5 Şubat 2009

Hz. Musa'dan Günümüze İsrail Meselesi -Filistin Dramı

Hz. Musa’dan Günümüze İsrail Meselesi -Filistin Dramı

Merkezi Kudüs şehri olmak üzere binlerce yıllık geçmişe sahip Filistin toprakları, tarih boyunca dinlerin, peygamberlerin, imparatorlukların yurdu olmuş; vahye dayalı üç büyük dinin temsilcisi olan Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için her zaman kutsal sayılmıştır.


http://www.anadoluhaberim.com/resimler/haberler/1338.jpg
Arap tarihçilerin araştırmalarına göre M.Ö. 20. yüzyılda Filistin toprakları üzerinde Kenanlıların yaşadığı bilinmektedir. M.Ö. 12. yüzyılda ise Mısır’da köle olarak bulunan İsrailli kabileler, Hz. Musa (a.s.)’nın önderliğinde Kızıldeniz’i aşıp, Filistin topraklarının bir bölümüne yerleşirler. O yıllarda yine aynı bölgede Kenanlılar ve Gibonlular gibi birkaç kavim daha bulunmaktadır.

Hz. Musa’dan sonra Filistin ve Mısır toprakları arasında yaşayan Amalikalıların sürekli saldırısına uğrayan İsrailoğulları’nın bir kısmı isyan ederek tefrika çıkarsalar da, sadık kalanlar Tâlût’un kumandasında birlik olmaya karar verirler. Amalikalılarla yapılan savaşta Tâlût’un ordusunda bulunan Hz. Davut (a.s.), Amalikalıların hükümdarı Câlût’u öldürür ve böylece Komutan Tâlût ilk İsrail Hükümdarı olur. Tâlût’tan sonra başa geçen Hz. Davut Kudüs’ü fetheder ve 33 yıl hükümdarlık yapar. Hz. Davut’tan sonra ise Hz. Süleyman (a.s.) ile birlikte İsrailoğulları’nın da altın çağı başlar. Ülkenin sınırları Lübnan’dan Suriye’ye kadar genişlerken başta Mısır olmak üzere bazı devletlerle de anlaşmalar imzalanır. Ayrıca meşhur ‘Süleyman Mabedi’ yine bu dönemde inşa edilir.

Hz. Süleyman’ın vefat etmesiyle on iki kabileden bir araya gelen İsrailoğulları’nın birliği bozulur ve ikiye ayrılır. On kabile İsrail Krallığı’nı, diğer iki kabile de Yahuda Krallığı’nı kurar. M.Ö. 10. yüzyılda kurulan bu krallıklar düşman saldırılarına pek fazla dayanamaz ve önce İsrail Krallığı M.Ö. 8. yüzyılda Asurlular tarafından, daha sonra da Yahuda Krallığı M.Ö. 6. yüzyılda Babilliler tarafından tarih sahnesinden silinir. Özellikle Yahuda Krallığı’nın yıkılmasından sonra Yahudiler Mezopotamya’ya göç etmek zorunda kalırlar.

Babillilerin ardından iki yüzyıl Perslerin hüküm sürdüğü Filistin toprakları (Bu arada göç etmiş olan Yahudilerin bir bölümü, Persler döneminde tekrar Filistin’e geri dönerler), sonrasında Büyük İskender’in komutasına geçer. Romalıların M.Ö. 63 yılındaki hâkimiyetine kadar da Ptolemaioslar ve Selevkosların kontrolünde kalır. Özellikle Romalıların hâkimiyeti altına geçtikten sonra Kudüs’te büyük yıkımlar başlar. M.S. 70 yılında Roma Prensi Titus, şehri adeta yerle bir eder ve Yahudileri Filistin topraklarından kovar. Hz. İsa (a.s.) Roma’nın egemenliği altındaki Filistin topraklarında doğar, mücadelesini ve tebliğini bu topraklarda yapar. Ancak Roma’nın kendisini kabul etmesi 312 yılına dayanır. Dolayısıyla 312 yılından itibaren Hıristiyan âlemi için de Filistin toprakları kutsal addedilmiş olur.

