T a r a f s ı z D e ğ i l i z

Re: BAHÇELİ: 'Biz onların bize yaptıklarını unutmadık'

Yazınızda aşağıda geçen ifadeniz:
Geçen gün bir grup emekli subay MHP binasının önüne siyah çelenk bırakmak istediklerinde az daha linç edileceklerdi; kendilerini esnaf kurtardı. Parti lideri Bahçeli bu konuda konuşurken yazılı metnin dışına çıkarak bir sürç-i lisan eyledi: 'Biz onların bize yaptıklarını unutmadık'!
'Biz onların bize yaptıklarını unutmadık' ne demek bakın:


ZULME BAŞKALDIRIYORUZ !!! Turgut Özal'ın kurduğu ikinci kabinede Milli Savunma Bakanı olarak görev yapan Ercan Vuralhan hakkında tutuklama kararı çıktığına dair gazete haberlerini okuyunca aklıma Mamak'ta yattığımız günler geldi. Şimdi sizlere o günlerde neler yaşadığımızı aktaracağım. 1988 yılının Mart ayı. Yer: Mamak Askeri Cezaevi...


İnsanca yaşamak için üç sefer açlık grevi yapmıştık. Ailelerimiz bile 10 gün açlık grevi yapmışlardı. Ama nedense gören gözler görmez, işiten kulaklar işitmez olmuştu. Apoculara, Avrupalı dostların ricaları ile verilen hakların, bizi Apoculardan daha zararlı gören bir zihniyete sahip bazı Türk(!) subayları tarafından bizden esirgenmesi bizi çileden çıkarmıştı... Milli Savunma Bakanı Ercan Vuralhan ve bazı milletvekilleri, Mamak Cezaevi'ni teftişe geldiklerinde, cezaevi şartlarının hemen düzeltileceğini, aynı hakların bizlere de verileceği söylemişlerdi. Nitekim, ertesi gün cezaevi idaresi bize bir takım yeni haklar verildiği ilan etti. Ama bunlar o kadar komik şeylerdi ki, insanın aklı almaz. Bu hakların neler olduğunu öğrendiğimiz andan itibaren tepkimiz büyümüştü. Apoletli düşmanlarımız „nasıl olsa yakında sivil cezaevine nakledilecekler, bir şeye gerek yok" düşüncesindeydiler. Ama biz, ertesi gün bile sivil cezaevine nakledilecek olsak bu haksızlığa rıza göstermeyecek ve asla boyun eğmeyecektik. Kesin bir dille idareye, bu hakları tanımadığımızı ve hiç bir kurala da uymayacağımızı bildirdik. Çarşamba... Bugün, ziyaret günü. Bütün haklarımız verilinceye kadar görüşe çıkmama kararındayız. Sadece bir arkadaşımız durumu dışarıdakilere iletmek üzere beş dakikalık ziyarete çıktı. Perşembe... Koğuş olarak havalandırmadayız. Süre yine eskisi gibi sadece bir saat. Ama bu süreyi tanımayacağız. Bu sebeple, hiç birimizin içeri girmeyeceğini idareye bildirdik. Biraz sonra, 4. Kolordu Komutanlığı'nın en üst rütbelisinden erine kadar yüzlerce görevli havalandırmaya geldiler. Düne kadar rica ve yalvarmalarımızı dinlemeyenler, biz direnişe başlayınca hemen seferberlik ilan ediyorlardı… Bakalım neler olacak… Omuzu kalabalık biri yüksek sesle bağırıyor: -Bir dakikaya kadar içeri girmezseniz zor kullanılacaktır..!!! O an havalandırmada bulunan 15 Ülkücüyüz. Hemen kararlı bir şekilde havalandırmanın bir köşesinde toplanıyoruz. Derken bir düdük sesiyle üzerimize saldırıyorlar. Yüzlerce jop kafalarımıza, bedenlerimize inmeye başlıyor. Hep bir ağızdan haykırdığımız -Allahu Ekber... Allahu Ekber... nidaları havalandırmada gök gürültüsü gibi patlıyor. Ülkücüler, Türk(!) askerine mi direniyordu??? Aman Allahım neler oluyor? Herkeste bir şaşkınlık. Yaptıklarından hiç bir zaman şeref duyamayacak olanlar, hayretle bizi seyrediyorlar... Ve işte, yıllardır her türlü zulme uğrayıp acısını sessizce içlerine akıtan Ülkücüler de nihayet bu „Allahsız Adalet"e tepki gösteriyorlardı. 