T a r a f s ı z D e ğ i l i z

Eylül Sarsıntısı/İnsanlık Onuru/Özgür Karakaya

Eylül Sarsıntısı
Ülkemizin siyasi hayatındaki en önemli olaylarından birisi de 12 Eylül darbesidir. Üzerinden 28 yıl geçse de zaman aşımı olmayacak bir tarihtir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu′daki egemenliğini pekiştirmek ve bölgedeki muhalefeti susturmak için giriştiği operasyonunun başlangıçıdır. 12 Eylül öncesi yaşananlar da ABD emperyalizminin onların iş birlikçiliğine dayalı politikalarının yaşamımıza geçirilmesine zemin hazırlamıştır. ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda dışa bağımlılıktan oluşacak ekonomik krizin halkın omuzuna yıkılmasıdır. Neoliberal yıkım politikalarının yol açtığı yoksulluğun her geçen gün büyümesidir.

Bu dönemde, 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 653 kişi fişlendi. 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 517 kişi de idam cezası aldı. 50’si de idam edildi.
30 bin kişi sakıncalı olduğu gerekçesiyle işten çıkarıldı. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurt dışına gitmek zorunda kaldı. 171 kişinin işkenceden öldüğü saplandı. Sanat da 12 Eylül’den nasibini aldı. 937 film, sakıncalı diye yasaklandı. Ne acıdır ki, bu dönemde kitaplar banyo kazanlarında yakılarak, gençlik kitaplardan, düşünmekten uzaklaştırılmıştır. Suskun, apolitik, köşe dönmeci bir zihniyetin egemen olduğu bir gençlik yaratıldı. Kültür yerlerde sürünürek ışığa kara perde çekildi.
Tüm demokratik kurumlar dikkate alınmadı. Emekçilerin özgürce örgütlenme haklarını elinden aldı. Sendikaları ve dernekleri partileri kapattılar.
Bunlarla beraber; liselerimizde din dersini zorunlu hale getirdi. Eğitim sistemimize Türk İslam sentezini yerleştirdi. Kuran kursları da katlanarak çoğaltıldı.
YÖK gibi otoriter yapı sayesinde, üniversitelerin özerkliği kalmadı. Özgür düşüncenin, yaratıcı bilginin yuvası olması gereken üniversiteler baskıcı kurumlar haline dönüştürülerek kültürsüzleşmenin koşullarını oluşturdular.

12 Eylül’ü yapanların; ülkemizin kaybettiği yıllarda sorumluluğu bulunmaktadır. 12 Eylül’ü gerçekleştiren onlara yol gösteren ve işbirliği içinde olanların yargılanmasını engelleyen maddelerinin kaldırılması gerekmektedir. Diğer bir husus da, 12 Eylül darbesini yapanların toplumun vicdanında kesin olarak mahkum edilmesidir.

