SÖZÜNÜ ESİRGEMEYEN
BİLGE SOYTARI
Ertesi sabah olduğunda, sarayda, soytarının kendini astığına dair dolaşan söylentiye kimse inanmak istemiyordu. Normal koşullarda, soytarı istediği şekilde davranabiliyordu. Ama, 1472 yılının o gününde fazla ileri gitmişti.
Masada oturuyorlardı. Kral biraz önce, güçlü dini duyguları nedeniyle Meryem Ana adına bir katedral yaptırmak istediğini açıklamıştı. Soytarı birden kendini yere attı ve dizlerinin üstüne çökerek kilisede gizlice dinlediği kralın sözlerini tekrarladı: "Kutsal Meryem Ana, lütfen Tanrı'dan beni bağışlamasını iste! Saint-Jean-d'Angelo'nun başpapazından zehirlemesini istediğim kardeşimin ölümünden dolayı beni bağışlasın..."
Salon tam bir ölüm sessizliğine büründü. İnsanlar, kardeşi Charles'ı öldürttüğü konusunda kral XI. Louis'den uzun süredir şüpheleniyorlardı; ancak, bunu açık açık dile getirmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı. Üstelik Louis, Charles'ın bütün sorumluluklarını üstlenmiş ve hizmetkârlarını da açıkta bırakmamıştı. Soytarı neden bu suskunluğu bozmuştu ki? Tamamen aptallığından mı kaynaklanıyordu, yoksa saraya sürekli alay malzemesi olan soytarı bir kez olsun ciddiye mi alınmak istiyordu? İkinci konuda kesinlikle başarılı olmuştu. Ancak, bu olayla birlikte varlığının temel dayanağı olan "soytarı özgürlüğü"nü de ortadan kaldırmıştı. Oysa varlığını, insanların komik adamları ciddiye almamalarına borçluydu.
Neden soytarılığı seçiyorlardı?
Nasıl ki kör insanların bu özürleri açıkça söz konusu edilmiyorsa, saray soytarısının aptallığı da yüzüne vurulmazdı. Soytarılık, resmi bir iş haline dönüştüğünde, bu tanım, zihinsel özürlü anlamına geliyordu; özellikle de Ortaçağ'daki soytarılar... O zamanlar, özürlü insanlar toplumdan dışlanıyor ve kendilerini bir bakım evine kabul ettiremezlerse dilenmek zorunda kalıyorlardı.
İyi kalpli biri ona küçük bir sanat, biraz hokkabazlık, dans, biraz da şarkı söylemeyi öğretirse ne kadar şanslıydı. Bu hünerlerle biraz olsun soyluların, hatta hükümdarların ilgisini çekiyor ve bu yolla sokaklardan kurtulabiliyorlardı. Nedeni soylulardaki acıma duygusu muydu, yoksa anormalliklere karşı duyulan ilgi mi bilinmez. Ancak, algılama zorluğu yaşayan ve gelişim bozukluğu olanlar özellikle tercih ediliyordu.
Hieronymus Bosch'un (1450-1516) "Deliler Gemisi" adlı tablosunda,
yaşam içinde yolculuk eden insanlar deliler gibi davranıyorlar.
Bilge olan gerçek deli ise, hepsinden ayrı durarak onlarla bir şey paylaşmak istemiyor.
Bazı saraylarda, bu insanları aşağılayıcı şeyler bekliyordu
Sarhoş askerler onu oradan oraya itip kakalıyor, sinirden kıpkırmızı oluncaya kadar eziyet ediyor, içki içilip düştüğü çaresiz durumla eğleniyorlardı. Soytarılar saray halkının eğlence malzemeleriydi. Ama hiç değilse başlarını sokabilecekleri bir evleri, yiyecekleri ve kişisel güvenceleri vardı; üstelik onlardan kurtulabilmek için özürlülerin şehir dışına kovulduğu bir dönemde...
Her dönem de saraydalar
Hükümdarlara iyi zaman geçirtebilmek için, her dönemde, sarayda hokkabazlar ve şaklabanlar bulunduruluyordu.
