Haziran ve Temmuz sayılarında “Hello Turizm Safsatası” ve “Mesut Cinayet: Mardan Katliamı” başlıklı yazılarla teşrih masasına yatırmaya çalıştığımız, milli ekonomi idrakimizin tezahürü olan turizm politikamızı, bu yazıda da müşahhas bir örneğin kılavuzluğunda teşhise devam edip, son üç sayıdır ele aldığımız meseleyi, konunun uzmanından bir tespit ile noktalayacağız.
“Mesele” demişken, bu kelime ile ilgili bir parantez açalım. Türkçemizde genelde “sorun, problem” anlamlarında kullanılan “mesele” sözcüğünün aslında ilk manası; “Çözüme kavuşturulması, bir sonuca bağlanması gereken durum, konu, mevzu”dur.
Bu noktada, Tanzimat’tan bu yana, neyin mesele olduğunu bilememe meselemizin, tüm meselelerimizin baş meselesi olduğunu hatırımızdan çıkarmazsak, ıstırabımızın sebebi daha net anlaşılır. Kusur bulmak, sorun icat etmek gibi bir derdimiz yok, lakin kanserli bir bünyeye de sağlıklı muamelesi yapmak veya onu görmezden gelmek de sanırım riyakârlığın ve merhametsizliğin en büyüğüdür. İster siyasette, ister ticarette, ister maliyede, ister tıbbiyede, isterse de turizmde… Eğer ortada bir ‘mesele’ varsa; teşhis, tespit ve tedavi de olmalıdır. Fakat ne yazık ki kısır bir horozun hiçbir tavuğa hükmedemeyeceği hakikatine denk; teşhisi olmayan bir hekimin, tedavisi de olamaz. Veyahut yanlış teşhisle, doğru tedavi yapmak imkânsızdır; zira yanlış yolda yürüyerek doğru hedefe varmak mümkün değildir.
Tedavi işin ameli kısmı olduğuna göre ve biz şu an itibarıyla bünyeye sıhhat kazandıracak murat ettiğimiz hekim kadrosunda da bulunmadığımıza göre, meselenin nazari kısmına mahkûm kalma keyfiyetimizle, şimdi buyurun teşhisimize geçelim.
Sinek avlamak için mitralyöz kullanılmaz
- Formula 1’in Türkiye’de de yapılacak olması medya çalışanlarından kent yöneticilerine, politikacılardan sanatçılara kadar halkın büyük bir kesiminde başlangıçta ciddi bir heyecan uyandırmıştı. Nasıl olmayacaktı ki olimpiyatlardan sonra dünyanın en fazla izlenen spor etkinliğiydi ve artık bu etkinlik Türkiye’de de gerçekleşecekti. Yarışlar için Türkiye’ye birçok turist gelecek, milyon dolarlar harcayıp burada kalacaklardı. Kamu otoritelerinden meslek örgütlerinin temsilcilerine kadar “Formula 1’e gelecek turistlerin ne kadar milyon dolar bırakacakları” sürekli medyada yer alıyordu. Neticede dilin kemiği yoktu ve konuşmak için akla değil sadece ağza ihtiyaç vardı. Tahmin üzerine tahmin yapılıyor, atış serbest bırakılıyordu. Otellerden restoranlara, gece hayatından perakendeye kadar birçok sektörün bu işten çok kârlı çıkacağı umuluyordu. Ayrıca dünyada milyonlarca insan Türkiye’yi izleyecek, yurtdışında hem bilinirliliğimiz hem de prestijimiz artacaktı. Birileri, bedava reklamımız olacağını -bedavadan- iddia ediyordu; “dünyada en pahalı şeyin bedava olan olduğunu bilmeden”.
Fakat ne yazık ki hiç kimse üzerinde pek fazla durmasa da daha ilk başta bir fiyasko ile başladık. 50 milyon dolar olarak hesaplanan maliyet, pistin bitiminde 300 milyon dolara çıkmıştı. Bu kadar büyük bir maliyet hatası yapılır mıydı, yoksa bu hatadan nemalananlar mı vardı bilemiyoruz; bu konunun ayrıntılarına hiçbir zaman vakıf olamadık. Hâsılı, ‘İstanbul Park’ dediğimiz yarış pisti bize 300 milyon dolara mâlolmuştu; gayrı yapacak bir şey yoktu, bundan sonrası “hayırlı olsun”du.
Sonrasında ilk defa 2005 yılında Formula 1’in yarış takvimine girdik. O yıl yarışmayı tribünden yaklaşık 200 bin kişi izledi. İlk defa yapılıyordu ve herkes nedense çok merak ediyor, fazlasıyla heyecan duyuyordu. Nasıl ki bir zamanlar bütün yollar Roma’ya çıkıyorsa, sıralama turlarından sonraki ana yarışın olduğu pazar günü de İstanbul’da bütün yollar ‘İstanbul Park’a çıkıyordu. Etraf ana-baba günüydü, yollar tıkanmış, trafik güç bela ilerliyordu.