Özgür Karakaya
ozgkara@hotmail.com

Türkiye Cumhuriyeti’ne Yönetici Aranıyor

Sizlerle; bu defa posta kutuma gelen bir maili paylasmak istiyorum:
Öyle bir şirket düşünün ki, kendini geliştirmek ve ilerletmek için çeşitli yetenek ve niteliklerde insan gücü yetiştirsin, ve belli niteliklerde bu insan gücüne ihtiyaç duyduğunda işe alım sırasında ise belli branşlarda eğitim görmüş insanları göz ardı etsin.
Bu da nereden çıktı şimdi derseniz, yeni yasama yılı açılışında, Sayın Cumhurbaşkanı “Bütün üniversitelerin toplumsal ve ekonomik gereksinimler doğrultusunda insan yetiştirmesi ve işverenlerin belirli niteliklere sahip eleman bulamazken, diğer yandan da iş bulamayan işsiz gençlerden bahsetmiştir. Ayrıca AR-GE ye daha çok kaynak ayrılmasından bahsetmektedir.” (bkz Meclis TV, 01.10.2008, TRT3 saat 15:30 Açılış konuşması)
Şimdi bir şirketin CEO’su olarak bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nı düşünelim. Bu ülkenin devlet televizyonu TRT personel alımı için sınav açmıştır. İlan şartlarında dikkat çeken en önemli şey kameraman, muhabir, Prodüktör gibi kadrolara üniversitelerin ayrım gözetmeksizin her bölümünden başvuruya açıktır. (sadece bazı branşlara bölüm sınırlaması getirilmiştir)
Bir ülke düşünün her yıl radyo TV-Sinema, Sinema TV gibi Güzel Sanatlar ve İletişim Fakültelerinden 2000 civarında mezun verilmektedir. Bu bölümler ve üniversiteler, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “toplumsal ve ekonomik gereksinimler doğrultusunda insan yetiştirmesi” söylemi doğrultusunda görev yapmadığını devletin diğer bir kurumu açtığı sınavda bir bakıma ilan etmektedir. Bunun Anlamı şudur;
Yorum (1); TRT için kameraman, muhabir, prodüktör v.b kadrolara, bu memleketin vatandaşlarının vergileri ile bu özel görevler doğrultusunda yetiştirilmiş, ilgili bölümlerden mezun nitelikli insan gücünün anlamı yoktur. Herhangi bir radyo tv sinema ve sinema tv bölümünün müfredatını açıp bakarsanız, medya etiği, tv sinema yapım yönetimi ile ilgili dersleri göreceksiniz, bu dersleri veren öğretim üyeleri ve ekipmanlar tamamen anlamsızlaşmaktadır.
Yorum (2); bahsi geçen bu bölümler, TRT personel politikası gereği, Cumhurbaşkanın “Bütün üniversitelerin toplumsal ve ekonomik gereksinimler doğrultusunda insan yetiştirmesi” söylemine göre ve TRT için bir öncelik ve ayrıcalık sahibi değildir.
Mevcut duruma göre Yorumları artırmak mümkündür. Şimdi soruyorum, Milli Eğitim Bakanlığı her bölümden mezun kişileri öğretmen yapıyor mu? Öğretmenlik için özel bir eğitim gerekiyorsa, Neden TRT ve Özel Medya için özel bir eğitimle yetişmiş insan gücüne ihtiyaç yoktur. İletişim, Güzel Sanatlar Fakültelerinin ilgili bölümlerinden mezun bu ülkenin evlatlarına açıklayınız, okuduğunuz bölümler yalandır, bu halka söyleyin bu bölümlere sizin maaşlarınızdan kesilen vergilerle yatırılan paralar yalandır deyiniz. Bu bölümler bu ülkeye hizmet etmemektedir, evlatlarının iş sahibi olmasını isteyen ailelerin çocukları gençlerimiz için politik bir oyalamadır, deyin.
Hayır öyle değildir diyorsanız, Bu ülke de bugün TRT’nin ne gibi nitelikleri ortaya koyduğu belirsiz, ve ayrı bir rant ekonomisi yaratan ve bazı zümrelerin dershane ve yayınlardan büyük paralar kazandığı ve devletinde vergi geliri edindiği, sözde bir eşitlik oluşturan bir KPSS sınavı kotası ile doğru olan bir politika izlediğini düşünüyorsanız. Sorum şudur her elektrik faturasında TRT bütçesine çocuklarının rızkından kesip veren ey halkım; Bugüne dek KPSS yokken TRT ne kadar personel almıştır? Hangi niteliklere göre almıştır?
Bu bahsettiğim husus sadece TRT için de geçerli değildir, benzer durumları farklı bölümlerden mezun çocuklarımız, yeğenleriniz v.s. içinde gözlemleyebilirsiniz. Burada anlaşıldığı üzere Üniversiteler talep fazlası insan yetiştirmektedir. Dolayısı ile YÖK, MEB politikaları ile TRT gibi personel alımında izlenen politikalar, “Bütün üniversitelerin toplumsal ve ekonomik gereksinimler doğrultusunda insan yetiştirmesi” söylemi ile çelişen bir başarısızlık içerisindedir. Bu başarısızlık KPSS sınav sisteminin öncesinde olduğu gibi aynen devam etmektedir. Ayrıca bugün KPSS’den yüksek puan alıp A grubu kadrolara başvuranların ayrıca torpil aradığı ve bu durumda etik olmayan adam kayırma durumlarının oluştuğuna dair, spekülasyonlar vardır. ( Bunun doğru olmadığını ümit etmekten başka çaremiz kalmıyor)