395 yılına gelindiğinde Roma İmparatorluğu, Doğu (Bizans) ve Batı olmak üzere ikiye ayrılır. Bu tarihten sonra Filistin toprakları Bizans İmparatorluğu’nun sınırları içerisindedir. Filistin bir dönem Sasanilerin istilasına uğrasa da Bizans İmparatorluğu bu toprakları tekrar geri almayı başarır.

İslamiyet’in doğuşuyla birlikte Filistin toprakları ve merkezinde bulunan Kudüs, Müslümanlar için de son derece büyük bir öneme hâiz olur. Hz. Peygamber’in Miraç mucizesi Kudüs’te gerçekleşir, Mescidi Aksa da Müslümanların ilk kıblesi olur. Medine’de kurulan İslam devletinin sınırları kuzeye doğru genişlemeye başlayınca I. İslam Halifesi Hz. Ebu Bekir (r.a.), Halid Bin Velid kumandasında on bin kişilik bir orduyu Irak ve Fars topraklarının, Amr Bin As kumandasında dokuz bin kişilik bir orduyu da Filistin topraklarının fethi için memur eder. İlk olarak Gazze’ye giren Amr Bin As, Filistin topraklarının büyük bir kısmını İslam coğrafyasına dâhil eder. Kudüs’ün fethi ise 638 yılında Hz. Ömer (r.a.) zamanında gerçekleşir.

Hz. Ömer, dini ve ırkı ne olursa olsun, Kudüs halkına adalet ve hürriyet içinde yaşayacaklarına dair bir emannâme verir. Zaten O, “Dicle kenarında otlayan bir keçinin de hesabı benden sorulacak!” diyen, adalet timsali Ömer’dir. Allah Resûlü’nün vefatından sonra hiç ezan okumamış olan Peygamber Müezzini Bilâl-i Habeşi, başta Halife Ömer olmak üzere ısrarları kıramaz ve Kudüs’teki ilk ezanı kendisi okur. Bu tarihten itibaren Haçlı Seferleri başlayıncaya kadar Filistin toprakları, başta Yahudiler olmak üzere ikâmetinde bulunanlar için hoşgörü ve adaletin diyarı olur. Haçlı Seferleri’ne kadar geçen yaklaşık beş asırlık zaman dilimi içerisinde bölgede Emeviler, Abbasiler, Tulunoğulları, İhşitler, Selçuklular ve Fatımilerin hüküm sürdüğü görülür.

Tarih 1099’u gösterdiğinde başta Kudüs olmak üzere Filistin kan gölü haline gelir. Hıristiyan din adamlarının son derece aktif rol almasıyla bir araya gelen Avrupa’daki devletler, Haçlı Seferleri’ne başlarlar. 600 bin kişilik Haçlı Ordusu, kırk gün süren bir kuşatmadan sonra 1099 yılında Kudüs’e girer ve 70 bin Müslüman katledilir. Batılı tarih kitapları, savaşa katılan haçlı komutanların bizzat anılarından derlenen dehşetengiz ifadelerle doludur. Filistin’de bir asır kadar süren Haçlı vahşetine, Şark’ın efsane kumandanı Selahaddin Eyyubi son verir. Selahaddin Eyyubi 1187 yılında Kudüs’ü Haçlılardan geri alır ve bölgeye yeniden sulh ve huzur ortamı tesis edilir.

