Necip Fazıl’ın oyunlarının sahnelerden esirgenip sadece okunabilen birer metin olmaya mahkum kılınması ise tiyatro sanatının ve tiyatrocunun değil, kişilerin ayıbıdır.Necip Fazıl’ın oyunlarını ötekileştirmeye devam etsinler ve sahnelenebilecek nitelikte bulmasınlar. Onun oyunları ilk yazıldıkları günkü gibi, okunmaktan öte sahnelenmek için var.
Abdülhakim Arvasi’yle tanıştığı 1934 senesi Necip Fazıl’ın bir anlamda ikinci doğum tarihidir. Artık o, düşünce ve sanat görüşünü inandığı yol çerçevesine oturtmaya çabalayan, Müslümanca düşünceyi eyleme geçirerek bu yolda mücadele etmeyi görev edinen ve çok geçmeden bu uğurda, eski yazdıklarını yok saymaya gidecek kadar sanata bakışını yeniden kuran bir düşünce adamıdır. Şiiri ve şairliği değil, fakat bildik anlamdaki şiiri ve şairliği reddederek, sanatını ilahi olanla bağdaştırma çabasıyla, artık “büyük sanatkarlığı” aramaktadır.
O güne kadar Necip Fazıl’ı el üstünde tutanlar, şiirini ve şairliğini yere göğe sığdıramayanlar, bu değişiminden sonra onu “gerici” olarak nitelendirir, hatta “sabık şair”i öldü sayarak yeni yazdığı ne varsa yok saymaya kadar giderler. Necip Fazıl -doğru bulunsun ya da bulunmasın- girdiği yolda her şeye rağmen sonuna kadar gidecek, geri kalan ömrünü bu uğurda zorlu mücadeleler içinde geçirerek hapislere girecek, büyük sıkıntılar çekecek, fakat sonunda geniş kitlelerin saygınlığını kazanacağı ve izinden gideceği bir dava adamı olacaktır. Bu davasında, Necip Fazıl’ın dava kürsüsü olarak kullanacağı yeni alan ise tiyatrodur.
Sanatına yazık eden değil, gerçeği sanatla muhafaza eden deha
Necip Fazıl’ın oyun yazarlığı Abdülhakim Arvasi’yle tanışmasından bir sene sonra, 1935 senesinde başlar. Bu sefer hayatında yine büyük rol oynayacak başka önemli bir isimle, Muhsin Ertuğrul’la tanışır. Rus Konsolosluğu’nda verilen bir davette sohbet ederlerken, Muhsin Ertuğrul “Niçin tiyatro eseri yazmıyorsunuz? Neden bizi yerli eserden mahrum bırakıyorsunuz?” diyerek Necip Fazıl’ın tiyatroya adım atmasını sağlar.
Necip Fazıl başrolü Muhsin Ertuğrul’un oynaması koşuluyla oyun yazmayı kabul ederek, ilk oyunu olan ‘Tohum’u yazmaya koyulur. Yazdığı oyunu Muhsin Ertuğrul’a bizzat kendisi okuyunca, Necip Fazıl’ın deyişiyle “güzeli ve çarpıcıyı gördüğü her yerde kendisini teslim eden” Muhsin Ertuğrul gözyaşları içinde oyunu çok güzel bulduğunu söyler ve söz verdiği gibi başrolde kendisi oynayarak sahneye koyar.
Ne var ki Necip Fazıl’ın Muhsin Ertuğrul eliyle sahneye attığı bu ilk tohum tutmaz; çünkü oyun seyirciden beklenen ilgiyi bulmaz. Sahneye konulmadan önce, Sedat Simavi’nin ‘7 Gün’ dergisinde ve birçok gazetede oyunun bazı bölümleri yayımlandığında, Peyami Safa’nın “İşte, gerçek eser budur” diye övdüğü yazılara, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Mücerret fikri sahnede dondurabilmek sanatını” seçkin topluluklara özgü olarak ön planda savunmasına rağmen halk oyunu beğenmez. Başta daha çok seçkin bir topluluğun doldurduğu ve Necip Fazıl’ı defalarca sahneye davet ettiği tiyatro birkaç gece sonra seyircisiz kalır.