Ülkemiz yıllardır, “Bütün üniversitelerin toplumsal ve ekonomik gereksinimler doğrultusunda insan yetiştirmesi” politikasında başarısızdır. Öyleyse bugün özel sektörün nitelikli eleman bulamıyoruz yakınması ile şu günlerde TRT’nin personel alım ilanı bu ülkenin insan gücü yetiştirilmesindeki başarısızlığını gözler önüne koymuyor mu? Devletin Cumhurbaşkanı’nın söylemi ile TRT’nin personel alımı politikası bir çelişki göstermiyor mu?
İletişim Fakültesi, Radyo TV-Sinema bölümünden 2002 yılında mezun oldum. Mezuniyet gecesi çok değerli bir Hocam, nasıl hissediyorsun dedi. O kadar buruktum ki, bir şey diyemeden sadece yüzümü asarak kafamı olumsuz şekilde salladım.
MEB’den ve üniversiteden 6000 YTL destek bursu aldım, bunlar hep kamunun paralarıdır. Ayrıca her bir öğrenci için devlet harcama yapmaktadır. Bu memlekete Doktor lazımsa tıp fakültesine harcama yapılmalı, ilerde boş boş gezecek iş bulamayacak gençliğe değil.
Türkiye’nin genç nüfusu, ulusal kalkınma için çok büyük bir değerdir ancak basiretsiz siyasi idare ve bu gençliği fırsatçı bir düşünce olarak ucuz iş gücü şeklinde değerlendiren Türk kapitalistleri sanayici ve iş adamlarımız büyük bir yanlış içerisindedir.
Eğitimli gençlerimiz ülkelerine küsüp yurt dışına göç etmektedir. İş adamları ve politikacıların iş var beğenmiyorlar söyleminin nedeni gerçek anlamda tatmin edici maaş imkanlarının sunulmayışıdır. Yine de çaresiz durumda gençlerimiz 600-700 YTL maaşı büyük bir kanaat ve çaresizlikle işsizlikten iyidir diyerek, ücretli köle olarak çalışmaktadır. Ayrıca sendikal haklar ve gelecek garantileri de yoktur.
Türk sanayici, iş adamları ve politikacılarımız şunu bilmelidirler; Türkiye nin kalkınması eşit gelir dağılımıyla mümkündür. Türkiye de manzara ise toplumun çok az bir kesiminin anormal oranda müreffeh, geri kalan çoğunluğun ise ulusal zenginlikten yeterli pay alamadan yaşadığını göstermektedir.
Asgari ücretin yaşanabilir bir düzeye çıkarılması gerekmektedir. Örneğin an azından 1200-1500 YTL oranına getirilmesi gerekir. Çünkü, tarihsel süreçte Kapitalist sistemin gelişimi, batılı ülkelerde sanayinin güçlenmesi halkın satın alma gücü ile orantılı biçimde gelişmiştir. Karşısında sefalet içinde olan bir halka Türk üreticiler çok fazla bir şey satamaz ve üretimlerini geliştiremezler. Üretim, tüketim ve tekrar üretim bu döngünün iyi çalışması kapitalist sistemin kalbidir. Bunun iyi biçimde gerçekleşmesi adaletli gelir dağılımına sahip bir toplumla mümkündür, bu da demokrasi, hukukun üstünlüğün, temel hak ve özgürlüklerin iyileştirilmesi yani kısaca cumhuriyetin başarılı olması ile gerçekleştirilebilir. Bugünkü manzara cumhuriyetin başarısız olduğunun adeta bir tablosudur.
Bir çok arkadaşım 600 YTL maaş ile ve gelecek garantisi olmayan işlerde çalışmak yerine ABD ye göç etmişlerdir. Burada Turizm otelcilik mezunu olan arkadaşım stajer olarak dahi otellerde bir fırsat elde edememişken, bugün ABD de 2000 $ maaş ile hiç zorluk çekmeden işe başlamıştır. Bu durumda ABD ye göçen bir çok arkadaş mevcuttur. Belki de Türkiye’de asgari ücret 1200-1500 YTL olsa, batı da ki çalışma koşulları ve saatleri Türkiye de yasal olarak düzenlense gençlerimiz ülkeden kaçmayacaktır. Ayrıca yabancı yatırım çekme konusunda çok büyük çaba gerekmektedir.
Sosyal Devlet kurallarının daha iyi işlediği, eşitlikçiliğin ve her şeyden önce halkçılığın iyi uygulandığı dünya servetinden bilgi, teknolojiyi genç nüfusunu planlı eğiterek ekonomik gelişmeyi gerçekleştirecek bir Türkiye görmek zor değildir. Hükümetlerin ve çıkar gruplarının halkın menfaatlerini göz ardı ederek kendi duruşlarının altını kazdıklarını bilmeleri gerekir. Sistemin gücü halktan gelir. Kapitalizm ve politik iktidar gücünü halktan alabilir aksi taktirde fakir kendine güvenini yitirmiş bir halkın karşısında politik iktidarlar birer hayalet, Türk kapitalistleri ise henüz kapitalistleşemeyen bir ülke içerisinde yönünü bulamayan küçük tekneler olarak kalacaklardır. Kapitalist sistemi sosyal adalet ile dengelemek devletin görevidir. Kapitalist sistem halkı ezerek ve yok ederek var olmaz, halktan destek aldığı sürece ekonomi gelişebilir.
Sayın parlamenterler, gerçek bir iktidarın halkın insan gibi alacağı ücretlerle orantılı olduğunu bilmeliler.