Mısırlı firavunlar, Orta Afrika'sın getirttikleri esmer tenli cücelerin akrobasilerini izleyerek eğleniyorlardı.
Çin'de, Hükümdar Çin Şi Huang-di'nin (M.Ö. 221–210) sarayında, kuzey sınır bölgesine inşa edilen ve binlerce insanın ölümüne neden olan büyük seti eleştirme hakkına sahip tek kişinin, hükümdarı eğlendirme görevini üstlenen Yu Sze olduğundan söz ediliyor. İmparator, Yu Sze'nin eleştirisi üzerine, hiç değilse duvarın boyanmasından vazgeçmişti.
Yunanlılarda "otlakçılar", yani davet edilmedikleri halde yemeklere katılanlar, bunun karşılığında masadaki insanları eğlendirmek zorunda kalıyor ve kendileriyle alay edilmesine izin veriyorlardı.
Romalı zenginlerin verdikleri ziyafetlerde, soyluları, şekil değiştirmiş, örneğin yiyeceklerle süslenmiş cüceler eğlendiriyordu. Saray soytarılarının birçok atası, efendileriyle ortak özelliklere sahipti. Örneğin, Roma İmparatoru Tiberius'un, sık sık bir ölüm cezasının daha uygulanması gerektiğini söyleyen (M.S. 14-37) şaklabanından çok korkuluyordu. Roma imparatorluk sarayında insanları eğlendiren Ulpian (ölüm yılı 223), bir adalet adamı olarak da isim yapmıştı.
Hun imparatoru Atilla'nın sarayında yaşayan (434–453) Serkan, onu eğlendiriyor, Gotlar ve Romalılarla görüşmelerde çevirmenlik yapıyordu.
Kadrolu çalışan olarak, ilk kez Osmanlı sultanlarının saraylarında görüldü
Şaklabanlar, kadrolu çalışan olarak, ilk kez Osmanlı sultanlarının saraylarında görüldü. Bazı araştırmacılara göre, Ortaçağ'daki saray soytarılarının kökleri Anadolu'ya uzanıyor. Son Haçlı Seferleri'ne katılan Hıristiyan şövalyeler, bu geleneği Osmanlı topraklarından ülkelerine taşımışlardı. Aslında, bu iş kolunun ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı hâlâ tartışılıyor; ne yazık ki elde pek fazla bilgi yok. Bazı araştırmacılar bu mesleğin, Eskiçağ'dan süregelen bir gelenek olduğunu düşünüyorlar. Bazıları da en geç 1000'li yıllarda, yani ilk Haçlı Seferi'nden 100 yıl önce Fransa'da böyle bir mesleğin var olduğuna inanıyorlar. Bu konuda en çarpıcı kanıtı, o dönemlerde Avrupa'da da oynanmaya başlayan satranç sunuyor. Oyunda kullanılan taşlar saray halkını simgeliyor. Şah ve vezirin yanında filler duruyor. Fransızca'da filler için "les fous", yani soytarılar tanımlaması kullanılıyor. Sarayda soytarılar olmasaydı, taşlara böyle bir ad verilmezdi. Gelecekte faklı bir imaj ile ortaya çıksalar da, bilimsel literatürde, zihinsel özürlü insanların milattan önceki toplumsal yaşamda rahip benzeri bir rol üstlendiklerine işaret ediliyor.
Soytarılık, gizemlerle dolu bir kurumdu
Taşkın alaycılık, müstehcenlik ve dizginlenemeyen eğlenme arzusu, Ortaçağ'daki soylu sınıfının aklımızda oluşturduğu portreye hiç uymuyor. Bu İnsanlar, öldükten sonraki dünyayla bizim düşündüğümüz kadar ilgili değillerdi anlaşılan. Ancak, sanat tarihçilerinin 1300'lerden itibaren sayıları sürekli artan resimlere dayanarak yaptıkları çıkarımlar, soytarıların o dönemin ruhani dünyasında derin bir anlamı olduğunu gösteriyor.