Selahaddin Eyyubi’nin vefatından 1517’ye kadar geçen süre zarfında Filistin topraklarında kargaşa ve düzensizlik hüküm sürer. Bölgenin ekonomik, ticari ve dini ehemmiyetinden dolayı birçok Haçlı Seferi daha düzenlenir. Bölgenin 400 yıl sürecek istikrar ve refahı ise Osmanlı İmparatorluğu’yla yeniden başlar. Kendisini kutsal toprakların ‘hâkim’i değil ‘hadim’i, yani hizmetkârı olarak nitelendiren Yavuz Sultan Selim Han, Mercidabık ve Ridaniye Cenkleri’nin neticesinde, 1517 yılında Kudüs’e girer. Yavuz Sultan Selim Han, tarih boyunca onlarca kez işgale uğramış ve yağmalanmış olan Kudüs şehrine, “Allah’tan başka ilah yoktur ve İbrahim O’nun dostudur.” sözünü astırır.

400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan bölge; Kudüs, Gazze ve Nablus sancaklarına ayrılır. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde önemli imar faaliyetlerinde bulunulur. Camiler, medreseler, çeşmeler, yollar yapılır. Eski Kudüs şehrini çevreleyen surlar yine Kanuni zamanında inşa edilir. Yıllarca bir Osmanlı şehri olan Kudüs, tüm dinlerin ve milletlerin barış içinde yaşadığı bir yer haline gelir. (Yeri gelmişken Osmanlı’nın geniş hoşgörüsünü şu çarpıcı örnekle hatırlatmakta da fayda var: Unutulmamalıdır ki İspanya, Yahudileri topraklarından kovduğunda; Osmanlı, kapılarını o dönem mazlum olan bu millete açmıştır.)

Filistin topraklarını günümüze kadar etkileyecek olan gelişmeler ise 19. yüzyılın sonlarıyla, 20. yüzyılın başlarında cereyan eder.

Viyanalı bir gazeteci olan Theodore Hertzl’in çalışmaları neticesinde 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde bir toplantı yapılır. Toplantının gayesi Filistin’de Yahudi halkını bir araya getirecek bir devlet kurulmasıdır. Dünya tarihi ilk defa Siyonist hareketle tanışırken, Siyonistlerin ilk kapısını çaldığı devlet Osmanlı olur. Siyonistler, Osmanlı’nın yüksek miktarda dış borcunun olduğunu bilmekte ve bu kabilden yapacakları bir teklifin işe yarayacağını düşünmektedirler.

Teklifi, II. Bayezıd zamanında İspanya’dan Osmanlı topraklarına sığınmış ve büyük dedeleri Selanik’e yerleştirilmiş olan Sefarad Yahudilerinden Emanuel Karasu yapar. O dönemde Osmanlı tahtında bulunan ve yumuşak tavrıyla bilinen Sultan II. Abdülhamid Han’ın cevabı katî ret olur: “Bay Hertzl’e söyleyin bu konuda sakın ikinci bir adım atmasın. Ben şehit kanıyla sulanmış bu toprakların bir karışını bile satamam. Bu topraklar benim değil, şehitlerin ve milletimin malıdır. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Ne zaman biz ceset oluruz, o zaman Yahudiler Filistin’i alır. Ama ben ve Osmanlı, şu anda canlı bir beden üzerindeyken, kadavra yapılmasına kesinlikle izin vermem.”

Avrupa topraklarında yaşayan bütün zengin Yahudi bankerleri ikna eden (bunların başında Rothschild gelir) Theodore Hertzl, Siyonizm idealinden çabuk vazgeçecek biri değildir. Bundan dolayı bizzat kendisi II. Abdülhamid Han’la görüşmeye çalışır ve birçok yeni teklif sunar. Fakat Abdülhamid Han’ın tutumunda bir değişiklik olmaz. Artık tek bir çıkar yol kalmıştır, padişahı tahttan indirtmek. Zaten hem Karasu gibi devletin üst kademlerine kadar çıkmış olan Yahudiler hem de onların Jön Türkler ve İttihat-Terakki içerisinden devşirdiği masonlar, Abdülhamid Han’ın aleyhinde sürekli faaliyette bulunmaktadırlar. 1908 yılında önce II. Meşrutiyet ilan ettirilir, daha sonra da 1909 yılında Selanik’ten gelen kuvvetlerle Yıldız Sarayı kuşatılır. Selanik mason locasının da kurucusu olan Karasu’yu karşısında gören Abdülhamid Han, çok fazla şaşırmasa da yine de hüznüne engel olamaz. Çünkü bu adam Siyonistler adına Filistin toprağını satın almak için kendisine teklif getiren Karasu’nun ta kendisidir. Ve yine onların Anadolu’ya ektiği tohumlar neticesindedir ki, memleketin öz evlatları bile yıllarca Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı ‘Kızıl Sultan’ olarak telakki etmişlerdir.