Arkadaşlarımın sen de ABD ye gel ısrarları karşısında, Bir vatandaş ve üniversite mezunu olarak konumumu arz edeyim. Mezun olana dek TRT’de bir çok öğrenci gibi zorunlu staj yaptım. TRT stajer olarak hiç, felsefe, matematik ve öğretmenlik branşlarından stajer kabul etmemiş iken, bugün iş personel alımına geldiğinde her bölümden başvuruyu kabul ediyor. Öte yandan TRT’de staj yaptığım dönemde mevcut çalışanlardan torpil ile sınavsız girenlerin nasıl torpil bulduklarını ve itiraflarını, ayrıca adı saklı kalmak kaydı ile TRT personel müdürüne, TRT’ye giriş koşulu nedir dediğimizde, tek şart bakan torpili başka şart yoktur dediğini kulaklarımla işittiğimi belirtmek isterim.(haber kaynakları ve isimleri bende saklıdır) Ayrıca 2002 seçimleri öncesinde ve sonrasında resmi dilekçe ile başvurduğumda bir netice alamadığımı da belirtmek isterim.
TRT personel müdürünün kendisi ile konuşmamızda, TRT’de işe başlamanın tek yolu bakan torpili diyen TRT personel müdürünün odasında, herhangi bir toplu alım sınavı olmadığı halde, büyük bir torpili olduğunu düşündüğüm kişinin aynı odada işe başlama evraklarını tamamladığını bizzat gördüm.
Sonrasında ne mi yaptım ? Büyük Ekonomik Kriz ortamında iş bulamadığım için askere gidene dek, İngilizce eğitim aldığım için, İngilizce Öğretmenliği Sertifikası almak için bir sene daha üniversite okudum. Tabi bu sertifika bugün sanırım 4000 YTL gibi yüksek bir ücret karşılığı, verilmektedir, ayrıca bir sene sürmekte, Sertifika programını MEB ve YÖK ortak açmaktadır. (Programın amacı ise İngilizce öğretmeni açığını tamamlamak için öğretmen yetiştirmektir.)
Programı bitirdikten sonra KPSS’ye girdik, bir senelik sınav hazırlığı ve formasyondan sonra gördük ki daha geçen sene her bölümden atama yapan MEB bizim bölümlerden İngilizce öğretmenliği için atama yapmıyor.
Sürekli belli bir çaba içinde maddi manevi ailemize yük olarak önümüze konan hedefleri kaybettikçe, bu ülkenin başına iyi bir insan kaynakları müdürü gerektiğini düşünmeye başladım. Bu arada kırılan heveslerimiz, ideallerimiz ile KPSS sınavından ve devlet kurumlarının istihdam politikalarından insanların nasıl bıktığını ve umutlarının hüsrana uğradığını bir düşünün.
Ayrıca MEB’de KPSS sınavından aldığınız puanla gittiğinizde, siz niye öğretmenliğe başvuruyorsunuz ki öğretmenlik eğitim fakültelilerin hakkı diyen MEB personeline bin bir bürokratik engellerle başvurunuzu kabul ettirmeye çalışmakta ayrı bir eziyettir. Tabi ben onlara diyemiyorum, haklısında TRT’de felsefe öğretmeni, Müzik öğretmeni, Matematik öğretmeninin ne işi var devlet bu iş için mi bunları yetiştirdi diyemiyorum.
Öte yandan meslek lisesi öğretmeni olan bir yakınımla (isimleri ve haber kaynaklarımı etik gerekçelerle saklama hakkımı kullanıyorum) sohbet ederken, aynı branşta ve aynı okulda görev yapan bölüm hocalarının yetersiz olduğundan söz etmiştir. Aynı dönem ve kendisinden daha önce mezun hocalar olmasına rağmen, atölye de bir çok aleti kullanamamakta ve mesleki alanda bir çok anlamda yetersiz olduklarından yakınmıştır. Kendisi, MEB’in öğretmen seçme ve atama sisteminin tamamen yanlış ve anlamsız olduğunu dile getirmiştir.
KPSS sınavının sistemin adaletsizliğini giderdiğini düşünen bir çok insan olabilir ve bir manada doğrudur. Ancak KPSS yönteminin nitelikleri öne çıkaran bir özelliği bulunmadığı gibi, farz edelim 4 kadroya en az 90 puanla başvuranlar içinde 89.9 puan alan daha yeteneksiz anlamına gelmemektedir. İyi de ne yapalım, daha iyi bir sistem önerin var mı derseniz, mevcut sistemlerin ALES, KPSS, KPDS gibi sınavların dünyaları değiştirmediğini söylemek isterim. Çünkü bu sınavların üzerinde bireyci kayırmalar için siyasi güç yine devreye girmektedir.
Ayrıca bu sınavlara hazırlanmak için ayrı bir çaba, kurs ücreti ödemek gereklidir ki, Türkiye de her okulda eşit eğitim olmadığı gibi bu kursa hazırlanma ayrıcalığı maddi durumu iyi olanların daha çok lehinde olabileceği kanısındayım, bu da bu tür sınavların tam anlamı ile eşitlik getirmediğinin bir delili olarak kabul edilebilir.
Daha önce belirttiğim, TRT ve Öğretmenlik girişimlerimin ve çabalarımın sonuçsuz kalması ile askere gittim, Şırnak’ta tezkereyi alırken, tabur komutanımızın sözleri aklımda kaldı. “Arkadaşlar siz bu memlekette sadece nimetlerden yararlanırsanız ve iş göreve geldiğinde kaçarsanız olmaz. Siz evinizde rahat, huzur içindeyken sizin yerinize bu dağlarda arkadaşlarınız nöbeti devralacak.” Bu sözler üzerine aklıma TRT personel müdürünün, bakan torpili sözleri geldi, bu ülkede toplum nimetlerden eşit şekilde acaba yararlanıyor mu? Yoksa ortada Cumhuriyet’in başarısızlığı ve Oligarşi mi söz konusu?
Bu ülkeye her şeyden önce cumhuriyete, demokrasiye gerçek anlamda özü ve sözüyle sahip çıkacak politikacılar gerekmektedir. Aksi taktirde bu ülke bir cumhuriyet ve ulus devlet görünümünden çok feodal dev bir aşiret görünümü arz edecektir.


