T a r a f s ı z D e ğ i l i z

Hedefin hep biz olmasından kurşunlar bile sıkıldı.

Hedefin hep biz olmasından kurşunlar bile sıkıldı.


Cinayetin tarihi insanın kendini kaybetmesiyle başlar. İnsanın kendini kaybetmesi, bir hafıza kaybı bir kimlik silinmesidir. İnsan, kendini bazen şehrin gösterişli ışıkları altında, bazen pahalı makam odalarında bazen de meşru yoldan elde edemediklerinin ihtirası içinde kaybeder. Nasıl olduğunu anlamazsınız bile. Kelimelerin ev sahibi sözlüklere baktığımızda, cinayetin tanımı olarak sadece adam öldürme çıkmaz karşımıza. Bununla beraber, ağır suç diye de yazar. Haddi aşmaktır bu. Öldürme olmaksızın da cinayet işlenebilir.

Uslu çocuk olmak...

Kutlu Doğum etkinliklerini fırsat bilen Diyanet İşleri, üzerine düşen tebliğ vazifesini tam anlamıyla ifaya niyetlenerek, Peygamberlik kurumunun ne şeker bir şey olduğunu izah etmeye çalışmakla geçiriyor günlerini. İzleyenler biliyor. Sevgi, barış, affedicilik falan. Toplumsal mesajlarla, pek de toplu olmayan düşünceler vasıtasıyla İslam'ın aslında 'iyi' bir şey olduğunu söylemeye çabalıyorlar. Çizgi film izlemeyi çok sevdiğimiz için olsa gerek adeta bize; ''Eğer iyi birer çocuk olursanız belki bir gün ormanın derinliklerinde Şirinleri bile görebilirsiniz" demeye çalışıyorlar. Günün birinde Şirinleri görme umuduyla, kendilerine biçilen "uslu çocuk" rolünü, en usta oyunculara parmak ısırttıracak çeviklikte oynayanların, görecekleri Şirinlerden kurtulmak için bizden yardım isteyeceklerini iyi biliyorum. [Lübnan'da Nasrallah'ın posterini taşıyan Hıristiyanlar'ı hatırlayın]

Hayır, Şirinlerin komünist olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Kaldı ki bu yazının konusu Diyanet ya da Diyanet'in yedirmeye çalıştığı şey de değil. Ama şunu söylemeliyim; Diyanet'in anlattığı Peygamber, benim tanıdığım peygamberden oldukça eksik. Bu tıpkı, The Economist dergisinin bahsettiği Peygamberle benim Peygamberimin aynı olmaması gibi. Şirinleri görme ümidi taşıyanlar, neyi beklediklerinin farkında olmadıkları gibi İslam ahlakının isyan ahlakı olduğunun da farkında değidirler. İslam tarihinin aynı zamanda isyan tarihi/başkaldırı olduğunun farkında olmadıkları gibi, Hz. Peygamber'in "uslu bir çocuk" olmadığını da bilmiyorlar.

Hz. İbrahim'le ilgili karınca hikâyesini, herkesin bildiğine ne kadar inanıyorsam çoğu kimsenin bu hikâye üzerine düşünmediğine de o kadar inanıyorum. Çoğu kimse rolleri değiştirip, "Evet biz de karınca gibi yapardık" der. Geliştirilen mantığın sakatlığı namussuzcadır. Kimse hikâyeyi modern çağlara taşımaz. "Olsaydı yapardık" tan öteye geçmeyen bir ahlaksızlıktır bu. Hz. Peygamber şu an var olsaydı, O'na canımızı verirdik diyenlerin ahkâm kesmesi gibidir bu ahlaksızlık. Aslında hiçbir şeylerini veremeyeceklerdir. Bizden öncekileri oyalayan her şey yakalarına yapışmıştır, onları da oyalamaktadır.