Saray soytarılarıyla ilgili ilk kesin kanıtlar 12. yüzyılı sonrasına ait. Ancak, onlar bile pek yeterli sayılmıyor... Bunlar, krallara zaman zaman hizmet veren şaklabanların yiyecek ve barınma ücretlerini gösteren belgelerdi. Sürekli ve düzenli bir saray çalışanı olarak, soytarılara ilk kez Fransa kralı V. Charles (1364-1380) döneminde, kısa bir süre sonra da Avrupa'daki bütün saraylarda rastlanıyor.
Soytarılar, tanrıtanımaz ve duygusuz insanlar olarak tanımlanıyorlardı
Saray soytarısı, kralın küçük bir karikatürü, ürkütücü bir örneğiydi. Ancak küçük farklarla: Bir yanda çok büyük bir güç ve onur, diğer tarafta zayıflık, haysiyetsizlik ve yasal haklardan yoksunluk; bir yanda zekâ ve ağırbaşlılık gibi soylu özellikler, diğer yanda aptallık ve kontrolsüzlük; bir tarafta kral tacı ve asası, diğer tarafta ise eşek kulaklarının olduğu soytarı şapkası ve soytarı asası... Dönemin dini risaleleri, kutsanmış kralları aynı papalar gibi Tanrı'nın elçileri olarak görüyor. Buna karşın, soytarılar, tanrıtanımaz ve duygusuz insanlar olarak tanımlanıyorlardı. İncil'de bile şunlar yazıyordu: "Soytarı şöyle der: Tanrı yoktur." Ve havarilerden Aziz Paulus mektubunda, "Sevgi duymuyor olsaydım, basit bir deli olurdum" demiyor muydu?
Adaletsiz bir kralın nasıl soytarı gibi davrandığını, Şeytan Robert efsanesi şöyle anlatıyor: Robert, bir günahın meyvesiydi, Ailesi, o doğmadan önce, şeytana, tahta bir varis göndermesi için yalvarmıştı. Robert, büyüyüp de hükümdar olma yaşına geldiğinde, gücünü kötüye kullanarak sayısız suç işledi. Ta ki papa duruma el koyana kadar... Hükümdar, din adamının emriyle azizlik mertebesine ulaşmış bir keşişi aramaya çıktı. Geriye döndüğünde, Robert tek bir kelime bile konuşmadı, bir deli gibi davrandı, yemeğini bir köpeğin ağzından yedi ve kendine kötü davranılmasına hiç karşı çıkmadı. Sonunda, tanınmaz bir şekilde, bir soytarı olarak imparatorluk sarayında buldu kendini. Ancak, Robert'i de bir "mutlu son" bekliyordu: Şövalye kılığına girerek defalarca Roma'nın Müslümanların eline geçmesini önledi. İmparatorun kızı, bu bilinmeyen kahramanın kimliğini açıkladı ve layık olmadığı saray soytarılığından kurtardı. Ancak Robert, imparator kızının uzattığı yardım elini kabul etmedi. Bir hükümdarken bir deli ve bir saray soytarısıyken bir şövalye gibi davranan Robert, sonunda keşişliği seçti.
Diğer bütün kaynaklarda olduğu gibi, bu öyküde de, bu meslekle ilgili gerçekler değil, görüşler dile getiriliyor. Öykü, 12. yüzyılın sonunda yazıya aktarıldığında, gerçek I. Robert, yani olayın başkahramanı, 100 yıl önce ölmüştü. Soytarıları anlatan ki-taplardaki anekdotlar ne yazık ki, onların geçmişini aydınlatmaya yetmiyor. Anekdotların, olayların gerçekleşmesinden yıllarca sonra yazıya geçirilmesi, onların geçmişine ulaşmak konusunda karmaşa yaratıyor. Saray soytarılarına hep aynı takma adın verilmesi ise, kuşkuları iyice körüklüyor. Bu nedenle, yazının başında sözü edilen soytarının intihar olayının, gerçek olup olmadığı ya da politik nedenlerle, çoktan hayata gözünü yuman bir kralın üstüne yeni bir cinayet suçunu yıkma amacını taşıyıp taşımadığı bilinmiyor.