15 Ülkücü... Bir birimize kenetlenmiş vaziyette havalandırma bahçesinin bir köşesindeyiz. Haki elbiseli yüzlerce el ve cop bizi parçalayıp koparmaya çalışıyor. Yarım saat kadar süren canhıraş bir direnişten sonra ellerimiz teker teker bir birinden koparılıyor.. Her giden Ülküdaşımızı kesilmeyen tekbir sesinden anlıyoruz. Ama bize cop sallayan, ellerimizi bir birimizden koparmaya çalışan askerler arasında ağlayanlar da görüyorum. İşte o zaman Allah'ın bütün lanetinin o satılık generallerin başına yağmasını diliyorum. Benim de ellerim arkadan kelepçeleniyor. Teker teker yerde sürüklenerek götürülüp hücrelere tıkılıyoruz. Ama bahçeden koridora girdiğim an sanki yeniden doğuyorum. Çünkü, o anda 3. koğuşta bulunan Ülküdaşlarımız da kapıları kırarak bizlere yardıma gelmek için çırpınıyorlar. Koridorlar „Ya Allah, Bismillah, Allahu Ekber" sesleriyle inliyor. Derken bir üst koridordaki 9. koğuşta bulunan 4 Ülküdaşımızın çığlıklarını da duyuyorum. Onların da bize destek verdiğini anlıyorum. Hücrelere ellerimiz arkadan kelepçeli olarak savruluyoruz. Yerlerdeyiz ama dillerimizdeki tekbiri hiç bir kuvvet susturamıyor. Hepimiz hücrelere doldurulduktan sonra kapılar üstümüze kapatılıyor. Hepimiz zalimlere başkaldırmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu arada, Ülkücünün zekası, becerisiyle birleşiyor... İçimizden biri, kelepçesini açmayı başarınca hemen yan hücrede bulunan arkadaşımızın kelepçesini, demir parmaklıklar arasından açtı. Böylece bu formülle kısa sürede hepimiz kollarımıza arkadan vurulmuş olan kelepçelerden kurtulmuş olduk. Tabii, saatler sonra halimizi seyretmeye gelen zalimler, hücre kapılarının önlerine bıraktığımız kelepçeleri görünce, yine hayretler içinde kaldılar. Ertesi sabah... Zalimler hücreleri tek tek açıp bizleri dışarı çıkarmaya çalıştılar. Maksatları meydan falakası çekmek. Her Ülküdaşım hücresinde yiğitçe direndi. Tekbir getirmeye yeniden başladık. Bizleri duyan diğer koğuşlardaki Ülküdaşlarımız da bize eşlik ettiler. Ne olduğunu anlayana kadar açılan ilk baştaki bir kaç hücreden sonra hücrelerin açılmasına müsaade etmedik. Herkes başını hücre kapısının altına sokup boylu boyunca yattı. Böylece, boynumuz kırılmadan veya kellemiz kopmadan kapının açılması imkansız hale gelmişti. Günler geçiyor ve bizim kararlılığımızı kırmak, direncimizi zayıflatmak isteyen insanlıktan nasibini almamış subaylar bize yemek bile verdirmiyorlardı. Direnişimiz esnasında kafasına coplarla vurulan bir arkadaşımız şiddetli bir rahatsızlık geçiriyordu. Durumunun hiç iç açıcı olmadığını anlayınca bu defa biz kapılara vurarak cezaevini ayağa kaldırdık. Ve o gün direnişimizin geçici olduğunu sananlar, her geçen gün tavrımızın keskinleşmesi karşısında „bizi öldürmeden yenemeyecekleri" anlayarak „pes" ediyorlardı. Ülküdaşımız hemen hastaneye kaldırıldı. Bizler de koğuşlarımıza başımız dik, alnımız ak olarak giriyorduk. Zalimlerin ise kafaları yerdeydi... Bir inanılmazı gerçekleştirmiş, dişlerimizle duvardan paslı bir çiviyi sökmüştük. Ülkücüler, artık kararlılıklarıyla çok daha büyük işleri başaracaklarına inanıyorlardı. Çünkü, haklarımızı canımızdan bir bedel ödemek pahasına da olsa söke söke almıştık. Tüm isteklerimiz kabul edilmişti. Evet, çok sevinçliydik ama o gün zulmün sadece bir surunu yıkabildik. Herkes bilmeli ki, yarın zulmün bütün kalelerini zalimlerin başına yıkacağız. Şahit ol yarabbi... Şahit ol yarabbi... Şahit ol yarabbi... Emir Kuşdemirhttp://www.yusufiye.net/modules.php?name=News&file=article&sid=104