Özgür Karakaya
ozgkara@hotmail.com

SANSÜR ENGELLEMEKTİR
Sansür, tabulardan gelir. Toplu iletişimden kimi düşünce ve bağlamları çıkarmadır. Önceden yayınlanacak eserin başkalarınca denetlenme işidir. Diğer bir ifadeyle, neyi görüp göremeyeceğimize başkalarınca karar verme durumudur. Yazılan bir yazının ya da yayınlanan bir eserin hoşa gitmediğinde kesilmesi durumudur.
Sansür, doğallığa ya da gerçekliğe vurulan en büyük darbedir. Sansürü yapmanın gerekçeleri arasında maddi yön de bulunmaktadır. İktidarlar tarafından uygulanan siyasi sansürler halkın dizginlerini ellerinde tutmak için yapılır.
Türkiye sınırları içerisinde gazetelerde ve yazılı basında ilk uygulaması 1876’da Abdülhamit döneminde yapılmıştır. Bu dönemde yasaklanan kelimeler: “Vatan, millet, hürriyet, ihtilal, grev, suikast, sosyalizm, dinamo, tahtakurusu” yanlışlıkla tahtı kurusu denebileceği için. 1908’de sansür kalktı. Kalkmasına kalktı ama uygulamaları devam etti. 1932’de ilk merkezi sansür kurulu kuruldu.
“Vurun Kahpeye" adlı film savaş sonrası ve çok partili döneme geçişin sembol filmlerinden biri olarak sinema tarihimizde yerini alır.
1949 yılında Ömer Lütfü Akad yönetmenliğini yapmıştır. Filmde, gericiler tarafından linç edilen Aliye öğretmenin hikayesi anlatılmaktadır. Film 3 kez sansüre girerek gösterime daha sonra devam edebildi. 1953 yılında Atıf Yılmaz’ın çektiği “Hıçkırık” filmi de sansürden nasibini almıştı.
Gerekçeyse, eserin geçtiği garı Mussolini’nin yaptırması ve eserde Mussolini heykellerinin olmasıydı. 1954 yılında Osman Faik Seden, yönettiği “Kardeş Dursun” film sansürle karşı karşıya kalmıştır. Sansürlenme nedeni ise, filmde Karadeniz’den boğaz girişinin gösterilmesi ve düşman gemilerinin boğaz girişini net bir şekilde görmüş olmaları ayrıca; plajda güneşlenen sevgililerin olduğu sahnedeyse, düşmanın çikarma yapabileceği uygun kumsal imajı verildiği nedeniyle bu sahneler filmden çıkarılmıştır.
1960 yılında ordu yönetime el koydu. Bülent Ecevit sinemadan sansürün kaldırılması için teklif sundu. Ancak meclisten destek bulmak bir yana; sinema dünyasından da destek alamadı. Aynı yıl Orhan Kemal’in “suçlu” filmi en çok sansüre uğrayan filmlerin başında geliyordu. Film 28 yerden kesildi. Metin Erksan tarafından çekilen “Yılanların Öcü filmi de sansüre takılmıştı. Bu eser Fakir Baykurt’a ait bir romandı. Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlandı ve Yunus Nadi ödülünü kazandı. Ne yazık ki; film haline gelince yasaklandı. “Bataklı Damın Kızı Aysel” filmin senaristi Nazım Hikmet’ti. Filmde Hasan Cemil’in adı geçiyordu. Mimli yazarların isimleri rahatça kullanılmazdı. Nazım Hikmet’i Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi yazarlar izledi. 1962 yılında çekilen “Şafak bekçileri” filmi uçak düşme sahneleri nedeniyle yasaklandı. Sebep ise askerlikten soğutma idi. Pilot rolünde olan Göksel Arsoy üzerine üniforma ile iken sevgilisini öpüyordu. Ancak sansür kurulunun kararına karşin hava kuvvet komutanları filmi izledikten sonra sansürsüz olarak oynatılmasına karar verdi. 1963′te TİP (Türkiye İşçi Partisi), sansürün Anayasa’ya uygun olmadığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Özgürlüklüklerin yasayla belirlenmesi gerektiğini ama uygulamada kanunnamelerle yürütüldüğünü dile getiren TİP, sansürün bu manada sanat özgürlügüne aykırı olduğunu savundu. Ancak mahkeme başvuruyu kabul etmedi. Yakın zamanda Suphi Baykam da bir kanun teklifi hazırlayarak konuyu meclise taşıdı. Ancak bir sonuca ulaşamadı.
