Saygı, birçok kelime gibi tamamen kapsayacak şekilde tarifi çok zordur. Buna rağmen belli kalıplarla tarif edilmeye çalışılır.
Saygı, karşısındakinin varlığını kabul etmek ve değer vermektir. Saygısızlık, değer verilmeyen veya varlığı önemsiz kabul edilen insanlara karşı yapılır. Bir kişiye karşı saygısızlık yapmak, mutlaka o kişi değersiz ya da önemsizdir manasına her zaman gelmez.
Saygısızlık ne ise, saygı onun tersidir.
Kişi, kendine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmaz ise, ona saygı duyuyor denebilir. Saygı, samimi olduğunda ise karşılıklı işleyen bir değer olur.
Sevgi ile saygıyı birlikte kullanırız ancak aynı şeyler değildir. İnsanları sevmek zorunda değiliz. Ama saygı göstermek (varlıklarını kabul etmek manasında) zorunda olduğumuzu kabul etmeliyiz.
Saygı iki çeşittir. Biri sevgiden doğan saygıdır. En makbul olanı budur. Diğeri ise; kişiye sadece zenginliği veya mevkii dolayısıyla gösterilen şekli saygıdır.Günümüzde en yaygın olanı herhalde budur.
İnsanların çoğu,sadece kendinden yukarıdakilere saygı gösterilmesi gerektiğini zanneder. Kendi gibilere saygı göstermek akla bile gelmiyor. Kendinden alttakilere saygı sözü, bazılarına komik bile gelebilir.
Bu arada unutmayalım ki; zenginliği ve mevki sahibi olup insanların kalbine girebilen insanlar da vardır.
Saygı; karşısındakine "sen benim için varsın ve bir değersin" olarak kabul edilirse, yaş olarak kendisinden küçüklere ve hatta çocuklara bile saygı gösterilmesi gerektiği ortaya çıkar. Saygının düğme iliklemek, yerlere eğilmek olmadığını biliyoruz.
Gerçek manada saygı, duyulan ve gösterilen bir şey değildir. Kazanılan ve edinilen bir şeydir. Saygı duyma işi, saygıyı hak edene aittir, saygı duyana değil. Bu cümlenin üzerinde iyice düşünmek lazımdır.
Konuyu açmışken, başka bir boyutuna da bakalım.
Toplum olarak,birçok kelimeyi duyduğumuz ve gördüğümüz gibi kullanıyoruz. Üzerinde hiç düşünmeden ve sormadan…
Mesela; toplumumuzda aşırı derecede yaygınlaşmış olan "Her görüşe saygı duymalı" söyleminin, hakikate ne kadar aykırı olduğu üzerine hiç düşündünüz mü? Bir görüşün söylenmesine fırsat vermek başka, o görüşe saygı duymak başka şeydir. Eğer değilse, ilmi gerçekler nerede duracaktır?
Hemen herkes kendisine saygı duyulmasını ister. Bu bir yere kadar belki normal sayılır. Ancak bilgeliğe, ilme ve kişiliğe saygı olmayınca insanlar (şekli bile olsa) kendilerine saygıyı getirecek güce, paraya ve makama yöneliyorlar.
Toplumdaki ciddi sosyal hastalıklardan biri de bu olsa gerek…
Kitlesel protestolar Tahran sokaklarında yeniden boy gösterdi. Batı medyası olaylara geniş yer ayırdı. Aşure günü İran'ın ana şehirlerinde gerçekleşen kitlesel protesto ve güvenlik görevlilerinin sert Devamını Okuyun»
Söz konusu Yunan gazetesinin böyle bir haber yapması,elbette ki; Yunanistan/İsrail yaklaşımlarından biri olan Akdeniz donanma yakınlaşmasında,Türkiye/yunanistan ihtilafı çıkartmaya yönelik bir haber olabilir. Ancak söz konusu haberdeki sabotaj doğru olabilir, Sütlüce'de 1940'lı yıllarda patlıyan Nuri Paşa(Killigilin)silah ve cephane fabrikası patlamadan bir kaçgün evvel İsrail'den gelen bir heyet tarafından ziyaret edildiği gazetelerde yer almıştı. Dış düşman ve onların işbirlikçilerine karşı her vatandaş dikkatli ve hassas olmalıdır. Sayın Mustafa Erol böyle bir haberi duyurmakla vatani bir görev yerine getirmiştir diye düşünüyorum.Fiemanillah.
Yunanistan'da yayımlanan bir gazete, 11 yıl önce Kırıkkale'deki mühimmat fabrikasında meydana gelen patlamanın arkasında Yunan ajanlarının olabileceğini iddia etti.
Yunanistan'da pazar günleri yayımlanan "Proto Thema" gazetesi, "1997 yılında Kırıkkale'deki Mühimmat Fabrikası'nda meydana gelen patlamanın arkasında Yunan casusları olduğundan şüphelenildiğini" yazdı.
Gazetenin haberine göre, Yunan ajanlar Vasilis Yanopulos ve Savvas Kalenderidis 1987-1998 yıllarında İzmir'de casusluk yaptı.
Söz konusu iki casusu "kahraman" diye tanımlayan gazetede; MİT, Yunan Ajan Kalenderidis'in Türkiye'de bir cephane fabrikasının havaya uçurulması olayında yer aldığından şüpheleniyordu. Kalenderidis hakkında ölüm emri çıkarılınca Türkiye'den kaçtı" ifadelerine yer verildi.
Gazete, Yanopulos ve Kalenderidis için "Ege sahillerinden Anadolu'nun derinliklerine kadar 10 yılı aşkın bir süre içinde sayısız değerli belgeye ulaştılar" diye yazdı.
(Ntvmsnbc)
__________ Information from ESET Smart Security, version of virus signature database 4756 (20100109) __________
GÜNÜMÜZ GAZETECİLERİNE ÇOK UYUYOR!! Saygılarımla Nihat Eski ENTELEKTÜEL FAHİŞE
Solcu, Marks'ın arkadaşı gazeteci Swinton, 1880 'lerde New York Times'ta yazıyor. Gazete bir yahudi tarafından satın alındıktan sonra düzenlenen toplantıda, davetli gazeteciler basının onuruna kadeh kaldırmak üzere kürsüye çağırıyorlar onu. Swinton elindeki kadehiyle kürsüye çıkıyor. Çıt yok... Ve tarihi cümleler dökülüyor bir bir ağzından. "Dünya tarihinin şu anına dek, Amerika'da "Özgür bağımsız basın" diye birşey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz biz de..." diye başlıyor sözlerine; "Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda yazdıklarınızın önceden basılmayacağını bilirsiniz çünkü. Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için haftalık bir ücret ödüyorlar. İçinizde benzer biçimde benzer ücret alan başkaları da vardır. Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta başka bir iş arıyor olacaktır. Gazetemin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazmaya izin verseydim, 24 saat dolmadan işimden atılırdım. Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de… Öyleyse şimdi burada "bağımsız özgür basının" (!) "şerefine" (!) kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı? Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların oyuncakları, kullarıyız. Bizler ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız... Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz. Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı. Bizler entellektüel fahişeleriz."
Not: Swinton toplantıyı şaşkın bakışlar arasında terk etti.. Gazeteden istifa etti ve kimseden para almaksızın 'John Swinton's paper diye tek yapraklı bir "gazete" çıkartmaya başladı.
09 Ocak 2010 12:34 tarihinde Atat�rk�� D�.Drn. Isparta �ub. <addisparta@yahoo.com> yazdı:
Sayı:2010/002
Kod: 32–116488
Konu: "10 Ocak "Çalışan Gazeteciler Günü" "09.01.2010
10 OCAK ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ'NÜ KUTLUYORUZ
Basın çalışanlarına ekonomik ve toplumsal alanda önemli kazanımlar sağlayan 212 sayılı yasanın kabulünün 49. Yılında,10 Ocak "Çalışan Gazeteciler Günü"nü; düşünce ve ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün, halkın haber alma hakkının, bilgi edinme hakkının, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünün, sendikal hak ve özgürlüklerin ağır siyasal ve ekonomik baskı altında bulunduğu koşullarda kutluyoruz
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün "Fazilet Adaları" ve 'Anadolu Aslanları, Anadolu'daki Kalelerim ve Benim 2. Kuvvetim' dediği Anadolu'nun özellikle yerel gazeteleri, Anadolu kurtuluş hareketinin ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun öncülüğünü yapmış hem de Anadolu'nun düşman işgali karşısında gösterdiği cesaretle 'Kuvayı Milliye Direnişinin Sesi' olmuştur.
Osmanlı'nın son zamanındaki gibi işgal güçlerinin sözcülüğüne soyunmuş "Mütareke Basını" benzeri, siyasal iktidarın düşünce ve görüşleri doğrultusunda yayın yapan, muhalefete yer vermeyen, tek sesli bir "yandaş ve besleme" bir medya yaratılma gayretleri karşısında yerel basın, İstiklal Savaşındaki günlerdeki gibi bu günde tam bir "Yaşam ve onur" mücadelesi vermektedir.
Türkiye, adeta totaliter rejim uygulamalarını anımsatan yöntemlerle, sindirilmiş bir yazılı ve görsel basın'a mahkûm edilmeye çalışılmaktadır.
Basın çalışanlarının sendikal örgütlenmesinin önünün kesilmesine gazetecilerin mesleki yıpranmadan doğan haklarının kaldırılması ve ekonomik krizin olumsuz etkileri de eklenmiştir. İşten çıkarmaların ekonomik krize karşı akla gelen ilk önlem olması nedeniyle gazeteciler büyük bir tedirginlikle görevlerini sürdürmektedir.Bu nedenle oto sansür,tüm basın çalışanlarının başlıca gündemi olmaya devam ediyor.
Bu duygu ve düşüncelerle yazılı ve görsel basının üzerindeki bütün baskıcı uygulamaların kırıldığı daha özgür bir ortamda, ekonomik,sosyal, demokratik kazanımların tehdit altında olmadığı günlerin geleceği inancıyla bütün basın çalışanlarının 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü'nü kutlarız
YÖNETİM KURULU ADINA:MAHMUT ÖZYÜREK
ADD ISPARTA ŞUBE BAŞKANI
Yahoo! Türkiye açıldı! Haber, Ekonomi, Videolar, Oyunlar hepsi Yahoo! Türkiye'de! www.yahoo.com.tr Yahoo! Türkiye açıldı! Haber, Ekonomi, Videolar, Oyunlar hepsi Yahoo! Türkiye'de! www.yahoo.com.tr
-- Bu mesajı "liberal-izmirliler" Google grubuna üye olduğunuz için aldınız. Grubumuza posta göndermek için: liberal-izmirliler@googlegroups.com adresini kullanabilirsiniz. Ücretsiz gmail davetiyesi istemek,üyelik ayarlarınızı değiştirmek,ayrılmak veya diğer istekleriniz için; Moderatörün : mturkeli@gmail.com adresine yazınız. Daha fazla seçenek ve/veya grupta yayınlanmış tüm iletilere ulaşabilmek için; http://groups.google.com.tr/group/liberal-izmirliler adresini kullanabilirsiniz. Grubumuzu bu adresle ziyaret edebilir, dostlarınıza önerebilir, üyeliğe davet edebilirsiniz. YASAL UYARI: Grubumuzda yayınlanmış olan iletileri forward ederken ve/veya başka sitelerde yayınlarken içeriğini değiştirmeden,tahrif etmeden, yazarın adına, imzasına ve browserde görünen Liberal-İzmirliler linkine yer vermek,etik ve yasal olarak zorunludur.Metin Türkeli Liberal-İzmirliler grup yöneticisi 01.07.2006
-- .
- Türk Milleti bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı var olmalarının Yegane koşulu olarak kabul etmiş cesur insanların torunlarıdır. Bu millet hiçbir zaman hür olmadan yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
NE SAĞ, NE SOL, KEMALİZM EN GERÇEKÇİ YOL, NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE
"Yaşlılarda daha sık görülen sadece iki ruhsal bozukluk vardır:
1-Bunama
2-Delirium (beden sağlığındaki bozulmanın beyni etkilemesi sonucu geçici olarak dikkatte dağılma, nerede olduğunu bilememe, etrafındakileri tanıyamama, sayıklama, mantıksız konuşma, hayal görme hali)."
bunama örnekleri;
arkadasımın babannesi adı güzin olan kızıyla odada otururken kızına dönüp ''güzin burda diil di mi kızım?'' die sormus cevabını almadan kızını kızına çekiştirmeye başlamış.
elli yıllık kocasını aynı odada yatarken görünce tanımayıp ortalıgı birbirine katan kendi öz kızına "ne biçim bi otel burası odama yabancı erkek almışsınız" diye saldıran örnekler var.hatta babanem beni geçen sene eve gelen temizlikçi kız sanmıştı.onun torunu oldugumu anlatınca aglayarak "ben zaten seni sevmiştim,şimdi daha çok sevdim dedi."
Son örnek: son derece lüzumsuz bir ritüel olarak ailecek oturup büyük biraderin düğün cd'si izlenmektedir. bunak babaanne ekranın karşısında yarım saat geçirdikten sonra bombayı patlatır. "evladım film pek güzelmiş ama dikkat ettiniz mi artistler aynı size benziyo... http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=bunamak
HAYIRLI GELISME: ILHAN SELCUK AMA DEMEDEN "SANDIK" DEDI! Aytaç Paşa’nın doğrusu, sandığın doğrusunu yener! KIM DEMISTI ACABA? “Kendisini Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘çağdaşlaşma-Batılılaşma’ projesinin taşıyıcısı olarak gören, hayat tarzı bakımından bu alanı zaten tek başına dolduran geniş ‘laik-kentli-çağdaş’ kesimlerin otoriter-bürokratik bir zihniyet dünyasına kaymalarının ve orada demirlemelerinin bir tarihi var kuşkusuz. (...) “İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ve savaşı otoriter-totaliter rejimlerin kaybetmesiyle birlikte Türkiye’nin kendi rejimini eski usul tek parti diktatörlüğü temelinde sürdürmesi imkânsızlaşmıştı.
İktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) eliti, ‘Biz yapmazsak zorlayacaklar, bari gönüllüymüşüz gibi görünelim de işin şanı bize kalsın’ diye özetleyebileceğimiz düşünce ve duygularla ‘çok partili parlamenter demokratik rejim’e geçildiğini ilan ettiler.
Fakat aynı asker-sivil-bürokrat elitin 1930’lara duyduğu özlem hiç bitmedi.
Bu madalyonun öbür yüzünde ise halkın kendi seçtiklerini iktidara getirmesine imkân veren özgür seçimlere beslenen öfke yer alıyordu.
Bu kesimlere göre seçimler ‘gericileri’ iktidara getirmekten başka bir işe yaramıyordu.
“1946’dan beri söylenen bu şarkı, seçimlerin ve parlamentonun askıya alınması ya da bunların etkilerinin asgariye indirilmesinin koşulları belirmeye başladığında daha üst perdeden terennüm edilmeye başlıyordu.
27 Mayıs öncesinde, 12 Mart öncesinde, 12 Eylül öncesinde, 28 Şubat sürecinde hep böyle olmuştu.
Tersinden şöyle de diyebiliriz, o da doğru olur: Birileri seçimlerin ve parlamentonun çanına ot tıkamaya niyetlenmişse, bu kurumlara karşı mutlaka bir tezvirat kampanyası başlatılır, bunlar aşağılanır; dolayısıyla basında bu yönde yazılar görülmeye başlanmışsa, yukarılarda bir yerde birileri yeni bir vesayet çorbası hazırlıyor demektir.
Bu, şaşmaz bir kriterdir.”
Aytaç Paşa’nın doğrusu, sandığın doğrusunu yener!
Birikim’deki yazıda, tarihe mal olmuş darbeleri tarihe bırakarak, yukarıda sözünü ettiğim “şaşmaz kriter”i, günümüzde de hâlâ tartışılan 2004 darbe girişimleri örneğine uygulamıştım.
Bu durumda hipotez şudur: 2004’ün bahar ayları için bir darbe öngörüldüğüne göre (hatırlayalım, Darbe Günlükleri’nde tarih olarak “10 Mart 2004” veriliyordu), bunun hemen öncesinde orada burada seçimleri ve parlamentoyu küçümseyen, önemsizleştirmeye çalışan yazıların çıkmış olması gerekir.
2004’ün ilk aylarında Kürşat Bumin ile birlikte Yeni Şafak’taki “Kronik Medya” sayfasını hazırlıyorduk. O günlerde Sarıkız, Ayışığı gibi isimler herkes gibi bize de bir şey ifade etmiyordu... Sonradan öğrendik, meğer bunlar 2004’te atlattığımız, birincisi için 10 Mart’ın öngörüldüğü iki darbenin kod adlarıymış.
Bunları bilseydik, o yılın ilk aylarında beliriveren ve bize “nereden çıktı bunlar?” dedirten “seçim karşıtı” yazıların resm-i geçidini (“köşelerde seçim aşağılamaca” başlığını uygun görmüştük o zaman) farklı bir gözle izleyebilirdik.
Ocak 2004, bu açıdan hayli bereketliydi. Kronik Medya’daki takibimizden Birikim’deki yazıya üç örnek aktarmıştım. Buraya sadece konumuzla (yani İlhan Selçuk’la) ilgili olanını alacağım...
Selçuk, 2 Ocak 2004 tarihli yazısında, zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın “irtica tehlikesi”ne dikkat çektiği mutat konuşmalarından birini, yaklaşmakta olan yerel seçimlerle (2004’ün mart ayında yapıldı) kıyaslıyor ve şöyle diyordu:
“Son günlerde Aytaç Paşa konuştu.. Doğru konuştu.. Peki, bu doğru ne doğrusuydu?.. Asker doğrusu mu?.. Böyle düşünen yanılır.. Hem de çok yanılır.. Aytaç Paşa analarımızın ak sütü kadar halkımıza helal sivil doğruları dile getirdi... Bu doğru, belediye seçimlerinde sandıktan çıkacak doğrulardan daha doğru bir doğrudur... Eğer demokrasi istiyorsak küçük doğrularla büyük doğruları tartışmanın erdemine kavuşmak zorundayız; çünkü doğruları birbirine karıştırdık mı çıkacak sonuç doğru olmayabilir.” (İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 2 Ocak 2004.)
Seçimlerde halkın işaret edeceği “doğru”ya kıyasla daha “büyük” bir doğruyu temsil ettiği söylenen Aytaç Yalman’ın, İlhan Selçuk’un yazısından bir ay kadar önce nasıl bir “doğru”nun peşinde olduğunu Darbe Günlükleri’nden öğrenmiştik:
“Zamanı boşuna geçirdik. Benim önerim hemen ve gecikmesiz eylem planına başlamak. Seçimden önce muhtıra vermeliyiz.” (Darbe Günlükleri, 3 Aralık 2003 toplantısı, Nokta dergisi, 31 Mart-5 Nisan 2007).
Mustafa Balbay Günlükleri, İlhan Selçuk’un o sıralarda “Aytaç Paşa”nın peşinde olduğu “doğru”dan haberdar olduğu, hatta bizzat içinde yer aldığını düşündürtecek bilgilerle dolu. Ben sadece birini aktaracağım...
Ergenekon davasının ikinci iddianamesinde yer alan şu Şener Eruygur-İlhan Selçuk diyalogu, Selçuk’un seçimi aşağılama yazısından sadece iki hafta sonrasına (16 Ocak 2004) rastlıyor:
Selçuk: “Ben çok şey yaşadım. 9-11 yaşadık. (38 yıl önce içinde yer aldığı asker-sivil cuntanın en kötü günlerine işaret ediyor: 9-11 Mart 1971 –A.G.) Yani öyle bir şey olmasın isterim. Bir kez daha biz yenilen tarafta olursak, hiç istemiyorum. Bundan korkuyorum.”
Eruygur: “Korkunuzu anlıyorum, endişeniz olmasın. Ona dikkat ediyoruz.”
“Sandıkla gelen sandıkla gidecektir”
Aradan tam altı yıl geçti... Yine bir ocak ayındayız. İlhan Selçuk hastalıkla boğuşuyor. Cumhuriyet gazetesi yazarı Hikmet Çetinkaya hastanede yatmakta olan İlhan Selçuk’u zaman zaman ziyaret ediyor, onunla sohbet ediyor ve söylediklerini sütununda yayımlıyor.
Çetinkaya, 4 ocakta, Selçuk’la yaptığı son görüşmeyi anlattı. Bazı meslektaşlarımız, Selçuk’un, bu söyleşideki “Türkiye’ye şeriat-meriat gelmez.
Yılbaşında televizyonları izleyince gördüm. Şeriatçılar artık sermaye ve medya sahibi oldu” sözlerini önemsediler ve öne çıkardılar. Bu sözler de önemli –ve doğru- tabii... Fakat ben asıl İlhan Selçuk’un şu sözlerini önemsedim:
“Artık askerî darbeler dönemi kapanmıştır. Kimse darbecilik üzerinden siyaset yapmasın. Sandıkla gelen sandıkla gidecektir.”
İlhan Selçuk’u yıllardır izliyorum ve ilk kez bu kadar “ama”sız bir seçim ve sandık vurgusu yaptığına şahit oluyorum.
Şu sözler de ona ait:
“Türkiye’de barışın Türkçülükle, Kürtçülükle yani şovenizmle gerçekleşmeyeceğinin bir kez daha altını çiziyorum. Demokrasi... Demokrasi... Demokrasi... Çağdaş ve uygar bir toplum, olaylara sınıfsal açıdan bakmak, sorunun çözümünün reçetesidir. Bu da laik demokratik cumhuriyete sahip çıkmakla gerçekleşir.”
Yalnız “Kürtçülük”e değil, “Türkçülük”e de eleştiri; üç tekrarlı demokrasi vurgusu; çok sevdiği “laik cumhuriyet” yerine “laik demokratik cumhuriyet” demeyi tercih etmesi... Daha ne olsun?
İlhan Abi’ye bir şeyler oluyor sanki... Güzel bir şeyler... ------------ ‘Sivil darbe’, ‘şeriat tehlikesi’ni ikame edebilir mi
İlhan Selçuk’un, daha geniş versiyonunu bitişikteki yazıda aktardığım “Türkiye’ye şeriat-meriat gelmez” sözleri, bir ihtiyacı da beraberinde getiriyor: Şeriat tehlikesi yoksa, şimdiye kadar bu “tehlike”ye dayandırılan korkularla mobilize edilen geniş “laik-kentli-çağdaş” kitleler nasıl, hangi araç ve korkularla mobilize edilecek?
Benim algılamama göre, “sivil darbe”, “şeriat tehlikesi”nin yerine en şanslı aday gibi görünüyor. Yaygın kullanımına bakarak, yeni korkutma adayının kullanım değerinin hiç de düşük olmadığını söyleyebiliriz.
Fakat kanımca, “sivil darbe tehlikesi”nin kitleleri mobilize etme gücü, “şeriat tehlikesi” kadar yüksek değil. Çünkü bu durumda “laik-kentli-çağdaş” kitlelerin “hayat tarzları”nın tehlikede olduğu (ki onları asıl harekete geçiren şey budur) öne sürülemeyecektir.
İlhan Selçuk’un “şeriat tehlikesi yok” manifestosu, bir anlamda “hayat tarzı özgürlükçülüğü”nün de sonunu ilan ediyor. Bu özgürlükçülüğün simge ismi Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’in yayın yönetmenliğini bırakmasının tam bu günlere denk gelmesi de ilginç oldu doğrusu...
HAYIRLI GELISME: ILHAN SELCUK AMA DEMEDEN "SANDIK" DEDI! --------------------------------------------- A. Gormus
ILHAN SELCUK HER HALDE HIDAYETE ERDI! Aytaç Paşa’nın doğrusu, sandığın doğrusunu yener! KIM DEMISTI ACABA?
-- - - - Tepeden gelen uygulamalara karşı, her zaman verilecek bir cevap var. Yeni bir bilinç devrimiyle algılarımızı bütünüyle özgürleştirmeli, her tür modern-seküler baskıya karşı kendi dünyamızı temsil etme yollarını bulmalıyız. İnsanların inançlarını, hayatlarını, tarzlarını, tercihlerini değersiz sayan ideolojik bayağılıklara tahammül etmek zorunda değiliz. - - - Bu gurupta, resmi ideolojiye hakim olan militer algı ve lider kültünün düşünce ve ifade özgürlüklerine olan olumsuz etkileri hakkında katılmak zorunda olmadığınız değerlendirmeler yer alabilmektedir. - - - Gurup Günlük: http://sivilinisiyatif.blogspot.com - - - Bu iletiyi YENİ OSMANLILAR gurubuna üye olduğunuz için aldınız.
-- Blog Adresim http://sivilinisiyatif.blogspot.com Bu Sitede Yer Almayan İletiler Bana Ait Değildir. ------------------------------------------------------------------------- Şimşekleri üstüne en çok "oyunları bozanlar" çeker! Zulüm, kısmak istediği sesi nârâ yapar! Ve bazı ölüler, yaşayanlardan çok daha yüksek sesle konuşur... Malcolm X onlardandı.
Yunanistan'da yayımlanan bir gazete, 11 yıl önce Kırıkkale'deki mühimmat fabrikasında meydana gelen patlamanın arkasında Yunan ajanlarının olabileceğini iddia etti.
Yunanistan'da pazar günleri yayımlanan "Proto Thema" gazetesi, "1997 yılında Kırıkkale'deki Mühimmat Fabrikası'nda meydana gelen patlamanın arkasında Yunan casusları olduğundan şüphelenildiğini" yazdı.
Gazetenin haberine göre, Yunan ajanlar Vasilis Yanopulos ve Savvas Kalenderidis 1987-1998 yıllarında İzmir'de casusluk yaptı.
Söz konusu iki casusu "kahraman" diye tanımlayan gazetede; MİT, Yunan Ajan Kalenderidis'in Türkiye'de bir cephane fabrikasının havaya uçurulması olayında yer aldığından şüpheleniyordu. Kalenderidis hakkında ölüm emri çıkarılınca Türkiye'den kaçtı" ifadelerine yer verildi.
Gazete, Yanopulos ve Kalenderidis için "Ege sahillerinden Anadolu'nun derinliklerine kadar 10 yılı aşkın bir süre içinde sayısız değerli belgeye ulaştılar" diye yazdı.
(Ntvmsnbc)
__________ Information from ESET Smart Security, version of virus signature database 4756 (20100109) __________
Türkiye'de militarizmin kaynaklarını ve boyutlarını asla tam olarak anlayamayız. Türkiye'de militarizmin sadece askerî kanatta değil fakat aynı zamanda bazı çevrelerde de çok baskın ve yaygın olduğu kolayca tespit edilebilecek bir olgudur. Bu tespite militarizmin göbeğinde oturanların dahi itiraz edeceğini sanmam. Onların söyleyeceği, olsa olsa, bunun, özel şartları yüzünden, Türkiye için gerekli olduğudur. Sivil militarizmin delilleri her yerde her zaman karşımıza çıkmaktadır. Daha geçenlerde CHP'li bir belediye başkanı tek umudunun ordu olduğunu söyledi. Aynı partinin lideri 28 Şubat post modern darbesinin ilk yıllarında ordunun bir sivil toplum kuruluşu gibi görülmesi gerektiğini ifade etmişti. Darbe mağduru olmakla bazen övünen bazen yerinen Demirel bile ordunun sistem içindeki yerinin bir zaruretten kaynaklandığını iddia etmekten kaçınmamakta. Hülasa militarizm "sivil" toplum kesimlerinde de bu tür "sivri" söylemlerle ve elbette icraatlarla varlığını sık sık ifşa etmekte.
EĞİTİM VE MEDYAdaki 'sivil işgal'
Fakat, militarizmin sivil hayatı işgalini özellikle iki alanda çok somut olarak görmek mümkün: Eğitim ve medya. Bizim eğitim sistemimiz hafifletilmiş ve kamufle edilmiş bir askerî "talim ve terbiye" sistemine birçok bakımdan benzemekte. Sakın yanılmayın, bu durum sadece ilk ve orta öğrenim için değil, yüksek öğrenim için de geçerli. İlkokullarda her gün içilen anttan hiyerarşik sıra düzenine, beyin yıkamayı hedefleyen müfredattan şovenizmi enjekte eden ders kitaplarına, üniversite öncesi eğitim tam bir öğrencileri "yontma", "tek biçimleştirme" düzeni.