Bu soytarının ölümü, toplumsal temellerin büyük değişime uğradığı bir döneme, yani Rönesans devrine rastlıyordu. Daha önce her alana hâkim olan dinin yanında, sanat ve bilim de yerini almıştı. Üniversiteler, eğitim tekelini kilisenin elinden çekip aldı ve saraylardaki gelenek ve görenekler daha nazik bir şekle büründü. Geçmişte kaba şövalyelerin eğlendiği ve gürültülü şarkıların çınladığı yerlerde, şimdi Rönesans sarayının zarif gelenekleri hâkimdi. Krallar, danışman olarak kendilerine, yaşlı asker ve yüksek soylular yerine avukatları ve bankerleri seçiyorlardı.
Würburg sarayındaki freskde, İmparator Friedrich Barbarossa 'nın ikinci eşiyle evlenme töreni (1156) tasvir ediliyor. Merdivenlere uzanmış saray soytarısı, sanki krala birinci eşinden ayrılma nedeni olan sadakatsizliği hatırlatmak istiyor gibi
Soytarılık mesleği altın çağını yaşadı
Bütün saraylar mutlaka bir soytarıya sahipti; soylular, yüksek rütbeli din adamları ve şehirler, şaklabanları mutlaka güvence altına alıyorlardı; Papanın bile birkaç soytarısı vardı. Aynı dönemde, soytarılığın yapısı da tamamen değişti. Gelişim ve davranış bozukluğu olanlar, yani başka bir deyişle doğal soytarılar, sokak tiyatrolarının kadrolarına katıldılar. Fransa kraliçesi Isabclla von Bayern (Bayernli Isabella) egzotik hayvan çiftlerinin yanında, çeşit olarak sarayda bir de kadın ve erkek soytarı bulunduruyordu. Onların saraydaki eski yerlerini ise, şakacı soytarılar almaya başladı. Bunlar, espri yeteneği olan soytarı kılığındaki insanlardı. Özürlü bir yüz ya da küçük bir tik her ne kadar kariyer sağlayıcı bir etken olsa da; ana kriterleri espri yeteneği, yaratıcılık, hazır cevaplık ve zekâ oluşturuyordu.
Deli gerçekte bir bilgeydi; çünkü hiç değilse deliliğinin farkındaydı
Bu değişimin yaygınlaşmasına, insanların gösteriş merakını eleştirmek isteyen vaizler de yardımcı oldular. Onlara göre dünya, artık deliler tarafından yönetiliyordu. Kişi ne kadar akıllıca düşünürse, o kadar da deli sayılıyordu. Böyle sapkınlıklarla dolu bir dünyada, deli gerçekte bir bilgeydi; çünkü hiç değilse deliliğinin farkındaydı. Böyle bir ortamda, artık bilge soytarılar aranır hale gelmişti.
Till Eulenspiegel'in, 14.yüzyılda Almanya'nın Braunschvveig kentinde yaşadığı tahmin ediliyor.
Halk kahramanı bir soytarı olan Eulenspiegel, köylü zekâsıyla ürettiği güçlü esprileriyle,
kendini beğenmiş şehirlileri taşlıyordu.
Yeni tip soytarılar
Yeni tip soytarılar, yeni kurulan üniversitelerden mezun olup da iş bulamayan akademisyenlerden oluşuyordu. Rahiplik ve avukatlık mesleklerinin alanları çok dardı. Bu bölümlerden mezun olan kişi fakir bir aileden geliyorsa ve güçlü dostluklardan da yoksun ise, soytarılıkta iyi bir kariyer yapabilirdi. Sokaklarda başlayan meslek yaşamı, zengin bir efendinin keşfi ile çok sayıda soytarının görev yaptığı kral sarayına kadar uzanabiliyordu.
