T a r a f s ı z D e ğ i l i z

[anadoluhaber:36060] [Tekrar] Okuyun, Olmadı Yazdırın Okutun... !! [T.A.T]

BATI
BİZİ NEDEN SEVMEZ?
Bu İslâm Milleti'nin Allah Yolundaki Azim ve Gayretini,
Haçlı Sürüleri Karşısındaki Müthiş Muzafferiyetlerini
Batılı Devletler Asla Unutmamıştır!

Allah-u Teâlâ'nın iman ile küfrü kesin olarak ayırdığına
dair ilâhi buyrukları onlara tebliğ ettik. Onlar bunlara
inanmadılar ve iman etmediler.
Bunların iman etmediklerini yukarıda arzettiğimiz 10 berzah Âyet-i
kerime'si ile ispat ediyoruz.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümleridir. Bu emirlerin biz
hepsini önlerine koyduk, bir bir tebliğ ettik. Fakat inanan ve iman
eden olmadı.
"Küffar birliği sizi sevmez" diye defalarca hatırlattık. Ancak
dinleyen olmadı. Küffar birliği "Biz sizi istemiyoruz,
sevmiyoruz" diyor. Bunlar "Hayır! Biz dostuz!" diyorlar. Onlar
"Madem dostsunuz, şu şu küfür adetlerini yapın, küfrün
yayılmasına izin verin, size hakaret eden yalancıları başınıza
taç yapın" diyorlar. Bunlar da ne diyorlarsa yapıyorlar. "Aman
bizi kovmasınlar, yoksa halimiz nice olur!" diye alçaldıkça
alçalıyorlar.
Allah-u Teâlâ :
"Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar
senden aslâ hoşnut olmazlar." buyuruyor. (Bakara: 120)
Bu Âyet-i kerime'yi de görmediler, bu sözlere de aldırmadılar.
Denir ki: "Domuzdan post, kâfirden dost olmaz." Bunu da söyledik.
İşitmediler.
Bunların bu hareketleri İslâm'a zarar veriyor. Zira küffârı
şımartmakla, küffâr tarafı olmakla, İslâm'ı zayıf
düşürüyor ve İslâm'a cephe açıyor. Halbuki müslümanlar birlik
olsa Amerika hiçbir zaman cesaret edemez. Herhalde Cenâb-ı Hakk
bunlara büyük ödül verecek. Dünyadaki ödülleri azdır, orada da
onları O ödüllendirir.
Bu gibi kimselere Barbaros Hayreddin Paşa'nın dediği gibi
söylemek gerekir. Bu büyük İslâm mücahidi, saltanat hevesi ile
küffarla işbirliği yapan Tunus Beyi Mesud'a şöyle haber
göndermişti:
"Hiç mümin ve müslüman olan bir kimseye bu revâ mıdır ki, din
düşmanlarıyla el-birlik edip mümin karındaşına düşmanlık ede?
Ve ehl-i İslâm'a âsî ola? Sen bu işi eyledin ki, mutlakâ gözüne
görünecek bir hâl ve başına gelecek bir iş vardır! Ol iş Allah
katında ma'lûm ve ezelde alnına yazılmış ola! Zîra aklı
başında olan hiç kimse böyle uygunsuz bir iş işlemez idi ki, onu
sen işledin, ahdini ve akdini bozdun. Bu hususda vebâlin boynuna,
lâkin vaktında hâzır ol da, karındaşın gibi kaçma!.."
("Gazavât-ı Hayreddin Paşa", s. 91.)
Küffar, iman ehlini katiyetle sevmez. Bu İslâm milletine
düşmanlığı ise çok daha büyüktür.
Bunu onlara duyurmaya çalıştık, dinlemediler. Allah-u
Teâlâ'nın hükmünü kâle almadılar. Şimdi onların
anlayacağı tabiri kullanalım.
Şu Alman profesör yahudi olduğu halde açık olarak itiraf ediyor.
Gerek küffarın iç durumunu, gerekse bizim tarihimizi çok iyi bilen
bu profesörün bîtaraf tespitlerine, şu sözlerine siz dikkat edin.

Batı Bizi Neden Sevmez?
"1930 yılında Hitler'den kaçarak Türkiye'ye gelen Yahudi
asıllı Alman Prof. Dr. P. Neumark (Hukuk ve İktisat fakültelerinde
hocaların hocası olarak ders vermiştir) ile bazı öğrencileri
Boğaziçi'nde bir geziye çıkarlar. Nakleden avukat da bu toplantı
içindedir. Talebelerden biri şu soruyu sorar: "Avrupa bizi neden
sevmez hocam?" Prof. Neumark'ın cevabını cep defterine kaydeden
avukat bu belgeden şunları okumuştu:
"Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalılar Türkleri
gerçekten sevmezler ve sevmeleri de mümkün değildir. Türk ve
İslam düşmanlığı asırlardır kilisenin ve Hristiyanların en
küçük hücrelerine kadar sinmiştir. Sebeplerine gelince, not
ediniz:
1- Avrupalılar sizleri Müslüman olduğunuz ve İslamiyeti
yaydığınız ve Müslümanları asırlarca himaye ettiğiniz için
sevmezler...
2- Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeği çok iyi
bilirler. Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi
tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması
gerekirdi. Osmanlı arşivi kasıtlı olarak çürütüldü ve imha
edildi.
3- Dün Avrupa'nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa'yı pazar yapmaya
başladınız.
4- En az 400 yıl Avrupa'nın sırtında ve ensesinde at
koşturdunuz.
5- Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar ise Balkanlar ve Orta
Avrupa'yı Hristiyan Haçlılara mezar ettiler.
6- Sizi silah ile yenemeyenler, kendilerine benzeterek, milli ve manevi
değerlerinizden kopararak yendiler ve hakimiyet sağladılar.
Giyiminizden yaşantınıza kadar her şeyi kendilerine benzettiler.
Ahlaki değerlerinizi yıprattılar. Ve sonra kendi içinizde sizi
bölmeye başladılar.
7- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı canını, kanını ve malını
İslamiyet uğruna feda etmeseydi Kuzey Afrika Orta Doğu Hristiyan
ülkesi olurdu. Ve belki İslamiyet Hicaz'da azınlık olarak
kalırdı. Batı her yerde İslamiyeti kendi inançlarına göre
kanalize etti. Ama Osmanlı Asr-ı Saadet devrindeki inancı devam
ettirdi.
8- Kilise size kin kusmaktadır. Sebepleri yukarıdadır.
9-Ben İstanbul'a geldiğimde Türkiye'de 2 üniversite vardı.
Şimdi 19'a çıktı. Osmanlı devrinde medreseler köylere kadar
yaygın idi. Her medresede bilim vardı. İlk denizaltıyı Osmanlı
yaptı. Sizin haberiniz yok ama Avrupalı biliyor.
10- Sizler milli kimliğinize dönerseniz Avrupa'nın medeniyeti ve
refahı yıkılır. Ama Batı size bu imkanı vermez..." (Mustafa
Necati Özfatura, 08 Temmuz 2005)
Âyet-i kerime'lere iman etmediler, bu sözlere de aldırmadılar.
Zaten derler ki: "Domuzdan post kâfirden dost olmaz." Bunu da
söyledik, bunu da işitmediler.
Dinsizliğin ismini değiştirdiler "Medeniyet" dediler, vahşetin
ismini değiştirdiler "Demokrasi" dediler. Madden, manen işgal
etmek için seferber haldeler. Bunlar hâlâ "Dostuz" diyorlar.
Bu profesörün hakkaniyeti gözeterek yaptığı tespitler o kadar
mühimdir ki; şimdi bu tespitleri izah edeceğiz. Böylece; gerek
küffarın, gerekse küffarı dost edinenlerin durumları iyice
anlaşılsın.