14.02.2008 tarihinde idilkonyali <idilkonyali@mynet.com> yazmış:


----- Özgün İleti -----
Kimden : "S.Saltukhan DANIS"
Kime :
Gönderme tarihi : 14/02/2008 8:51
Konu : EKT

Güler Kömürcü
EKT

Adeta klonlanmış gibi üretilen 'malum tarafın MALUM taraflı' siyasi analizlerini okumaktan bıktım. Ekonomik kriz, siyasi kaos, 'O'ndan (kimden diye sormayın) olmayana kırk katır/kırk satır dayatmaları derken kapıdaki rejim krizi, magazine bulanmış kör bilinçler, artan iç-dış tehditlerle milletçe düşürüldüğümüz bu ağır ruhsal çöküş hallerimizin 'bir uzman' tarafından yorumlanmasını hatta reçetelendirilmesini bekliyordum. Nihayet Türkiye'nin çağdaş psikiyatride önemli isimlerinden olan Prof.Dr. Kerem Doksat son derece çarpıcı bir değerlendirme yaptı (kendi internet sitesinde detaylıca okuyabilirsiniz).

Sayın Doksat'a göre 'Türkiye artık Sınırda (Borderline) değil, TAM dağılmış hâlde; yâni şizofren oldu. Artık, bu hâle gelmiş bir hastaya âcil hastahâne yatışı, yüksek dozda ilâç verilir ve yetmezse de EKT (elektro şok tedavisi) yapılır. Buna yüreği ve bileği yetecek hekim var mı?'

Şimdi Sayın Doksat'ın değerlendirmesinden seçtiğim diğer hassas notlara bakalım. Diyor ki (psikiyatri-mistik-dini deneyimler konusundaki araştırmalarıyla, alanının ülkemizdeki en önemli ismi olarak bilinen) Prof. Doksat;

'Atatürk Türkiyesi'nin daha önceki dönemlerinde geçtiği darboğazlarda hep bir yarılma (splitting) ve kutuplaşma vardı: CHP'liler X Demokrat Partililer; sağcılar X solcular; Sünniler X Aleviler...

Yâni, bir psikiyatrik vak'a çalışması gibi bakarsak, Türkiye Cumhuriyeti sürekli olarak Sınırda (Borderline) bir hâldeydi. Kimlikler ve âidiyetler ak-kara şeklinde ikiye ayrılmıştı ve herkes 'öteki' ile kavgalıydı. 'Ötekinin', 'kendisinin' de târifi belirsiz olduğu için, alt kimlikler hâlinde kendi içlerinde de çatışırlardı bu kutuplar. Meselâ 12 Eylül öncesinde 60 küsur sol fraksiyon vardı, birbirlerine 'tarikat' der ve hepsi de diğerlerine faşist diye kızıp kavga ederlerdi kendi aralarında...

