Fethullah Gülen'i neden samimi bulmuyoruz?

Fethullah Gülen'i neden samimi bulmuyoruz?

 

http://www.haber5.com/fethullah-guleni-neden-samimi-bulmuyoruz-yazisi-4551.aw


 

“ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen mehmetçiğe, istihâlelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz”

Hocaefendi’yi seversiniz veya sevmezsiniz, bu sizin bileceğiniz bir iş. Yeryüzünün belli coğrafyalarına giden ve kimileri de oradan hakka uğurlanan talebelerinin samimiyeti karşısında da hayranlığınızı belirtir veya belirtmesiniz. Bu da sizin bileceğiniz bir iş.

Lakin son yıllarda ilk defa siyaseti de, tarafgirliği de bu kadar aleni yapmaları karşısında gözümüze çarpanları ifade etmemiz de çok doğal bir süreç. Üstelik samimiyet noktasında çok ciddi soru işaretlerimiz varken, zihnimize takılanları ifade etmemizi cemaat “hoşgörü” ile karşılamalı diye düşünüyorum.

Bilirsiniz, bugünlerde STV, Samanyoluhaber filan günün her saatinde “darbecilere” ve “darbelere” çakıyor. Destansı bir ses tonu ile STV Ana Haber’in spikerleri “darbecilerin” üstüne üstüne gidiyor. ZAMAN grubuna yakın internet sitelerinin ilk 10 haberinden büyük çoğunluğu “darbecilere” yönelik oluyor. Ne gizli çamaşırlar, ne kirli çamaşırlar…

Lakin daha önce bütün darbecilerle “kanka” olan bu cemaatin bu defa her fırsatta Ergenekonculara tekme tokat dalıyor olmasını “garip” karşılamamız normal değil mi?

Gerek 12 Eylül darbesinde ve gerekse 28 Şubat darbesinde “Gülen cemaati” yolların kenarında birikip geçen tankları alkışlarken o tanklar ülkenin diğer Müslümanlarını ezip geçiyordu.

Hapishaneler Müslümanlarla dolup boşalırken “ev” ve “dershane”lerin öğrencilerle dolup boşalması uğruna “cemaat” diğer bütün Müslümanlardan kendilerinin “farklı” olduğunu anlatmak istiyordu darbecilere…

Hem de alenen…

Hem de tarihe not düşerek “darbecileri” alkışlıyordu o günlerde Gülen Cemaati…

Ve elbette Hocaefendi bu işin sözcülüğünü yapıyordu yazdığı yazılar ve verdiği vaazlarla.

28 Şubat sürecini birçoğumuz hatırlıyoruz sanırım. Ben o dönemde ortaokul öğrencisiydim. Birçok şeyin farkında değildik lakin şimdi geriye dönük yaptığımız okumalar durumun vahametini net olarak ortaya koyuyor.

Uğur Dündar’ın programına çıktı diye Erbakan’a söylemediğini bırakmayan cemaat, Hocaefendinin 28 Şubat darbe sürecinde Uğur Dündar’ın programlarına çıkıp “başörtüsü, Refah Partisi” gibi konularda darbecileri alkışlayan sözler söylemesini “anlayışla” karşılıyorlardı. Dündar’ın programına katılan Hocaefendi bir defasında “Seçimlerden önce Refah Partisi’ne kapatma davası açılmalı ki oyu düşsün” mealinde sözler söylemişti de, ne kızmıştık.

Ama sanırım hiçbiri, gözleri yaşlı ve onurlu bir şekilde “tesettür direnişi” veren Müslümanları yakıp, yıkıp darbecilerin arzularına göre fetvalar verilmesi kadar Müslümanları yaralamamıştır. Üniversite önlerinde direnişe devam eden Müslüman kızları yüz üstü bırakan ve hatta “abi” ve “ablaların”Müslüman öğrencilerin üstlerinden aşarak “derslere” katılmalarını isteyen Hocaefendi, bugün her fırsatta “saldırdıkları” TV ve Gazetelere demeç üstüne demeç veriyordu o darbe günlerinde.

Bakın, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Başınızı açabilirsiniz" dediği bir konuşmasından alıntı yapayım ve mevzu netleşsin.