1 - "Avrupalılar sizleri müslüman olduğunuz ve İslâmiyet'i
yaydığınız ve müslümanları asırlarca himaye ettiğiniz için
sevmezler."
Hazret-i Allah Türk milletine bu vazifeyi vermekle şereflerin en
büyüğü ile şereflendirmiştir. Bu İslâm milleti yüzyıllar
boyunca sırf Allah için cihad etmiştir. Saltanat kaygusu daima arka
planda kalmıştır. Hususen Osmanlı'lar bu hususta tebrike ve
takdire şâyan bir gayret göstermişlerdir.
Türkler İslâmiyet'le şereflendikten sonra, İslâmiyet'in
bütün güzelliklerini yaşamaya yaşatmaya gayret etmişler,
İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmışlardır.
Haçlı taarruzları Selçuklu ve Osmanlı askerlerinin karşısında
bir kar gibi erirken atalarımız aynı zamanda bütün İslâm
dünyasının müdafaasını yapıyorlardı. Sadece Haçlı
seferlerinde değil her devirde Endonezya'dan İspanya'ya kadar
-son demlerinde dahi- her türlü yardım talebine ellerinden
geldiğince cevap vermeye çalıştılar. Bu uğurda hiçbir
fedâkârlıktan kaçınmadılar. Bugün dahi dünyanın neresinde
olursa olsun darda kalan bir müslüman topluluk içten içe
Türk'ün yardımını bekler.
Küffar bu durumu gayet iyi bildiği için bizi katiyetle sevmez.
Yıkmak, zayıflatmak için fırsat gözler. Çünkü bizler onlardan
en kutsal saydıkları, Kudüs'ü, Urfa'yı, Hatay'ı,
Mardin'i, İstanbul'u almakla kalmadık, ta İtalya'ya,
Viyana'ya kadar bugünkü Ukrayna, Polanya, Çek, Slovak, Macaristan,
Yunanistan, Sırbistan gibi ülkeleri fethederek küfür ehline
Avrupa'yı dar ettik. Buralarda İslâm medeniyetinin adaletini ve en
güzel numunelerini taşıdık. Birçok insan ve millet bizim
vesilemizle İslâmiyet'le şereflendi.
Nitekim Fâtih Sultan Mehmed'in: "Bu hânedânın yüce maksadı
'İ'lâ-yı Kelimetullâh'tır!" sözü
("Bedâyi'ü'l-Vekâyi'", vr. 197b) ve Uzun Hasan'ın annesi Sâra
Hâtun'a; "Ehl-i küfrün üzerine İslâm'la gitmez, onların
azgınlıklarına mâni' olmaz isek, huzûr-u ilâhî'ye hangi yüzle
çıkarız?" şeklindeki hitabı; Osmanlı Hânedânı'nın
şahsında, Türkler'in küffarla hangi gaye uğrunda harp ettiğinin
en açık delilleridir.
Bu nedenledir ki târih on yedinci asrın sonlarını gösterirken
dahî, yalnız Osmanlı coğrafyasının dışında bulunan
hıristiyanlar değil, Osmanlı topraklarında ikâmet eden ve asırlar
boyunca Türkler'in ekmeğiyle beslenen bazı hıristiyan
sefârethâneleri bile, "Hıristiyanlık âleminin Türk belâsına
mâruz olmasından dolayı, dâhilen büyük bir keder hissedildiği
cihetle" Osmanlı'ya için için kin kusuyordu. (Antuvan Galan,
"Ruznâme", c. 1, s. 210)
Birçokları ise Türkler'i, hıristiyanları cezalandırmak için bir
azap kamçısı olarak yaratılan "Tanrı'nın kırbacı" olarak
görüyor ve vasıflandırıyordu.
Sultan Alparslan'ın Anadolu'yu İslâm yurdu yapmasıyla başlayan
bu düşmanlık, Osmanlı ordularının Viyana kapılarında
durmasıyla bitmemiştir. Zira Haçlı Seferleri Hıristiyan Batı
devletleri tarafından Türkler'i önce Anadolu'dan sonra
Balkanlardan çıkarmak için düzenlenmiş seferlerdir. Türkler'i
Anadolu'dan çıkarmadıkça bu niyet ve gayenin kaybolması mümkün
değildir.

2 - "Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeği çok iyi
bilirler: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı Arşivi
tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması
gerekirdi. Osmanlı Arşivi kasıtlı olarak çürütüldü ve imhâ
edildi."
Türkler'in 1071 Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu'yu fethi ile
başlayan bin yıllık süreçte dünya tarihini şekillendiren,
değiştiren, kısaca tarihi yazan hep atalarımız olmuştu. Bugün
medeniyet namına ortaya konulan hemen her şey bu bin yıllık tarihin
tabii uzantılarıdır. Doğu'da Selçuklu ve Osmanlı, Batı'da
Endülüs medeniyeti olmasaydı, Batı kendi küfür ve vahşet
karanlığında boğulup kalırdı.
Bunu gayet iyi biliyorlar, fakat kibirleri ve küfürleri itiraf
etmelerine engel oluyor. Ancak bu profesör gibi hakikatleri itiraf
edenler de var. Bunlardan birisi olan Hewlett Packard'ın Yönetim
Kurulu Başkanı Carly Fiorina aşağıdaki konuşmayı 11 Eylül
saldırısından iki hafta sonra yapmıştı:
"Bir zamanlar dünyada çok büyük bir medeniyet vardı.
Bu medeniyet bir okyanustan diğerine, kuzey iklimlerinden tropiklere
ve çöllere uzanan kıtalararası bir süper devlet yaratmayı
başarmıştı. Hakimiyetinde farklı din ve etnik kökenden oluşan
yüz milyonlarca insan adalet ve barış içinde bir arada yaşadı.
Dillerinden biri dünyanın çoğunun evrensel dili ve yüzlerce
ülkenin insanları arasında bir köprü haline geldi. Orduları
birçok farklı milliyetten oluşuyordu ve daha önce hiç
görülmemiş bir barış ve refah düzeyinin yaşanmasını sağladı.
Ticari sınırları Latin Amerika'dan Çin'e kadar uzanıyordu.
Ve bu medeniyet her şeyden çok yeni buluşlarla gelişimini
sürdürdü. Mimarları yerçekimine meydan okuyan binalar dizayn
ettiler. Matematikçileri bilgisayarların yapılmasını ve
encryption'in (şifreleme sistemi) bulunmasını sağlayan cebir'i ve
algoritma'yı yarattılar. Doktorları insan vücudunu incelediler ve
birçok hastalığa çare buldular. Astronomları göğü incelediler,
yıldızları adlandırdılar ve uzay araştırmaları ile uzaya
yolculuğun önünü açtılar.
Yazarları binlerce hikaye yarattı: Cesaret, aşk ve gizem hikayeleri.
Şairleri aşk'ı yazdılar, onlardan öncekiler bunları
düşünmekten bile korkarken.
Diğer milliyetler düşünce'den korkarken, bu medeniyet düşünce'yi
geliştirdi ve canlı tuttu. Geçmiş medeniyetlerin bilgisi sansür
tarafından tehdit edilirken, bu medeniyet ilmi yaşattı ve geleceğe
miras bıraktı.
Evet, İslam medeniyetinden bahsediyorum: 800'lerden 1600'lere kadar
hüküm suren ve Osmanlı İmparatorluğunu, Bağdat Krallığı'nı,
Şam'ı, Kahire'yi ve Kanuni Sultan Süleyman gibi aydın yöneticileri
içine alan İslam Medeniyeti'nden.
Bizler çoğunlukla bu medeniyete olan teşekkür borcumuzun farkında
olmasak da, onun hediyeleri bizim mirasımızın büyük bir
parçasını oluşturuyor. Arap matematikçilerinin katkısı olmadan
bugünün endüstri teknolojisi varolamazdı. Mevlana C. Rumi gibi sufi
şair-filozoflar şahsiyet ve hakikat kavramlarımıza meydan okudular.
Kanuni Sultan Süleyman gibi liderler ise tolerans ve sivil liderlik
düşüncesine önemli katkılarda bulundular.
Ve belki de Kanuni'den şöyle bir ders çıkarabiliriz: Tevarüse
değil, bireysel yeteneğe dayalı bir liderlik. İçinde Hırıstiyan,
Müslüman ve Yahudi geleneklerini barındıran çok çeşitli bir
halkın bütün yeteneklerinden yararlanan bir liderlik anlayışı.
Kültürü, kalıcılığı, farklılığı ve cesareti besleyen böyle
aydın bir liderlik, 800 yıllık bir gelişim ve başarıya önderlik
etti.
Şu an içinde bulunduğumuz karanlık ve hassas dönemlerde, bizler
kendimizi böylesine muhteşem toplum ve kurumlar inşa etmeye
adamalıyız. Ve her şeyden çok, liderliğin önemi üzerine
odaklanmalıyız; gözüpek, kararlı ve girişimci liderliğin" (Y.
Şafak, Yusuf Kaplan, 14 Kasım)
Bu hakikatler ortada iken Batı'lı hakim güçler ve din adamları
kendi düzenleri bozulmasın diye binbir türlü yalanla halklarına
Türk düşmanlığı empoze ettiler. Türkler'i vahşi, dinsiz,
barbar, sapık gibi akla-hayale gelmeyen her türlü iftirayı
attılar.
Bu sebeple özellikle Osmanlı Devleti'nin, cihâna hükmettiği dört
asrı boyunca bütün küffar âleminin gönlünde "Türk" korkusu
iyice yer etmiş ve uzun müddet silinmemişti. Bilhassa onbeşinci
asırda, herhangi bir küffar devletinde aydın olmak için aranan ilk
şart "Türk düşmanı" olmaktı. Avrupa teknoloji kavramıyla
"Türk korkusu" sayesinde tanışmış, "Türkler'den korunma"
telâşı batılı devletlerin ticaretinden sanatına, kültüründen
inanışına kadar her alanda yerini almıştı. (Erhan Afyoncu,
"Hürriyet Tarih", 15 Aralık 2004, s. 4-13.)
Osmanlı arşivi'nin kasıtlı olarak çürütülüp imhâ edilmesi
meselesine gelince;
1931 yılında dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletin târihinde
görülmedik bir biçimde, büyük bir kısmı maliyeye âit olan
Osmanlı arşiv belgeleri, millî ve mânevî duygulardan yoksun bazı
kimseler tarafından Bulgaristan'a, okkası 3 kuruş 10 paraya hurda
kâğıt olarak satılmıştı.
Bu yıllarda İstanbul Defterdarlığı Mâliye Arşivi'nde bulunan
askerî, malî, ticarî, siyasî, hukukî, edebî, denizcilik
tarihimize ve bilim tarihimize âit evrakın büyük bir kısmı, işin
ehli ve belgelerin değerini takdir edecek hiçbir şahıs veya
müesseseye danışılmadan, kesekâğıdı yapılmak için ayrılan
kâğıtlarla birlikte Bulgaristan'a satılmıştı. Satılan
belgelerin miktarı 30 ilâ 50 ton arasındaydı. Çoğunluğu maliyeye
ait olan belgeler, özellikle Tanzimat'tan sonra muhtelif dairelerden
gelen vesikaların da burada toplanmasıyla artmış ve
çoğalmıştı.
Sultanahmet'teki Bizans döneminden kalma hapishanede bulunan belgeler
ise, Maliye Bakanlığı'nın emri ile defterdarlıkta konu ile
alakası olmayan iki tapu memurunun üstünkörü incelemeleri
sonucunda; günün maliyesi ile ilgili olmadıklarına, bir değer
taşımadıklarına ve hükümlerinin geçmiş olduğuna karar
verilerek, bir kısmının da boş kâğıt parçaları olduğu iddia
edilerek, kâğıt fabrikalarında hamur haline getirilmek maksadıyla
Bulgaristan'a gönderilmek üzere, Sirkeci'den döke saça vagonlara
doldurulmuş ve yollanmıştı. Bulgarlar satın aldıkları Osmanlı
arşiv malzemesini titizlikle inceleyip, tamamına yakınını tasnif
etmişler, tahribe uğramış olanların bir kısmını da yeniden
restore etmişlerdi. (Bu hususta daha ayrıntılı bilgi için,
bakınız: "Bulgaristan'a Satılan Evrak ve Cumhuriyet Dönemi Arşiv
Çalışmaları" Ankara Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü, c. 23, s. 230, bas.: 1994; c. 37, s. 604, bas.: 1993. -
T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı
Arşivi Daire Başkanlığı.)