Yaktın adamı, yazık oldu Muhsin’e
Oyunu “şaheser” kabul eden Selami İzzet tiyatrodaki bu seyirci kaybını görünce, Muhsin Ertuğrul adına üzülür ve bir gösterim sırasında Necip Fazıl’ın kulağına eğilerek “Yaktın adamı. Yazık oldu Muhsin’e” der. ‘Tohum’ Necip Fazıl’ın davasının iyi ayarlanamamış ilk verimi olmuştur. Bu başarısızlığın üzüntüsü Necip Fazıl’a o kadar işler ki, adeta hınç haline gelir ve yeni bir oyun yazmaya karar verir. Yazacağı yeni oyun, yazarın en iyi oyunu olarak kabul edilen ‘Bir Adam Yaratmak’tır. Başrolünü yine Muhsin Ertuğrul’un oynadığı oyun 1937-1938 kışında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenir. ‘Bir Adam Yaratmak’ o kadar başarılı olur, halk oyunu öylesine tutar ki, tiyatronun seyircisi giderek artar.
Fakat Muhsin Ertuğrul, oyun belki bütün bir sene sahnede kalacağı halde, onu en dorukta olduğu zaman, resmi süresinin tamamlandığı gerekçesiyle sahneden kaldırır ve oyun tekrar oynanmaz. Peyami Safa ise ‘Tohum’u şiddetle tuttuğu halde başarısız olduğunu gördükten sonra, bu defa başarılı olacak ‘Bir Adam Yaratmak’ hakkında tek kelime yazmaz. ‘Bir Adam Yaratmak’ Necip Fazıl’ın –her ne kadar başka iyi oyunlar yazacak olsa da- bir oyun yazarı olarak söz konusu çevre içinde kazandığı ilk ve son başarısıdır.
Sahnelerden esirgenen, yok sayılan oyunlar
Tiyatro oyunu edebiyat metni değildir, oyunlar sahnelenmek içindir. Necip Fazıl’ın oyunlarının sahnelerden esirgenip sadece okunabilen birer metin olmaya mahkum kılınması ise tiyatro sanatının ve tiyatrocunun değil, kişilerin ayıbıdır. Bunun sorumlusu Türk tiyatrosu, özelinde ise Şehir Tiyatroları değildir. Necip Fazıl’a -sonradan desteğini çekmiş olsa da- tiyatro kapılarını açan Muhsin Ertuğrul’dur. Dolayısıyla, Necip Fazıl öncülüğünde Müslümanca bir tiyatronun varlığından söz edebiliyorsak, bunda Muhsin Ertuğrul’un ve dolayısıyla Şehir Tiyatroları’nın da katkısı vardır.
Bırakalım, şimdi de “muhafazakârlık” eleştirisine sığınarak Necip Fazıl’ın oyunlarını ötekileştirmeye devam etsinler ve sahnelenebilecek nitelikte bulmasınlar. Onun oyunları ilk yazıldıkları günkü gibi, okunmaktan öte sahnelenmek için var. Sayılsın ya da sayılmasın, Şehir Tiyatroları’nın tarihinde Necip Fazıl’ın ve oyunlarının da adı var. Tiyatro ustalarının mum ışığıyla aydınlanan fotoğrafları arasında kendisine yer verilmese de, eriyen mumların gölgesinde Necip Fazıl’ın da çehresi saklı.
“Bir takım replikler” tiyatro duvarlarında yankılanacak
Necip Fazıl’ın, “Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından bir takım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!” diye vasiyet ederken büyük bir tevazuyla “bir takım sesler” olarak tanımladığı eşsiz sesi, kendisinden sonra dahi en yakın odalardan en uzak sokaklara kadar yankılanmakta. Bu yankı nihayet tiyatro duvarlarını da aşacak, “bir takım replikler” geç de olsa ait oldukları yerde, sahnelerde ses bulacaktır.
Onur Özgüner -Dünya Bizim
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.