Zaten ‘Hasta Adam’ olarak görülen Osmanlı Devleti, Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinden kısa bir süre sonra ise Balkan ve Trablusgarp Savaşları’yla büyük miktarlarda toprak kaybeder ve I. Dünya Savaşı’na İttifak Devletleri (Almanya-Avusturya-Macaristan-Bulgaristan) safında katılır. 33 yıl bir karış toprak vermeden yaralı aslanı savaştan uzak tutan Ulu Hakan Abdülhamid Han’dan sonra o yaralı aslan, çakalların önüne artık yem olarak atılmıştır.

İngilizler, I.Dünya Savaşı’nın hemen başlarında ‘Hasta Adam’ olarak gördükleri Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbine, payitahtına giden yolu doğrudan açmak için büyük bir kuvvetle Çanakkale’ye yüklenirler. Bu harekâttan gayeleri önce Çanakkale, daha sonra da İstanbul Boğazı’nı kontrollerine alarak, hem Osmanlı’yı savaşta saf dışı bırakmak hem de müttefikleri olan Ruslarla irtibatlarını sağlamaktır. Fakat karşılarında tüm yoksulluğuna ve imkânsızlıklarına rağmen imanlarıyla ayakta kalıp savaşan, binlerce Mehmetçik bulurlar. Anadolu’nun kahraman evlatları, Seyit Çavuş’ları, şahadet kanlarıyla tarihe bir destan yazarlar.

I.Dünya Savaşı’nın gidişatını etkileyen en büyük olaylardan biri olan 1915 yılındaki Çanakkale Müdafaası, İngilizler ve İtilaf Devletleri’ni strateji değişikliğine zorlar. Anadolu topraklarına ve payitahta doğrudan giremeyen İngilizler, kuvvetlerinin büyük bir bölümünü Osmanlı topraklarının güneyine yönlendirirler.

1917 yılında Rusya’da çıkan Bolşevik Devrimi’yle Rusya savaştan çekilince, savaşın seyri İttifak Devletleri’nin lehine gelişir. İşte tam bu sırada Amerika Birleşik Devletleri I. Dünya Savaşı’na İngilizlerin yani İtilaf Devletleri’nin safında katılır. Amerikalılardan yeni silah ve asker desteği alan İngilizler, Ortadoğu’daki güçlerinin sayısını daha da arttırır. Bundan amaç; bir taraftan Hindistan yolunu güven altına almak (ayrıca hatırlatmakta fayda var; o yıllarda Hindistan İngiliz sömürgesidir), bir taraftan stratejik önemi her geçen gün artan petrol rezervlerini kontrolde tutmak, bir taraftan da savaşın finansörlüğünü yapan Siyonistlere Filistin’de yurt edindirebilme stratejisidir.

Birçok cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı, son derece zor günler yaşarken, Mayıs 1916’da İngilizlerle Sykes-Picot Antlaşması’nı imzalayan Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in (bugünkü Ürdün Krallığı’nın kurucusudur) Haziran 1916’daki ayaklanmasıyla da işler iyice karışır. Zira Osmanlı’nın bu beklenmedik ihanete karşı hiçbir hazırlığı yoktur. Şerif Hüseyin’e bağımsız bir Arap Devleti kurabileceğinin sözünü veren İngilizler, Lawrence gibi ajanlarıyla da gri propagandanın en âlâsını yapmış ve Arapların bir bölümünün Osmanlıya ihanetini sağlamıştır.