Bu belki anlaşılır bir şey, çünkü, nihayetinde, zorunlu ve merkezî eğitimin olduğu her yerde bir ölçüde karşımıza çıkan bir olgu. Ne var ki bizde üniversitelerde de vaziyet aynı. Üniversitelerden istenen, düşünce ve yaratıcılıkta sınırların kalktığı bir "evrensel ortam (şehir)" olmak değil, sistemin kurucuları ve mevcut sahipleri tarafından ebedî ve ezelî doğruluğu hükme bağlanmış bilgi, anlayış, değer ve davranış kodlarını yeni nesillere empoze etme ortamı ve aracı olmak. Bereket versin hayat bu kalıba sığmıyor. Kalıbı zorlayan üniversiteler, bölümler ve hocalar eksik olmuyor. Başındakilerin zihin yapısına bağlı olarak YÖK'ün daha esnek ve anlayışlı olduğu dönemler yaşanıyor. Ama hem Milli Eğitim Temel Kanunu, hem YÖK Kanunu ve hem de Anayasa ile böyle bir eğitim sistemi dizayn edilmiş ve bunları değiştirmeden bu sistemi etkisizleştirmek imkânsız. Ve bu eğitim sisteminde, eğer öğrenci muhalif toplumsal kesimlerden gelmiyor veya alternatif bilgi ve değer kaynaklarından da beslenmiyorsa, eğitim seviyesi yükseldikçe militaristliğin derecesi artıyor. Daha yüksek tahsil neredeyse otomatikman daha militarist tavır anlamına geliyor. Kısaca, eğitim sistemimiz, bir bütün olarak militarizmi besliyor.
Medyadaki militarizm daha da ürkütücü. Çünkü eğitim sistemi aracılığıyla militarizmi aşılama işinin yıllara yayılabilmesine ve bir ölçüde kamufle edilebilmesine karşılık medya organları günlük yaşadığı ve günlük çalıştığı için militarizmin medyadaki yansıması çok daha yoğun ve çarpıcı biçimde gerçekleşiyor. Uyanık bir iletişim öğrencisi sözgelimi 27 Nisan 2007 tarihli bildiriden GKB'nın Trabzon konuşmasına kadar uzanan yaklaşık iki buçuk yıllık zaman diliminde gazeteleri incelese, sırf başlıkları tasnif ederek dahi, durumu görebilir. Medyanın militarizmi bu zaman diliminde tavan yapmıştır. Başka bir deyişle son cumhurbaşkanının seçimi sürecinde militarizmle ilgili medyatik ar damarı çatlamış ve her türlü demokratik kural ve medeni terbiye bir yana atılarak askerin siyasete müdahalesi savunulmuştur. O günden bugüne aynı medya çevreleri askerlerin her türlü bireysel ve kurumsal hatasını saklamak veya meşrulaştırmak için canla başla çalışmaktadır.
Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Arınç'a yapılması planlandığı iddia edilen suikastla ilgili yayınlara topluca göz atarsanız medya ahlakı adına utanırsınız. Her türlü haki yanlışlığı peşinen aklamaya hazır bir medya hazır kıta beklemektedir. Sanki burası tarihinde hiç darbe görmemiş, askerlerin siyasete müdahalesine şahit olmamış, askerin sadece askerî işlerle meşgul olduğu bir ülkeymiş gibi, yanlışı yapanlar değil onu teşhir edenler ve görevi gereği onlarla ilgilenenler hedef alınmaktadır. Bazı gazete ve televizyonlar adeta askeriyenin sözcüsüymüş gibi yayın yapmaktadır. Medyanın bu kesimi, bir anlamda, Ergun Babahan'ın dediği gibi, yarı-askerî medya haline gelmiştir.
Askerî görevlilerin militarizm hastalığına yenik düşmeleri meşru ve mazur görülmese bile anlaşılabilir ve açıklanabilir bir durumdur. Bunda egemen askerî kültürün ve dünyayı siyah-beyaz, dost-düşman diye sınıflamayı öğreten mesleğin önemli yeri olmalıdır. Peki ya sivillere ne olmaktadır? Onların militarizme teşne olmasını meşru ve mazur gösterme sebepleri ve anlama ve açıklama yolları olabilir mi? Sanırım bu konu üzerinde kafa yormalıyız. Ve bunu sadece gazete yazılarıyla değil, bilimsel araştırma ve incelemelerle ve psikolojik karakter tahlillerinden sosyolojik alan araştırmalarına uzanan bir yelpazede yapmalıyız.
SİVİL MİLİTARİZMİN GERİLETİLMESİ İÇİN...
Sivillerin militaristliğini açıklama yolunda benim aklıma ilk çırpıda iki faktör geliyor. Bunların ilki biçimle ilgili. Biçimle ilgili deyince önemsiz olduğunu sanmayalım, belki özle ilgili olanlardan daha önemli. Bu şu: Sivil militaristler (ve elbette militer militaristler) bir darbenin mümkün olduğuna, sıfır veya katlanılabilir maliyetle başarılabileceğine inanıyorlar. İktisadî bir terimle söylersek, darbeyi işlem maliyeti düşük bir işlem olarak görüyorlar. Bunda çok haksız sayılmazlar, çünkü bu ülke ne darbecileri bir darbe anında silahlı direnişle veya pasif direnişle bozguna uğratabilmiş ne de cuntacıları sonradan yargılayabilmiştir. Bu açıdan dünyanın belki de en başarısız ülkesidir. Bu, darbecileri her zaman teşvik eden bir unsur. İkincisi özle ilgili. Askerleri darbe yapmaya teşvik eden, davet çıkaran siviller, demokratik bir sistemde ve çoğulcu toplum ortamında rakipleriyle siyasî rekabeti ve toplumsal yarışı göze alamıyorlar. Daha da kötüsü, buna ihtiyaç duymuyorlar. Zira, kendi siyasî çizgilerinin ve hayat anlayışlarının tartışmasız en doğrusu olduğuna inanıyorlar. Diğerlerinin kendilerininki lehine tasfiye edilmesini ve en azından bastırılmasını istiyorlar. Bunu bizzat yapamayacakları için de orduyu kendi çizgilerinde tutmaya ve rakiplerine karşı harekete geçmesi için tahrik etmeye çalışıyorlar.
Shamilonline'nin İmarat Kavkaz Dağıstan sektörü haber kaynaklarından bir habere göre bugün sabah saatlerinde (8.Ocak.2010) Dağıstan'ın Başşehri Shamilkale (eski Mahachkale) Kirov bölgesinde Dağıstan kukla yönetimi İçişlerine bakanlığına bağlı mürted bir polis öldürüldü.
Shamilonline'nin İmarat Kavkaz Dağıstan sektörü haber kaynaklarından edindiği bir habere göre dün akşam (7.Ocak.2010) yerel saat ile 22.00 sıraları Dağıstan'ın Başşehri Shamilkale'de (eski Mahachkale) Akushinsky bölgesinde devriye kontrol görevinde olan mürtedlerin UAZ aracı, bir süper marketin önünden geçtiği sırada patlama meydana geldi.
İnguşetya Nazran'da FSB Binasına Mücahidler Bir Operasyon Gerçekleştirdi.
Shamilonline'nin İmarat Kavkaz İnguşetya sektörü haber kaynaklarından edindiği bir habere göre, İnguşetya Nazran'ın kenar semti, Tutaeva caddesi üstünde bulunan FSB binasına dün (7.Ocak) akşam saatlerinde yerel saat ile 19:30 sıraları, Mücahidlerin mobil timlerince bir sabotaj operasyonu yapıldı.
Çeçenya; Kafirov Kadirovsky Urus-Martan Bölgesinde Kendine Rüşvet Vermeyen Alkol Satış Dükkanlarını Yaktırdı
Shamilonline'nin İmarat Kavkaz Çeçenya sektörü haber kaynaklarından edindiği bir habere göre; Çeçenistan'ın Urus-Martan bölgesi Gekhi-Chu yerleşim biriminde dün gece yarısı saatlerde (7.Ocak) iki küçük bakkal dükkanında başlayan yangın kısa sürede çevrede bulunan 15 irili ufaklı mağaza ve ticarethaneye sıçradı ve neticede 10 ticarethane yanarak kül oldu.
İnguşetya Karabulak Bölgesinde Benzin İstasyonunda Patlama
Shamilonline'nin İmarat Kavkaz İnguşetya sektörü haber kaynaklarından edindiği bir habere göre, geçtiğimiz Çarşamba günü akşamı (6 .Ocak.2010) İnguşetya'nın Karabulak bölgesinde yerel saatle 22:45 civarında bir benzin istasyonunda patlama meydana geldi.
Shamilonline'nin İmarat Kavkaz Dağıstan sektörü haber kaynaklarından bir habere göre bugün sabah saatlerinde (8.Ocak.2010) Dağıstan'ın Başşehri Shamilkale (eski Mahachkale) Kirov bölgesinde Dağıstan kukla yönetimi İçişlerine bakanlığına bağlı mürted bir polis öldürüldü.
Shamilonline'nin İmarat Kavkaz Dağıstan sektörü haber kaynaklarından edindiği bir habere göre dün akşam (7.Ocak.2010) yerel saat ile 22.00 sıraları Dağıstan'ın Başşehri Shamilkale'de (eski Mahachkale) Akushinsky bölgesinde devriye kontrol görevinde olan mürtedlerin UAZ aracı, bir süper marketin önünden geçtiği sırada patlama meydana geldi.
İnguşetya Nazran'da FSB Binasına Mücahidler Bir Operasyon Gerçekleştirdi.
Shamilonline'nin İmarat Kavkaz İnguşetya sektörü haber kaynaklarından edindiği bir habere göre, İnguşetya Nazran'ın kenar semti, Tutaeva caddesi üstünde bulunan FSB binasına dün (7.Ocak) akşam saatlerinde yerel saat ile 19:30 sıraları, Mücahidlerin mobil timlerince bir sabotaj operasyonu yapıldı.
Çeçenya; Kafirov Kadirovsky Urus-Martan Bölgesinde Kendine Rüşvet Vermeyen Alkol Satış Dükkanlarını Yaktırdı
Shamilonline'nin İmarat Kavkaz Çeçenya sektörü haber kaynaklarından edindiği bir habere göre; Çeçenistan'ın Urus-Martan bölgesi Gekhi-Chu yerleşim biriminde dün gece yarısı saatlerde (7.Ocak) iki küçük bakkal dükkanında başlayan yangın kısa sürede çevrede bulunan 15 irili ufaklı mağaza ve ticarethaneye sıçradı ve neticede 10 ticarethane yanarak kül oldu.
İnguşetya Karabulak Bölgesinde Benzin İstasyonunda Patlama
Shamilonline'nin İmarat Kavkaz İnguşetya sektörü haber kaynaklarından edindiği bir habere göre, geçtiğimiz Çarşamba günü akşamı (6 .Ocak.2010) İnguşetya'nın Karabulak bölgesinde yerel saatle 22:45 civarında bir benzin istasyonunda patlama meydana geldi.
Türkiye'nin parlamentosuna girmiş muhalefet partileri muhalefet yapma görevini, iktidarı sürekli eleştirmek olarak anlıyorlar. - Başbakan şunu dedi. Haydi, bir cevap yetiştirelim. - Başbakan şöyle yaptı. Haydi, yanlış yaptığını söyleyelim. Sonra?.. Sonra... soğan doğra!.. Bir halkın sizi tercih etmesi için, çok daha farklı, çok daha nitelikli bir şeylere sahip olmanız gerekiyor. Öncelikle, halka güven verecek tutarlı ve çağın gerçeklerini ön-gören bir ekonomik programınız olması gerekiyor. Halkın şikâyetlerine çare üreteceğinize inanılması ve bu yönde size güven duyulması gerekiyor... Halk, yapıp ettiklerinizle, ortaya koyacağınız somut program hedefleri ile size olan inancını oluşturacaktır. Sadece laf üreten... Ve yaptığı bütün muhalefet laf üretmekle sınırlı kalan bir kadronun, halkın güvenini kazanması ve iktidar olabilmesi mümkün değildir. Halk inanacaktır ki... Siz iktidara geldiğinizde çekilen sıkıntıların hiç değilse bir bölümü sona erecektir. Somut bir hedefiniz olacaktır!.. Yuvarlak laflardan değil, ciddi, sağduyulu, bilime dayanan çözümlerden oluşan inandırıcı bir programınız olacaktır. Çevrenizde oluşan kadronuz, sözünü ettiğimiz bu programın çarklarını hareket ettirebilecek yetenek ve bilgi birikimine sahip olacak ve gelişen pratik içinde kendilerini bu yönde kanıtlayacaklardır. Muhalefet partileri, "Laf üretim Merkezleri" olmaktan kurtarılacak, çözüm üreten ehliyet sahibi teknik kadrolardan oluşturulacaktır. Halk ciddiyetinizi görecek, ehliyetinize inanacak ve sonuçta da, ülkenin sizler tarafından yönetilmesi halinde işlerin [hiç değilse] bugünkünden daha iyiye doğru gideceğine [yavaş yavaş] ve sizleri sınaya sınaya inanacaktır. Lafazanlık kürsülerine [önceden çalışılmış] dinamik görüntüler eşliğinde bir çırpıda zıplayarak iktidara gelinmez. Ülkenizde gerçekleşen ve Dünya kamuoyunun gıpta ve hayretle izlediği büyük kitle hareketlerinden köşe/bucak kaçarak değil; kendiliğinden gelişen kitle hareketlerinin en ön saflarında yer alarak ona şekil veren, yönünü belirleyen ve onu her nevi sapmalardan koruyan bir güç ve bilinçle yürünür iktidara doğru... Muhalefette olmak, iktidara talip olmak anlamına gelir!.. Halk adına iktidarı [ciddi ve inandırıcı bir biçimde] talep etmeyen bir siyasi oluşum, ancak, siyaseti kendilerine meslek edinmiş bir ekibin ve iktidar olma sorumluluğunun gerisine düşmüş bir zafiyetin belirtisidir. İktidar olmayacaksın... Dolayısıyla, sorumluluk üstlenmeyecek ve hiçbir yükün altına omzunu koymayacaksın. Ve belirli bir dengeyi gözeterek, sana zarar vermeyeceğini hesap ettiğin kadar ve bu ölçüde, mevcut iktidarın lambasına püf diyeceksin... Ve yaptıklarını eleştireceksin... İktidarı talep etmeyen bir muhalefet, fiilen iktidarda olanların yapıp ettiklerinden en az onlar kadar sorumludurlar... Çünkü, iktidarı, iktidar yapan, iktidarı gerçekten talep etmeyen, onlardır. Ve Türkiye, sürmekte olan bu ahbap/çavuş siyaseti ile... İyi polis/kötü polis taktiği ile... Ekranda savaş, resepsiyonlarda barış yöntemi ile tarihinin en riskli ve en tehlikeli virajlarına doğru hızla yol almaktadır. Ve eğer toplumsal muhalefetin gücü, siyasal partilerimizin muhalefet biçimine bir çeki düzen veremeyecekse... Ya da bizzat bu siyasi partilerin yönetim oligarşilerini revizyona tabi tutup belirli bir yoğunluğa taşıyamayacaksa... İçinde debelendiğimiz bu "düzen", önce uçurumun kenarına ve sonra da içine doğru yuvarlanıp gidecektir... Tekerlenip gidecektir!..