3 - "Dün Avrupa'nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa'yı pazar
yapmaya başladınız."
Batılı devletler ürettikleri malları pazarlamak için bütün
dünyaya saldırırken en büyük hedeflerinden birisi de Osmanlı idi.
Osmanlı son zamanlarında iyice zayıflamış, özellikle ekonomide
dizginleri tamamen Batı ülkelerine teslim etmişti. Batı ülkeleri
Osmanlı topraklarında ticari imtiyazlar elde etmek, madenlerini ele
geçirmek, ticaret yollarında söz sahibi olabilmek için birbirleri
ile yarışırdı. İş o dereceye varmıştı ki, yabancı vergi
memurları ülke içinde alacaklarına karşılık olmak üzere vergi
toplarlardı. Kurtuluş Savaşı sonrasında sadece askerî değil
ekonomik boyunduruktan da kurtulmuştuk.
Ne acıdır ki bugün ekonomik alanda Osmanlı'nın son zamanlarını
hatırlatan hadiseler yaşanıyor. Batı ülkeleri ülkemizi
"Pazar" yapmak için binbir dalavere çevirirken, ülkemizin
değerlerini "Pazarlama"yı bize dayatmakta, bu tür tavizleri
veren idarecileri baş tacı etmektedir.
Bütün engellere, pazarlamalara rağmen yaşanan olumlu bazı
gelişmeler dahi küffar milletlerini rahatsız etmektedir.
Sözlerini "Batı size millî kimliğinize dönmenize imkân
vermez." diyerek bitiren Prof. Neumark'ın bu tespiti adeta
Türkiye'nin ekonomisi için de söylenmiş gibidir. Yetişmiş insan
gücü ve değerlendirilmeyi bekleyen pekçok kaynağı ile Türkiye
ekonomik atılım için çok uygun bir zemine sahiptir. Ancak gerek
dış gerekse iç, buna imkân vermemek için her türlü oyun tertip
edilmektedir.
"Dostluk" hikâyesine bir din gibi sarılan basiretsizler
küffarın manen nüfuz etmesine zemin hazırladıkları gibi,
iktisaden nüfuz etmelerine de yardım etmekte bir beis görmezler.

4 - "En az 400 yıl Avrupa'nın sırtında ve ensesinde at
koşturdunuz."
Osmanlı fethettiği toprakları İslâm beldesi kılıp adalet ve
medeniyetini yerleştirdiği gibi, Osmanlı akıncıları Avrupa
içlerine yalın kılıç dalarlar, Almanya gibi nice ülkelerde at
koştururlardı. Barbaros gibi denizler fatihi kumandanlarımızın
emrindeki deniz akıncılarımız ise denizleri küffar gemilerine dar
ederlerdi.
Kemâl Paşazâde "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"ın "VIII.
Defter"inde; Sultan İkinci Bayezid'in küffar üzerine ard arda
sefer düzenlemesini ve küfür beldelerini İslâm topraklarına
dâhil etmesini engelleyemeyen Leh beyinin, Boğdan beyine haber
göndererek: "Beni Türk'ün elinden kurtar!" diye çaresizlik
içinde yalvarışını anlatırken, küffarın o asırlarda
Türkler'den duyduğu korkuyu ve küfürdaşlarının emrine nasıl
âmâde olduğunu şiirinde şöyle dile getiriyordu:
"Kenara çıkmağa isterdi çâre
Eyü ya, tiz ne derlerse ederdi.
Halâs olmağ içün Türk'ün elinden,
Cehennem yolunu bulsa giderdi!.." ("Tevârîh-i Âl-i 'Osmân",
VIII. Defter, s. 174-175.)
Erhan Afyoncu "Hürriyet Tarih" dergisinde yayınlanan
"Avrupa'nın Korkusu Attila ile Başlar" başlıklı yazısında,
asırlar boyunca küffârı titreten "Türk korkusu"nu tarihî bir
örnekle şöyle açıklar:
"Türkler'in yenilmez olduğu anlayışı ile ilgili çok ilginç bir
örnek de şu idi: 17. yüzyılda Türkiye'ye gelen bir Alman seyyah,
Türk gemisiyle İskenderiye'ye giderken, dört Venedik kalyonu ile
karşılaşınca gemideki Türkler'in telâşlanıp korkmalarına
inanamaz ve 'Türkler gibi dünyânın en cesur varlıkları, sadece
dört adet Venedik gemisinden korkuyorlar. Demek ki onlar da bizim gibi
insanlarmış' demişti." ("Hürriyet Tarih", 15 Aralık 2004, s.
7.)