Cemal Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, Mısır’da Osmanlı hâkimiyetini yeniden sağlamak ve İngiltere’nin Hindistan yolunu kesmek için Süveyş Kanalı’na 1915 ve 1916’da iki kanal harekâtı yapar. Fakat İngilizlere karşı net bir zafer kazanılamayınca netice başarısız olur. Bu tarihten sonra Filistin-Suriye-Irak-Hicaz arasında kalan Osmanlı birlikleri, Şerif Hüseyin’in de desteklediği güneyden gelen İngilizler karşısında geri çekilir ve düşmana Filistin ile Suriye’de karşı koyulmaya çalışılır.

Osmanlı birlikleri, Filistin toprakları üzerinde Gazze-Şeria çizgisinde savunma hattı kurar. Tarih 1917 yılının sonbaharıdır. 138 bin kişilik, ABD’nin modern silah ve yeni askerlerle takviye ettiği İngiliz kuvvetleri, 30 bin kişilik yorgun ve teçhizat bakımından son derece zayıf Osmanlı birliklerine saldırır. I. ve II. Gazze Savaşları’nda Mehmetçiğin kahramanca müdafaasıyla karşılaşan İngilizler, geri çekilmek zorunda kalır. 1917’deki Gazze Savaşları’nda, 1915 yılında Çanakkale’de yine İngilizlere karşı savaşmış, 125. Alayın etkisi büyük olur. İngilizler karşılarındaki askerlerin bir kısmının, Çanakkale’de de bulunanlar olduğunu öğrenince, ciddi moral çöküntüsü yaşar. Çanakkale Alayının zabitlerinden Yüzbaşı Şevket’in Yezidi Tepe’de İngilizlere yaşattığı yenilgi neticesinde Yezidi Tepe artık Şevket Tepe diye anılırken, savaştığı siperlere de Şevket Siperleri denilmeye başlanır.

Gazze Savaşları devam ederken dünya tarihini değiştirecek olan bir olay da yaşanır. 2 Kasım 1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour, Siyonist Federasyonu Başkanı Lord Rothschild’e gönderdiği bir mektupta, İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi anavatanı kurulmasını kabul ettiğini resmen bildirir. ‘Balfour Deklarasyonu’ adı verilen bu metni daha sonra Fransa, İtalya ve ABD’de kabul eder. Bu deklarasyon, M.Ö. 6. yüzyılda yani Yahuda Krallığı’nın yıkılmasından 2500 küsur sene sonra ilk defa Yahudilere bir devlet kurma şansının yolunu açar.

Bu arada hasta, yorgun ve cephanesi sınırlı Osmanlı birliklerinin, Gazze-Şeria hattında daha fazla tutunacak güçleri kalmamıştır. Önce Gazze, daha sonra da Kudüs düşer. İngilizlerin Araplar arasında ‘El-Nebi’ diye, akla hayale gelmedik propaganda yaptığı (genel olarak bu propagandaların, Arapların birçoğunda tutmadığını da belirtmekte fayda var) Allenby, 9 Kasım sabahı Kudüs’e girer. General Allenby’nin Kudüs’e girdiğinde söylediği ilk söz ise “Haçlı Seferleri şimdi tamamlandı!” olur. Güya müttefikimiz olan Avusturya’da bile kiliselerin çanları çalar ve İngilizlerin Kudüs’e girmesi kutlanır. İstiklâl Şairimiz Mehmed Âkif bu olaya Viyana’da bizzat şahit olmuştur.

