Her ne kadar bugün Batı Rusya ve Çin ile büyük bir kavga hâlindeymiş gibi görüntü veriyorsa da, Rusya da, Çin de Amerika’nın başı çektiği Batı menşeili dünya düzenine bir alternatif teklif etmiyorlar. Her iki ülke de Batı ile Batı’nın kuralları içerisinde kalmak suretiyle çekişiyorlar ve olur yahut olmaz ama bu itiş kakışın sonunda kim kazanırsa kazansın, kumar masası hesabı Batılı dünya düzeni kazançlı çıkıyor.
Batı Türkiye’ye yönelik baskıyı her geçen arttırıyor, bunun herkes farkında; fakat Türkiye’ye karşı niçin böyle bir siyaset izlendiğine dair elle tutulur bir izahatı ne yazık ki henüz görebilmiş değiliz. Tabiî hiç konuşulmuyor da değil, Türkiye’nin dışa dönük hamleleri olduğu, millî silah endüstrisinin geliştiği, Doğu Akdeniz ve benzeri hadiselerde millî çıkarlarını koruduğu gibi bir sürü saikten ayrı ayrı bahsediliyor; fakat bize kalırsa bunların hiçbiri, Batı’nın sıkıştırmasını izah etmeye yetmiyor.
Zaman zaman kırıcı da olsa doğru konuşmakta her zaman fayda var, vaziyetin tam mânâsıyla kavranabilmesi için. Türkiye, mevcut rejimi, siyasî düzeni ve bu temeller üzerine kurgulanmış olan bürokrasisi, ordusu, hukuku, eğitimi ve tüm bu çerçeveye mahkûm kalmış bulunan silah sanayi ve dış politikasıyla Batı için tehdit falan arz etmiyor.
Herkes Neden Batı ile İş Tutuyor?
Gündemde sıkça işitiyoruz, Yunan, Rum, Ermeni ve hatta Arab ve Kürtler bize düşmanlık ediyorlar, Batı da bunları Türkiye’ye karşı destekliyor. Doğru mu, elbette ki manzaraya satıhtan bakıldığında yerden göğe kadar doğru. Peki, iyi de, düne kadar bir bünyenin birbirinden ayrılmaz uzuvları gibi işleyen bu milletler Türkiye’ye niçin düşmanlık gösteriyor yahut Batı ile Türkiye arasında niçin Türkiye’den yana değil de Batı’dan yana oluyorlar, bunlar hiç konuşulmuyor. Hatta konuşulmak istendiğinde, aman canım o da eskide kaldı, şimdi konjonktür bilmem ne diye başlayan kamyon yüküyle lâfı ağızlara tıkayıp kimseye söz hakkı bile tanımıyorlar. Bu arada tabiî bunlar eskide kaldı kalmasına da, şimdi ne yapmak gerek ki yeniden bir müşterek paydada buluşulabilsin meselesini konuşmaya hiç sıra gelmiyor. “Yunan bize düşman, Ermeni bize düşman, Arablar zaten hain, Kürtler de emperyalistlerin bilmem nesi” deyiverdin mi mesele hemen kapanıveriyor, oysa ki tam da konuşmanın asıl başlaması gereken yerde.
Bundan evvelki sayılarımızda defaatle işledik. Herkes sofrasına elinde olanı koyar diye kaç kere anlattık inanın artık biz hatırlamıyoruz; fakat tekrar hatırlatacak olursak…
Bizim Soframızda Ne Var?
Biz, bir birlik tesis etmeye kalkacak olursak; bunu silah sanayine dayandırarak yapamayız, en azından henüz, çünkü elimizdeki silah teknolojisinin fersah fersah ötesinde teknolojileri var; finansal destek ile yapamayız, çünkü biz daha kendi kendimize bile yetemiyoruz ve içine kendimizi hapsettiğimiz iktisadî düzen kuralları çerçevesinde kendisini değil düşmanını yaşatır konumda bulunuyoruz; örnek bir rejimimiz de yok, nihayetinde birileri rejim üzerinden birlik tesis edecek olsa, lâiklik için Fransa ile demokrasi içinde Amerika ile birlik tesis ederler de bize sıra gelmez; yine böylesi bir birliğin tesis edilmesine vasıtalık teşkil edecek bir hukukî düzenimiz de yok, ceza kanunumuz şuradan, medeni kanunumuz buradan ithâl… Peki, bizim kendi soframıza koyacak kendimize ait hiçbir şeyimiz yokken, birileri gelip bizimle niçin dost olsunlar? Kara kaşımıza gözümüze sebep bizimle birlik olacaklarsa bile, onun da muhakkak daha karasını bulurlar.
Yunan bize düşmanlık ediyor, Batı’nın maşalığını yapıyor. Niçin yapmasın?
Ermeni bize düşmanlık ediyor, Batı da ona arka çıkıyor. Niçin çıkmasın?
Arablar bize hainlik ediyorlar, Batı’da bunu teşvik ediyor. Niçin etmesin?
Kürtlerin bir kısmı Türkiye’den ayrılarak Irak ve Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurmak üzere bölücülük yapıyorlar, Batı da bunu destekliyor. Niçin desteklemesin?
