(anadoluhaber) MİLLET-ORDU HATIRALARI

MİLLET-ORDU HATIRALARI
Anadolu insanı ne düşünürdü, ne isterdi, neler yaşardı, nasıl yaşardı?

Cumali DALKILIÇ
http://img7.imageshack.us/img7/8721/catsorw.jpg

Millî Mücadele’yi bir resmî tarihten öğrenmek var; bir de o yılları anlatan hatıralardan…
Resmî olanı “millî” değildir.
Batıcı düzen için ‘dolgu malzemesi’ yapılmıştır.
‘Malzeme’den çalınmıştır.
Üzeri ‘Batı çamuru’ ile sıvanmıştır.
Nedir bunlar?
Çağdaşlık, medenîlik, ilericilik, laiklik filan…
BİZİM toprağımızda BİZE yavuz kesilen mânâ hırsızlarının mavalları…
I. Dünya Harbi’nde insanımızın gayesi ne idi?
O harbin ve Millî Mücadele’nin hakikati, kanın gövdeyi götürdüğü savaş meydanlarında kaldı.
Üzeri ‘resmî tez’in savurduğu küllerle kapatıldı.
Bu küllerin üzerine, ‘sahte kahramanlar’ın heykel, büst ve resimleri dikildi.
Adı meçhul, sanı meçhul, kabri meçhul, şeceresi meçhul, iyi atlara binip giden iyi insanlarımızdan kalan şanlı ve ölümsüz hatıralar…
Anadolu insanı ne düşünürdü, ne isterdi, neler yaşardı, nasıl yaşardı?
Şimdiki nesiller o nesilleri tanır mı?
Anlar mı?
Hatırlar mı?
Hayatını onların hayatıyla karşılaştırıp bir mânâ verir mi?
Cumhuriyet tarihçilerinden Ş. Süreyya Aydemir’in, “Suyu Arayan Adam” adlı eserinde bu hususta aydınlatıcı malûmatlara ulaşıyoruz...
Bu yazımızda Aydemir’in otobiyografisinden aktaracağımız askerlik hatıralarında mevcut, o iyi insanların, Anadolu insanının dünyasını sizlerle paylaşmak istedik…

***
Kayseri’de menzil kumandanı duygulu bir adamdı. Bize yol için vasıta arıyordu.
- Sizi araba kolu ile göndereceğim, dedi. Fakat bu kol bir türlü görünmedi. Sonra ümitler deve koluna, hatta gelen geçen kıta döküntülerinin cılız mekârelerine bağlandı. Fakat onlar da olmadı. Nihayet menzil kumandanı bir gün pazaryerine küçük bir baskın yaptırdı. Ele geçen eşeklerden, üçer beşer kişilik gruplara eşyaların yüklenmesi için birer tane dağıtıldı. Bize verilen eşeğin ne semeri, ne yuları vardı. Sırtı da cılk yaraydı.
Sahibi bitkin bir ihtiyardı. Eşeğinin başından bir türlü ayrılmıyordu. Bütün varlığı elinden alınan ve onu kurtarmak için her şeyi göze alan bir insanın inadıyla peşimizden koşuyor, hanın, kahvenin kapısında geceliyordu. Sonra bir akşam hava kararınca, menzil kumandanından gizli onu yanımıza katıp, eşeğini de şehir kenarında kendisine teslim edince, önce buna inanamadı. Sonra işin ciddi olduğunu anlayınca da söyleyecek lâf bulamadı. Elimizi öpmek mi, ayağımıza kapanmak mı, yoksa boynumuza sarılmak mı lâzım geldiğini tâyin edemiyordu. Bazen gülüyor, gene birden ağlamaklı oluyordu. Sonra dua etmek aklına geldi. Fakat bu sefer de ağlamak sırası galiba bize geliyordu. Onu yaralı eşeğiyle şehrin kenarından, gecenin bağrına dalan tozlu yollara adeta zorla iteledik.
Yerimize dönerken aramızda konuşacak söz bulamıyorduk. Biz üç arkadaş, üçümüz de fakir çocuklarıydık. Bizim de babalarımız böyle ihtiyar toprak adamlarıydılar. Bağ, bahçe işleri veya ırgatlıkla geçinirlerdi. Fakat bizde toprak, hiçbir zaman bu kadar sefil değildi. Bizde sefalet, bütün varlığı bir uyuz eşekten ibaret olan bu bitmiş ihtiyarın yoksulluğuyla kıyaslanacak kadar derin olmamıştı.