Osmanlı 400 yıl adaletle hüküm sürdüğü Filistin topraklarından vuruşarak geri çekilir. Fakat Kudüs’e zarar gelmesin diye de ayrı bir ehemmiyet gösterir. Orgeneral Fahrettin Altay şehrin savaşta zarar görmemesi için askerlerini Kudüs’e hâkim olan Tur Tepesi’ne çıkartır ve Kudüs içinde bir çatışmaya izin vermez. Osmanlı askerleri Kudüs’ü yağmalayarak değil, yüreklerini gözyaşlarıyla dağlayarak terk eder. Yol boyunca Filistin’in vefakâr ve cefakâr kadınları; bir taraftan “Ne olur bizi bırakmayın! Düşmana terk etmeyin!” diye ağlarken, bir taraftan da ellerinde tuttukları portakal ve kova içindeki yoğurtları Mehmetçiğe ikram ederler. 1917 yılının sonunda Osmanlı’nın Filistin’den çıkışı, Filistin toprakları için bir dönüm noktası, günümüze kadar dinmeyecek olan kan ve gözyaşının da başlangıcı olur.

İttifak Devletleri’nin yenilmesi neticesinde, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarını işgal eden İtilaf Devletleri, mevcut toprakların taksimi için İtalya’da bir araya gelirler. Nisan 1920’de yapılan San Remo Konferansı’yla Filistin toprakları, üzerinde fiilen de bulunmakta olan İngilizlerin egemenliğine bırakılır. O yıllarda İngilizler tarafından yapılan nüfus sayımına göre 700 bin olan Filistin nüfusunun; 570 bini Müslüman, 75 bini Hıristiyan, 55 bini de Yahudilerden oluşmaktadır. Lakin bundan sonraki ilk 15 sene içerisinde yaklaşık 200 bin Yahudi daha bölgeye gelecektir.

Gittikçe artan Yahudi nüfus sebebiyle Filistinlilerle Siyonistler arasında yavaş yavaş çatışmalar da yaşanmaya başlar. Ağustos 1929’da 133 Yahudi, 110 da Filistinli ölür. 1931’de kurulan Siyonist Terör Örgütü ‘Irgun’ Filistin hedeflerine saldırılara başlar. Filistinliler Nisan 1936’da Kudüs Müftüsü Emin Hüseyni’nin öncülüğünde sivil itaatsizlik eylemine başlarlar. İngilizler Yahudi göçünün durdurulacağına dair söz verirler fakat sözlerinde durmaz ve greve aktif olarak katılanları öldürür veya hapse atarlar.

Yahudi göçünün esas seyri 1939 yılında II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla değişir. Hitler’in Yahudilere yaptığı muamele ve Nazi zulmü, dünya kamuoyunda Yahudileri hem mazlum gösterir hem de Filistin’e göç etmeleri gerekliliğini haklı bir sebep gibi algılatır. Aslında Almanya’da Nazileri, Yahudilere karşı kışkırtan da yine Siyonist örgütlerin gizlilik içinde yürüttüğü eylemlerdir. Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde dağınık halde bulunan ve sahip oldukları refah seviyelerinden ötürü hallerinden memnun olan Yahudilerin büyük bir bölümü Filistin’e göç etmeyi istememektedir. Fakat bir Nazi zulmünün başlaması ve bunun çok abartılı bir şekilde propagandasının yapılmasıyla, hem Yahudiler Filistin’e göçü ister duruma gelmiş hem de dünya milletlerine “Bakın bizi kimse istemiyor, bundan dolayı kendi devletimizi kurup orada yaşamalıyız.” serzenişini haklı göstermeyi başarmışlardır.

II. Dünya Savaşı’ndan önce Filistin’deki Yahudi nüfus 200 binin üzerindeyken, savaştan sonra 800 binin üzerine çıkar. Ayrıca savaştan önce Filistin topraklarına göç edenler genelde ekonomik durumu kötü, Doğu Avrupa ve Asya ülkelerindeki Yahudilerken; savaştan sonra göç edenler zengin ve eğitimli Yahudilerdir.