Bu arada tüm bunlar arasındaki en komik suçlama bize kalırsa Kürtlerin bir kısmına hitaben yapılan, “onlar orada seküler bir Kürt devleti kurmaya kalkıyorlar” suçlaması olsa gerektir. Affedersin ama sen nesin?
Batı’nın Erken Uyarı Sistemi Çalışıyor
Bize kalırsa esas önemli noktaya asıl şimdi gelmiş bulunuyoruz. Türkiye, mevcut hâliyle satıhtan bakıldığında Batı için tehdit teşkil etmezken, Batı’nın derdi ne ki bizi sıkıştırıp duruyor?
Her ne kadar bugün Batı Rusya ve Çin ile büyük bir kavga hâlindeymiş gibi görüntü veriyorsa da, Rusya da, Çin de Amerika’nın başı çektiği Batı menşeili dünya düzenine bir alternatif teklif etmiyorlar. Her iki ülke de Batı ile Batı’nın kuralları içerisinde kalmak suretiyle çekişiyorlar ve olur yahut olmaz ama bu itiş kakışın sonunda kim kazanırsa kazansın, kumar masası hesabı Batılı dünya düzeni kazançlı çıkıyor.
Burada bir tek Türkiye, bugün olmasa bile ihtiva ettiği potansiyel bakımından, ki burada adını da açık açık koyalım, Allah lütfettiği ve Büyük Doğu-İbda bu topraklarda neşet ettiği için Batı açısından tehdit arz ediyor. Yani Batı’nın tehdit idraki bugüne yönelik alarm verip da ciyaklamıyor, istikbâl kaygısı çekiyor.
“Siz” aman canım bu ne ki diyebilirsiniz; fakat “onlar” da “biz” de bu işin ciddiyetinin farkındayız. Bu sebebledir ki, içinde bulunduğumuz konjonktürü a’dan z’ye kadar bütün varlığı ve teşekkülüyle bugünün Türkiye’sine bakarak anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak başlı başına hata olur.
Korkularıyla Yüzleştirelim Onları
İçinde bulunduğumuz badireden Türkiye’nin tek başına çıkması, ilâhi bir mucize olmazsa, pek de mümkün görünmüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin evvelâ kendi sofrasını, kendi çevresine göre, kendisinin olanlar ile donatması gerekiyor. Her zaman ifâde ettik, edeceğiz de, Batılı bir dünya düzeni çerçevesine mahkûm kaldığı sürece Türkiye’ye nefes aldırmazlar, aldırmayacaklar da. Kurallarını karşı tarafın koyduğu ve keyfine göre esnetebildiği bir oyunu bırakın kazanmayı, oynayamazsınız bile. Şu sıralar sıkça işitiliyor, “Türkiye oyun kurucu oldu” falan diye. Oyun kurmak topun sahibi olduğun için oynatılmak değil, oyunun kurallarını tayin edebilmektir.
Dayağı Yiyip Yiyip Gavurdan İnsaf Beklemek
Batı’ya karşı aman sesimizi çıkartmayalım, aman dikleşmeyelim, aman karşılık vermeyelim diyen bir takım bürokrat zümresinin varlığını da unutmayalım tabiî. Bunlar adeta bir tanrı gibi taptıkları Batı’ya bizim mukavemet gösteremeyeceğimize öylesine iman etmiş vaziyetteler ki, oradan gelen tekme ve tokatlara dahi elhamdülillah şeklinde mukabele etmeyi ibadet addediyorlar. Oysa ki Batı adamının, hasmını ele geçirdikten sonra, hele ki bir de karşılık vermiyorsa kana doyuncaya kadar öldürdüğünü, sonra da arta kalanı posasını çıkartıncaya kadar iliğini kemiğini sömürdüğünü Amerika yerlileri ile Afrika tecrübesinden bilmiyor muyuz? Biz, ikinci meclisi kuranlar işbirliği yaptığı için değil, Birinci meclisi kuranlar Kurtuluş Savaşı’nda bu milletin demir leblebi olduğunu gösterdikleri için bugüne dek nefes alabildik. Bunun dışında sergilenecek her türlü tavrın bizi Amerikalı yerliler ile Afrikalı kabileler hâline getireceğini görmez misiniz?
***
Klişe gelecek belki ama işte o meşhur “Olmak yahut olmamak!” noktasına gelmiş bulunuyoruz. Bu ifâdenin bir de Can Yücel tercümesi vardı, nasıldı, “Bir ihtimâl daha var, o da ölmek mi dersin?”
Tarihe dönülüp bakıldığında görüleceği üzere, bizim kaderimiz, umumiyetle bu iki şıkkın birbirine olan mutabık kılınmış hâli, cihad ve şehadet üzere tecelli etmiştir. Küçük cihaddan da, büyük cihaddan da maksat budur, “ol”maktır!
Hasılı kelâm, madem ki bize bir bedel ödetiliyor, o zaman binbir mihnetle bu rezilliğin değil de, bari kutlu bir davanın bedelini ödeyelim, aşkla!
Baran Dergisi 746.Sayı-Ömer Emre Akcebe
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.