Aslında bu meslek, çok güçlü bir sinir yapısı gerektiriyordu. Çünkü Rönesans'ın zarif gelenekleri, genellikle ince bir sadizmle kendini açığa vuruyordu: Ferrera'nın sarayındaki ünlü soytarı Gonella'nın (1500 dolaylarında) yaşadığı trajik sonda olduğu gibi... Hükümdarı, Gonella'yı yalancıktan ölüme mahkûm etmişti. Saray halkı da bu komediye eşlik etmişti. Soytarı, idamının sadece bir "eğlence" olduğunu anlayamadı. Gonella cellâdın eline teslim edildi. Cellât, Gonchynın başına bir kova suyu boşaltarak bu kötü oyuna son verecekti. Ancak, saray soytarısı kurtuluşunu görecek kadar yaşayamamıştı, korku nedeniyle ağır bir kalp krizi geçirdi. Bu olay, saray soytarısının, başka insanlara yaşattığı şeyleri kendisinin de hazmetmek zorunda olduğunun önemli bir göstergesiydi.
Yine de boşalan yerler için çok sayıda soytarı adayı başvuruyordu
Polonya sarayında bir Alman, bir İspanyol, bir Yunan ve bir de Rutenyalı soytarının çalışıyor olması, bu mesleğin uluslararası boyutunu gösteriyordu. Güçlülerin olduğu bir ortam ve göz kamaştırıcı bir gelir sağlıyordu, Luther döneminde, Dresden sarayındaki soytarıların, kalacak yeri, yemeği, içkisi, aydınlatması ve giyeceği bedava sağlanıyor, ayrıca üstüne yıllık 150 gulden alıyorlardı.
Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, o dönemde bir guldenle 50 sürahi şarap ya da 12,5 kilo et alınabiliyordu. Ayrıca, kendisine çok kötü davranıldığı zamanlarda manevi zarar tazminatı alıyordu.
Dresden'de, bu mesleğin en alt basamaklarından en üst basamaklarına kadar çıkanlardan biri Claus von Renstaedt'tİ (Ranstaedtli Claus), Garip yeteneği keşfedilip de saraya çağrılıncaya kadar, köyünde kazlara çobanlık ediyordu. Sarayda zamanla dört seçici prensin en yakın danışmanı haline geldi. Onun siyasi vizyonunu anlatan çok sayıda hikâyecik mevcut. Bir keresinde, seçici prensi, ülkenin bir parçalanmanın eşiğinde olduğu konusunda uyarabilmek için, herkesin gözü önünde en güzel eteğini keserek parçalara ayırmıştı.
Kunz von der Rosen, I. Maximilian'ın (1493-1519) sarayındaki altı "doğal soytarı" ve beş şakacı soytarı arasından sıyrılıp çıkmayı başarabilmişti. Birçok dile hâkim olan Roscn, "gizli danışmanlığa kadar yükselmiş ve son yıllarında devletten emekli maaşı bile almıştı. Onun gibi bilge soytarılar, iğneleyici yorumlarıyla siyasette önemli bir yere sahiptiler. Güç dengeleri konusunda yoğun bir altıncı hisse sahip ve ayrıca hükümdarın lutfuyla donatılmışlardı. Hükümdarın emriyle soytarı, saray halkı arasında gözden düşenleri, resmi bir uyarıya gerek kalmayacak şekilde azarlayabiliyordu. Hükümdara yakınlığı, ona kilit bir konum sağlıyordu. Bohemyalı saray soytarısı Steffen'in, Prens Eugen'i, İmparator VI. Karl'ın (1711-1740) huzuruna çıkmadan saatlerce beklettiği söyleniyor.