Filistin topraklarına yoğun göçten 1947 yılına kadar geçen süre zarfında, İngiltere Filistinlilerin topraklarına çok ağır vergiler belirler ve vergilerini ödeyemeyen Filistinlilerin topraklarına da el koyar. Daha sonra ise bu el koyduğu toprakları göstermelik işlemlerle Yahudilere devreder. Bu konuda özellikle dünya Müslümanları yine Siyonistlerce kandırılmış, Filistinlilerin sanki kendi elleriyle topraklarını sattıkları safsatası yayılmıştır. Bu propagandadan iki amaç gütmüşlerdir. Birincisi, “Onlar sattı biz aldık.” Yani ortada usulsüz bir durum yok havası oluşturmak. İkincisi ise, Yahudilere topraklarını satan Filistinlileri dünya Müslümanlarının yalnız bırakacağı ve desteklemeyeceği düşüncesidir. Bunda da kısmen başarılı olduklarını söylemek gerekir. Fakat asla gözden kaçmamalıdır ki Yahudilerin Filistin’den toprak alımı birinci elden (yani Filistinlilerden) neredeyse yok denecek kadar azdır. Zaten birazdan değineceğimiz gibi Birleşmiş Milletler’in kurt(!) taksiminden önce Yahudilerin elindeki topraklar % 7’yi geçmemektedir.

1947’ye gelindiğinde Siyonist terör örgütleri kanlı eylemlerini sadece Filistinlilere değil, İngilizlere de karşı düzenlemeye başlar. ABD ise daha fazla Yahudi mültecinin buraya kabul edilmesi için dünya kamuoyuna baskı uygulamaktadır. ABD’nin açık desteğini de alan Siyonistler iyice saldırılarını arttırlar. İngiliz halkı Filistin’deki askerlerinin geri çekilmesi gerekliliğini yüksek sesle söylemeye başlar. İngiltere için iş iyice çıkmaza girmiştir. İngilizler 1947 yılında Filistin topraklarının yönetimini Birleşmiş Milletler’e bırakır.

Birleşmiş Milletler çatışmaları durdurmak için(!) 1947’de bir paylaşım planı yapar. Toplam nüfusun üçte birini oluşturan Yahudilere Filistin topraklarının % 56’sını verir, Kudüs için ise özerk bir idare tesis edilir. Yani BM’nin kurt taksiminden önce % 7’i toprağı olan Yahudiler, bir anda % 56’ya genişler.

1948 yılına girildiğinde Siyonist terör örgütleri Filistinlilerin yaşadığı topraklara sürekli saldırılar düzenler ve yeni topraklar işgal etmeye çalışır. 14 Mayıs 1948’de de İsrail Devleti’nin kurulduğunu Tel Aviv’den bütün dünyaya ilan ederler. Siyonistlerin birleşip İsrail Devleti’ni kurmasıyla bölgede artık kan, gözyaşı ve savaşın hiç durmayacağı bir süreçte başlamış olur.

1967’deki ‘6 Gün Savaşları’ndan sonra İsrail, Filistin topraklarının % 22’sini daha işgal eder; 500 binin üzerindeki mülteci Ürdün’e sığınır. Bu arada Mescidi Aksa da dâhil tüm Kudüs İsrail’in kontrolüne geçer. Bütün bu olayların yaşandığı tarihin seyri içerisinde Filistin halkı da bağımsızlığına kavuşmak için çeşitli direniş örgütleri kurmaya başlar. Artık silahlı mücadelenin gerekli olduğuna inanırlar. 1969 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün başında sahneye Yaser Arafat’ın çıkmasıyla, Arafat’ın daha önceden kurduğu El-Fetih hareketi FKÖ’de etkili olmaya başlar.