5 - "Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar ise Balkanlar ve Orta
Avrupa'yı Hristiyan Haçlılara mezar ettiler."
İslâm'ın ilk 300 yılında yaşanan muhteşem inkişafın
duraklamaya girdiği ve Bizans'ın müslümanlar aleyhine bazı
kısmî başarılar elde ettiği bir devirde Türkler'in İslâm
bayrağını devralması Hıristiyan Batı için büyük bir hayal
kırıklığına sebep oldu. Zira Türkler'in İslâm sancağı ile
tarih sahnesinde oynadıkları rol çok muazzam neticelere sebep oldu.
1071 Malazgirt zaferinden sonraki birkaç sene içerisinde hemen
bütün Anadolu Türkler'in eline geçti. 1075'te Anadolu Selçuklu
Devleti kuruldu. Başkenti İznik oldu. Bizansın kökünden
sarsılması ve Selçukluların İstanbul kapısına dayanması
Avrupalıları telaşa düşürdü. Hıristiyanlar müslümanları
Ortadoğu'dan atıp Kudüs'ü tekrar ele geçirmenin hayalini
kurarken Müslüman Türkler Avrupa kapılarına dayanmıştı.
İngiliz tarihçi Gibbon, Haçlı seferlerini anlatmaya şu cümle ile
başlar: "Türkler tarafından Kudüs'ün zaptından 20 sene sonra,
Pier Lermit namında bir papaz, artık Bizans İmparatorlarından
ümidini kesmiş, bütün Avrupa cengâverlerini toplayıp harekete
geçirmiş oluyordu." (Eduoard Gibbon, Histoire de le décandence et
de la chute Romain, c.2, s. 639)
Papa İkinci Urbanus'un 1095 yılında yaptığı çağrı üzerine
toplanan haçlı ordusu 1096-1270 seneleri arasında tertiplenen sekiz
Haçlı seferinin ilki oldu.
Birinci Haçlı Seferi
(1096-1099):
Haçlılar yaklaşık 600,000 kişi toplamıştı. Yağma ve
tahribatlar yaparak ilerleyen bu çapulcular daha Almanya'da yolun
başında 10.000 yahudiyi kılıçtan geçirmişlerdi.
Haçlı ordusunun Anadolu'ya geçen ilk büyük grubunu Anadolu
Selçuklu Sultanı Birinci Kılıç Arslan, İznik önlerinde
kılıçtan geçirdi. Haçlıların esas kuvvetleri 1097 senesi Mayıs
ayında Anadolu Selçukluları'nın başşehri İznik'i
kuşattılar. Kanlı çarpışmalar iki taraftan da ağır kayıplara
sebep oldu. Altı yüz bin kişilik Haçlı ordusu karşısında
tutunamayan Birinci Kılıç Arslan çarpışarak geri çekildi.
İznik, Bizans'ın eline geçti. Eskişehir istikametinden
Anadolu'ya giren Haçlı ordusuna karşı Sultan Birinci Kılıç
Arslan (1092-1107), yıpratma savaşlarına başladı. Anadolu'da
Haçlıları en stratejik bölgelerde yakalayıp, âni baskınlarla
imha hareketlerine girişti, pek çoğunu kırdı.
Altı yüz bin kişilik kuvvetle Anadolu'ya geçen Haçlılar,
Türkler'in imha hareketi sonucu, Antakya Kalesi önlerine
geldiklerinde 100.000'e inmişti. 1097 yılı Ekim ayında
Antakya'yı kuşatan Haçlılar, kale içindeki Hıristiyan ahaliden
birinin ihaneti sonucu, dokuz ay sonra, Haziran 1098'de şehre
girebildiler. Antakya'yı alan Haçlılar, kırk bine düşen
kuvvetleriyle Kudüs'e hareket ettiler. Şiî-Fatımîlerin elinde
olan şehir, kısa sürede Haçlıların eline geçti. Kudüs,
Haçlıların eline geçince, tarihte görülmemiş büyük bir
katliama uğradı. Yetmiş bin kişiyi -mabetlere sığınan kadınlar
ve çocuklar dahil- acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin
sokakları, kan ve cesetlerden geçilmez oldu.
Birinci Haçlı Seferi neticesinde Kudüs'te Katolik Latin
Krallığı, Antakya ve Urfa'da birer Haçlı devleti kuruldu. 1144
senesinde Musul Atabegi İmâdeddin Zengî, Urfa'yı geri aldı. Bu
durum İkinci Haçlı Seferine sebep oldu.
İkinci Haçlı Seferi
(1147-1149):
Urfa'nın Müslümanlar tarafından geri alınması üzerine, papa
Eugenius'un teşviki neticesinde İkinci Haçlı Seferi
başlatıldı. Alman İmparatoru komutasında 75.000 kişilik ilk
kafile, Konya Ovasına geldi. Bu ordu, Türkiye Selçukluları Sultanı
Birinci Mesud tarafından imha edildi. Alman İmparatoru, canını zor
kurtararak, beş bin kişiyle İznik'e sığındı. Fransa Kralı
Yedinci Louis, 150.000 kişi ile yola çıktı. Alman İmparatoru'nun
geriye kalmış döküntü kuvvetleriyle İznik'te birleşti. Bu
kalabalık orduya karşı meydan muharebesi yapmayı uygun bulmayan
Sultan Mesud, Haçlıları, Toroslar geçidine çekti. Burada büyük
kayıplara uğratılan Haçlıların artıkları, Antakya'ya
sığındılar. Şam'ı muhasara ettilerse de, Türkler tarafından
mağlup edildiler.
Üçüncü Haçlı Seferi
(1189-1192):
Selahaddin Eyyubî, Şiî-Fatımî Devletini ortadan kaldırıp,
Eyyubî Devleti'ni kurduktan sonra, Haçlılara karşı harekete
geçti. 1097 senesinden beri Haçlıların elinde bulunan Kudüs'ü,
1187 senesinde ele geçirdi. Bunun üzerine Papa Üçüncü
Clemens'in teşvikiyle Fransa ve İngiltere Kralları ile Alman
İmparatoru, Üçüncü Haçlı Seferi'ne katıldılar. Avrupa'nın
en ünlü kral, imparator ve kumandanlarının katıldığı bu sefer,
meşhurdur.
Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa, kara yolu, Fransız Kralı
Philippe Auguste ile İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard, deniz
yoluyla hareket ettiler. Türkiye Selçukluları Sultanı İkinci
Kılıç Arslan, Alman İmparatoruna Anadolu'ya girmemesini ikaz
etmişse de, kabul etmedi. Türkler'i dinlemeyen İmparator Friedrich
Barbarossa, ordusunun büyük bir kısmını Selçuklu askerlerinin
elinde kaybetti. Sonunda, Akdeniz'e ulaşamadan nehirde boğuldu.
Başsız kalan ve ağır zayiat veren haçlılar, perişan bir
vaziyette Filistin'e ulaştılar. İngiltere Kralı, deniz yoluyla
Kıbrıs'a varıp, Bizans valisini adadan kovarak Latin
Krallığı'nı kurdu. Kıbrıs'tan Akka'ya geçen Arslan
Yürekli Richard ve deniz yoluyla Akka'ya varan Fransız Kralı, uzun
süren muhasaradan sonra kaleyi aldı. Kudüs'ü yeniden almak için
savaştılarsa da muvaffak olamadılar. Fransa ve İngiltere kralları,
acı tecrübeler ve ağır kayıplar neticesinde, Kudüs'ü
alamayacaklarını anlayınca, ülkelerine döndüler.
Dördüncü Haçlı Seferi
(1204):
Papa Üçüncü Innocentius'un çağrısı, Foutges de Neville'nin
propagandası neticesinde Bonifacio'nun tertip ettiği bu Haçlı
seferine Almanya İmparatoru Altıncı Heinrich katıldı. Haçlılar,
Venedik gemileriyle İstanbul önüne geldiler. 1204 yılında
Bizanslılardan İstanbul'u aldılar. Bizans İmparatoru, tahtını
İstanbul'dan İznik'e taşıdı. Bu olay, Bizans tarihinde ilk
defa oluyordu. Nihayet İstanbul'da 1261 senesine kadar devam eden
'Latin İmparatorluğu' kuruldu. Bu sefer sonunda Venedik ve
Ceneviz Devletleri, Yakındoğu'da, büyük nüfuz ve toprak
parçaları elde edip zenginleştiler. Haçlılar, dindaşları olan
İstanbul'un Ortodoks Hıristiyanlarına, çok zulüm ve eziyet
yaptılar. İstanbul'un sanat eserleri, zengin olmak hırsıyla
tahrip edildi, evler yağmalanıp, binlerce İstanbullu, şehrin
tarihinde görülmemiş, insanlık dışı tecavüzlere uğradı,
soyuldu ve işkenceyle öldürüldü. Dördüncü Haçlı Seferinden,
Müslümanlardan ziyade Ortodoks Hıristiyanlar zarar gördü.
Beşinci Haçlı Seferi
(1217-1221):
Papa Üçüncü Honorius'un teşvikiyle Macar Kralı İkinci Andrias,
Kuzey Avrupa'dan gelen Haçlılarla, 1217 senesinde Akka'ya geldi.
Kral Andrias, Müslümanlar karşısında dayanamayınca, geri döndü.
Geride kalanlar Dimyat'a saldırıp, şehri aldılar. Daha sonra
Kahire'ye yöneldilerse de Eyyubîler tarafından bozguna
uğratılıp, dağıtıldılar.
Altıncı Haçlı Seferi
(1228-1229):
Papa Dokuzuncu Gregorius'un teşvikiyle Alman İmparatoru Üçüncü
Frederich tarafından tertip edildi. Alman İmparatoru Kudüs'e kadar
geldi. Eyyubî Sultanı Melik Kâmil'in dış baskılardan
bunaldığı bir devrede, Haçlıların Kudüs'e gelmeleri antlaşma
zemini doğmasına sebep oldu. Antlaşma ile Kudüs Haçlıların eline
geçti. Fakat Türkler tarafından mağlup edilmeleri sonucunda şehir,
tekrar Eyyubîlere teslim edildi.
Yedinci Haçlı Seferi
(1248-1254):
Kudüs'ün Müslümanlar tarafından alınması üzerine, Fransa
Kralı St. Louis tarafından tertip edildi. Mısır'da yeni kurulan
Memlûklular, Haçlıları, 1250 senesinde, Mansûre Meydan
Muharebesi'nde mağlup edip, Fransa Kralını da esir aldılar.
Haçlılar dağıldı. St. Louis, Dimyat'ı Müslümanlara verip
ülkesine döndü.
Sekizinci Haçlı Seferi
(1268-1270):
Antakya'nın Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve Yedinci
Haçlı Seferi'nin öcünü almak için Fransa Kralı St. Louis
tarafından düzenlendi. Bu seferin hedefi, Kudüs olmayıp, Akdeniz
kıyılarındaki Müslüman denizciler üzerineydi. St. Louis,
Tunus'a çıktıysa da, salgın hastalıktan öldü. Fransa ordusu
geri döndü. Bu sefer de başarısızlıkla sonuçlandı.
·
1096-1270 seneleri arasında, Müslümanlara karşı düzenlenen
Haçlı seferleri sonucunda, bir takım Lâtin devletleri kuruldu.
Bunlar, Kudüs Krallığı, Kıbrıs Krallığı, Trablus Kontluğu,
Antakya Prensliği, Urfa Kontluğu, İstanbul Lâtin İmparatorluğu,
Mora Prensliği, Atina Dukalığı, Kefalonya Kontluğu, Naksos
Dukalığı, Saint Jean Şövalyeleri idi. Bu Lâtin devletleri,
Türkler tarafından ortadan kaldırıldı ve Haçlılardan hiçbir iz
bırakılmadı.
Temeli Haçlı Seferleri ile atılan Avrupa tarihi müthiş bir vahşet
tarihidir. Haçlı kaynaklar bu vahşetin akla durgunluk verecek
hikâyeleriyle doludur. Meselâ Fransa Enstitüsü üyelerinden Funde
Brentano'nun "Les Croisades" adındaki eserinde şöyle yazar:
"İlk Haçlı seferinin Pierre L'Ermite (Piyer Lermit) idaresindeki
öncü kuvvetleri 1096 tarihinde İstanbul önlerine geçirilip
Türklere karşı sevk edilince, tıpkı eşkıya çeteleri şeklinde
öteye beriye saldırıp haydutluğa kalkışan mülevves haçlılar
İznik civarında ellerine geçirdikleri masum çocukları pişirmek
için parçalıyorlar veyahut kazıklara geçirerek ateşte
kızartıyorlardı." Yine aynı eserde ünlü haçlı kaynağından
alınan ve Halep'in "Maarra" kasabasının haçlılar tarafından
kuşatılmasına ait olan şu olaya rastlanmaktadır: "Türk
şehitlerinin cesetlerini doğrayıp etlerini kızartarak yiyorlardı.
Açlık öyle bir hal almıştı ki, halk tabakasına mensup olan
haçlılar kasaba civarındaki 15 günü geçen bir zamandan beri
serili duran kokmuş müslüman cesetlerini büyük bir iştahla yemek
zorunda kaldılar." (Atıf Bilgili, İlkadım, Temmuz 2004)
Bu vahşi sürülere Selçuklular Anadolu'yu mezar ettiler.