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...
İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. "Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler, ama içlerinden "Bu herif sahiden geri zekâlı" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin sonunda ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun ortaya çıktı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."
"Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
ÖKSÜZ VE YURDUNDAN ZORLA GÖÇ ETTİRİLEN BİR DEDE İLE BABAANNENİN TORUNU OLMAK yazan: MERSİNDEN BURAK CANLI
Detaylara fazla girmeden başlıkta ki durumu aktarmaya çalışa cam. Babamın babası olan zat yani dedem küçük yaşlar da Rusya Sınırları içerisinde ki basiretsiz uygulamalar yüzünden öksüz kalmıştır. Bu dram ve bu acı üzerine çokça akrabalar yitirilmiş ve Türkiye Devletine zorunlu göçe maruz bırakılmışlardır. Dedemin annesi İnguşya Devletinden olup babası ise Çeçenistanlıydı. Ailelerin adına anlayabildiğim kadarıyla Galgay sülalesi deniyor idi. Ki bu isim kendi çapında bir boy olmaktadır.
Babamın annesi ise Girit Adasında doğmuş ve gene zorunlu göçe maruz bırakılıp Türkiye Devletine kendi akrabaları ile gelmiştir. İşin komik yanı Babaannemin de küçük yaşta babasını kaybetmiş olmasındaydı. Babaannemin bilebildiği kadarıyla babası Atina topraklarında hakkın rahmetine kavuşmuştur. Gel zaman git zaman içerisinde bu iki zat bin bir mucizenin ortasında birbirlerini bulmuşlar ve evliliğe kadar işi götürmüşlerdir.
İki öksüz insan! İki ayrı yerden zorunlu göçe maruz kalmış insan. Hakları, malları tecavüze uğramış iki ayrı memleketin öksüz çocukları. Girit’te yaşadığı ve doğduğu için babaannem Türkçe konuşmasını bilmemekteymiş. Olayı hakkın rahmetine kavuşmadan önce bana aynen şöyle özetlemiştir. “ Dil bilmiyorduk. Hak, hukuk anlamazdık. Ellerimizde ki birkaç parça değerli eşya Türkiye de yaşayan kötü niyetli kişiler tarafından elimizden zorla alındı. Dilimizi konuşmak yasaklanmıştı. Ayağımızda bırak ayakkabıyı terlik dahi bulunmamaktaydı. Yemek ihtiyacımızı oradan buradan karşılamaya çalışıyorduk. Zor günlerdi. Zor günler. Ama Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı. Bizi oralarda öldürürlerdi. Allah razı olsun ki bizi oradan gemilerle Mustafa Kemal Atatürk kurtardı. Gemilerde yaşlı, hasta, küçükler telef oldu. Bizden ölülerimizi istediler. Saklamaya çalışıyorduk onların ölülerini. Toprağa varınca gömmek istiyorduk. Yakaladıkları ölüleri hastalık bulaşmasın düşüncesiyle denize atıyorlardı. Ölecektik ama ölmedik. Buralara kadar gelmeyi başardık. Ama kimimiz bir yere kimimiz öteki yere bırakıldı.”
Sevgili Babaannem ruhum şat olsun. Sen o zor günlerden geçtin. Ne diyeyim. Rusya Topraklarında ise dedemin ve ailesinin akıbeti de çok daha iyi değilmiş. Tahmin edeceğiniz gibi insanlar bu meşakkatli yollardan tarihte belki de hiç benzeri olmayan şekiller de geçmişlerdir. Dedemin Nogayca dili konuşması da yasaklanmış ve babaannem gibi dedem de Türkçeyi öğrenmeye zorlanmıştır. Babaannemin dedesi Girit adasında Müftüymüş ki devrinin çok kültürlü, bilgili eli kalem tutan zatlarından imiş.
Ben dedemi hiç görmedim. Ben doğmadan evvel ölmüş olan dedem. Sanırsam Fakirlik ve cahilliğin kurbanı oluvermiş. Babaannem ise 2007 yıllarının ortalarında hayata gözünü yumdu. Babaannemin annesi ise 1997 senesinde hayata gözlerini yumdu. Babaannemin annesi olan Fatma nenem ki biz ona bastonlu nene de derdik, Girit adasında yaşayan bir takım art niyetli kişiler tarafından kendisine tecavüz edilmeye çalışıldığı sırada buna kalkışan bir kişiyi vurduğunu kendisinden işitmiştim. Bastonlu Fatma nenemin eşine ise zorla veya isteyerek Yunan üniforması giydirilmiş ve Subay yapılmıştır. Fatma nenemin eşi şehit olmuştur. Tüm bu yaşananlara rağmen benim babaannem tam bir Türkiye sevdalısıydı. Atatürk’ü kendi gözleriyle görmüş birisiydi. Onun annesi Atatürk’e çorba pişirmiş olduğu ve ona hizmet ettiği için övünmekteydi. Bizleri Girit Adasında ki olası ölümlerden Atatürk kurtardı derlerdi.
Amma doğru amma yanlış derlerdi. Ama bunları söylerken yaşlarına rağmen gözleri pırıl, pırıl oluverirdi. Gel zaman git zaman içerisinde Bastonlu Nenem Türkiye de ikinci kez Arap ve Alevi olan bir başka zat ile evlenmiş. Ondan olan iki çocuk da Kürk kızlarıyla izdivaçlarını yapmışlardı. Biz küçükler hiçbir zaman üvey öz bilmeden babaannemin Arap ve Alevi üvey kardeşlerine her zaman dayı dedik. Onların Kürt olan eşlerine de Kürt mürt bilmeden yenge dedik. Onların torunları dahi oldu. Ve bizler de tüm bu ırka dâhil hususların önemi ve değeri bulunmadan akrabalar olarak yaşamaya devam etmekteyiz. Diğer gençlerimizin nerelerden ve kimlerden evlendiğini sizlere bilmem anlatmaya artık gerek varmıdır!
Benim bildiğim bir şey vardır. Ben geçmiş zamanlarda yaşanan savaşların, kavgaların hiçbir kimse için hayırlı olduğunu düşünmemekteyim. Zira en azından Mersin İlinden Girit adasına göçe zorlanan Hıristiyan kardeşlerimizin de bildiğim ve duyduğum kadarıyla hiçbir zaman Yunanistan Devletinde birinci sınıf vatandaş muamelesi görmemektedirler. Çünkü onlar Türkçe bilmektedirler. Bizler de Girit’çe bilmekteyiz. Ama Bu Ülke de şu ana kadar eksik ve hatalarına rağmen diğer gruplar gibi birinci sınıf vatandaşız. Bizler Bu koca Ülke de ikinci sınıf vatandaş görmedik. Çingenelerimiz dâhil hepimiz kaynaşmışız.
Eskilerde şimdiler de olduğu gibi insanlar gereksiz yapılan kavgalar yüzünden mağdur olmaktadır. İstediğim şey, geçmiş ve bugünler de yaşanan acıların gelecekte yaşanmamasıdır. Bu belki zordur. Belki de bunun için çokça fedakârlıklarda bulunmamız gerekecektir. Ama bunu başarmak bizlerin elindedir. Geçenler de DTP’nin eski il başkanı ile karşılaştım. Ona nedir ağabey bu olaylar diye sordum. Bana birkaç iç açıcı konuşmadan sonra Burak’ım benim eşimde Türk ve Konya İlinin Ereğli İlçesinden dedi.
Her bireyin bir siyasi inanışı bulunmaktadır. Her birey inanışlarında hürdür. Özgürdür. Fakat inanışlar bizleri uçurumlara götürmemelidir. Neden götürmemelidir? Bizler bunları en iyi bilenlerdeniz. Çünkü bizlerin temel hedefi insandır. Ve Ülkemiz de ki tüm inanışlar insan üzerine ceyran etmektedir. Geçmişimiz diğer insanların geleceklerini olumsuz olarak etkilemeyecek şekil de bizler için önemlidir. Rusya Topraklarında yaşayan sivil halktan tutunda Yunan topraklarında yaşayan sivil halka kadar hepimiz güleriz. Hepimiz seviniriz. Ve bizlerin olduğu kadar o halklarında hakları bulunmaktadır. Aynı onlar da bizler gibi insandır. Ve tarihin bize vermiş olduğu bir miras bulunmaktadır. Mirasın adı Türkiye’dir. Bu mirasa iyi bakarsak bize iyi meyveler verir. Bakmayı beceremesek o zaman da kâbusumuz olur. Gelin hep birlikte bu mirası geliştirelim. Ona iyi bakalım. Onun olumsuzluklarını bertaraf edelim. Yoksa sonumuz bastonlu nenemin parasızlıktan, açlıktan, olanaksızlıktan küçük yaştaki babamı yaşayabilmek uğruna, mal pazarında satmak zorunda kalışı gibi olacaktır.
Prof.Dr.Ahmet.Maranki'den bu günlerde adını çok duyduğumuz kapari halk arasında gebere otu olarak bilinmektedir ;özellikle kanser hastalarıın tronbosit oluşumunda çok etkilidir.
Prof.Dr Ahmet Maranki’nin yaptığı bilimsel çalışmalar sonucunda Kapari bitkisinin faydaları şöyle sıralanabilir;
Kaparinin Faydaları;
-Ağrı kesici özelliği vardır. -Sindirim sistemini düzenler -Kabızlık gidericidir. -İdrar söktürücüdür. -Balgam söktürücüdür. -Adet düzenleyicidir. -Solucan ve parazit düşürücüdür. -Romatizma rahatsızlıklarına iyi gelir. -Felçten korur. -İskorbit hastalığında kullanılır -Kan bozukluklarına faydalıdır -Gut hastalığına iyi gelir. -Antitümör etkilidir. -Mide rahatsızlıkları, ülsere iyi gelir -Hemoroid hastalarına fayda sağlar. -Dalak büyümesinde faydalıdır. -Kalça rahatsızlıklarında kullanılır. -Özellikle kanser hastalarında trombosit sayısını yükselttiğinden faydalıdır. -Karaciğer fonksiyonlarını düzenleyicidir. -Multipl Skleroz (MS) hastalığında faydalıdır. -Cinsel gücü arttırıcıdır.
Kapari bitkisi oldukça faydalıdır. İşlenmiş olanını, ya da tablet halinde satılanları almak gerekir. Mufi markası ile hazırlanan Kapari salamurası da Aynı özellikler sahip doğadan toplanmış steril ve haccp belgeli üretim tesislerinde işlenmiş bir bitki salamurasıdır. Özellikle hazırladığınız salatalara karıştırılması durumunda eşsiz bir lezzet kaynağıdır.
www.zilepekmezi.com Web sitemizden satışını yaptığımız %100 doğal ve katkısız ürünleri tüketmenizi önerirken sağlıklık bir hayat geçirmenizi temenni ederiz.
Başbakan Erdoğan'ın 12-13 Ocak'taki Rusya çıkarmasında enerjiyle ilgili beş önemli konu masaya yatırılacak.