1987 yılı ise Filistin için farklı bir dönüm noktası olur. Gazze Şeridi’nde Siyonist işgale ‘İntifada’ adı verilen bir direniş başlar. Bu direnişin öncüsü Filistin İslami Direniş Hareketi – HAMAS’tır. Üzerlerine tanklarla gelen İsrail askerlerine taş atarak başlattıkları bu direniş, kısa bir süre içerisinde tüm Filistin’e yayılır. İşgalci İsrail zorlanmaya, FKÖ’de geri planda kalmaya başlar. Bu konjonktürde İsrail kendisini sıkıntıya sokan şartlardan kurtulmak, FKÖ de yeniden diplomatik alanda öne çıkıp Filistin halkının temsilciliğini bırakmamak için karşılıklı masaya otururlar ve 1991 yılında Madrid Zirvesi yapılır. Yapılan görüşmeler neticesinde 1993 yılında da Oslo Barış Süreci’ne gidilir. ‘Oslo İlkeler Anlaşması’ adı verilen bir temel anlaşma imzalanır. İsrail Başbakanı Rabin ile Arafat’ın tarihi tokalaşmasını dünya üzerinde milyonlarca kişi canlı olarak izler.

Aslında barıştan çok stratejik işbirlikleri diyebileceğimiz süreç 1995 yılında Oslo’da yine devam eder. Fakat II. Oslo Süreci’nden sonra İsrail Başbakanı Rabin, radikal Yahudilerin hedefi haline gelir ve silahlı bir saldırıyla öldürülür. Böylece görüşmeler de net bir şekilde tıkanır. Zaten bu barış süreçleri, aslında hiçbir zaman Filistinlilere özgürlük ve bağımsızlık da getirmez; Filistinlileri oyalamaktan başka bir işe de yaramaz. İşte bu sebepten ötürü HAMAS bu anlaşmaların hepsine birden karşı çıkmış; ‘Beyrut Kasabı’ olarak tanınan Ariel Şaron’un Mescidi Aksa’yı kirletme teşebbüsünden sonra da Eylül 2000’de II. İntifada’yı başlatmıştır.

2004 yılına gelindiğinde Filistin’in sembol ismi olan Arafat ölür ve FKÖ’nün başına Mahmud Abbas getirilir. HAMAS ise siyasallaşma sürecine girer ve 2005’te mahalli seçimlere, 2006’da da genel seçimlere katılır. Filistin halkının büyük desteğiyle genel seçimlerde % 60 oy alan HAMAS’ın iktidara gelmesi, İsrail cephesinde hiç de iyi karşılanmaz. İsrail’in, karşısında dik duran HAMAS’a hiç tahammülü yoktur. Tüm diplomatik gücünü kullanarak dünya kamuoyunu HAMAS’ın aleyhine kışkırtır ve ambargo uygulamaya başlar.

19 Haziran 2008’de HAMAS ile İsrail arasında çatışmaların sona ermesi için altı aylık bir ateşkes yapılır. Fakat ateşkesten sonra da İsrail ambargoyu kaldırmaz. Temel gıda maddelerinden, ilaç ve bebek mamasına kadar İşgalci İsrail her türlü insanlık dışı ambargoyu uygular hatta Gazze’yi elektriksiz bırakır.

Ateşkes süresinin Aralık 2008’de dolmasıyla İsrail bütün silahlı gücünü de kullanarak Gazze’ye saldırır. Bir hafta boyunca havadan ve karadan bombaladıktan sonra kara birlikleriyle Gazze’ye girer. 2009 yılının ilk haftalarını yaşadığımız bugünlerde İsrail’in soykırıma varan vahşeti Gazze’yi kana boğmuştur: Filistinli ölü sayısı 1300’ün üzerindedir… Yaralı sayısı 10.000’e yaklaşmıştır… Saldırılarda ölenlerin dörtte biri çocuktur… Gazze’deki maddi hasar 1,5 milyar dolar civarındadır… İsrail; hastane, ambulans, okul ayrımı yapmadan en vahşi soykırım silahlarıyla hâlâ saldırmaktadır…

Ve bugün Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın, Siyonistlere Filistin’den bir avuç toprak vermek istememesinin, keramet çapındaki tecellisine tüm İslam âlemi en acı şekilde şahit olmuştur…


Genç Dergisi - Şubat 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.