Dinciler o dönemlerde hep sinsice her iki tarafa da yakın durdular ama muazzam şekilde gelişip yayıldılar. Plân sinsice ama gören gözler için aleni idi: Batı, yavaş yavaş memleketimizi tam bir Ego [Benlik] dağılmasına (Kohut tâbiriyle, Kendiliğin [Self] parçalanmasına) sürüklemek için gerekenleri yaptı! Maâlesef biz de yeterince uyanık ve dikkatli olamadık, düştük oyuna.....

.... MHP'nin misyonu netleşti: Türk-İslâm sentezi teziyle birlikte TSK'ya ve onun temsil ve temessül ettiği değerlere, yâni Atatürk ilke ve inkılâplarına yabancılaştılar...

Geçen gün bir grup emekli subay MHP binasının önüne siyah çelenk bırakmak istediklerinde az daha linç edileceklerdi; kendilerini esnaf kurtardı. Parti lideri Bahçeli bu konuda konuşurken yazılı metnin dışına çıkarak bir sürç-i lisan eyledi: 'Biz onların bize yaptıklarını unutmadık'!

AKP'nin nasıl ve ne için kurulduğu, nasıl gittiği ise zâten belli...

... Senaryo çok önceden hazırdı!

Ve...

Türkiye artık Sınırda (Borderline) değil, tam dağılmış hâlde; yâni şizofren. Artık, bu hâle gelmiş bir hastaya âcil hastahâne yatışı, yüksek dozda ilâç verilir ve yetmezse EKT yapılır. Buna yüreği ve bileği yetecek hekim var mı?

'Sağcı solcuya, Kürtçü Türk'e, Alevi Sünni'ye, lâikler dincilere, Ülkücüler Nizâm-ı Âlemciler'e, İkinci Cumhuriyetçiler Cumhuriyet'e'. Herkes herkese düşman'!

Ve Atatürk Türkiyesi'ne ve de onun temsilcisi olan TSK'ya düşmanlar!

Bu arada, her yerde 'ötekini' kapkaralayan mitingler yapılıyor; sokaklarda, caddelerde 'ötekileri' yakalayanlar darp, hâttâ linç ediyorlar...

İlber Ortaylı biraz evvel çok endişe ettiğini, iç harbe gittiğimizi ve herkese itidâl tavsiye edip dua ettiğini söyledi televizyonda.

Maâlesef o hâle geldik, getirildik. Fazla değil, aylar zarfında birileri 'haydi' dediğinde ortaya çıkacak olan kaos beni çok ürkütüyor. Ne diyeyim?'

Evet, Sayın Doksat'ın 'uzman' gözüyle yorumu böyle. Durum her ne kadar çoook ciddi olsa da unutmayalım ki ya çare sizsinizdir ya da çaresiz. Duyarlı vatandaş Keziban yazarınız olarak, kavga tuzağından sizi/bizi çıkaracak, kitlesel milli şururu uyandıracak, kör bilinçleri iyileştirecek reçeteye gelince... Bir daha aynı yere ısrarla damlayarak 'arz ediyorum' ey çare sizde olan okur;

'Boşuna kurtarıcı beklemeyin. Yeni bir Atatürk olmayacak. Milyonlarca Atatürk, milyonlarca Fevzi Çakmak, milyonlarca Kuşçubaşı Eşref ve de milyonlarca Zübeyde Hanım ve milyonlarca ASENA olacak, OLMALI. Bir avuç kalmış sizlerin o destanları, o kahramanları bilmeniz yetmez, anlatın, çoğalın, çoğalın, çoğalın... (Demokratik sivil ve de elbette yasal ortamda)

Yoksa... Değerli uzman Prof. Doksat'ın değerlendirmesini unutmayalım; "Türkiye artık Sınırda (Borderline) değil, tam dağılmış hâlde; yâni şizofren. Artık, bu hâle gelmiş bir hastaya âcil hastahâne yatışı, yüksek dozda ilâç verilir ve yetmezse EKT (elektro şok tedavisi) yapılır."