Kurşunlar bile sıkıldı

Herkesin kendine biçtiği rol aynıdır bu hikâyede; karınca olmak. Bu, aynı zamanda kararınca isyan etmek demektir. Yani dengeleri gözetmek falan... Kimse kendini hikâyenin baş karakteri yerine koymaz. Ateşe atılma tehlikesi varken, İbrahim olmak istemez kimse. Doğru konuşup yanlışa itiraz etmek insan olmanın işaretidir. Yanlış konuşup doğruya itiraz etmek, insanın kendini kaybetmesidir. Suskun kalıp, bıraktıkları bıyıklar ya da sakallarla katıldıkları haftalık sohbetlerde, namussuzca kafa rahatlığına düşenler, karınca olmayı bile reddetmişlerdir. Zihinsel orgazmla sonuçlanan sosyal etkinlikten başka bir şey değildir aslında yaptıkları.

"Suskun kalarak yapacağımız fesat" der Albert Camus, "Bizi izleyecek olanların gözündeki mahkûmiyetimiz olur." Sevgiyle oturdukları her yerden barıştan söz ederek kalkmayı, erdem zannedenler kıyasıya yanılıyorlar. İliklerine kadar barut ve kan kokan bu çağda, barutun kokusu değilse de kurşunun sıcaklığı hep bizim gövdemizi deliyorsa, barıştan bahsetmek, insanlığı fesada sürüklemektir. Siz barıştan söz ettikçe onlar daha fazla küstahlaşıyorlar. Sizin yemek yemek için oturduğunuz her masadan bizim çocuklarımızın ölüleri kalkıyor. Kurşunlar bile sıkıldı artık hedefin hep biz olmasından. Ama insanların çoğu bunu farketmiyor. Bu aymazlık insanın kendini kaybetmesiyle sonuçlanıyor.

Tüm samimiyetimle itiraf etmeliyim ki, buraya kadar söylediklerim bu yazının konusu değildi. Elimde olmadan kalemimden çıkmış oldu tüm bunlar. Yaşadığımız çağda iğfal edilmemiş ya da evrensel kandırmacadan nasibini almamış tek bir kavram, tek bir kelime bile kalmadı. Nasıl düşüneceğiz, neyi düşüneceğiz, sorularının cevapları topyekün karanlıkta kalıyor. İç sıkıntımız artıyor.

Yaralı Filistinli...

İnsan yaşarken, zaman zaman şehrin dışına çıkar. Eğlenceden yorgun düşen gözleri kanla örülmüş kirli bir kent arar. Şehir, insanın ilk günkü gibi kalmasının garantisidir aslında. Her günün sonunda geri gelirseniz yerinizi korursunuz. Uzaklaştıkça kaybolur insan. Zaman zaman bu olur. O zamanlardan birini yaşıyorum şu sıralar. Anlamsız gözlerle vitrinleri seyrdenlerin sağlam bir aşka ihtiyacı olduğu kesin.

Hayata dair uzun cümleli düşünceler kurarken, ansızın yakalandığımı söylemeliyim. Fatih'te çay içmek için çok sık uğradığım bir çay ocağında açık duran televizyonun yaydığı büyük resimlerde, ana haber bülteninde, gördüm içine düştüğüm durumu. Muhakkak görmüşsünüzdür. Sanırım Gazze'de, on altı yaşlarında bir delikanlı, asfaltın tam ortasında yaralı bir halde yatıyordu. Bir yandan tekbir getirip diğer yandan yardım edin çığlığıyla elini uzatıyor. Bir kaç dakika devam etti bu durum ve çocuğun yardım için kalkan yaralı kolu ansızın yere yıkıldı. Yıkıldım.

Hayata dair kurduğum cümlelerin hepsi, planların tamamı yıkıldı. Bu kadar işte... İsrail ateşi karşısında yaralanıp dakikalarca çığlık attıktan sonra cansız bir çocuk bedeninin umarsızca yere yığılışı üzerine hiçbir şey söylenemez. Ne konuşulabilir ki? Konuştuğumuz hiçbir sözün, yazdığımız hiçbir cümlenin bir anlamı yok aslında. Aslında bu yazıyı bitirmeliyim. Ama yere çalınası bir şeyler söyleme mecburiyeti, cesetlerin üzerinden konuşmamızı sağlıyor işte.