08 Ocak 2010 Cuma 08:43
Başbakan Erdoğan'ın 12-13 Ocak'taki Rusya çıkarmasında enerjiyle ilgili beş önemli konu masaya yatırılacak. Ayrıca Türkiye'nin nükleer ihalesini iptal etmesinin ardından Rusya'nın gönlü alınacak Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, Rusya Federasyonu Başbakanı Vladimir Putin'in davetlisi olarak 12-13 Ocak tarihleri arasında Moskova'ya yapacağı ziyarette, ABD ve Avrupa'nın yakından takip ettiği enerji projeleri masaya yatırılacak. Türkiye'nin nükleer santral ihalesini iptal etmesinin ardından gerçekleşen bu ziyaret ile Rusya'nın gönlünün alınmasını hedefleniyor. İki liderin görüşmesinde masaya yatırılacak olan konuların başında ise Rusya'ya ödenecek olan yaklaşık 1 milyar dolarlık alınmayan gazın bedeli bulunuyor. ÖN HAZIRLIK YAPILIYOR Başbakan Erdoğan'ın, Rusya'ya 12-13 Ocak tarihlerinde yapacağı geziyle ilgili olarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 'ön hazırlık' yapıyor. Üzerinde çalışılan konular arasında ise Nabucco Projesi, Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı, İkinci Mavi Akım ve Güney Akım Projeleri bulunuyor. Ayrıca Rusya'dan alınan gazın bedelinin düşürülmesi ve 'al ya da öde' yükümlülüğünün hafifletilmesi gibi konuların da iki liderin yapacağı zirvede ele alınacağı bildirildi. GÖRÜŞME GÜNDEMİ OLDUKÇA YOĞUN AL YA DA ÖDE: Türkiye, Rusya'dan 2009 yılında taahhüt ettiği gazı satın alamadı. Rusya ile Türkiye arasındaki anlaşmalara göre, Türkiye'nin almadığı gaz için Rusya'ya yaklaşık 1 milyar dolarlık bir bedel ödemesi gerekiyor. Ödeme ise şubat ayında gerçekleşecek. Türkiye, almadığı gazın parasını peşin ödeyecek, beş yıl içinde de bu gazın bedelini gaz olarak geri alabilecek. Türkiye, küresel ekonomik kriz nedeniyle 'al ya da öde' yükümlülüğünün esnetilmesini talep ediyor. Al ya da öde yükümlülüğünün esnetilmesi konusunda, Gazprom ile BOTAŞ arasında yapılan görüşmelerden sonuç çıkmadı. İki liderin görüşmesinde bu konuda çözüm aranacak. Ayrıca, gaz bedellerinin de aşağıya çekilmesi talep ediliyor. NABUCCO: Hazar Bölgesi'nin gazını Avrupa'ya taşıyacak olan Nabucco Projesi'nde arz sıkıntısı yaşanıyor. Türkiye, projeye Rusya'nın da ortak olmasını istedi, ancak Rusya bu talebe sıcak bakmadı. Türkiye, Nabucco Projesi'ne arz konusunda destek vermesini istiyor. SAMSUN-CEYHAN BORU HATTI: Rus ve Kazak petrolünü Akdeniz'e taşıyacak olan petrol boru hattı, arz sıkıntısı nedeniyle bir türlü hayata geçirilemedi. Rusya, daha önceden projeye destek vereceğini açıklamıştı. Görüşmede, Rusya'nın arz desteği ile ilgili somut adım atılması bekleniyor. İKİNCİ MAVİ AKIM: İkinci Mavi Akım Hattı ve Güney Akım Projesi, Rusya'nın üzerinde durduğu iki önemli gaz projesi olma özelliğini taşıyor. Rusya, Güney Akım ile Ukrayna'yı by-pass ederek, Avrupa'ya gaz satmayı planlıyor. Projeye Türkiye'yi davet eden Rusya, İkinci Mavi Akım ile de Rus gazını Ortadoğu'ya taşımayı planlıyor. İki projeyle ilgili somut adımlar atılması bekleniyor. NÜKLEER SANTRAL İHALESİ: Türkiye, tek teklif sahibinin Rusya olduğu nükleer ihalesini geçtiğimiz günlerde iptal etti. 2010'da ihaleye yeniden çıkılacak. İhalenin iptali Rusya'yı rahatsız etti. Erdoğan'ın Rusya ziyareti ile nükleer santral ihalesinin iptal edilmesi nedeniyle iki ülke arasında ortaya çıkan gizli gerginliğin sona erdirilmesi amaçlanıyor. Ziyaret, nükleer ihale konusunda da buzların erimesini sağlayacak.
‘Bu, devlet güvenliğiyle ilgili bir sır değil, olsa olsa ‘cunta sırrı' olmak gerekir ki, suç aslâ gizli olamaz (...)'
“Gizlilik derecesini benden iyi kimse bilemez. Bu konuda ehli vukuf (bilirkişi) olabilecek durumdayım. Ve bu sıfatla arz ediyorum ki, bir evrakın üzerinde ‘gizli' ya da ‘çok gizli' yahut da ‘kişiye özel' şeklinde bir damga bulunması, o evrakı kendiliğinden gizli, çok gizli ya da kişiye özel hâle getirmez. Çünkü evraka bu şekilde damga vuranlar, genellikle bu işin mahiyetinden haberdar değildir.”
Yukarıdaki ifadeler, Ekim 1997'de Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi önünde yaptığım ilk savunmamdan alınmıştır. Bu savunma, Türkiye'de darbe dönemlerinde hukuka yapılan baskı ve yargının işleyişi bakımından tarihî bir belge niteliğindedir.
***
Allah bana çeyrek asırlık devlet hizmeti ve toplam olarak kırk yıldan fazla kamu hizmeti nasip etti. Hasbelkader bürokrasinin en tepesine tırmandım ve Başbakanlık Müsteşarı oldum. Uzun yıllar boyunca ‘devlet güvenliği' ile ilgilendim. 15 Mayıs 1980 tarihinde bir Başbakanlık Genelgesi ile ‘devletin güvenlik koordinatörü' olarak görevlendirildim. Başbakanlıkta kripto/kozmik evrak servisini kurdum. 1977'de İçişleri Bakanlığı'nda, 1980'de Başbakanlık'ta ve 12 Eylül'den sonra 1983-1986 yılları arasında Başbakanlık'ta bütün gizli evrakı bizzat değerlendirdim. Müsteşarlığım sırasında ‘devlet sırrı' ve ‘gizlilik' kavramlarının gelişigüzel kullanıldığını ve istismar edildiğini görerek bunu kurala bağlayan bir genelge hazırladım.
Kaderin garip cilvesine bakınız ki, yıllarca devlet sırlarını ihtimamla muhafaza eden ve devlet sırlarına sahip çıkan beni, eski TCK'nın 136. maddesine göre, devlet sırrını ifşadan DGM önüne çıkardılar.
28 Temmuz 1997 tarihinde, YDP Genel Başkanı sıfatıyla bir basın toplantısı tertip ederek illegal ‘Batı Çalışma Grubu' cuntasını açıklamış ve 28 Şubat Darbesi'nin belgelerini dağıtmıştım. Daha önce bu belgeleri Ankara DGM Savcılığına, Ankara C. Başsavcılığına, Cumhurbaşkanına, Başbakana ve Yüksek Askerî Şûra üyelerine de vermiştim. DGM Savcılığı, darbe ihbarında bulunduğum kişiler hakkında soruşturmaya gerek duymazken, beni önce gözaltına aldı ve sonra da hakkımda dâva açtı. 28 Şubat'ın kuvvetli adamı Org. Çevik Bir'in ve Genelkurmay Adlî Müşaviri'nin gölgesi mahkemelerin üzerine düşmüştü. Bir yıl kadar yargılandıktan sonra, askerî üyenin muhalefetine rağmen, dürüstlük timsali Mahkeme Başkanı Turgut Okyay sâyesinde beraat etmiştim.
***
Bugün artık Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi ve onun bağımsız yargıya yaraşan kararı var. Bu tarihî kararı şöyle özetleyebiliriz:
‘1. İsnat edilen suçların niteliği, olayın vahameti ve delillerin karartılması ihtimali nazara alındığında, devlet sırlarının saklandığı yerlerde bile olsa, arama yapılmasına yasal engel bulunmadığının kabulü gerekir.
2. Aksine düşünce, devlet sırrı kavramının arkasına saklanılarak, suça ilişkin delillerin gizlenmesi ve bilâhare yok edilmesine zemin hazırlandığını akla getirebilir.
3. Bu gibi zan ve düşüncelerin ortadan kaldırılması için hâkim güvencesiyle bu gibi yerlere girilerek, devlet sırlarına zarar vermeden suç delillerinin araştırılması, hukuk devletine güveni arttıracaktır.' Bu şekilde sağlam bir hukuk düşüncesine sahip olan mahkemelerin ve hâkimlerin sayısı arttıkça, Türkiye'de demokratik hukuk devleti idealinin yaşatılacağına inanıyorum.
***
‘Devlet sırları' ve bunların muhafazasına gelince şu hususları belirtmekte fayda görüyorum:
1. Âcilen yeni TCK'nın ‘Devlet Sırlarına Karşı Suçlar'ı düzenleyen Yedinci Bölümü'ndeki 326.-339. maddeler arasındaki hükümler gözden geçirilerek, madde gerekçeleri dışında geniş bir yorum hazırlanmalıdır.
2. Başbakanlıkta, ‘devlet sırrı' kavramı incelenmeli ve gizlilik dereceli evrakın tasnifi yeniden değerlendirilerek kurallara bağlanmalıdır. Gizlilik derecelerinin verilmesinde hassas davranılmalı ve bu dereceler rastgele verilmemelidir.
5. ‘Suç' hiçbir şekilde ‘devlet sırrı' olamaz. Meşru hukuk nizamı dışında suç teşkil edecek belgeleri aleniyete intikal ettirmek her vatandaşın görevidir. Eski TCK'nın 151. maddesine ve yeni TCK'nın 333. maddesine göre, ‘Bu maddede tanımlanan suçların işleneceğini haber alıp da bunları zamanında yetkililere ihbar etmeyenlere, suç teşebbüs derecesinde kalmış olsa bile altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir.'
***
Sözün özü, Gladyo'nun, cuntanın, darbecilerin sırlarını ‘devlet sırrı' diye yutturmak isteyenler, artık içinde bulunduğumuz dünya ve Türkiye şartlarında buna muvaffak olamayacaklardır.
Soru: Sevgili Sivilay Abla, Bülent Arınç’ın evinin önünde yakalanan Albay’ın elinde Bakan’ın evinin krokisi olduğu söylendi. Dünyanın en önde gelenlerinden olan ordumuzun bir kâğıt parçasına elle çizilmiş bir kroki yerine Navigator kullanmasını, olmadı hiç değilse Google Map’ten renkli çıktı almasını beklerdim. Bunun nedeni bütçe yetersizliğimidir? (Mustafa Gülen)
Cevap: Sevgili Mustafa, Google Map’ten çıktı alamazlardı çünkü hatırlarsan kartuşları bitmiş, bir araba dolusu subay-asker yazıcıya kartuş almaya Arınç’ın mahallesine gelmişti. Navigator hiç olmaz. Bu alet neredeyse iki cep telefonu büyüklüğünde, yutmak gerektiğinde nasıl yutacaksın. Hadi bir şekilde yuttun, sonra çıkarma kısmını düşünmek bile istemiyorum. Gözümün önüne kötü manzaralar geliyor. Benim önerim bundan böyle kâğıt yerine dut pestili kullanılması.
Soru: Sevgili Sivilay Abla, Star yazarı Aziz Üstel, Genelkurmay’ın “JİTEM isimli bir yapılanmanın bulgularına rastlanamamıştır” şeklindeki açıklaması üzerine bir yazı yazdı ve aslında olayın Güneydoğu’ya giden bir Fransız kıza âşık olan delikanlının duvara Je t’aime (Fransızca seni seviyorum) yazmasından kaynaklandığını söyledi. Sizce bu doğru mu? (Fehmi Gönen)
Cevap: Sevgili Fehmi, kesinlikle doğrudur. Hatta dünya barış literatürüne önemli bir katkıda bulunulmuştur. Artık “Savaşma seviş” deyişinin modası geçmiş, “JİTEM değil JE T’AIME” denmeye başlanmıştır.
Soru: Sevgili Sivilay Abla, aslında kendimi demokrat biri olarak görüyorum ancak devletin sırlarının ortaya çıkması ihtimali beni de endişelendiriyor. Acaba bu gelgitli ruh halimin sebebi nedir? (Ekrem Timur)
Cevap: Sevgili Ekrem, rahatsızlığının kaynağı çıplak gözle bakınca bir mana veremediğimiz ancak böyle durumlarda derinliğine vakıf olduğumuz sihirli bir anayasa cümlesi. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü.
Şimdi sen millet oluyorsun ve buradaki ifadeye göre devletle bölünmez bir bütünsün. Bir bütünün bir parçası bir kabahat yaptığında, bütünün geri kalanı da eşit miktarda kabahatlidir. Bu durumda devletin yediği her nane, kırdığı her cevizde kendini suçlu hissediyorsun. Bu nedenle ortaya çıkmasın istiyorsun, çıkınca da inkâr ediyorsun. Devletin suçlar odasına girilmesini kişisel bir mesele olarak algılıyorsun. Rahat ol, seninle alakası yok.
Soru: Sevgili Sivilay Abla, diyelim ki kara bir kediniz var. Ankara’da gezerken kozmik oda mıntıkasına kaçıyor. Kafanızı uzatıp, “hey nöbetçi, kara kedimi gördün mü” diye sorduğunuzda alacağınız cevap ne olur? (Emine Demir)
Cevap: Sevgili Emine, alacağın cevap “Gördüm, ağaca çıktı” olur. Peki, “Ağaç nerede” diye sorarsan baltanın kestiğini öğreneceksin. Baltanın izini sürersen karşına suya düştüğü gerçeği çıkacaktır. Suya doğru yöneldiğinde çoktan bir ineğin bütün suyu içip sen gelmeden dağa doğru kaçtığını söyleyecekler. Dağ nerede diye sorma, tabii ki yandı, kül oldu, bitti. Kış kış ne yangını diye uzatıp şansını zorlamazsan senin için iyi olur.
Esprili bir lideriz, tamam... Ses tonumuzdaki “sosyal demokrat çatlağı” halledebilirsek, karizmatik de görünebiliriz... İcabında yüzücüyüz... Suya çivileme atlarız... Polemikçiyiz... Siyaset biliminin kitabını yazmışız... Şöyleyiz böyleyiz...
İyi de Sayın Baykal, azıcık da “siyasetçi” olsanız...
Parlamentarizm, demokrasilerde bir şey ifade ediyorsa (ki ettiğini siz daha iyi biliyorsunuz), o ifade edilen “şey”le tarih boyunca hiçbir ilişkiniz olmamış... Siyaset, bir tür “kendini ifade etme ve sorun çözme” yordamıysa, onun semtinden dahi geçmemişsiniz...
Haksızlık etmek istemem ama, bugün çok partili demokratik parlamenter sistemi “karşı devrim” ve “başımıza gelmiş en kötü şey” olarak niteleyenler, partinizle şu ya da bu şekilde irtibatlı olan kişiler arasından çıkıyor.
Kemal Anadol’a sorun, anlatsın...
Siyaset kurumuna karşı gardını alanlar da sizin arkadaşlarınız...
Bu da Onur Öymen’in ihtisas sahası.
Peki, nasıl olur da, kendisini “sol siyaset”le tanımlayan ve özgürlüklerle ilişkili olması gereken bir parti, birden fazla görüşe demokratik sistem içinde yarışma imkanı tanıyan çok partili parlamenter sistemi “anomali” olarak görür?
Böyle düşünmek siyaset midir? Böyle düşünenlere “ifade zemini” hazırlamak siyasetçi tavrı mıdır?
Hani özgürlükler sağlanmalıydı?
Hani kimliklerin tanınması yönünde bir politika izlenmeliydi?