Peki EKT'nın toplumsal tedavide karşılığı nedir? Ben cevabı bilmiyorum, cevabı sizden alalım ey uzman okur, haydi yazılı düşünün, yorumlarınızı bekliyorum.


*Güler Kömürcü*
EKT

Adeta klonlanmış gibi üretilen 'malum tarafın MALUM taraflı' siyasi
analizlerini okumaktan bıktım. Ekonomik kriz, siyasi kaos, 'O'ndan (kimden
diye sormayın) olmayana kırk katır/kırk satır dayatmaları derken kapıdaki
rejim krizi, magazine bulanmış kör bilinçler, artan iç-dış tehditlerle
milletçe düşürüldüğümüz bu ağır ruhsal çöküş hallerimizin 'bir uzman'
tarafından yorumlanmasını hatta reçetelendirilmesini bekliyordum. Nihayet
Türkiye'nin çağdaş psikiyatride önemli isimlerinden olan Prof.Dr. Kerem
Doksat son derece çarpıcı bir değerlendirme yaptı (kendi internet sitesinde
detaylıca okuyabilirsiniz).

Sayın Doksat'a göre 'Türkiye artık Sınırda (Borderline) değil, TAM dağılmış
hâlde; yâni şizofren oldu. Artık, bu hâle gelmiş bir hastaya âcil hastahâne
yatışı, yüksek dozda ilâç verilir ve yetmezse de EKT (elektro şok tedavisi)
yapılır. Buna yüreği ve bileği yetecek hekim var mı?'

Şimdi Sayın Doksat'ın değerlendirmesinden seçtiğim diğer hassas notlara
bakalım. Diyor ki (psikiyatri-mistik-dini deneyimler konusundaki
araştırmalarıyla, alanının ülkemizdeki en önemli ismi olarak bilinen) Prof.
Doksat;

'Atatürk Türkiyesi'nin daha önceki dönemlerinde geçtiği darboğazlarda hep
bir yarılma (splitting) ve kutuplaşma vardı: CHP'liler X Demokrat
Partililer; sağcılar X solcular; Sünniler X Aleviler...

Yâni, bir psikiyatrik vak'a çalışması gibi bakarsak, Türkiye Cumhuriyeti
sürekli olarak Sınırda (Borderline) bir hâldeydi. Kimlikler ve âidiyetler
ak-kara şeklinde ikiye ayrılmıştı ve herkes 'öteki' ile kavgalıydı.
'Ötekinin', 'kendisinin' de târifi belirsiz olduğu için, alt kimlikler
hâlinde kendi içlerinde de çatışırlardı bu kutuplar. Meselâ 12 Eylül
öncesinde 60 küsur sol fraksiyon vardı, birbirlerine 'tarikat' der ve hepsi
de diğerlerine faşist diye kızıp kavga ederlerdi kendi aralarında...

Dinciler o dönemlerde hep sinsice her iki tarafa da yakın durdular ama
muazzam şekilde gelişip yayıldılar. Plân sinsice ama gören gözler için aleni
idi: Batı, yavaş yavaş memleketimizi tam bir Ego [Benlik] dağılmasına (Kohut
tâbiriyle, Kendiliğin [Self] parçalanmasına) sürüklemek için gerekenleri
yaptı! Maâlesef biz de yeterince uyanık ve dikkatli olamadık, düştük
oyuna.....

.... MHP'nin misyonu netleşti: Türk-İslâm sentezi teziyle birlikte TSK'ya ve
onun temsil ve temessül ettiği değerlere, yâni Atatürk ilke ve inkılâplarına
yabancılaştılar...