“Okullarımızdaki başörtüsü sorunu, çok hassas hale geldi. Ancak şu kadar söyleyeyim, okumayı istemek ile okumamak arasında kalan bir insan ne yapmalı? Ülke ve millet adına okumak mı yararlıdır, okumamak mı? Dinin füruata ait bir meselesinde bu denli hassas olmak mı, yoksa tercihini başka istikamette kullanmak mı gerekli? Kişi kanaatı vicdaniyesi ile bu mevzuda hükmünü verip öyle davranmalıdır. Bana göre okumayı tercih etmelidirler. Genç kızlarımızın zorlanmaları halinde tercihlerini eğitim gören hedefinden yana yapmalarını arzu ederim.”

Bu sözler Hocaefendi'nin sözleri.

Akşam gazetesinde, Orhan Yurtsever'in Fethullah Gülen'le Yaptığı Röportaj'dan alınmıştır. Tarih, 13 Mart 1998'dir.
İnanmayan dostlar arşivlerden bu gazeteye ulaşabilirler veya daha emin bir kaynak olan Hocaefendi'nin resmi sitesine bir göz atabilirler. Yani şu adrese; http://tr.fgulen.com/content/view/2257/5/

Haydi, 28 Şubat sürecini iyi biliyoruz. O süreçte Müslümanları ters köşeye yatıran “cemaat” şimdi fırsatını yakaladı ve indiriyor yumruklarını darbecilerin yüzüne. Böyle mi?

Hayır, sanmıyorum. Ne güven veriyor, ne de samimi bir hava var bu “hava”da.

Hocaefendi 12 Eylül darbesinde de darbecileri selama durmuştu. Matbuat dünyasında sanırım “darbeci paşalara” Hocaefendi’den daha “yağlı” cümleler kuran olmamıştır. Mesela darbeden hemen sonra çıkan ilk “Sızıntı” da yer alan “Son karakol” yazısı “muhteşem” bir örnektir.

“Hızır gibi yetişen Mehmetçiğe” inanılmaz methiyeleri düzen Hocaefendinin şimdi ABD’de oturup “derin istihbarat” destekleri ile Türkiye’deki“darbecilere” yönelik mücadele etmesini takdirle karşılıyoruz ancak samimi bulmuyoruz. Bulmak zorunda olduğumuzu da kimse iddia edemez. Biraz“hoşgörü” lütfen.

Arzu edenler için Hocaefendinin “Son Karakol” başlığı ile “darbecilere” düzdüğü o muhteşem satırları altta veriyorum. Kaynak, darbenin hemen sonrasında çıkan ilk dergi olan Sızıntı ve Hocaefendinin kendi resmi sitesidir. Sızıntı Ekim sayısı 1980, Cilt 2, Sayı 21 ve
http://tr.fgulen.com/content/view/10747/3/


“SON KARAKOL”

Karakol, sükûnetin, huzurun ve emniyetin remzidir. Ondaki düzen, huzur ve orada gözlerin uyanık oluşu, umumî emniyet ve muvâzenenin en büyük teminâtıdır. Ondaki kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felâkettir.

Anadolu, yıllar yılı kendine bağlı dünyalara karakolluk vazifesini gördü. Geçmiş asırlarda dünya emniyet ve muvâzenesinde, en şerefli vazifenin ona ait olduğunda hiç şüphe yoktur.

Sonra, sırasıyla, onun livâları, sancakları birer birer kopup gitti. Fakat o, bütün rasânetiyle mevcudiyetini muhafaza etti ve yerinde kalabildi. Değişen bayraklar, yırtılan sancaklar yanında, asâlet ve özünü koruma sadece ona müyesser oldu.

Evet, bütün bir geçmişiyle, ellibin defa, temiz bünyesine mikroplar saçıldı. Ve gülendam kâmeti yüzlerce defa ırgalandı; ama o, hiçbir zaman tamamiyle yerinden sökülemedi ve mağlup edilemedi.

Haçlı zihniyetinin hortlatılmasından, cizvit papazlarının zehirleyici ve öldürücü gayretlerine kadar, bu karakolu yıkma ve karakol erkânını uyutma adına ne kadar oyun varsa hepsi denendi; ama, hasımlarımız hesabına beklenen netice kat'iyyen elde edilemedi. Düşman cefâdan usanmıyor; karakol da 'bu can bu uğurda' deyip dayanıyordu...

Bu mücadeleler karşısında onun sarsılmadığını iddia edemeyiz. Bu ulu ağaç birkaç defa hazan gördü ve kurtlanan koca gövdesi birkaç defa kabuğunu yeniledi; fakat, hiçbir zaman devrilmedi. Semâsının kararıp, bağrına üst üste hançerlerin saplandığı günlerde dahi, millî ruh kadranında, kendine ait zaman anlayışı ve onu gösteren rakamlar daima duru ve seçkin olarak okunabildi...

