesine yardım etmiş ve ona "Sanatını incelikle yap!" demişti...

Yine 17. yüzyıl vezirlerinden Hezarpare Ahmet Paşa ise; cellâdı karşısında görünce "Vay kâfir, kahpe oğlu!" diye bağırmış, direnmiş, bir ahıra sürüklenerek götürülmüştü. Cellât, paşanın başındaki kavuğu alıp kendi başına, kendi başındaki kirli külahı da paşanın başına koyduktan sonra onu bir yumrukta çökertip boynuna yağlı kemendi geçirmişti. Ülkenin doğusuna cellât gönderilip idam edilen siyasi tutukluların başları, infazın sonrasında, yolda bozulmaması için bal doldurulmuş bir kıl torba içinde cellât tarafından İstanbul'a getirilir ve başkentte yıkandıktan sonra halka ibretle izlettirilerek gömülürdü. 

Osmanlı tarihinde en ünlü cellâtlar

17. yüzyılda Kara Ali, onun yamağı Hammal Ali ve Kara Ali'den sonra başcellât olan Süleyman'dı.

Evliya Çelebi Kara Ali'nin portresini, kendine özgü üslubuyla şöyle çiziyor:

"Bu kolun üstadı; kâmili Kara Ali'dir ki, pazılarını sıvayıp, tigi ateştabını kemerine bendedüp, sair işkence edecek aletlerini beline asıp, el ve ayak kıracak baltaları iki yanına takıştırıp, sair yamakları dahi aletleriyle kemerlerine süsleyip yalınkılıç merdane cümbüş ederek geçerler ki neuzubillah hiçbirinin çehresinde nur kalmamış zehir adamlardır!"

Eğer katline ilişkin hüküm Divan-ı Hümayun tarafından verilmişse, bunu tatbik etmek için muhzırağa, subaşı ve bazen de asesbaşı memur edilirdi.  Divanı hümayun dışında verilen idam cezalarını da subaşı gerçekleştirirdi.   Bu memurların gözcülüğü ve sorumluluğu altındaki idamları uygulamak da cellâtların göreviydi. Reaya için kan dökme yasağı bahis konusu olmadığı için boğma yoluna gidilmemiş ve asılma ile kafa kesme usulleri tercih edilmiştir.

 Kural bu olmakla beraber, bazen başka infaz şekilleri de kullanılmıştır. Reayadan İstanbul'da siyaseten katledilenlerin, aynı zamanda cesetleri de âlemi ibret için teşhir edilirdi. Cellâdın cesede verdiği durumdan, onun İslam veya gayrimüslim olup olmadığı anlaşılırdı. İslamlar sırtüstü yatırılırlar ve başları kollarının altına alınırdı. Müslüman olmayanlar ise, yüzükoyun uzatılır başları kıçlarına konurdu...

 

Cellât mezadı...

 Bir mahkûm cellâda verildi mi, giysileriyle birlikte üzerinden çıkan bütün kişisel eşyaları cellâdın olurdu. Bu eşyalar toplanır ve senede bir veya iki defa büyük bir mezat ile satılır, bedelleri cellâtlar arasında taksim edilirdi. Buna, "Cellât mezadı" denirdi. Cellât mezatlarında genellikle çok kıymetli şeyler bulunurdu ve sahipleri cellât elinde can verdiklerinden, bir uğursuzluk yorularak gerçek değerlerinden çok ucuza satılırdı. Fakat cellât mezadından bir mal satın almak da her kişinin yapabileceği bir iş değildi. Bazı devlet adamları, zenginler, cellâdın pençesi yakalarına yapışmadan üzerlerinde bulunan kıymetli kürkleri, yüzükleri, saatleri, keselerini çıkartırlar ve orada bulunanlara, "Beni anar, bir Fatiha okursunuz!" diye hediye ederlerdi.

Reşat Ekrem Koçu, tarihçi Peçevi İbrahim Efendi'den naklen, cellât mezadı ve "uğursuz eşya" kavramını şöyle anlatıyor:

"İstanbul'da Atatürk Bulvarı üzerinde, Bozdoğan Kemeri'nin hemen yanı başında Belediye Müzesi yapılmış güzel medresenin sorumlusu, 16. yüzyıl sonu saray ileri gelenlerinden Kapıağası Gazanfer Ağa'dır. Bu kişi, Padişah 3. Murat üzerindeki sonsuz etkisi ile rüşvet yolundan büyük bir servet yapmıştı. O zamanlar İstanbul'da Rüstem Ağa isminde ünlü bir saatçi ve kuyumcu vardı. Gerçekten büyük bir sanatkârdı... Gazanfer Ağa, bu şâhısa değer biçilmez elmaslarla süslü bir koyun saati (Cep saatinin daha büyüğü, koyunda muhafaza edilen saat) yaptırmıştı. Saatin mücevherini de kendisi vermişti. Kapı Ağası Gazanfer Ağa cellâda verilince, Ağa'nın ünlü, tanınmış saati koynundan çıkarak cellât eline düşmüştü. Cellâtlar, başlı başına bir servet olan bu saat için bir mezat yaptılar. Saati, cellât mezadından Tırnakçı Hasan Paşa satın almıştı. Az sonra Tırnakçı Hasan Paşa da idam olundu, saat yine cellât mezadına düştü...