İkinci Haçlı Dalgası:
(Osmanlı Türkleri'ni Balkanlar'dan Çıkartmak İçin Tertip
Edilen Haçlı Seferleri:)
Bir müddet ara verilen Haçlı Seferleri Osmanlı Türkleri'nin
Balkanlara geçerek burada hızlı bir şekilde fütuhata devam etmesi
üzerine yeniden başladı.
Sultan Birinci Murad 1362 yılında Edirne'yi fethetti. 1364
yılında Papa'nın çağrısı üzerine toplanan Haçlı ordusu
Edirne'ye kadar geldi. Hacı İl Bey komutasında Osmanlı ordusu
Sırpsındığı denilen mevkide Haçlıları perişan etti. Bu zafer
Osmanlı'ya Balkan topraklarını tamamen açmış oldu. Dedeağaç,
Gümülcine, Kavala, Drama, Samakov Osmanlı'ya geçti.
1389 yılında toplanan başka bir Haçlı Ordusu Birinci Kosova
Savaşı olarak tarihe geçen harpte başkumandanları dahil sekiz saat
içerisinde imha edildi. Sultan Murad Hüdavendigâr harp sahasını
gezerken yaralı bir Sırp askeri tarafından şehid edildi. Bu
zaferden sonra Balkanlar tamamen Osmanlılar'ın eline geçmiş oldu.

Yıldırım Bayezid'in İstanbul'u kuşatması üzerine 1396
yılında muazzam bir Haçlı ordusu daha tertip edildi. Macaristan,
İngiltere, Fransa, Norveç, İskoçya, Polonya, İspanya, Aragon
krallıkları, Almanya İmparatorluğu, Venedik Cumhuriyeti, Papalık,
Rodos ve Ceneviz kuvvetlerinden oluşan Birleşik Haçlı ordusu
100.000 ölü, 10.000 esir bırakarak yok edildi.
İkinci Murad Han devrinde Haçlılar Osmanlı'ya karşı dördüncü
defa bir araya geldi. Macaristan, Almanya, Polonya, Bizans, Venedik,
Papalık... gibi devletlerin orduları bir araya geldiler. 1444 Varna
Savaşı'nda düşman ordusu imha edilmesine karşılık Osmanlı
ordusu sadece 150 şehid vermişti.
Haçlılar 1448 yılında tekrar şanslarını denediler. 100.000 kişi
toplamışlardı. Yine büyük bir bozgun yaşadılar. Bu,
haçlıların Osmanlı Türkleri'ni Balkanlar'dan çıkartmak için
son teşebbüsleri oldu. Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar
Balkanlar'ı Haçlılar'a mezar ettiler.
Modern Avrupa tarihinin Haçlı Seferleri ile başladığını
söylemek mümkündür. Bu sebeple Türk'ü Anadolu'dan çıkarıp
atmak fikri Haçlı Batı'nın damarlarına, genlerine işlemiştir.
Nitekim bütün iç çekişmelerine rağmen her fırsatta Türklere
karşı birlik olmuşlardır. Birinci Dünya harbinde Kudüs'ün
elimizden çıkması üzerine, müttefikimiz olan Almanlar, bayram
yapmıştır.
Bugün de değişik kisveler altında Haçlı seferleri devam
etmektedir. Zira Batı'nın temel zihniyeti budur. Bush Irak'a
asker gönderirken "Haçlı seferi yapıyoruz." demiştir. Bütün
çıkar çatışmalarına rağmen Batı'nın Türkiye'nin
parçalanması noktasındaki işbirliği dikkat çekmektedir. İşte
bunların durumu budur.
Bu küffarı dost edinenlerin durumunu siz düşünün. Bunların
-tarihte- saltanat kaygusu ile küffarla anlaşanlarla durumunu siz
kıyas edin.