Soytarıların siyasete etkisinin ne denli büyük olduğu tam anlamıyla bilinmiyor
Hükümdarların, soytarıların önerileri doğrultusunda olaylara yön verdiklerine ilişkin herhangi bir kanıt da yok. Savaş öncesi, soytarıların uyarıları dikkate alınmıyordu belki; ama, hüküm giyen ya da sürgüne gönderilen kişilere merhamet edilmesi veya yakınları için bazı ayrıcalıklar kopartmak konusunda etkili olabiliyordu. Pomeranyalı saray soytarısı Claus Hinze, doğduğu kente vergi özgürlüğü sağlamayı bile başarmıştı. Kuşkusuz kendi çıkarlarını da düşünüyorlardı. Daha önce sözünü ettiğimiz Steffen, kont unvanı aldı. Kardinal Richelieu (1585–1642) ise, üç soytarısını piskoposluğa ve ilahiyat profesörlüğüne terfi ettirdi, üstelik soytarılık mesleği papazlık mesleği için zarar verici olmasına rağmen... Hatta, sonradan Academie Française'in kurucuları arasına bile girdiler. Bir söylentiye göre, Kral Aragonlu Martin'in soytarısı Borra, İmparator Sigismund'a (1410-1437) bir ton altın karşılığında ajanlık yapmıştı. Fransız sarayının kadın soytarısı Mathurine'in, Kral IV. Henri'nin (1589-1610) huzuruna çıkarmak için, insanlardan 500 taler aldığı, meslektaşı Guillaume'un da kariyer sağlamak ve çöpçatanlık karşılığında para aldığı söylentiler arasında.
Victor Hugo'nun romanından uyarlanarak 1997 yılında yeniden çekilen "Nötre Dame'ın Kamburu" filminden bir sahne. Baş kahraman Gtuasimodo'yu Mandy Patinkin canlandırmıştı. Sahne, 1482 yılında Paris'te yapılan karnaval eğlenceleri sırasında Ûuasimodo'nıın "soytarılar kralı" seçilişini canlandırıyor.
İş ahlakı konusunda, bir ayakkabıcının oğlu olan Friedrich Taubmann da (1565-1613) kötü bir üne sahipti. İş bulamamış bir akademisyen olarak Dresden sarayı için şiirler yazmış ve kendini çok sevdirmişti. O kadar ki, saray onu Wittenberg Üniversitesi'ne şiir profesörü olarak önerdi. Üniversite yetkilileri, bu öneriyi iki kez reddetmek istediler; ancak, bu arada saray onu çoktan bu göreve atamıştı. Taubmann, bu görevinin yanında saray soytarılığını da sürdürdü. Soytarı olarak, 200 gulden olan profesörlük ücretinin dört katını kazanıyordu. Yolculukları sırasında seçici prense eşlik etmek zorunda kaldığı zamanlar, öğrencileri tarafından ödenen kolej ücretini alamadığı için tazminat istiyordu. Onun para hırsı kesinlikle efsanevi nitelikteydi. Prens, bir gün ona bir arazi hediye etmiş, ancak buna karşılık atlarından birine bakmasını, daha doğrusu yiyecek giderini üstlenmesini istemişti. Taubmann pazarlık ederek bu bakım giderini yarıya düşürmüş ve son olarak da prensten küçük bir dilekte bulunmuştu. At, kendi arazisi üstünde sadece arka ayaklarıyla durmalıydı. Böylece Taubmann'ın arazisinden otlanmamış olacaktı. Prens bu öneriyi çok komik bulduğu için kabul etmişti. Böylece Taubmann atın kendine getireceği bütün yükten kurtulmuş oluyordu. Taubmann'm döneminde üniversite, tarihinin en fazla doktorluk (100) unvanını verdi. Taubmann kimsenin başarısız olmasına izin vermiyordu. Çünkü her başarılı doktora sınavı için 14 gulden kazanıyordu. Ancak, Taubmann'ın harcama tutkusu, kazanma tutkusundan daha büyüktü. Bu nedenle de daha 48 yaşında, arkasında yüklü bir borç bırakarak yaşama veda etti. Soytarıların tipik meslek hastalığı olan siroza yakalanmıştı.
Taubmann ve Richelieu zamanında soytarılık mesleğinin gerçek anlamı tamamen unutuldu. Yazarlar, özellikle de William Shakspeare, soytarı için bugüne kadar varlığını koruyan yeni bir imaj geliştirdi: Soytarı, çıplak gerçekleri söyleyen ve herkese ayna tutan biriydi.