Hani ülkedeki “kirli savaşa” son verilmeliydi? (Öyle ya, bir aralar bu jargonu kullanıyordunuz... Sonradan inkâr ettiğiniz bir “Kürt Raporu” hazırlatmıştınız... DGM’lik bile olmuştunuz.)
Hani farklılıkları “karşıtlık” gibi sunan ve
kimlikleri reddeden “ulus devlet” anlayışına son vermeliydik? Hani “globalizm”le birlikte toplumun önünde yeni ufuklar açılmıştı ve biz de Alman sosyal demokratlarının yaptığını yapıp globalizme sardırmalıydık?
Bunları siz söylüyordunuz...
Bunları söylememiş gibi yapmak ve sorular karşısında tavana bakmak iş midir?
Hadi bunları bir kenara bırakalım... “Darbe sözcüğünü sözlüklerimizden çıkaralım. Bundan sonra darbe olmaz, işimize bakalım...” temennisinin sıkça dillendirildiği 2000’li yılların başında bile çok ciddi dört darbe tehlikesi atlatmışız...
Peki, kontrgerilla merkezinde başlatılan “hukuki tarama”dan niçin rahatsızsınız beyefendi?
Nedir “yargısal denetim”le alıp veremediğiniz?
Kozmik oda bulguları niçin geriyor sizi?
Bülent Arınç’ı “kozmik patates”e benzeterek, icabında nasıl da esprili bir lider olabileceğinizi kanıtladınız... Böylece mukabil esprilere kapı aralamış oldunuz.
Birileri de sizin için “kozmik domates” yakıştırmasında bulunsa, hoşunuza gider mi?
Madem kıvamını yakaladınız, “kozmik oda” soruşturmasını başlatan savcı ve hâkime gönderilen kurşunlara da bir kulp buluverin, tam olsun...
Büyüklerimiz, "kurumlar arası çatışma yok" diyor. Ancak kurum mensuplarının karşı karşıya geldiği çok açık. Mesela, gözaltılarda, askerle polis karşı karşıya...
En sonlardan bir örnek; Çukurambar'da yakalanan subay; "kâğıdı cebime polis koydu" diyor. Mesela Albay Dursun Çiçek'le ilgili olarak, Adli Tıp uzmanları, "imza ıslak" diyor, askerler "kuru" diyor. Mesela, Özden Örnek, "günlükler benim değil" diyor. Genelkurmay Başkanı'mız; "bu ifadeye itibar edilmeli" diyor. Üç kişilik bilirkişi ise; "günlükler, Deniz Kuvvetleri Komutanı'nın bilgisayarından çıkma" diyor. Mesela, Cumhurbaşkanı Sayın Gül, TSK'ya destek mesajları verirken, Çukurambar'daki Albay E.Y.B., ifadesinde; "Ajandamda Abdullah Gül ile başlayan yazı bana ait değildir. Oğluma aittir. Oğlum 16 yaşındadır. 'Musa'nın Gülü' kitabından bana özet çıkardığını söylemiştir." diyerek başka bir mesaj veriyor. (Bu kitabın kapağında, Sion yıldızı içinde Abdullah Gül'ün fotoğrafı var. 'Musa'nın Gülü' yakıştırması, bu ülkenin Cumhurbaşkanı için yapılıyor. Kitabın yazarı, Ergenekon tutuklusu Ergün Poyraz. Kimlerin yazdırdığını artık siz tahmin ediniz...)
Ancak işin çığırından çıktığının çok çarpıcı bir fotoğrafı var. Seferberlik Tetkik Kurulu Ankara Bölge Başkanlığı'ndaki kozmik odada, halen çalışmalarını sürdüren hâkimin "takip ediliyorum" demesi üzerine, Ankara'nın orta yerinde iki sivil araç durduruldu. Genelkurmay'dan yapılan açıklamalardan anlıyoruz ki; birinci araç "Deniz Kuvvetleri Komutanı'nın konutuna tahsisli... O günkü 'görev' esnasında dondurma, yaş pasta, kuruyemiş almaya gitmişler. İkinci araç da, "iki şoför, bir elektrikçi, bir marangoz askerden müteşekkil ve korgeneralin konutuna tahsisli olup konutun bir ihtiyacı için" yolda bulunuyorlar...
Doğruyu kim söylüyor olursa olsun, bu açıklamalar pek çok insan gibi beni de rahatsız ediyor. Hele olay yerine, Ankara Garnizon Komutanı ve 4. Kolordu Komutanı Korgeneral Mehmet Emin Alpman ile iki albayın koşarak gelmesi, büsbütün rahatsız edici. Madem arabadakiler aşçı, elektrikçi ve marangoz, koskoca korgeneralin o koşturması neyin nesi?
Evet, kimse kurumlar arasında çatışma istemiyor. Ama herkesin gözü önünde kurum mensuplarının bir karşı karşıya gelişi var. Muhalefet de sağ olsunlar, ateşe ha bire körük sallıyor. Sayın Baykal'ın son ifadesi şöyle: "Kurumlar arası çatışma falan yok. Silahlı Kuvvetler'e saldırı var. Saldırı da hükümetin bilgisi ve himayesi altında yapılıyor." Ergenekon davası, Cumhuriyet'in yönetici elitleri için karar anını anlatıyor. Toplum, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, herkesin hesap vermesinden yana bir karar verdi. Şimdi, Kemalist-laikçi-otoriter elit yönetici sınıf da bir karar vermek zorunda. Darbe yapılamıyor. Muhtıra vermek bile zorlaştı. Yeni bir seçimde, kendilerini yeniden iktidara taşıyacak bir tablo da görülmüyor. İnatlaşma ve çatışmaya devam mı, yoksa tarihî bir mutabakat arayışı mı? Yönetici elitler, karar vermeden önce acı da olsa, şu gerçeği kabul etmek zorundalar: Askerî vesayet rejimi bitiyor. Bu rejimin bütün payandaları yıkılıyor. Medya, eski medya değil.. barolar bile, eski barolar değil.. üniversiteler eski üniversiteler değil.. halk, eski halk değil.. iktidar, eski iktidarlara benzemiyor.. Türkiye, eski Türkiye değil...
Türkiye, yola askerî vesayet rejimi ile devam edemez. Tarihî mutabakattan başka yol yok. O da sadece demokratik zemini işaret ediyor. Genelkurmay Başkanı'mız, yine bütün generalleri arkasında toplayıp; "Şunu herkes bilsin ki, cuntacıları bünyemizden atacağız. Darbeyi aklından geçiren bile aramızda barınamaz. Türkiye'nin, demokratikleşmekten başka çaresi yoktur. Türk Silahlı Kuvvetleri, bütün demokratik ülkelerdeki gibi sivil iradenin emrinde olmalıdır. Bunun için Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmamız gerekiyor..." dese, bu ülkede ne gerilim ne çatışma kalır. Bu millet, ordusunu bağrına basmak istiyor. Ama vesayet dikenleri, buna imkân vermiyor...
Dul Kadının Oğulları! Kardeşimiz Mustafa Yılmaz'ın yeni çıkan kitabının adı!
Mustafa Yılmaz, Dul Kadının Oğulları'nda hem masonları hem de masonluğu anlatıyor!
Doğruyu söylemek gerekirse kitabı elimize ilk aldığımız da "Masonluk ve masonları anlatan klasik kitaplardan biri" daha diye düşünmüştük!
Ama fena halde yanıldığımızı kitabı okudukça anladık!
Zira oldukça akıcı bir üslupla kaleme alınmış ve okumaya başladığınız andan itibaren kitabı elinizden bırakmak istemiyorsunuz!
Bugüne kadar masonlar ve masonluk hakkında çok şey okumuş ve duymuş biri olarak itiraf etmeliyiz ki, Mustafa kardeşimizin yazdıklarından yeni pek çok şey öğrendik!
Sadece biz değil herkes çok şey öğrenmiş olmalı ki gazeteler ve internet siteleri sürekli "Dul Kadının Oğulları"ndan söz ediyor!
Özellikle de TBMM çatısı altındaki masonik semboller hakkında verilen bilgiler ilgi odağı olmayı sürdürüyor!
Bunca yıldır o masonik sembollerin bulunduğu mekanlardan defalarca geçmiş insanların bile şimdi etraflarına daha bir dikkatle bakar hale geldiklerinden eminiz!
Masonluk ve masonlar hakkında bugüne kadar çok şey yazıldı!
Mustafa kardeşimizin kitap çalışması ise bugüne kadar yazılanların yeniden kaleme alınmış hali değil!
Dul Kadının Oğulları ile toplumu çepeçevre sarmış bir masonik hareketin şeması ortaya konuluyor!
Adamların söz sahibi oldukları her yere ve her mekana (TBMM dahil) sembollerini nasıl yerleştirdikleri belgeleri ile gözler önüne seriliyor!
Masonluk ve masonlar hakkında bilgilerini hem tazelemek isteyenler için hem de yeni bilgiler öğrenmek isteyenler için Dul Kadının Oğulları müthiş bir kaynak!
Nasıl bir ortamda yaşadığımızı ve çevremizin masonik düşünce ile nasıl kuşatılmış olduğunu merak edenlere Dul Kadının Oğulları'nı vakit geçirmeksizin okumalarını tavsiye ediyoruz.
TBMM çatısı altında yer alan üçgen motifler, üçgen içinde noktalar, D ve M harfleri, hasılı tüm masonik semboller hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsanız Dul Kadının Oğulları'nı mutlaka okumalısınız!
Mustafa kardeşimizin kitabı TBMM'nin 90 ncı yıl kutlama törenlerine de damgasını vurmuş bulunuyor!
Kutlama törenlerine katılanların bugüne kadar üzerinden defalarca geçtikleri yerlere şimdi daha dikkatle baktıklarını ekranlarda hep beraber izledik!
Mustafa kardeşimizin kitabı vesilesi ile düzenlenen haber programlarından öğreniyoruz ki benzer semboller Anıtkabir'de de varmış, Haydarpaşa Gar'ında da varmış! Evet, adamlar adeta nereye bir çivi çakmışlarsa hemen sembollerini oraya kazımışlar!
Yani her şartta "Biz varız, biz buradayız" diyorlar!
Aralık ayının 5’inde Londra’dan yola çıkan “Filistin’e Özgürlük” konvoyunun izlediği yol, Haçlı Seferleri’nde kullanılmıştı. Bu inceliğe vurgu yapan İHH (İnsani Yardım Vakfı) yöneticilerinden Yaşar Kutluay’ın mesajı dikkat çekici: “Haçlı seferlerinin amacı Kudüs’ün yakılıp yıkılması ve işgal edilmesiydi. Şimdi, Haçlı seferlerini yapanların torunlarıyla birlikte aynı güzergahta ama bu kez, Gazze’yi ve Filistin’i özgürleştirmek, onarmak, tamir etmek ve orayı yeniden yaşanabilir kılmak için yürüyoruz. Bu bir bakıma tarihin geri dönüşüdür.” ¥ Evet, dünün “gâvuru” insan olduğunu yüzyıllar sonra da olsa hatırlamaya başladı. Halkı Müslüman Mısır’ın başında bulunan “Kimlik Müslüman’ı” İsrail uşakları ise; Firavun’un akıbetine uğrayıncaya kadar devamda kararlı!.. Netahyahu’nun emir eri Hüsnü Mübarek’in “insani yardımı” engellemek için yaptıklarını günlerdir ibretle izliyoruz. Kıskaçtaki mazlumlara “insani yardım götürmekten” başka bir amacı olmayan konvoy üyelerine, tuvalet kullanımına mani olmaktan polis işkencelerinden geçirmeye kadar her türlü zulüm reva görülmekte... MUSTAFA UZUN’UN ŞAHİTLİK ETTİĞİ İBRETLİK ÖYKÜ Heyetin El Ariş Limanı’na yaptığı 20 saatlik yolculuk boyunca tacizde bulunan İsrail hücumbotlarının nefesini ensesinde hissedenlerden biri de, Muhabirimiz Mustafa Uzun’du. Tehlikeli yolculuktaki tek gazeteci. Serüven boyunca ortaya koyduğu gazetecilik performansı, üstün görev aşkı ve cesaretiyle Vakit camiasının gurur kaynağı olan Mustafa Uzun, kısmet olur da dönebilirse yaşananları kitaplaştıracak. ¥ Bu kitabında sadece “olayları” anlatmamalı Mustafa. Mesajlara yüklenmeli. “İsrail’e râm olan” bir Halkı Müslüman devletin ibretlik öyküsüdür şahitlik ettiğimiz.... Tabloyu, ibret-i âlem için gözler önüne sermeli!.. “ULUSLARARASI ANLAŞMALAR”MIŞ!.. Mısır’ın Ankara Büyükelçisi Dr. Alaaa El Hadidi’nin, “Firavun işkencesi”ne dair sorulara cevap vermeye çalışırken ne hallere düştüğünü izledik. Konvoy üyeleri, Mısır’la işbirliği yapmamışlar!.. Mısır’ın tutumumun “İsrail baskısı ile alâkası yok”muş!.. Uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülükleri gereği, böyle davranmak mecburiyetinde kalmışlar... Hangi “uluslararası anlaşma”dır “insani yardıma” engel olan?.. “Yardım konvoyu”na katılanları hastanelik edinceye dek dövecek kadar “Yahudileşmek” hangi anlaşmanın icabıdır?.. ¥ Beş dakika içinde bir dolu gerçek dışı ifadeye başvurdu Büyükelçileri. Bunlardan biri de, “Konvoy üyelerinin kendileriyle istişarede bulunmaksızın hareket ettiği”ydi. Gerçeği ters yüz etmekle yetinmeyen Büyükelçi, “Sizin limanlarınızda kontrolünüz dışı hareketler olsa, birileri sizinle istişarede bulunmaksızın limanınızdan geçmeye yeltense siz ne yaparsınız?” diyerek iddiasını güçlendirmeye çalıştı. Böyle bir şey olabilir mi?.. Bir yardım organizasyonu, sınırından geçeceği devletin yetkilileri ile “istişarede bulunmaya bile ihtiyaç hissetmeksizin” hareket edebilir mi?.. İHH’nın konuya ilişkin açıklamasında ifade edildiği gibi; “Mısır Devleti’nin yetkilileriyle yapılan görüşme sonrası Gazze’ye en yakın liman olan Ariş Limanı’na gidilmesi; bu şekilde konvoyun ve beraberindeki gönüllülerin Gazze’ye yardımları ulaştırabilecekleri konusunda anlaşmaya varıldı.” ¥ Varıldı varılmasına da... İsrail uşaklığı bu... Açıklamadan devam edelim: “(..) Mısır Devleti (Bir yerlerden emir almışcasına S.A.) daha önce yapılan anlaşmaların aksine, 198 araçlık konvoydaki 59 aracın Gazze’ye götürülemeyeceğini konvoy içerisinde bulunan yetkililere iletti. Daha sonra Ariş Limanı içerisinde bekleyen gönüllülerin etrafı Mısır güvenlik güçleri tarafından sarıldı. Sivil giyimli yaklaşık 100 polis konvoydakilere taş attı, resmi üniformalı polisler de biber gazlarıyla saldırdı!.. Bu saldırı sırasında yaklaşık 40 kişi yaralandı. Mısır polisi yaralananların hastaneye gitmesine bile izin vermedi!.. Yaralılara ancak konvoyun elindeki imkânlarla müdahale edilebildi. Bu arada 8 gönüllü de gözaltına alındı!..” ¥ Ne yazık ki; bu “gâvur eziyeti”, dün de devam etti. Araçlar limana geleli 4 gün olmuştu ve giriş yapacakları belliydi. Giriş izni çıkıncaya kadar işlemleri tamamlayabilirlerdi. Bizim Dışişleri’nin yoğun çabalarına rağmen, “engellemelerini” sürdüren Mısır, 139 aracın “çıkış işlemleri”ni tek tek yapmaya dün öğleden sonra başladı. Bu sıkıntılı saatlerde, gönüllülerden bazılarına telefon aracılığıyla ulaştık. Mısır polislerinin, tıpkı İsrailliler gibi “düşmanca davrandıklarını” belirten bir gönüllü; “Başımıza gelecekler konusunda hiçbir fikrimiz yok!.. Giriş yolumuzun açıldığı söylendi ama Refah’taki Mısır’ı protesto gösterisinde bir Mısırlı sınır muhafızının öldürüldüğüne dair haberin ulaşmasından sonra, tutum değiştirebilirler!.. Adamlar sanki iş yavaşlatma eyleminde. Bu arada, bir sert bakışlar fırlatıyor; bir sapık sapık gülüyorlar!..” dedi. İHH heyetinden Salih Bilici kardeşimizle de, dün akşam saatlerinde görüştüm. “Şu anda yola çıkıyoruz. Kısmetse Refah sınır kapısından Gazze’ye gireceğiz” derken, yanına Mısırlı görevliler geldi. Bir yandan onlarla konuşmaya, diğer yandan da olan biteni bana anlatmaya çalışıyordu. Bilici’nin duyabildiğim son cümlesi; “Bunların ne yapacakları hiç belli olmaz abi” oldu. Allah (C.C.) Siyonistlerle uşaklarının şerrinden muhafaza eylesin... Amin!..