6 - "Sizi silâh ile yenemeyenler kendilerine benzeterek, millî ve
mânevî değerlerinizden kopararak yendiler ve hakimiyet sağladılar.
Giyiminizden yaşantınıza kadar her şeyi kendilerine benzettiler.
Ahlâkî değerlerinizi yıprattılar. Ve sonra kendi içinizde sizi
bölmeye başladılar."
Görüldüğü gibi Hıristiyan Batı Türkler'i bu topraklardan
çıkartmak ve yoketmek gayesiyle defalarca bıkmadan Haçlı seferleri
düzenlemiştir. Fakat her seferinde yenilmişler ve büyük bir
hüsrana uğramışlardır. Bu durum Avrupalılarda Türkler'in harp
ile yenilemeyeceğine dair bir kanaat oluşturdu. Zira Küffar âlemi
Türkler'in bu güçlerini imânlarından aldıklarını
anlamışlardı. Bunun için bu milleti içinden yıpratmanın ve
yıkmanın yollarını aradılar ve bu yönde büyük gayretle, sinsice
çalışmalar yürüttüler.
1710 yılında İngiliz sömürgeler bakanlığının emriyle Mısır,
Irak, İran, Hicaz ve hilâfet merkezi İstanbul'da casusluk
faaliyetlerinde bulunmak ve batı çıkarları adına gizli bilgiler
toplamak üzere görevlendirilmiş bir İngiliz ajan misyoneri olan
Hampher; "İslâm'ı Nasıl Yok Edelim, Bir İngiliz Ajanının
Hatıraları" isimli kitabında İslâm'ı nasıl yıkacaklarını,
neler yaptıklarını, bu tarihte beş bin olan hıristiyan
misyonerlerinin neler yaptığını, kendisinin Osmanlı devletini
yıkmak, müslümanları dinden uzaklaştırmak, fitne ve fesat
çıkarmak için nasıl çalışmalar yapıp, tohumlar ektiğini
hatıratında yazmıştır.
Öyle ki; Vehhâbîliğin kurucusu olan Muhammed bin Abdulvehhab'ı
nasıl kandırıp yoldan çıkardıklarını, nasıl onu İslâm'ı
yıkmak, müslümanları parçalamak için kullandıklarını açıkça
bir bir anlatmaktadır.
Misyoner Rahip Samuel Zwemer de:
"Müslümanları vaftiz etmek için boşuna çabalayıp
durmayalım... Başka yollar deneyelim. İslâm ülkelerinde
girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, hıristiyan adetlerini,
hıristiyan bayramlarını, hırıstiyan kültürünü, hıristiyan
ahlâkını aşılayalım." demiştir.
Osmanlı Devleti'nin yıkılmasının sebeplerinden birini oluşturan
misyoner çalışmalarının en bariz özelliğini, yine Hampher'den
okuyoruz. "Orta halli âileler için yaptığımız okullarda
çocuklar eğitmeliyiz. O bölgelerde çok sayıda kilise inşa
etmeliyiz. İçki, kumar, fuhuşu öyle yoğunlaştırmalıyız ki,
genç nesil İslâm'dan tamamen yüz çevirsin."
"Müslümanların ırkçı, milliyetçi duyguları kamçılanacak,
din âlimleri ile halk arasındaki karşılıklı sevgi, saygı,
dostane ilişkiler bozulacak (âlimlere iftira etmek gibi) kâfirlerle
cihadın vâcip olduğu inancı sarsıntıya uğratılacak."
"'Hazret-i Peygamber'in dinden maksadı sadece İslâm dini
değildir. Yahudi ve hıristiyan ve diğer dinlerin takipçileri de
müslümandır.' zihniyetini yerleştirmek..."
Yani küfrü hoş görmek ve göstermek. Küfre kucak açmak. Bu
Küfrü hoşgörü ve diyalog çalışmalarının kaynağının nereden
geldiğini görüyorsunuz değil mi? Müslümanları küfre teşvik
etmek ne büyük nankörlüktür.
"İslâm'ı karıştırıcı bir din olarak tanıtmak."
Şu an öyle yapmadılar mı? İslâm'ı terör dini gibi göstermeye
çalışmıyorlar mı?
"Âilelere nüfuz ederek âile içi ilişkiler, sömürü
kültürüne göre düzenlenecek."
"Müslüman kadınların tesettürden vazgeçmesi için olağanüstü
çaba sarfetmek."
Ve daha nice fitne ve fesat yayıcı taktikler için bu kitap ilk
kaynaklardan birisi olmuş ve bu taktikler ajan-misyonerler ve onların
kuklaları tarafından İslâm ülkelerinde tatbik edilmiştir.
Binaenaleyh Türkler'i yıkmak için bu sinsi ve iğrenç taktikler
gizli gizli kullanılmıştır. Günümüzde de şiddetle kullanılmaya
devam edilmektedir.
Nitekim ihaneti sebebiyle İkinci Mahmud Han tarafından 1821'de
Fener Patrikhanesi'nin orta kapısında idam edilen patrik
Ghrighorius, Rus çarı Aleksandr Nikola'ya gönderdiği gizli
mektupta; Türkler'in ancak sinsi yöntemlerle içeriden
çökertilebileceğine dair şu tavsiyelerde bulunmuştu:
"Türkler'i madden ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü
Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve
mukavemetlidirler; gayet mağrurdurlar ve izzet-i imân sâhibidirler.
Bu hasletleri dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ
göstermelerinden, an'anelerinin kuvvetinden ve pâdişahlarına olan
itaat duygularından ileri gelmektedir. Türkler zekidirler ve
kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip
oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Türkler'in evvelâ
itaat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalayıp, din
sağlamlığını zayıflatmak lâzımdır. Bunun da en kısa yolu,
onları millî geleneklerine ve mâneviyatlarına uymayan hâricî
fikir ve hareketlere alıştırmaktır.
Mâneviyatları sarsıldığı gün, Türkler'in çok güçlü ve
kalabalık kuvvetler karşısında kendilerini zafere götüren asıl
kudretleri sarsılacak ve artık onları maddî vâsıtaların
üstünlüğü ile de yıkabilmek mümkün olacaktır. Bu sebeple
Osmanlı devleti'ni yıkmak için, harp meydanlarındaki zaferler tek
başına kâfî değildir. Yapılacak olan; Türkler'e bir şey
hissettirmeden, bünyelerindeki bu tahribâtı tamamlamaktır." (Rus
sefîri İgnatiyef'in "Hâtırât"ından naklen.)
Bu tahribâtın bu necip milleti ne hâle düşürdüğü bugün
ayan-beyan ortadadır.
Onların nazarında "Türk" demek "Müslüman" demekti,
"İslâm" demekti. İslâm'a giren bir kimseye "Türk oldu"
derlerdi. "Türk" küffara karşı sabırla ve yıkılmadan cihad
eden müslüman demekti. Bu sebeple özellikle Hıristiyan din
adamları bütün kinlerini hususiyetle Türkler'e karşı
yönelttiler. Yazarları "Türkler"i bütün kötülüklerin
temsilcisi gibi takdim etti. Bugün dahi Batı insanı bu minval üzere
yetiştirilmekte, Türk düşmanlığı ile yoğrulmuş eserleri
okuyarak kişiliğini şekillendirmektedir. Yunanistan, Ermenistan gibi
ülkelerde "Türk düşmanlığı" millî ve dinî bir kimlik
haline gelmiştir. Bu sebeple bunların bize gösterdikleri herhangi
bir yakınlığın altında mutlaka kendi hesaplarına bir gizli niyet
vardır. Gerekirse "Türk"e iftira atmak onlar için bir ibadet
gibidir.
Bu zihniyetin bir neticesi olarak bu vatanda dahi "Türk'e iftira
atmak" ödüllendirilen bir hâl almıştır. Ne idüğü belirsiz
bir yazar çıkıyor "Türkler bir milyon Ermeni'yi, otuz bin
Kürt'ü katletti." diyebiliyor. Daha vahimi bu iftira
karşısında bizim sessiz kalmamız, demokrasi adına bu adamı
baştacı etmemizi istiyorlar. Bütün Avrupa, Amerika'sına kadar
arkasında saf tutuyor. Bunun sebebi yukarıda anlatılanlardır.
Bunlar kendilerine ait bütün kötülükleri bu İslâm milletine
yamamaya çalışırlar. Bu milletin direncini kırmak için de sinsice
içimizdeki hainleri, medyayı kullanarak içeriden taarruz ederler.
Dinsizliğin ismini değiştirdiler "Medeniyet" dediler, vahşetin
ismini değiştirdiler "Demokrasi" dediler. İftiranın ismini
değiştirdiler "Fikir hürriyeti" dediler.
Şimdi siz kıyas edin, Avrupa istedi diye bu iftiralara sessiz kalan,
mahkemeleri durdurtanların durumunu.