1963 yılında Metin Erksan tarafından Necati Cumalı’nın “Sussuz Yaz” adlı romanı sinemaya uyarlandı. “Türkiye’yi kötü gösterdiği gerekçesiyle” Sansür Kurulu festivale katılmasına izin vermedi. Engelleri aşarak Berlin’e gitti ve Altın Ayı Ödülüne layık görüldü. Aynı dönemde “ Gurbet Kuşları” adlı filmde Sevda Ferdağ’nın göğsü tesadüfen açılması filmin inanılmayacak bir şekilde iş yapmasına neden oldu. Türk sinemasında kadın göğüsleri hiç gösterilmemişti. İşin enteresan tarafı ideolojik katı olarak bilinen kurul bu sahneye onay vermişti.
Yönetmenliğini Memduh Ün’ün yaptığı “Mahallenin Sevgilisi” filminde yer alan dozer sahnesi, halkın üzerinde vahşet etkisi yaratır gerekçesiyle ve devlet malı dozerin özel biri tarafından özel amaçla kullanılamayacağı gerekçesiyle engellenmişti.
1966 yılında Alp Zeki Heper’in “Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri adlı filmi müstehcen bulunarak Danıştay’ca yasaklanmıştı.
1970 yılında Yılmaz Güney’in Umut filmi de sansür kurulunca engellenmişti. Gerekçesi ise, faytoncunun giyimi ve kuşamının fakirliğin bir sembolü olarak ele alınması, zengin otomobil sahibi hakkında takibat yapılmayacağı düşüncesinin yayılması, faytoncunun iş ararken zengin-fakir ayrımı yapmasını Cabbar’ın Amerikalı zenciyi soymasını, sabah namazının güneş doğarken kılınmasını sakıncalı bulunduğundan sansür kurulunca yasaklanmıştı. Film 1971’de Danıştay kararı ile oynatıldı ve büyük ilgi gördü.
12 Mart 1971’de ordu yönetime tekrar geldi. Bu dönemde engellenen filmlerinden birisi de Tunç Okan’ın yönetmenliğini yaptığı “Otobüs” filmiydi. Gerekçe ise, Türklerin küçük düşürülmesi ve aptal gösterilmesi, ayakta işeyen işçilerin ellerini yıkamadan sofraya oturmasının örf ve adetlere uygun bulunmaması, sofrada bayat ekmek soğan bulunmasının Türklerin kötü beslendiğinin izlenimini vermesi, otobüs şöförünün dönülmez levhasına rağmen dönmesi yüzünden Türklerin trafik kurallarına uymaması, plastik sosisleri kemirmesinin küçültücü bulunmasaydı.
1970’lerden itibaren sinemalarımız İtalyan seks komedisi tarzında filmlere yer verdi. Yerli sinema da bundan etkilenerek bu tarz yapımlara yöneldi. Bu dönemin ilk filmi “Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak” adlı filmdir. Denetime takılmamak için erotik sahneler gösterimden önce kopyaya eklenirdi. Zerrin Doğan da ilk porno yıldızı ünvanını aldı.
1979 yılında Korhan Yurtsever’in yönettiği “Kara kafa” isimli film, yönetmenin ülkeden ayrılmasına sebep oldu. Filmin yurtdışına gönderilmesi yasaklanınca, gösterimin yapıldığı Kent Sineması’ndan kopyasını alarak soluğu Berlin’de aldı. Yine aynı dönemde iktidarın tutumu yüzünden Yaşar Kemal’in “İnce Memed” adlı romanı ülkemizde çekilemedi. Yönetmenliğini Peter Ustinov’un yapacağı film sansür kurulunca reddedildi. Bu durum dönemin Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı’yı çok rahatsız etmiş; konuyu tekrar görüşülmesi için büyük çabalar harcamıştı.
Reddin asıl sebebi: Dönemin Genel Kurmay 2. Başkanı Haydar Saltuk’un konunun daha önce görüşüldüğünü, karara bağlandığını ve tekrar konun gündeme gelmeyeceğini belirten resmi yazısı idi.
12 Eylül 1980’de askeri darbe oldu. 1982 Anayasası’nın 26 maddesinde sansür Anayasa’da yerini aldı. 1980 sonrasının dikkat çeken filmlerinden biri de senaryosu Yılmaz Güney’e ait olan “Yol” filmidir. Film 1982’de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü alması, filme ilgiyi daha da arttırdı.