Seferberlik tetkik Kurulu'nda yapılan araştırmaya karşı çıkılmıştı. Ancak YARSAV eski Başkanı Eminağaoğlu da Kozmik Oda'da incelemeler yapmış...
Bülent Arınç'a suikast iddiasının ardından Seferberlik tetkik Kurulu'nda araştırma yapılması gündeme gelmişti. Genelkurmay'ın sırlarının bulunduğu yer olarak nitelendirilen "Kozmik Oda"daki aramaya savcıların girmesine karşı çıkılmıştı.
Sadece Hakim'in girebileceği belirtilmişti. Oysa 6 yıl önce Dışışleri Bakanlığı'nın "Kozmik oda"sına Ömer Faruk Eminağaoğlu savcı olarak girmişti. Eminağaoğlu bakanlıkta şifrelerle girilen ve "çok gizli" kirptoların bulunduğu bir anlamda Dışişlerinin "kozmik odası"nda inceleme yapmıştı.
Eminağaoğlu, Dışişleri'nin kozmik odasında Fethullah Gülen araması yaptı
Radikal gazetesinin haberine göre, Seferberlik Ankara Bölge Başkanlığı'nda Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi Üyesi Kadir Kayan tarafından yapılan aramaların bir benzerinin, 2003 yılında Fethullah Gülen cemaatine ilişkin soruşturma kapsamında Dışişleri Bakanlığı'nda yapıldığı ortaya çıktı. Araştırmayı yapan da kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim: Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Başkanlığı yaptığı dönemde sık sık hükümete karşı çıkışlarıyla gündeme gelen Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu. Savcı Eminağaoğlu, bakanlıktaki dışarıya çıkarılması, çoğaltılması yasak olan ve çelik kasada muhafaza edilen kriptoları tek tek incelenmiş. Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün büyükelçiliklere gönderdiği ve AKP hakkındaki kapatma davasında da delil olan "Fethullah Gülen okullarına ve cemaatlere ayrımcılık yapılmasın" talimatlarını Eminağaoğlu, bu aramada ele geçirmiş.
2003'te Dışişleri Bakanı Gül'ün Avrupa'daki büyükelçiliklere, Milli Görüş Teşkilatı ve Fethullah Gülen okullarına ayrımcılık yapılmaması direktifiyle iki kripto gönderdiği ortaya çıkmıştı. Bu basına yansıyınca Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Gülen cemaatine yönelik soruşturma çerçevesinde kendisine ulaştırılan iki kripto dışında başka kripto bulunup bulunmadığını 'çok ivedi' bir şekilde Dışişleri'nden talep etmişti.
Gül'ün teklifi
Başsavcılığa bir yazıyla yanıt veren Dışişleri Bakanı Gül, söz konusu metinlerin çelik kasalarda muhafaza edildiğini belirterek şu uyarılarda bulunmuştu: "Söz konusu genelgeler bakanlığımız merkez teşkilatı ile dış teşkilatı arasında mevcut şifre muhaberatı yoluyla intikal ettirilmiş olup, bakanlık birimleri arası bu tür şifreli yazışmanın tabi bulunduğu devletin diğer hassas korumalarını da bağlayan, uyulması zorunlu, sarih haberleşme güvenliği kuralları mevcuttur. Bu bağlamda söz konusu metinlerden örnek çoğaltılması, merkezde bakanlık dışına, yurtdışında dış temsilcilik dışına çıkarılmaması, ayrıca sürekli strong-room'larda (çelik kasa odalarda) muhafaza edilmesi gerekmektedir. Söz konusu ilk kripto genelge örneğinin gönderilmesine ilişkin taleplerinin karşılanmasına imkan bulunmamaktadır. Buna karşılık, başsavcılıklarınca terfik edilecek bir savcının önceden randevu alarak bakanlığımızda teşrifle metin üzerinde gerekli incelemenin yapılabileceği düşünülmektedir."
Böylece eski Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 88. maddesi uyarınca söz konusu belgeleri inceletmeme yetkisi bulunan Gül, söz konusu kriptoların incelemesine sınırlı bir şekilde izin vermiş oldu. Bakanlığın söz konusu yanıtı üzerine Yargıtay Başsavcılığı, Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu'nu görevlendirdi. Eminağaoğlu, bakanlıkta şifrelerle girilen ve 'çok gizli' kriptoların bulunduğu odada, Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Genel Müdür Yardımcısı'nın gözetiminde inceleme yaptı ve tutanak tuttu. Söz konusu kriptolar çözdürülünce, Gül'ün dış teşkilatlardan 'Milli Görüş Teşkilatı ve Fethullah Gülen okulları için destek istediği' tespit edildi. Eminağaoğlu'nun tespit ettiği kriptolar AKP hakkında açılan kapatma davasında Cumhurbaşkanı Gül'e siyaset yasağı istenilmesine de gerekçe yapılmıştı.
nasıl memleketiz ya.. askerliğikten kaçmış ne idüğü belirsiz bir adam memlekette at oynatıyor.
imkanım olsa benim yarsav başkanı gibiler için özel kozmik oda ayarlar içinede bisürü babayiğit zenci arkadaş yerleştirirdim :) asnlayana sözüm
ASKER ÇÜRÜĞÜ GİRİYOR ŞEREFLİ HAKİM GİREMEYECEK ÖYLE Mİ?
Asker çürüklerine bizim kültürümüzde kız bile vermezler. Adamı kozmik odaya bile sokmuşlar. Vah Türkiyem vah, ağlanacak haline gülüyoruz. Allah milletimizin, namuslu hakimlerimizin savcılarımızın ve hükümetimizin yardımcısı olsun.
hani devlet sırrı diye bir şey olmazdı?
o zamanın dışişleri bakanı olan gül, kendi yazdığı yazıda bu belge ve bilgilerin "hassasiyetini" yani devlet sırrı olduğunu belirtmiş ve dışarı çıkarılmamak üzere incelenebileceğini söylemiş. yani bugün yapılanın benzerini yapmış. bugünkü aramaya taraftar olurken, o gün yapılanlar niye "Emin ağa da girmiş" oluyor? Bugünküler savcı da, o günküler değil mi? Bugünkü mahkeme de, o günkü değil miydi? Çifte standardınızı her yerde dışa vuruyorsunuz.
Allah rahmet eylesin. Rahmeti ile ağırlasın inşallah.
Müslümanlar pek intihar etmezler. Anlaşılmayacak bir şey yok. Bakın tarihimizde pek çok intihar bulursunuz. Enson olarakda Albaylar yarbaylar askeri savcılarda intihar ediyorlar!
Sadece helikopter kazaları ve trafik kazaları olacak değilya. Refah partisine güç katan Aydın menderesi kazadan kurtaranların boynunu kazayla kıraken yarıda kaldıkları için ömür boyu felç oldu. ASELSAN mcitleri genç mühendisler bir biri ardına intihar ediverdi.
Bir gün anlaşılır. İntihar eden subaylara otopsi yapılmayışıda çok ilginç
Allah gani gani rahmet eylesin Allah yerini cennet eylesin. özür dilerim,bütün samimiyetimle soruyorum. burada anlatılmak istenen şeyi anlayamadım
Date: Wed, 6 Jan 2010 20:57:29 +0200 Subject: [anadoluhaber:37176] Erbakan'ı tutuklamayan askerî hakimin eşi neden intihar etti? - Nusret Çiçek - Vakit From: tarik.b.ziyad@gmail.com
Erbakan’ı tutuklamayan askerî hakimin eşi neden intihar etti?
Acaba intihar mı etti? Yoksa!.. O günleri çok iyi bilen birisi sayılırım. Darbe oluncaya kadar Altındağ Adliyesi ile Ankara Adliyesi’nde savcı olarak görev yapınca çokça olaya yakından şahit oldum. POLDER devri idi o günler... POLDER militanları tarafından evim tarandı, bir başka gün sokakta Filistin usulü dövülen gençlere müdahale edince aynı ekol tarafından evim sarılarak yaka paça karakola kadar götürüldüm. Eşim vurularak ağır yaralandı... Adeta devlet yoktu, ama devlet yerine işler çeviren Ergenekoncular gibi güçler vardı. Yapıyordular, oluyordu... İşte bir sabah karayolunda zincirleme kaza olunca olay yerine gittiğimde askerî hakim Hamdi ile karşılaştım. Arabası bir başka Almancının arabası ile kazaya karışmıştı. Sabahın erken saati, yoğun sis ve de hava oldukça soğuktu. O soğukta iki hanım tarlanın ortasında sabah namazını kılmışlar, birisi de albayın hanımı idi. Soğuktan titriyorlardı. Her iki tarafı alarak evime götürdüm. Sonra da aile dostu olmuştuk. Hamdi, 1980 darbesinde Erbakan Hoca’yı tutuklamayan Hakim Albay. Ordudaki lâkabı, “Bizim Hamdi”, Solcu Hamdi... Darbenin en güvendiği adam, Erbakan’ı nasıl tutuklamazdı? Netekim, Albay’ı makama çağırarak sormuş: “Bizim Hamdi, bu gericiyi nasıl tutuklamazsın?” “Komutanım delil yoktu.” “Ya başka bir hakim tutuklarsa!” “Onu bilmem, benim gibi tecrübeli bir hakimin tutuklayacağını sanmam.” Erbakan Hoca’yı genç bir hakim tutuklayınca Albay’a yer beğenmek düşmüş. O da bu nedenle emekli olmuştu... Eşine gelince, saygın bir hanım. Suna hanım... CHP kadın gençlik kollarında başkanlık yapmış, Mevhibe İnönü ile doğrudan görüşürlermiş. Ne var ki kader bu hanıma bir tarikata mensubiyeti nasip edince işler değişmiş. O kadar güzel üslûp, konuşma sanatı ve iman noktasında örnek bir insan. Merhum Suna hanım: “Eşim Erbakan hocayı tutuklamayınca onu kapıda saatlerce bekledim, geldiğinde boynuna sarılarak tebrik ettim.” İman abidesi bir insan... Hamdi bey, “Bana ille de birisine tapacaksın deseler, eşime taparım” demişti... Yaşamına karışmadığı gibi çok saygılı davranıyordu. Çevresi tabii ki sosyal demokrat askeri kesim, Hamdi de sosyal demokrat... Rahmetli Suna hanım hafta sonları beraberinde getirdiği üst düzey kişilerin hanımları ile evimize gelip sohbetler ediyordu. O gerçekten bizim manevi ablamızdı... Dinlenmeden, İslam’ı çevresine yaymaya çalışıyordu. Bir ara ziyaret uzayınca evden telefonla aradım. Karşıma çıkan Hakim Albay’ın sesi titrekti. Kötü haberi vermeye cesaret edemiyordu. Mimiklerinden sıkıntıda olduğunu anlıyordum. Israr edince bir cümle söyleyebildi: “Ablan maalesef intihar etti...” Nasıl sarsıldığımı anlatamam. Bir çığlık attığımı hatırlıyorum... “Albayım, benim tanıdığım o imanlı insan intihar etmez, bir yanlışlık olmasın?” Olayı kısaca şöyle anlatmıştı. İstanbul’da her hafta katıldığı sohbetlerin birisinde, sabah namazına kalktıklarında güya üçüncü katın penceresinden atlayarak intihar etmiş. Gören eden yoktu... Sadece bir mermer sesi duymuşlar... Tek izahı, sûfilerde öyle olaylar vecd halinde olurmuş! Hemen konuyu kavradım., öyle olsa ülkede bir tane sûfi kalmazdı... Öylesi bir insan hem o çevrelerde yetiş, hem de onları İslam’a davet etmeye kalkış, hem de bizim Hamdi’nin eşi ol, Erbakan’ı da tutuklama... Hazmedilecek bir olay değildi. O da diğerleri gibi oldu, resmi kayıtlara intihar olarak geçti... Allah rızası için ruhuna Fatiha...