Geçen gün bir grup emekli subay MHP binasının önüne siyah çelenk bırakmak
istediklerinde az daha linç edileceklerdi; kendilerini esnaf kurtardı. Parti
lideri Bahçeli bu konuda konuşurken yazılı metnin dışına çıkarak bir sürç-i
lisan eyledi: 'Biz onların bize yaptıklarını unutmadık'!

AKP'nin nasıl ve ne için kurulduğu, nasıl gittiği ise zâten belli...

... Senaryo çok önceden hazırdı!

Ve...

Türkiye artık Sınırda (Borderline) değil, tam dağılmış hâlde; yâni şizofren.
Artık, bu hâle gelmiş bir hastaya âcil hastahâne yatışı, yüksek dozda ilâç
verilir ve yetmezse EKT yapılır. Buna yüreği ve bileği yetecek hekim var mı?

'Sağcı solcuya, Kürtçü Türk'e, Alevi Sünni'ye, lâikler dincilere, Ülkücüler
Nizâm-ı Âlemciler'e, İkinci Cumhuriyetçiler Cumhuriyet'e'. Herkes herkese
düşman'!

Ve Atatürk Türkiyesi'ne ve de onun temsilcisi olan TSK'ya düşmanlar!

Bu arada, her yerde 'ötekini' kapkaralayan mitingler yapılıyor; sokaklarda,
caddelerde 'ötekileri' yakalayanlar darp, hâttâ linç ediyorlar...

İlber Ortaylı biraz evvel çok endişe ettiğini, iç harbe gittiğimizi ve
herkese itidâl tavsiye edip dua ettiğini söyledi televizyonda.

Maâlesef o hâle geldik, getirildik. Fazla değil, aylar zarfında birileri
'haydi' dediğinde ortaya çıkacak olan kaos beni çok ürkütüyor. Ne diyeyim?'

Evet, Sayın Doksat'ın 'uzman' gözüyle yorumu böyle. Durum her ne kadar çoook
ciddi olsa da unutmayalım ki ya çare sizsinizdir ya da çaresiz. Duyarlı
vatandaş Keziban yazarınız olarak, kavga tuzağından sizi/bizi çıkaracak,
kitlesel milli şururu uyandıracak, kör bilinçleri iyileştirecek reçeteye
gelince... Bir daha aynı yere ısrarla damlayarak 'arz ediyorum' ey çare
sizde olan okur;

'Boşuna kurtarıcı beklemeyin. Yeni bir Atatürk olmayacak. Milyonlarca
Atatürk, milyonlarca Fevzi Çakmak, milyonlarca Kuşçubaşı Eşref ve de
milyonlarca Zübeyde Hanım ve milyonlarca ASENA olacak, OLMALI. Bir avuç
kalmış sizlerin o destanları, o kahramanları bilmeniz yetmez, anlatın,
çoğalın, çoğalın, çoğalın... (Demokratik sivil ve de elbette yasal ortamda)

Yoksa... Değerli uzman Prof. Doksat'ın değerlendirmesini unutmayalım;
"Türkiye artık Sınırda (Borderline) değil, tam dağılmış hâlde; yâni
şizofren. Artık, bu hâle gelmiş bir hastaya âcil hastahâne yatışı, yüksek
dozda ilâç verilir ve yetmezse EKT (elektro şok tedavisi) yapılır."

Peki EKT'nın toplumsal tedavide karşılığı nedir? Ben cevabı bilmiyorum,
cevabı sizden alalım ey uzman okur, haydi yazılı düşünün, yorumlarınızı
bekliyorum.


--
Blog Adresim
http://sivilinisiyatif.blogspot.com
-------------------------------------------------------------------------
İster Mermi Kullansın, İster Oy Pusulası,
İnsan iyi nişan almalı, kuklayı değil kuklacıyı vurmalı...
-------------------------------------------------------------------------

MALCOLM X'İN AZİZ HATIRASINA (Son Günleri/Suikast):
http://www.youtube.com/watch?v=Vf8_oZf7nRo#GU5U2spHI_4
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum ,parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır...Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR..

Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.
-----------------------------------------------------------------
"ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ" grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.