***
Yeniden yollara dökülünceye kadar Kayseri’de birkaç gün kaldık. Burada eşeği elinden alınan ihtiyardan başka, bir de Kayseri şehirlisiyle tanıştım. Anadolu toprağının bu da başka türlü bir mahsulüydü. Akşamları güneş ufka inerken Kayseri kalesinin burçlarında dolaşmayı severdim. Onu bir gün, bu burçları dolaşırken tanıdım. Kalenin topçusuydu. Ramazan ayı içindeydik. Onun vazifesi kale burçlarında Ramazan topunu ateşlemekti. Altmış yaşlarında vardı. Kale bedenlerinden birinde yuvarlanan ve kim bilir hangi asırdan kalan eski bir kaval topu namlusuna her gün vakti gelince barut dolduruyordu. İçine bezler, paçavralar sıkıştırıyordu. Sonra namluyu havaya dikerek iftar vakti olunca topu ateşliyordu. Ateşledikten sonra devrilen namlu, yerde bir süre yuvarlanırdı.

O saatlerde bu kale bedenleri, Kayseri’nin hakikaten en güzel yeriydi. Güneş Batı’da kaybolurken, şehrin tozlu havası içine gömülen Kayseri evlerinin camları ışıl ışıl yanardı. Renk renk bulut dalgaları stepte acayip şehriayinler yaratırdı. Erciyes dağının ebedî karlardan beyaz külâhı, pembe, turuncu, mor veya sincabî renklere bürünürdü.
Her iftar topundan sonra bir yudum su ile orucunu bozan ihtiyar, önce akşam namazını kılar, sonra:
- Allah ne verdiyse, diyerek çıkınını açar, rızkını benimle paylaşırdı. İki oğlu da askerdeymiş. Birinden hiç haber gelmiyormuş. Bazen bana:
- Bu muharebe yakında biter mi dersin? diye sorardı. Fakat anlardım ki sualinin cevabını beklemezdi. Çünkü muharebenin yakında bitmeyeceğini o da bilirdi. Sonra kendi kendine dalardı. Bir şeyler yermiş gibi görünürdü. Fakat bütün olanını benim önüme sirerdi.
Yunan muharebesini bilirdi:
- İlk askerliğim yedi sene sürdü oğul. Topçudaydım. Dönünce teyzenle başgöz olduk. Ama sonra gene çağırdılar. Bu sefer beş yıl dolaştık. Bıraktıkları zaman baktım ki benden hayır yok. Tezkereyi terk edince başçavuşlukla gittik Yemen’e… Hepsini toplasan belki yirmi sene eder asker ocağında… Şimdi de buralarda sütrelerim işte… Ama hani bugün de “haydi gel” deseler, gidesim gelir içimden…
Kayseri kalesi topçusuna gel deseler hakikaten de giderdi. Gönderdiklerim daha geri gelmedi demezdi. Bize galiba bunun için “ordu millet” diyorlardı. Evet, biz bir ordu millettik. İşte bu Kayseri topçusu, onun dönmeyen çocukları, benim dönmeyen ağabeylerim ve bu yaşta ben…
Nihayet bütün Anadolu’nun, Trakya’nın, İstanbul’un sonu gelmez bir yürüyüş kolu gibi bilinmezliğe karışan milyonları. Biz hepimiz, bu ordu milletin askerleriydik. En ateşli çağımız onundu. Gel deyince gider ve gittiğimiz yerlerin adını bile beceremezdik. Bizim çocukluk hayallerimizi büyüleyen imparatorluk nizamı buydu…
Bir sabah gün ağarırken Kayseri’den yaya yola çıktık. Daha son evlerden kurtulmadan ihtiyar topçu bir sokak aralığından göründü. Bir süre konuşarak yan yana yürüdük. Sonra durdu:
- Şunu teyzeniz gönderdi, diye elime bir çıkın tutuşturdu. Birtakım yufkalar, içine bulgur pilavı konularak dürülmüştü. Ayrıca zerdali kurusu da vardı. Hepimizin boynuna ayrı ayrı sarıldı. Gözleri doldu:
- Hakkınızı helâl edin oğul, ama hepiniz helâl edin, diye yalvardı.

BARAN Dergisi Sayı: 127

--
BETATRON

Dr. Hakkı Açıkalın
Betatron diyoruz. Özellikle de Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan telegram işkencesiyle birlikte gündeme bir ateş topu gibi düştü. Bu konuyu makâleye indirgemek bana uymuyor. Kitabını yazıyorum artık ve içinde yok yok. Her yazdığım bölümü de makâlat hâlinde sunacağım. Sonunda, bu iş Betatron’da Tıbb’a, oradan ideolojik savaşlara oradan da Kumandan'ın şu ânda üzerinde çalışmakta olduğu şâh-eser’e kadar varacak. İnsanoğlunun işi nerelere vardırdığnı ve bunda şeytâniyet’in gücünü teşhîr etmek ayrı bir heyecân.

http://duralidurmaz.blogcu.com/


--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
        Bu grubun  hiç bir siyasi oluşum, parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş, Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM  STANDIDIR.."
      Grupta yayınlanan  yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...

Grup Yöneticileri Mail Adresleri Aşağıdadır
kurtulusyolu99@gmail.com
bahadirserhad@gmail.com
forevermirza@gmail.com

Bu gruba posta göndermek için, mail atın: anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.