Ancak mutlakıyetçi sarayda hiçbir şey, gerçekten daha tehlikeli olamazdı. Gücü elinden alınmış soyluların kral tarafından arka planda tutulduğu bir ortamda, metresler egemenlik sürüyordu. Hatta bu sevgililer Fransa'da resmi bir unvana bile sahiptiler... Ancak konumlarını, halk ve kilisenin düşmanlıklarına karşı sürekli korumak zorunda kalıyorlardı. Bir örümcek gibi, entrikalarla örülmüş bir yuvanın içinde oturuyorlardı. "Güneş Kral" XIV. Louis'nin (1643-1715) yanından hiç ayrılmayan L'Angely, kralın metresi için tehlikeli bir rakipti ve saray halkı için sürekli bir tehlike oluşturuyordu. Bir espri, insanı sarayın bir haftalık eğlencesine dönüştürebiliyor; küçücük bir laubalilik kariyer tehlikesi yaşatabiliyor; kötü bir dedikodu ise, bir yaşama mal ola¬biliyordu. L'Angely gücünün farkındaydı ve susması karşılığında yüksek paralar alıyordu. Onu atmayı başardıktan sonra saraya yeni bir soytarı alınmadı. Artık soytarılar daha çok opera ve tiyatrolarda boy gösteriyorlardı. Ancak, Aydınlanma Dönemi'nin filozoftan, soytarıları buralardan da dışladılar. Tiyatrolar ucuz bir eğlence yerine, insanların gelişmesine katkıda bulunan "ahlaklı oyunlar" sergilemeliydiler. Trajedi, komedi sanatını yok ediyordu. Bu sırada yazarlar, saraylardaki israfı, espri ve hoşgörü ortamının kaybolup gitmesini eleştiriyorlardı. Ancak son saray soytarıları da eskimekten kurtulamadılar. Anlamını tamamen kaybeden bu meslekle ilgili eleştiriler, yeni bir insan tiplemesi ortaya çıkardı. İnsandan bir yandan şerefli olması bekleniyor, diğer yandan da bu şeref ayaklar altına alınıyordu. Aynı, yüksek donanımlı bir bilim adamını soytarı olarak sarayına alan Prusya kralı I. Friedrich Wilhelm'in yaptığı gibi... Kral, Jakob Paul Gundling'i 1718 yılında Bilimler Akademisine başkan olarak atadı.
Ama aynı zamanda, yemeğin ardından tütün içmek için toplanılan akşam saatlerinde kralı eğlendirmesi için saraya da çağrılıyordu. Ancak, kralı çevreleyen soylular grubu, kraldan daha çok eğleniyor ve anlattığı öykülerden çok, Gundling'in katı ve titiz davranışlarına gülüyorlardı. Zavallı adama kötü şakalar yapıyor, onu anlamsız şeyler yapmaya zorluyorlardı. Her akşam, sistemli olarak biraz daha sarhoş ediliyordu.
Sonunda saraydan iğrenen Gundling, Viyana'ya kaçtı, ancak Breslau'da bir asker tarafından yakalanarak Berlin'e getirildi. Orada, ardı ardına unvanlar verildi. Önce baron, sonra meclise yargı danışmanı ve törenci başı olarak atandı ve dev tüylerle süslenmiş uydurmaca bir üniforma giydirildi. İnsanları eğlendirmek için koridorlarda topuklu ayakkabılarla dolaşıyordu. Bu arada tam bir alkolik olan Gundling, gururla her unvanı kabul ediyor ve bütün bunların onu komik duruma düşürmek için yapıldığını fark etmiyordu. Ölürken bile kralın iğneli alaylarını algılayamamıştı. Sonunda Gundling, espri anlayışının protesto edilmesine karşı gelmek amacıyla bir şarap fıçısına gömüldü... ■
--
http://groups.google.com.tr/group/ayna-?hl=tr
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum, parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş, Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR.."
Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...
Grup Yöneticileri Mail Adresleri Aşağıdadır
kurtulusyolu99@gmail.com
bahadirserhad@gmail.com
forevermirza@gmail.com
Bu gruba posta göndermek için, mail atın: anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.