O dönemde elinde Yılmaz Güney filmi olanların teslim etmesi çagrisinda bulunuldu. 104 filmin negatifi toplatılarak yok edildi. Kitapları ve posterleri de toplatıldı, hatta adından söz edilmesi de yasak kapsamına alındı. 12 Eylül Yönetimi bununla kalmadı eski filmleri de suç kapsamına aldı. Yönetmenliğini Ali Özgentürk’ün yaptığı “Yasak” adlı filmden dolayı tutuklandı. Metin Erksan’ın 1962 yılında yönetmenliğini yaptığı “Yılanların Öcü” filmi 23 yıl sonra Şerif Gören’in yönetiminde tekrar çekildi. Yıllar geçmesine rağmen yine denetimden geçmedi. 1980 sonrasında Yorgun Savaşçi filmi de yakıldı. TRT denetçisi dizi hakkında bazı sakıncalı noktalar olduğunu bildirince filmin yakılması kararı alındı. Bir kopyası MİT’te kaldı. Diğer negatifleri yakıldı. Atıf Yılmaz tarafından çekilen “Değirmen”, Halit Refiğ’in “Teyzem” filmi de sansürden nasibini almışlardı. Daha birçok sanatçı da yasaklandı.
1986 yılında yılında çıkartılan yasa ile filmlerin denetlenmesi İçişleri Bakanlığı’ndan alınıp Kültür Bakanlığı’na verildi. Bununla birlikte çıkarılan yasa ile denetimin yerel yönetimlerce yapılması olumsuzluğu da beraberinde getirdi. “Su da Yanar” filmi 50’ye yakın Vali tarafından yasaklandı. 1990 yılından itibaren özel TV’lerin ve radyoların yayına başlamasıyla toplumsal yaşam tarzını da değiştirmeye başladı. Konuşulanlar konuşulmaya gösterilmeyenler de gösterilmeye başlandı. 1980 döneminde adı bile geçmeyen “Gece Yarısı Ekspresi “defalarca gösterildi. “Karartma Geceleri” ve içeriğinde işkence sahneleri olan filmler de bakanlığın izniyle festivale katılabilmişlerdir. 1992 yılında gösterime giren “Temel İçgüdü” filmi Yargıtay’ca aklanan ilk filmdir. Gösterimin 5. haftasında Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’nın filmde tahrik edici sahnelerden rahatsız olması üzerine, kopyalarının toplatılmasına karar verildi. Ancak Kültür Bakanlığı’nın onay verdiği filme Adalet Bakanlığı onay vermiyordu. Sonunda Yargıtay’ca yasalara uygun bulunarak tekrar sinemalarda yerini aldı. 1993’te RTÜK kuruldu. RTÜK kanunu ve yapısı DSP’nin karşi oylarına rağmen yürürlüğe girdi. Bu kurulun özelligi önceden denetleme özelligi olmamasına rağmen kanallar ve radyolar yayınlarından ötürü kapatmalar ve karartmalarla karşı karşıya kalmıştır. Kurul 9 kişiden oluşmaktadır. Bugünkü yapısı 6’sı iktidar partisinin üye gösterdiği üyeler 3 ise muhalefetin aday gösterdiği üyelerden oluşmaktadır. O dönemden günümüze kadar geçen süre içersinde yine sansür uygulamaları devam etti. Grup Yorum’un “Boran Fırtınası”, “Feda” albümleri toplatıldı. Kızılırmak’ın "Sır" albümü Ahmet Kaya’nın bazı albümleri de bazı illerimizde yasaklandı.
Günümüzde ise yayınlanan eserler TV’lerde bütünü tam olarak gösterilememektedir. Ya reklamla kesilme ya da sesler ile biplenerek ya ses kısılarak yapılmaktadır. Dublajlı filmlerde hoşa gitmeyen kelimeyi olduğu gibi vermek yerine farklı şekilde seyirciye sunulmaktadır. Sansür’den internet siteleri de nasibini almaktadır.
Sansür gençlerin ahlakını korumak için yapılması bile; hem seyirciye hem esere saygısızlıktır. Bu durum kitabın sayfalarının yırtılmasına benzer.
Sansür tek tipleştirmeyi sağlar. Böyle bir uygulama yapılmaktansa bakış açılarının değişmesinde fayda vardır. Her yapılan yasak, engelleme ona ilgiyi artırır.