2005 yılındaki ilk yarıştan sonra her yıl ilgi azaldı, seyirci sayısında giderek büyük düşüşler yaşandı. Bu sene Haziran’da yapılan Formula 1 Türkiye Yarışları’nı -bilet fiyatlarında indirim yapılmış olsa da- sadece 32 bin kişi izledi. Yani izleyici sayısı 5 yılda beşte bire düştü. Bu sene Formula 1 için gelen turist sayısı da 500 olarak açıklandı. Yanlış okumadınız, Formula takımlarını, yöneticilerini saymazsak sadece 500 kişi izleyici olarak bu sene gelmiş. Önce beklenti 15 bin kişiydi, sonra birden bire 2 bin kişiye düştü ama gerçekte sadece 500 kişi geldi. Borsacı tabiridir; “Beklentiler satın alınır, gerçekler satılır.” Ve bir halk deyişi; “Atılan taş, ürkütülen kurbağaya değmedi.”
Yedi yıllık anlaşması olan ‘İstanbul Park’ın ev sahipliği yapacağı son iki yarış kalırken (2010 ve 2011), Renault’un patronu İtalyan Flavio Briatore ile Formula 1’in sahibi Bernie Ecclectone, basından yansıyan haberlere göre, Türkiye’nin yarış takviminden çıkarılması için kampanya başlatmış. Bu yıl yapılan Formula 1’in Türkiye ayağında pilotların boş tribünler karşısında yarışmasının sindirilemeyeceğini söyleyen Renault’un patronu Briatore şu açıklamada bulunmuş: “İstanbul ve benzeri kentlerin Formula 1 yarışmalarına büyük maddi destek vermeleri halinde bile bu şehirlerin takvimden çıkarılması gerek. Çünkü biz dolu tribünlere gitmek istiyoruz. Boş katedrale para akıtmak boşuna, seyircisiz spor olmaz.” Briatore kadar aklımız olsa, biz de böyle boş işler peşinde koşmayacağız ama rüzgâra karşı su dökmek ve boşa kürek çekmek bizde âdettendir.
Bu arada Macarlar bile boş tribünler önünde geçen Formula 1 Türkiye Yarışları’ndan sonra bizi alay konusu etmişler. Macar gazeteleri; “135 bin kapasiteli İstanbul Park’ta sadece 9 bin bilet satıldı. İstanbul yarışlarına köpekler bile ilgi duymuyor. Yarışları ruhlar izleyecek.” yorumunu yapmışlar. Şimdi merak ediyorum da bedava reklam yapacağını düşünenler, bu ve benzeri yorumları dış basında görünce acaba ne düşündüler? Paramızla rezil olduğumuzun acaba farkındalar mı? Sadece 3 gün kullanmak için 300 milyon dolara inşa ettiğimiz İstanbul Park -ki 2010 ve 2011 son yarışlar olabilir- acaba yılın geri kalan 362 gününde ne işe yarar? El âlemin üç kuruşa beş köfte almaya çalıştığı bir konjonktürde, bizim beş köfte için beş tane dana kurban etmemizi hangi iktisat teorisiyle açıklayabilirler cidden merak ediyorum.
40 Yıllık Hikâye
Kurmay Albay Ali Şevki Bey’in oğlu olan Ziya Kayla, 1912 yılında İstanbul’da doğar (vefatı 1996). Kabataş Lisesi’nin ardından 1934 yılında da Mülkiyeden mezun olur. 1963-66 yılları arasında Merkez Bankası’nda Genel Müdürlük yapan Ziya Kayla, Ağustos 1967’de Milliyet Gazetesi’nde çıkan bir yazısında bakın neler söylüyor; işte konunun ehlinden yıllar öncesinden yapılmış harikulade bir tespit:
“Türkiye için kalkınmanın en kısa yolunun turizm olduğu düşüncesi son zamanlarda sık sık tekrarlanmaya başlamıştır. Bu telkinlerin daha çok yabancı uzmanlardan ve özellikle sanayileşmiş ülkeler temsilcilerinden gelmesi ilgi çekicidir. Gerçekte bu ülkeler Türkiye’nin kalkınmasından çok kendi turistlerine ucuz tatil yerleri sağlamak peşinde koşmaktadırlar. Kalkınmada olan ülkelerdeki hayat şartları, sanayileşmiş memleketler halkı için çok elverişlidir. Bu ülkeler turistik tesislerin kurulmasını teşvik etmek ve aralarında rekabet meydana getirmek suretiyle geçinme şartlarının turist lehine bir kat daha iyileştirilmesi amacını gütmektedirler. Devalüasyon veya turistlere ayrı kur uygulanması tavsiyelerinin yabancı uzmanlar tarafından hararetle desteklenmesinin sebebi de budur.