"7 - Selçuklu ve bilhassa Osmanlı; canını, kanını ve malını
İslâmiyet uğruna feda etmeseydi, Kuzey Afrika ve Ortadoğu
hıristiyan ülkesi olurdu. Ve belki İslâmiyet Hicaz'da azınlık
olarak kalırdı. Batı her yerde İslâmiyet'i kendi inançlarına
göre kanalize etti, ama Osmanlı Asr-ı saâdet devrindeki inancı
devâm ettirdi."
Profesör'ün bu tespiti Batı'nın ortak kanaatidir. Nitekim
müsteşriklerden Türkiyatçı Leon Kahun: "Eğer Türkler'in
himmeti olmasaydı, İslâm medeniyeti o kadar yükselmez ve o derece
geniş iklimlere yayılmazdı." demiştir.
Hazret-i Allah bu millete İslâm dinini nasip ettiği gibi, İslâm
dininin ve müslüman ülkelerin müdafii ve hamisi olmayı
lütfeylemiştir. Bu çok büyük bir şereftir. Yukarıda da
görüldüğü gibi hemen bütün Haçlı seferleri Anadolu ve
Balkanlar'da Türkler'in göğsünde eriyip yok olmuştur. Ve bu
Haçlı seferleri müslüman Türk'e karşı yapılmıştır. Önce
Anadolu'dan çıkarmak için sonra da Balkanlar'dan atmak için.
Üstelik nasıl ki Haçlılar sırf küfür gayretiyle bu seferleri
tertip etmişlerse, Türkler de sırf Allah için onlara karşı cihad
etmişler. Ve Hazret-i Allah da atalarımızı lütfu ile destekleyerek
onlara nice zaferler müyesser eylemiştir.
Selçuklular olsun, bilhassa Osmanlılar bu uğurda canlarını ve
mallarını sırf Allah için akıtmışlardı. Dünyevî maksat ve
kaygılar daima arka planda idi. Gerçek ve öz niyet "Allah
için"di. Onlar sefere çıkarken bu vatanı Hazret-i Allah'a
emanet eder, öyle çıkarlardı. Hazret-i Allah da bu emaneti almış
kabul eylemiştir ki, bu sebeple içten dıştan o kadar taarruza
rağmen hâlâ ayaktadır. Bu böyle bilinmelidir.
Bütün darbelere, bu kadar bozulmaya rağmen bu milletin Allah'a ve
Peygamber'ine bağlılığı bozulmadan devam etmektedir.
Bunu küffar bizden daha iyi bilir.
Nitekim "Saltuknâme" adlı eserde belirtildiğine göre;
hıristiyan hükümdarlar bir gün papanın huzurunda toplanmışlar;
"Bir çâre ve tedbir edün ki Türkler'e gâlib olalum!" diyerek,
kendilerince Türkler'i Anadolu'dan ve Arabistan topraklarından atma
kararı almışlardı. Ancak bu sinsi plânı yeterli görmeyen bir
râhip, kalabalığın arasından sıyrılarak yüksekçe bir yere
çıkıp; "Beğler! Bilün ki Muhammed'ün cesedi Türkler'in içinde
oldukça siz Türkler'i mahkûm edemezsiz. Ben bir fikr eyledüm, ne
dersiz?" deyince; "İmdi nice tedbir etdün, bize bildür!"
demeleri üzerine: "Bir nice kişiyle sûret değiştirelüm, varup
Muhammed'ün kabrinden cesedin çıkaralum, alup buraya getürelim!
Muhammed'ün rûhu bizüm ilimizde dura, cümle müsliman halkı bize
muhtâc ola, ilimüz şen ve ma'mur ola! Ve Türkler bize nice ki
Beytü'l-Makdis'i ensemüze sille urup ziyaret etdürür, biz dahî bu
Türkler'ün enselerine sille urup Peygamber'lerini ziyâret
etdürürüz!" cevabını verdi. Küffar beyleri papazın bu fikrini
çok beğendiler. Bu plân sayesinde, güyâ hem kaybettikleri
topraklara kavuşacaklar, hem de Peygamber'lerinin naaşını
kaçırmakla, akılları sıra Türkler'e misilleme yapıp onlardan
intikam alacaklardı.
Ancak Papa, bu suikastin ne büyük tehlikeler doğuracağını tahmin
edebilecek kadar zeki bir kimse idi: "Aman ha! Sakınun, bu iş
fesaddur! Türkler'i üstümüze salarsız, 'Bizüm Peygamber'imüz
nerede ise biz de oraya varalum!' deyû bir uğurdan üstümüze
gelürler, nisbet ve gayret ederler. Ölümden korkmaz bir tâifedür,
ansızın ilimizi elimüzden alup hep bizi kırarlar. Ben bunu
istemezem!" deyip, onları bu sakat ve amiyane fikirden vazgeçirmeye
çalıştı. (Ebu'l-Hayr-ı Rûmî, "Saltuknâme", s. 315-316.)
Görüldüğü gibi küffar bile Türkler'in Peygamber'lerine olan
bağlılığı karşışında hakikati teslim etmek zorunda
kalmıştır.
Türkler'in bu samimiyeti ve teslimiyeti sebebiyle bilhassa
Osmanlılar aynı Asr-ı saadetteki gibi sağlam bir itikat sahibi
olmuşlardır.
Türkler'in samimiyetini ve cihadçı ruhlarını ünlü tarihçi
Bernard Lewis "Sınır İslâm'ı" kavramı ile izah etmeye
çalışmıştır:
"Halifeliğin sınırlarında, Doğuda ve Batıda, sınır
savaşçıları ...diğer yerlerde kaybolmuş bulunan ilk İslâmiyetin
sadeliğini, militanlığını ve hürriyetini hâlâ muhafaza
ediyorlardı.
...Türkler İslâmlıkla ilk kez sınırlarda karşılaşmış ve
inaçları o zamandan şimdiye kadar sınır İslâmlığının ve
sınırda oturanların mücahit ve sade dininin bazı kendisine özel
niteliklerini korumuştur." (Modern Türkiye'nin Doğuşu, sh: 11)
Lewis Türkler'in bu samimiyet ve başarısını tespit etmekle
beraber bu durumu savaşçılığa indirgemeye çalışsa da
"Selçuklular idaresindeki Sivas ve Konya gibi, şimdi de
Osmanlıların egemenliğinde Bursa, sonra Edirne ve nihayet İstanbul,
sünni İslâmlığın bütün cihazlarına bürünerek Müslüman
kentleri, Müslüman hayatın ve kültürün merkezleri oldular."
diyerek buralarda inşa edilen medeniyeti de itiraf etmek zorunda
kalmıştır.
Türkler'in bu yüksek ruhunun kaynağını tasavvuftan aldığını
yine aynı tarihçi şöyle tespit etmektedir:
"Orta Asya'da gezginci dervişler ve sûfîler tarafından büyük
çoğunluğu İslâmiyete sokulmuş olan Türkler...
...Onların hocaları, ...genellikle Türk olan dervişler, gezgin
zâhitler ve mutasavvıflar idi." (Bernard Lewis, Modern
Türkiye'nin Doğuşu, sh: 11-12)
Binaenaleyh o zamandan beri küffar, Müslüman Türkler'in dinleri ve
Peygamber'leri uğrunda gerektiğinde canlarını ve mallarını fedâ
etmekten çekinmeyen bir millet olduğunu bildikleri için, daima
başka yollardan yenmenin çarelerini aramışlar; ancak, asırlar
boyunca buna bir türlü imkân bulamamışlardı. Küffar harp
sahasında yenemediği bu milleti, ancak içlerine nüfûz ederek
-mâneviyatlarını öldürmek ve kendilerine benzetmek suretiyle-
yıkabileceğine kanaat getirdi. Bu milletin kuvvetini aldığı
kaynağı tespit ettikten sonra da bu kaynağı bozmaya çalıştılar.
Ki Türkler'i yıkabilsinler.
Nitekim Prof. Oktay Sinanoğlu da aynı tespiti yapmaktadır:
"Batı bizden aldıkları ilimleri bize karşı güç oluşturmak
için kullanıp güçlendikçe bizi ortadan kaldırmanın yollarını
aramaya başlamıştır. Bu işe özellikle 1700 başlarında
soyunmuşlar. Fiziki olarak Türklerle başa çıkmamız mümkün
değil demişler. Onun için biz olsa olsa bunları içinden
yıkabiliriz demişler. Araştırmışlar, bakmışlar ki Türk'ün
kuvveti tasavvuftan, gelenek ve göreneklerinden, insanlık anlayışı
gibi hasletlerden geliyor. Dolayısıyla biz bunları içinden bozarsak
bu işi ancak öyle hallederiz. Ne kadar sürer demiş İngiliz.
'Biz, belki torunumuz da sonucu göremeyecek, ama biz ondan sonrası
için çalışıyoruz.' demiş. İngiliz bu planla Hicaz'da
Vâhâbîlik gibi sahte bir mezhep kurdu. Şimdiki Suud kralları da
bunların torunlarıdırlar. Vâhâbîler ilk iş olarak Hicaz'da
bulunan 300-350 bin Türkü kestiler. (İngiliz Hindistan'da da sahte
Ahmedî mezhebini kurdu.)" (Oktay Sinanoğlu, Hedef Türkiye, sh:
137)