Özgür Karakaya
ozgkara@hotmail.com



“İnsanlık Onuru … ” !..

İşkence, İnsanın insana ettiği eziyetin adıdır. İnsanlık dışı bir eylem olan işkence ürkütücülügün belleklerde yerini alması , zorla cevap alma girişimidir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 17′inci maddesinin 3′üncü bendi"kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz" demektedir. Bu durum bakın uygulamada nasıl?

İşte Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) açıkladığı bazı istatistikler şöyle:
Gözaltında veya cezaevinde 2000 yılında ölenlerin sayısı 59 kişi. 2001’de bu sayı 57 kişi 2002’de 48’. 2003’te ise 22 bir 2004’te gözaltı ve cezaevinde 38 kişi öldürülmüs. 2005’te 16 koruma altındayken öldürülenler sayısı 2006’da 11, 2007’de 10
2008’in ilk dokuz ayında ise işkence sonucu ölümler 29 İktidarlar işkence mağdurlarının haklarıyla ve sorunları konusunda yapıcı bir çözüm üretemediklerinden işkenceler devam etmektedir 21 yüzyılda.
İşkence ile mücadele edilecekse iktidar yönetsel ve yasal düzenlemelerinin uygulanmasının takipçisi olması gerekir.

Legal bir dergiyi ( Yürüyüş) satan Engin Ceber ‘in demir çubuklara başını vurarak öldürülmesi Ferhat Gerçek’in sakat bırakılması ve aynı şekilde Metin Göktepe’nin gözaltında kaybedilmesi halkın üzerinde kurulmaya çalışılan baskıların zaman zaman dışa vurmasıdır. Yapanlar düşünmezler ki o insanların ruhsal durumlarını bundan sonraki yaşamlarının nasıl olacaklarını, vicdanların yaralanacağını.
İnsanca yaşamın onurluluğunu daima muhafaza etmeye çalismali ki halkımız başi dik yarınlarına ulaşsın. Halbuki önemli olan insanı kaybetmek değil yaşatmak değil midir?

Büyük usta Ruhi Su’nun şiirlerinden birindeki güzel dörtlüğü anımsayarak çözümün demokrasiyle beraber hak ve özgürlükler de olduğunu bilelim:


Ne Mutlu ki Bize İnsan Olmuşuz
İnsan Sevgisini Gerçek Bilmişiz
İnsanın Dalında Açıp Gülmüşüz
Muhabbet İnsana İnsana Muhabbet.


Özgür Karakaya
ozgkara@hotmail.com

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.