Turizmin geliştirilmesiyle sağlanacak döviz imkânları, kalkınmakta olan ülkeler için sanıldığı kadar büyük değildir. Turizm ancak diğer sektörlere paralel bir gelişme gösterdiği zaman memleket ekonomisine faydalı bir endüstri olur. Yabancı turist geldiği ülkede çadır kurup kaldığı ve o ülkenin yiyeceği ve içeceğini kendi ülkesine kıyasla yok pahasına elde ettiği zaman kâr eden sadece kendisidir. Bir ülke turiste tekniğini ve bilgisini değil de sadece yiyeceğini ve içeceğini sattığı takdirde, buna turizm endüstrisi denemez. Üzülerek söyleyelim ki bugün Türkiye’deki turizm faaliyeti, yukarıda belirttiğimiz durumun dışına çıkmış değildir. Zengin ülkelerden gelen turistlere ucuz fiyatlarla yiyecek ve içecek verilmekte ve böylece temin edilen dövizlerle aynı ülkelerden pahalı fiyatlarla sanayi maddeleri satın alınmaktadır. Vatandaşlarımızdan biri zengin bir ülkeye gittiği zaman ise daha çok sanayi mamullerini satın almakta ve bıraktığı dövizler Türkiye’den ucuz fiyatlarla hammadde mübayaasında kullanılmaktadır. Başka bir ifadeyle, turizm de tıpkı uluslararası ticaret gibi kalkınmakta olan ülkelerin aleyhine işleyen bir mekanizma haline gelmiştir.
Zengin ülkelerin sermayesiyle ülkemizde kurulacak turistik tesislerin turizm endüstrisini geliştireceğini ve memlekete bol döviz sağlayacağını sanmak da ayrı bir yanlıştır. Bütün tesisatı dışarıdan getirilen oteller yapmak suretiyle döviz gelirleri arttırılamaz. Daha başlangıçta harcanan dövizlerle her yıl sermaye kârı olarak transfer olunacak dövizler hesaba katılırsa, bu işin sanıldığı kadar kârlı olmadığı meydana çıkar.
Kalkınmakta olan ülkelerde çeşitli sebeplerle devamlı surette kendi vatandaşlarını bulunduran devletlerin bu ülkelerin hizmet sektörlerinin gelişmesinde özel çıkarları vardır. Bu ülkeler halkından ülkelerinin ekonomik kalkınmasından çok kendi çıkarlarını düşünen bazı kimselerin bu akıma uyarak hizmet sektörünü, sanayi ve ticaret işletmeleri aleyhine geliştirdikleri görülmektedir.
Kalkınmakta olan bir ülke için yurdumuzun döviz kaynaklarını turistlerin keyfine veya ülkesinde yaşayan yabancıların eğlencesine bağlamaktan daha kötü bir ekonomik politika tasavvur edilemez. Yabancı uzmanların bu mevzudaki tavsiyelerini dinlemenin gerçek kalkınmayı geciktirmekten başka bir netice vermeyeceği kanaatindeyiz.”
Son Söz
Ümit ediyorum ki meselenin muhatapları için artık maksat hâsıl olmuştur. Bu yazıyı noktalamadan önce ABD’nin ilk başkan yardımcısı John Adams’ın bir sözüne yer vermek istiyorum. Diyor ki Adams; “Bir ulusu fethetmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır. Birisi kılıçtır, diğeri ise borçtur!” Buna bir ekleme de biz yapalım. Üçüncü bir yol daha vardır ki o da kitle hipnozu halinde yayılan “ahmaklık”tır. Çürük bir diş hemen acı verir lakin gafil bir insan ahmaklıkla bir ömür boyu yaşayabilir.
Serkan BİLGE
Genç Dergisi – Ağustos 2009
KESİNLİKLE DOĞRU!!!
YanıtlaSil“Bir ulusu fethetmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır. Birisi kılıçtır, diğeri ise borçtur!” Buna bir ekleme de biz yapalım. Üçüncü bir yol daha vardır ki o da kitle hipnozu halinde yayılan “ahmaklık”tır. Çürük bir diş hemen acı verir lakin gafil bir insan ahmaklıkla bir ömür boyu yaşayabilir.
YanıtlaSil"Çürük bir diş hemen acı verir lakin gafil bir insan ahmaklıkla bir ömür boyu yaşayabilir." çok güzel bir söz...Yani bu yazınızda kısaca bizi bir kere daha öptüler diyorsunuz öyle değilmi...300 milyon dolarlık bir öpüş...vaoovvv...
YanıtlaSilFormüla 1 ile öptüler bizi:) aslında Bizim basın yıllardır AB-D rüyası ile ninniler söyleyip çocuklarımızı ve gençlerimizi batıya endeksledi ...Formüla 1 = emperyalizm diyebiliriz zannedersem değilmi?
YanıtlaSilAnlamadınız mı hala! Bu nesil her şeyi unuttu...F1 falan filan ayağına Anadolu insanının ruh kökünü dinamitlediler...
YanıtlaSil