8 - "Kilise size kin kusmaktadır. Sebepleri yukarıdadır."
Asırlar boyunca üç kıtada İslâm sancağını dalgalandıran,
fethettikleri beldelerde küfrün ve kâfirlerin kökünü kazıyan
Türkler, bu vasıflarıyla iman edenler tarafından dâima sevgi ve
hayranlıkla yâd edilirken, içleri kin ve küfürle dolu olan küffar
tarafından da nefretle karşılanmışlardı.
Dördüncü Mehmed döneminde Osmanlı'nın mâlî ve idârî yönden
büyük bir buhran yaşamasını ve içte ve dışta patlak veren
isyanlarla uğraşmasını fırsat bilen Eflâk voyvodası Kostantin,
Osmanlı'ya karşı küstahça ve isyankâr bir tavır
takınmıştı. Fener Rum Patriği üçüncü Parthenios bu durumdan
ümide kapılarak, din-i İslâm'ı yıkma ve hristiyanlığı
dünyaya yayma hayâliyle ona gizli bir mektup yazıp, onu
Osmanlı'ya karşı iyiden iyiye kışkırtmaya kalkışmıştı.
Netîcede mektubu götüren ulak yakalanmış ve patriğin bir vatan
hâini olduğu ortaya çıkmıştı.
Devrin târihçisi Na'imâ, "Târîh-i Na'imâ"da bu hâdiseden
şöyle bahsetmiştir:
"İstanbûl'da rûm patrîki olan müfsid; Eflâk voyvodası olub,
Kostantîn-nâm sefile fesâdı telkin eden, ağzıyla yazıp
gönderdiği bâtıl mektub yakalanıp hıyâneti zâhir olup,
kendisine gösterilüb suâl olundukda, cevâbında: 'Her sene sadaka
tahsîli içün bu sözlü kâğıdı gönderegelmişizdür!' deyû
itiraf etmeğin Parmakkapu'da idam olundu." ( Na'imâ,
"Târîh-i Na'imâ", c. 6, s. 264.)
Çünkü Parthenios, mektubunda Kostantin'i devletin yıkıma hazır
olduğunu söyleyerek açıkça tahrik ediyor ve İslâm topraklarını
kendi dindaşlarına peşkeş çekmeye çalışıyordu.
Na'imâ, Parthenios'un "Mektub"unda yazılı olan satırları
bize şöyle nakleder:
"Mel'unun kâğıdında yazılı olan bu ki;
'Müddet-i devr-i İslâm tamam olmağa az kalmışdır. Dîn-i
isevî tekrar âleme hakim olacakdır. Ona göre tedârükde olasız!
An-karîb (pek yakında) cümle vilâyetler mesîhîler eline girüb,
ashâb-ı sâlib ve nâkus (haç ve çan ashâbı) tamâmen memâlike
(memleketlere) mâlik olsa gerekdür!' demiş." ("Târîh-i
Na'imâ", c. 6, s. 264.)
Patrik Parthenios, hâinliği ortaya çıkıp da, içinde serbestçe ve
rahatça yaşadığı toprakları Osmanlı'nın ezelî
düşmanlarına peşkeş çekmeye kalkıştığı sâbit olunca;
Köprülü Mehmed Paşa'nın emriyle, 1657 yılı Nisan ayında
Parmakkapı'da asılmıştır.
Osmanlı Devleti'ne yaptığı ihanet nedeniyle idam edilen bir başka
patrik ise, Fener patrikhânesinin orta kapısında asılan Patrik
Ghrighorius'dur. Bu patrik idam edilmeden önce, asırlar boyunca
hiçbir baskı görmeden himâyeleri altında yaşadığı Müslüman
Türk milletine karşı o güne kadar içinde biriktirdiği kin ve
küfrünü kusarak; "Bizans kartalı uçacak, âyin tamamlanacak,
Türkler İstanbul'dan kovulacaktır! Bu gerçekleşinceye kadar bu
kapı kapalı kalacaktır!" safsatasını tekrarlayıp durmuştu.
(Yusuf Turgut, "Karadeniz Haber Gazetesi"ndeki makâleden.)
Bu kapıyı hâlâ kapalı tutmaları, Türkler'e duydukları
kinlerinden bugün dahî hiçbir şey eksilmediğini açıkça ortaya
koymaktadır.
Nitekim dikkat edilirse, Ermeniler'in olsun, Yunanlıların olsun
Türklere olan kinlerini hep kilise körüklemiştir. Bosna'daki
müslüman katliamında da, Kıbrıs'taki Türk katliamında da
papazlar daima ön saftadır. Bu asırda dahi hep sahte belge ve
bilgilerle, yalan, dolan ve iftiralarla kendi milletlerini Türkler'e
karşı kışkırtmak için her yolu denemektedirler.
Nitekim Yunanistan'ın kurulmasıyla sonuçlanan Mora isyânından
sonra, patrikhâne rahat durmamış; Osmanlı topraklarında yaşayan
Rumlar'ı devlete karşı kışkırtmak için devamlı faaliyette
bulunmuştur. Patriklerin dışarıdan destekli olarak başına buyruk
tavırlarla hareket etmeleri, Osmanlı Devleti'nin yıkılışını
daha çok hızlandırmıştır.
Bunların en mühim örneklerinden biri İkinci Abdülhamid Hân
döneminde, 1904 yılında ortaya çıkmıştır. Devletin meşgul
olduğu mâlî kriz ve siyâsî çalkantıları fırsat bilen Fener Rum
patriği, o güne kadar Osmanlı kanunlarına bağlı olan
patrikhâneyi "Bizans kanunu" adını verdiği bir kanunla
yönetmeye başlamış; böylelikle Osmanlı hükümetine karşı isyan
bayrağı çekerek, Bizans'ı ihyâ yönündeki gizli niyetini ortaya
çıkarmıştır.
Sultan Abdülhamid Hân bu "Bizans kanunu" safsatasını işitince
oldukça hiddetlenmiş ve derhâl saray baş kâtibini çağırtarak,
Fener Rum patriğine hitâben şu fermânı yazdırmıştır:
"Rûm patrikhânesi meclisinde cereyân eden dâvâlara 'Bîzâns
kânûnu' nâmıyle bir kânûnun tatbîk olunduğu haber alınmış
olub, ilk def'â olarak kulaklarına giden bu 'Bîzâns kânûnu'
garibliğe şayan bulundu. Memâlik-i şâhâne kapısında,
pâdişâh-ı devlet-i âliyye-i Osmâniyye'nin pây-i tahtında,
eski kanunların gayr-i müslim tebaanın kânûnu olamayacağı ve
buna böyle bir isim verilemeyeceği, bu türlü şeylere kat'iyyen
meydân verilmemesi, pâdişâhımız Efendimiz'in emir ve irâdeleri
gereğindedir!" (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrâde Husûsî,
nr.: 13.)
Buradan da açıkça anlaşılıyor ki; patrikhâne İslâm'ın
gösterdiği müsâmahaya hiçbir zaman lâyık olamamış, dâimâ
Bizans'ı ihyâ etme hayâlleriyle yaşamıştır. Bu niyetlerinin
değiştiği sanılmamalı, vatanı muhâfaza için gerekli tedbirler
alınmalıdır.
Bir bu küffarın gayretine bakın, bir de bunları dost edinenlerin
gayretine!..

9 - "Ben İstanbul'a geldiğimde Türkiye'de 2 üniversite
vardı. Şimdi 19'a çıktı. Osmanlı devrinde medreseler köylere
kadar yaygın idi. Her medresede bilim vardı. İlk denizaltıyı
Osmanlı yaptı. Sizin haberiniz yok ama Avrupalı biliyor."
Bu profesör bu sözleri ile Osmanlı devrindeki ilim tahsilinin
zannedildiği gibi geri olmadığını izah ve itiraf ediyor. Bunu
söyleyen sıradan bir kimse değil. Almanya'dan gelip hocaların
hocası olarak ders veren bir bilim adamı. Sayfalarımızda
resimlerini gördüğünüz ilk denizaltılarımız gerçekten hayret
uyandıracak bir hadisedir. Zira Osmanlı öyle bir medeniyetin
devamıdır ki; bu medeniyet her şeyden çok yeni buluşlarla
gelişimini sürdürmüştü. Mimarları yerçekimine meydan okuyan
binalar dizayn ettiler. Matematikçileri bilgisayarların
yapılmasını ve encryption'in (şifreleme sistemi) bulunmasını
sağlayan cebir'i ve algoritma'yı icat ettiler. Doktorları insan
vücudunu incelediler ve birçok hastalığa çare buldular.
Astronomları göğü incelediler, yıldızları adlandırdılar ve
uzay araştırmaları ile uzaya yolculuğun önünü açtılar.
Bugünkü ilim ehli Osmanlı'ya teşekkür etmektedir.

10 - "Sizler milli kimliğinize dönerseniz Avrupa'nın medeniyeti
ve refahı yıkılır. Ama Batı size bu imkanı vermez..."
İslâm medeniyeti adalet, hakkaniyet üzerine kurulmuştur. Avrupa
medeniyeti ise sömürü üzerine kurulmuştur. Hakimiyetleri
altındaki ülkelerin bütün zenginliklerini kendi memleketlerine
taşımışlardır. Bunu yaparken çok büyük katliamlar,
soykırımlar, zulümler yapmaktan çekinmemişlerdir. Bu yüzlerini
gizlemek hususunda çok mahirdirler. Vahşetin ismini değiştirirler
demokrasi derler, dinsizliğin ve ahlaksızlığın ismini
değiştirirler medeniyet derler. Para ile gazetecilere yalan
yazdırırlar.
Bunların bu sahte düzenleri için en büyük tehlike bu milletin
millî kimliğine dönmesidir. Zira bunlar gerçekte adalet düzeninin
hakim olmasını, sömürü düzenlerinin yıkılmasını kesinlikle
istemezler.
Bunların durumu budur. Bu küffarı dost edinenlerin durumu bunlardan
daha kötüdür. Çünkü küffarın cephesi var. Bunlar ise müslüman
kisvesi altında bu icraatları yaparlar. Küffarın silahla
yapamadığını "Hoşgörü" maskesi altında yapmasına zemin
hazırlarlar.

--
Alanımızı Ziyaret Etmek İçin;
--------------------------------------------------------------------------------
[( http://groups.google.com/group/TurkArastirmaTeskilati )]
--------------------------------------------------------------------------------
T.A.T. Türk Araştırma Teşkilatı
T.I.O. Turk Investigate Organizations
T.S.T. Türk Sokak Timi
--------------------------------------------------------------------------------

--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
        Bu grubun  hiç bir siyasi oluşum, parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş, Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM  STANDIDIR.."
      Grupta yayınlanan  yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...

Grup Yöneticileri Mail Adresleri Aşağıdadır
kurtulusyolu99@gmail.com
bahadirserhad@gmail.com
forevermirza@gmail.com

Bu gruba posta göndermek için, mail atın: anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.