Bu kez, bu güzel ve değerli saati çok düşük bir bedel karşılığında Kasım Paşa satın aldı. Bir-iki ay geçti geçmedi, Kasım Paşa da cellâda verildi. Saat onun da koynundan çıktı ve üçüncü defa cellât mezadına düştü... Bu sefer de Gazanfer Ağa'nın tuhaf, esrarengiz saatini Sadrazam Derviş Paşa satın aldı ve kardeşi Ahmet veya Mehmet Bey'e hediye etti. Ahmet veya Mehmet Bey dedim... Tarihçiler bu muhteremin ismini yazmıyorlar. Genç yaşında, yani tüysüz bir delikanlı iken sadrazamın kollamasında Eğriboz Sancak Beyliği'ne tayin edildiği için, "Civan Bey" diye lakap takılmış ve adı unutulmuştur.

Tarihçi Peçevili İbrahim Efendi, Civan Bey ile Eğriboz'da, Bey Konağı'nın deniz üstüne kurulmuş bahçesinde sohbet ediyorlarmış. Söz, saatten açılmış. İbrahim Efendi de saat meraklısı imiş. Civan Bey koynundan görkemli bir saat çıkartarak tarihçiye göstermiş. İbrahim Efendi, "Ömrümde bu kadar güzel saat görmedim!" demiş. Civan Bey de saatin hikâyesini anlatmış. Peçevili, elindeki saati hemen bırakarak "Böyle uğursuz saati insan düşmanına vermez. Paşa nasıl olmuş da size hediye etmiş?" demiş. Bu söz Civan Beyi etkilemiş. Hemen hançeriyle saatin elmaslarını çıkartmış ve bir çekiç ile de çarklarını kırarak denize atmış.

Denizin dibinde saatin parıltısı görülüyormuş. Bey ile İbrahim Efendi, bahçede oturuyorlarmış. Bir atlı gelmiş, Civan Beye görevden alındığını bildirmiş. Civan Bey şaşırmış: "Alınmamı gerektirecek herhangi bir neden yoktu. Nasıl olur anlayamadım?" demiş.

Gelen adam: "Beyim, beyim Derviş Paşa idam olundu... Sizin dahi idamınız için ferman çıkıp bostancıbaşılarla gönderildi. Sonra, sevenleriniz yardımcı oldular. İkinci bir fermanla ben gönderildim. Ve idamınıza memur olanlara yarım saat evvel yetişebildim!" cevabını vermiş... İkinci fermanı getiren bu adam, idam fermanını getirenlere, Civan Beyin uğursuz saati çekiçle kırdığı anda yetişmiş..."

Cellât mezarları

Eyüp’te Karyağdı Bayırı'nın aralarında kaderine terkedilmiş bir mezarlık cellât mezarlığı... Sanki geçmişin ağır nefreti kabirlerin üzerine çökmüş gibi... Taşlarının hemen hepsi yazısız, dört köşeli ve sevimsiz uzunlukta... Eldeki belgelerden anlaşıldığı üzere, mezarlıktaki cellât kabirlerinin taşlarının uzunluğu iki metreye yakındı. Ve Osmanlı, para karşılığı insan canına kıydığı için cellâtları umumi mezarlıklara gömmez, onlara özgü mekânlarda adeta bir ayıbı saklarcasına sonsuzluğa yollardı. Bu özel mezarlık, günümüzde neredeyse tümüyle ortadan kalkmak üzere... Eskinin cellâtlarının ebedi istirahatgahları, bunca asır isimsiz mezar taşlarının gölgesinde varlığını sürdürebilmişken, artık giderek hafriyat molozlarının altında yok oluyor...

Ünlü tarih yazarı Reşat Ekrem Koçu, cellâtların mezarlarına ilişkin bir makalesinde şöyle bir değerlendirme yapıyor:

"Bahtsız bir hırsızı, bir caniyi, ölümünden sonra mezarlığına kabul eden cemiyetimiz; resmi bir vazife de olsa, bir aylık, para ve menfaat karşılığı can uçuran cellâdın ölüsünü umumi mezarlıklara kabul etmemekle, cellâtlara ayrı bir mezarlık yapmakla, muhakkak ki asaletini göstermiştir.”

 





--
http://groups.google.com.tr/group/ayna-?hl=tr

--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
        Bu grubun  hiç bir siyasi oluşum, parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş, Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM  STANDIDIR.."
      Grupta yayınlanan  yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...

Grup Yöneticileri Mail Adresleri Aşağıdadır
kurtulusyolu99@gmail.com
bahadirserhad@gmail.com
forevermirza@gmail.com

Bu gruba posta göndermek için, mail atın: anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.