Bir insanın ölümünü izlemek nasıl bir şeydir? Bilmiyorum. Sadece utanıyorum. Hz. Peygamber'in yardımseverliğini öne çıkaran zavallılar, Yahya (as)'ın oluk oluk akan kanını ve altın tepsi içinde kahkalarla karşılanan mübarek başını görmüyorlar. Zekeriya(as)'ın –ki O ne hüzünlü bir peygamberdi- kanını kendilerine helal görenler bu dünyanın dört bir yanında kanlarımızı kendilerine helal görüyorlar.

Bu nasıl bir suskunluktur? Her akşam haber bültenlerinde biz varız. Her akşam bir başka peygamberin cesedi evlerimize konuk oluyor. Kahkahalar eşliğinde gazete manşetleriyle örtmeye çalışıyorlar akan kanları. Karınca kararınca izliyor, hayıflanıyor, öfkeleniyoruz. Ekran başında küfürler edip Süleyman Değirmi'den daha fazla söylüyoruz o sözü. Mesela oturup yazı yazıyoruz.

Bir masumu öldüren...

Hanefi fükehasının üzerine ittifak ettiği kısasla ilgili konulardan biri de şudur: Bir kişinin bir başka kişiyi öldürmesinde kısas uygulandığı gibi, bir topluluğun bir masumu öldürmesinde de kısas uygulanır. Anlaşarak bir masumu öldüren bir topluluğun bütün fertleri kısasla öldürülür.

İslam, kısasta öldürülen kimsenin velisine söz hakkı verir. Velisi isterse, cinayeti işleyeni affedebilir. Söz hakkı velinin olabilir.

Ancak, mal çalma ve tecavüz niyetiyle işgal edip yol kesenin, döktüğü kan karşılığında kısas uygulanmaz. Hanefi fükehası, burada hadd uygulanacağını söyler. Yani velisinin ya da temsilcisinin ne söylediğine bakılmaksızın öldürülmesi kesindir. "Ama efendim İslam devleti değiliz ki" diyen gerizekalıların kötü seslerini, İsrail mermilerinden ne ayırıyor, hiç bir şey.

Bu akşam, Hz. Peygamber dâhil olmak üzere, Allah'ın tüm Peygamberleri tekrar öldürülecek. Cesetleri, daha fazla reyting için gösteriye çıkarılacak. Üzerinden fetvalar verilip paralar kazanılacak. Dini bütün olanlar gözyaşı döküp rahatlayacak ve ertesi gün yine aynısı. Tekrar tekrar, bize de kurşun sıkılına kadar sıkılmadan izleyeceğiz.

Daha önce söyledik, yine söyleyelim: Siyonizm belasına yakalanan her reşit İsrailli işgalcidir. Gaspcıdır. Dünyayı ifsad etmek için cinayet işleyen birer katildir.

Hiçbir şey için değilse de sırf bu yüzden evlenebilirim. İsrail'e öfkeyle büyüyecek yeni çocuklara ihtiyacımız var. Hasan Nasrallah'ın, Beyrut direnişini gerçekleştiren güzel çocuklarına söylediğini söylüyorum:
"Peygamber katillerini öldüren ellerinizden öpüyoruz sizi..." Masum İsraillilerden(!) söz eden kanaat önderine ya da düşmanla el sıkışmaktan kalbi kirlenen Abbas'a aldırmayın. Ne olursa olsun, İsrail'in yıkılacağından kesinlikle şüphe etmiyoruz.

Yusuf GENÇ / Milli Gazete


--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum ,parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır...Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR..

Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.
-----------------------------------------------------------------
"ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ" grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.