Bu efsânevî ruh, asırlarca, bünyesini tahrip etmek isteyen binbir paradoks karşısında, yerinden oynamamış ve hep Malazgirt'teki, Kosova'daki ve Çanakkale'deki aşılmazlığıyla kendini korumuştu. Onun bu heybetli görünümü -az dahi olsa- ruhuna cemre düştüğü ve köküne yabancı bir kurdun, bir 'dabbetü'l-arz'ın musallat olduğu kadar da devam etmişti. O günden sonra ise, artık o, içten içe yanan ve kömürleşen bir ulu çınar haliyle, kendini yenileyemiyor ve dirilemiyordu. Yaşlanmıştı. Vefasız dostları, amansız hasımları vardı.

'Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn;

Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tali' zebûn' (Fuzulî)

Tam bu binbir kâbusun kol gezdiği dönemde idi ki; ortalığı bütün şiddetiyle beşinci kol faaliyetleri kapladı. Erotik düşünceye masumiyet hil'ati giydirildi. Şehvet, en merğub bir meta haline getirildi ve gençlik âdeta bir hezeyan topluluğu oldu. Artık kendi ruh köküne bağlı olanlar 'dogmatist' ve 'formalist' diye damgalanıyor; millet ve vatanını sevmek ayıp sayılıyordu. Bir 'Şirzime-i kalil' her Allah'ın günü, çalakalem, millî ruhu ibtizal edici yazılar yazıyor, milleti kendinden kaçar ve kendine yabancı hâle getiriyordu.

Bu olup bitenler karşısında, temiz Anadolu halkı, ya kendine has sabır ve tahammül içinde beklemede veya hüsn ü niyetin verdiği duru anlayışla, bütün bu acâiblikleri 'bir suskunluk içinde' karşılamaktaydı.

Birer ruh sefâleti ve aşağılık duygusu timsali sayılan zavallı 'entelijansiya' mızın durumu ise, bütün bütün yürekler acısıydı. Ona göre şahsiyet gamzeden öze ait her nağme ordubozanlık; müstağriblik hesabına söylenen her türkü, Türk'e yücelik kazandıran bir madalyaydı!

Bu türlü kendinden kaçışlar ve haricî asimilasyonlarla iç değişiklikler, endişe verici buudlara ulaşmıştı. Ve artık, millet teknesi, sağa-sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması, her an mukadder görünüyordu. Dillerde binbir yabancı türkü, dudaklarda binbir öldürücü şarap.. kimi erotizimle sarhoş; kimi libido ile, kimi eksistansiyalizmden medet umuyor; kimi hezeyan felsefesine dilbeste, durmadan mihrap değiştiriyor ve ma'buddan ma'buda (!) koşuyordu. İşte tam bu esnada, yabancı bir kısım eller, 'hipnoz' görmüş bu ruhları metrolara bindirip harıl harıl kendi dünyalarına taşımaya başladılar. Cinnet nöbetleri içinde bütün bir nesil, Hasan Sabbah'ın yalancı cennetlerine benzeyen bu cennetlere davet ediliyordu.!

Dün bir şaşkınlık içinde 'Mehlika Sultan'a aşık' toy delikanlılar yerinde, bugün eli kan, üstü kan, bağrı kan ve ne yaptığını çok iyi bilen kanlıdeli bir nesil vardı. Artık dıştaki kargaşa ve hercümerce başka sebep aramaya gerek var mı? Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta terk edilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana öldürmesi gayet normal değil mi...? Bugüne kadar onun iç inkırazını sezebildik mi? Onu soysuzlaştıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten tiranlar karşısında, siyanet meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik? Heyhat..! Binbir vahşet senaryosunun sahnelendirilmesi karşısında, sessiz ve infialsiz kaldık...

Evet.. bütün bir millet olarak arenalardaki kavgayı seyreder gibi, bu kanlı boğuşmadan hiç mi hiç bir şey anlamadık.

Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün gözbağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi te'min etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk'ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu.

Ne var ki, yıllardan beri, binbir saldırı ile rahnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, millî bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar bertaraf edilebilsin...

Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.


Sızıntı, Ekim 1980, Cilt 2, Sayı 21

M. Mustafa Uzun

 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.