-- Bu grubun hiç bir siyasi oluşum, parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş, Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR.." Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...
İhracatın krize rağmen 100 milyar doları bu yılda geçtiğini bu arada nüfun 2.5 milyon civarında arttığını. eğer bunlar olmasa idi şimdi kan gövdeyi götürecek şekilde bir birimize düşmüş paranın üzerinde milyar, maaşaların triliyon olacağını ve enflasyonunda % 1000 lere gelmiş ve tek çare olarak bölünmeyi kabul etmiş olacamızı falan da düşünseniz. Bu gün gelinen nokta dün battırıldığımız çukurdan ancak kafamızı ve bir elimizi çıkarmış olmamızdır. Asıl gelişim yeni başlayacaktır.
2002 den beri iktidarsınız bütün ihaleler israil ve amerikan firmaları ile avrupa şirlkketlerine veriliyor
yerli şirket kalmadı hala çamur atıyorsunuz
aynaya bakın aynaya
06 Ocak 2010 20:47 tarihinde Dr. Tarık Ziya - Toplumsal Onarım ve Siyasal Rehabilitasyon Uzmanı <tarik.b.ziyad@gmail.com> yazdı:
HABERVAKTİMİ KINAMA.
Habervaktim bırakın artık beyinleri ve anatomileri fosilleşmiş insanları gündeme getirmeyi,Birgün Cindoruk bir gün Demirel,kardeşim yeter artık şu heriflerin isminin yer olması kgna getirmekte,bunlarla ülke maalesef her açıdan sınıfta kaldı,aleyhinede olsa artık bu fosilleri sitenize taşımak süretiyle gündemde tutmanın anlamı varmı.
-- Dr. Tarık Ziya
Toplumsal Onarım ve Siyasal Rehabilitasyon
Ana Bilim Dalı Başkanı Yardımcısı
-- Bu grubun hiç bir siyasi oluşum, parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş, Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR.." Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...
-- Bu grubun hiç bir siyasi oluşum, parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş, Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR.." Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...
Bugün Hüseyin Baybaşin'in somut birkaç olayla ilgili söylediklerine yer vereceğim. Söylediklerinin hepsi çok çarpıcı ve bir o kadar da araştırılması gereken şeyler...
İşte 90'larda bir yemek masası ve Baybaşin'in anlattıkları:
"Korgeneral Hulusi Sayın'la, Diyarbakırlılar Yardımlaşma Dayanışma Derneği'nin Başkanı Nedim Özer Bey ve Mehmet Ağar ile birlikte Beyti'de yemek yemiştik. Hulusi Paşa orada bizzat, 'Kürt sorunu Türkiye'yi bitirir, bu sorunu kendi içimizde çözmenin yolunu bulmamız lazım. İnsanları öldürerek, korucularla çatıştırarak bitiremeyiz. Bunları bizim çözmemiz gerekir' diyordu. Mehmet Ağar bunları buz gibi dinledi, hiçbir cevap da vermedi. Sadece Nedim Bey 'Paşam biz bunları geçelim' dedi. O da 'Olur mu, bu konuları geçmek olmaz. Bakın bugün biz burada oturuyoruz, yemek yiyoruz, sohbet ediyoruz. Yarın öyle bir durum gelecek ki, birbirimizi tanıyamayacağız, hiç birimizin güvenliği olmayacak.' Bunları Hulusi Sayın söylüyordu. Bundan birkaç gün sonra, onun katledildiğini duyunca çok üzüldüm. Nedim Bey'i aradım, 'Konuşuruz şekerim, konuşuruz' dedi kapattı."
Araya girip soruyorum; "Hulusi Sayın, sol bir örgüt tarafından öldürülmedi mi?"
Baybaşin bunun uydurma olduğunu belirtip şöyle diyor: "Sol örgütün Hulusi Paşa ile ne işi var. Her zaman devlet içindeki çeteler birilerini katlederken bir örgüt adı verirler. Onlar da üstlenir. O toplantıya Hulusi Sayın neden gidiyordu? Bunun soruşturulması lazım. Kim yaptı, kim üstlendi değil, bu niye yapıldı? Buna bir bakmak lazım."
O günlerin sansasyonel cinayetlerinden söz edince uyuşturucu dünyasını ve devletin karanlık ilişkilerini iyi bilen ünlü gazeteci Uğur Mumcu'yu da sormadan edemiyorum.
Baybaşin o konuda da ilginç şeyler söylüyor:
"Uğur Bey, benimle görüşmek istiyordu ben de aradım. Öldürülmesinden 15 gün sonra falan görüşecektik Azerbaycan'da. O Azerbaycan'dan Afganistan'a kadar uzanan detay sordu, ben bildiklerimi izah ettim. Ben Azerbaycan'da gördüğüm tanıdığım insanları anlattım. Bunların Azerbaycan'da aktif yerleri vardı. Afganistan'dan oraya uyuşturucuyu getirip oradan da dünyanın diğer ülkelerine sevk ediyorlardı."
Bugün Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan arasında kilit sorun olan Karabağ meselesinin o günlerin ürünü olduğunu söyleyen Baybaşin, Mumcu'nun "Bu işin köküne kadar gideceğim" dediği için öldürüldüğünü söylüyor. '
Elimde önemli belgeler var'
Son olarak Ergenekon soruşturmasını soruyorum. Bu konuda da çarpıcı şeyler söylüyor.
Baybaşin, Ergenekon soruşturmasını, Türkiye'nin istikrar ortamına kavuşması için çok önemli bir adım olarak niteliyor ve ilginç bir noktaya dikkat çekiyor:
"Bu konuda Almanya bağlantısı, çok önemlidir. Uyuşturucu olayının en büyük gelirini Almanya alıyor. Uyuşturucu eğer, Afganistan'da ekilen o afyon, Güney Amerika'daki ağaç yaprakları, Almanya'nın kimyasal maddeleri ile sert uyuşturucuya dönüştürülmezse, uyuşturucu diye bir şey olmaz dünyada. Bir kilogram imalat için 20 kg katkı maddesi gerekiyor. Bunu laboratuar ustalarına sorabilirsiniz. Bütün o maddeler yalnızca Almanya'dan çıkıyor. Ben bunları söylemeye başladığım zaman Almanya rahatsız oldu. Almanya, Türkiye'nin oldum olası başının belasıdır. Eğer Ergenekon diye bir şey varsa, siz bunu eski ve etkili bir siyasetçi ile Almanya dışında aramayın. Almanya Türkiye'nin her kurumuna adam koyar. Amerika'ya kendini rakip görür. Türkiye, Amerika'dan uzaklaşsın diye yapmadığı kalmadı."
Baybaşin, Ergenekon meselesinin çözümü için derinlemesine bir araştırma yapılmasını önererek şöyle diyor:
"Bütün o askeri muhtıralara, darbelere kadar gidilmeli. Arkasında kim var? Neden böyle oldu? Askeri darbe oldu da sonra neden düzelmedi? Demirel neden sürekli gidip geri döndü? Bunları savcıların araştırması gerekiyor. Benim Ergenekon savcılarına vereceğim çok belge ve bilgi var."
Ulusalcı-Kemalist çevreler tarafından ‘Türkçülüğün kurucularından’ ve ‘Türk dostu’ olarak tanıtılan Musevi asıllı Armin Hermann Vambery’in Siyonizm’in ilk casusu olduğu ve İngilizler adına ajanlık yaptığı ortaya çıktı. 1870 yılında Budapeşte Üniversitesi’nde Türkoloji kürsüsünü kuran ve 1910 yılında kurulan Turan Cemiyeti’nin Onursal Başkanı olan Vambery, Osmanlı toprakları Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak için çalışan Theodor Herzl’i Sultan 2. Abdülhamit ile görüştüren kişi olduğu da belirlendi.
MEHMET NEDİM ASLAN'IN HABERİ
Ulusalcı-Kemalist çevrelerde ‘Türklerin dostu’ olarak tanınan ve tanıtılan Musevi asıllı Armin Hermann Vambery’in, yüklü miktarda para karşılığında İngilizler için Orta Asya’da casusluk yaptığı ve Yahudiler için Filistin’de toprak isteyen Siyonizm’in ideologu Theodor Herzl’i Sultan 2. Abdülhamit ile görüştüren kişi olduğu ortaya çıktı.
KEMALİST ÇEVRELERCE ‘TÜRK MİLLİYETÇİSİ’ OLARAK TANITILIYOR Kemalist çevrelerce dünyada ilk ‘Türk Derneği’ni Budapeşte’de açtığı ve Budapeşte’deki üniversitede Türkoloji kürsüsünü kurduğu için ‘Türk dostu’, ‘Türk milliyetçisi’ olarak lanse edilen ünlü oryantalist Armin Hermann Vambery ile ilgili çarpıcı gerçekleri Türkiye’de ilk kez habervaktim.com açıklıyor. Şimdiye kadar ulusalcı-Kemalist çevrenin ‘Türk dostu’ diyerek sahip çıktığı ve aynı zamanda 1910’da kurulan Turan Cemiyeti’nin Onursal Başkanı Vambery’le ilgili bilinmeyenleri, Eski MOSSAD Direktörü ve İsrail Ulusal Güvenlik Kurulu Sekreteri Efraim Halevy’in Londra’da bir sinagogda açıkladı.
MOSSAD DİREKTÖRÜ: SİYONİZM’İN İLK CASUSU Halevy, 8 Kasım 2009 tarihinde Londra’daki Hamsptead Sinagog’unda İsrail istihbarat tarihi üzerine yaptığı konuşmada “Siyoizm’in İlk Casusu” diye tanımladığı Vambery ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. Konuşmasının bir kısmı National Post’ta da yayınlanan Halevy, İsrail istihbarat tarihinin 19. yüzyıla kadar geriye gittiğini belirterek, Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl ve Siyonizm’in ilk casusu diye tanımladığı Armin Vambery’in İstanbul’daki buluşmaları üzerine ilginç bilgiler verdi.
SULTAN ABDÜLHAMİT’LE GÖRÜŞMEYİ O AYARLADI Halevy’e göre, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için Sultan Abdülhamit’le görüşmek isteyen ancak bir türlü saraya girmeyi başaramayan Theodor Herlz, Osmanlı paşalarının güvenini kazanmış olan Macar Yahudisi Armin Vambery’e gitti. Yüklü miktarda para karşılığında Vambery, saraydaki tanıdıklarının da yardımıyla Herzl’i Sultan Abdülhamit ile görüştürdü. Sultan Abdülhamit’e Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm borçlarını ödemesi karşılığında Filistin’i isteyen Herlz, istediğini alamayarak geri dönmüştü.
‘TÜRK’ OLUP SADRAZAM’A SEKRETER OLDU Herlz’i Sultan Abdülhamit’le görüştüren Vambery’in hayat hikayesi hakkında bilgi veren eski MOSSAD Direktörü Havely göre, kadın terzisinde çırak olarak işe başlayan Vambrey, okula gitmek için bulduğu destek sayesinde 16 yaşına geldiğinde 10 dil konuşabiliyordu. 20 yaşına geldiğinde Osmanlıca’yı çok iyi konuşabilen ve Osmanlı kültürüne hakim olan Vambery İstanbul’a hareket etti ve kısa bir süre sonra ‘Türk’ olup, bir Osmanlı generaline (Sadrazam Keçecizade Mehmet Fuat Paşa) sekreter oldu. Keçecizade Mehmet Fuat Paşa, Osmanlı döneminin en ünlü Masonlarından biri olarak tanınıyor.
KENDİSİNİ SÜNNİ DERVİŞİ OLARAK TANITTI İstanbul’da kısa süre içerisinde Osmanlı İmparatorluğu içerisinde konuşulan 20 dile ve lehçeye hakim olan Vambery, Türkçe-Almanca sözlüğü de yazdı. Halevy, Vambery’in Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunduğu sırada kendisini Sünni bir derviş olarak tanıttığını ve daha önce hiçbir Avrupalı’nın çıkmadığı gezilere çıktığını söyledi. Halevy’e göre, Mekke’den gelen bir grup hacı kafilesine katılan Vambery İran, Buhara ve Semerkant’ı gezdi ve ardından 1864’te “Orta Asya’ya Seyahatler” isimli bir kitap yazdı.
DÖRT KEZ DİN DEĞİŞTİRDİ, İNGİLİZLERE CASUSLUK YAPTI Orta Asya seyahatinden döndükten ve kitabını yayınladıktan sonra Vambery Budapeşte Üniversitesi’nde Doğu Dilleri Profesörü olarak atandı ve burada 40 yıl boyunca araştırmalar yaptı. İsrail istihbaratı MOSSAD’ın Vambery’in yolunda gittiğini söyleyen Halevy, Vambery ile ilgili şimdiye kadar bilinmeyen bir gerçeği de açıklamış oldu. Vambery’in dört kez din değiştirdiğini ve akademik çalışmalarıyla eş zamanlı olarak hem Osmanlı hem de İngiliz istihbaratı görevlerini yürüttüğünü söyleyen Halevy, Vambery’in sadece İngilizlere istihbarat sağlamakla kalmadığını aynı zamanda Rusların Orta Asya’daki İngiliz menfaatlerine yönelik tehdidine karşı çalışmalar yaptığını belirtti.
HERZL’İ SULTAN’LA GÖRÜŞTÜRDÜ YÜKLÜ MİKTARDA PARA ALDI Vambery’in bilgi toplayan ve onları anında kullanıma sokan bir ajan prototipi olduğunu kaydeden Halevy, Vambery’nin ikili oynayan bir casus değil, farklı konularda farklı hareket eden biri olduğunu kaydetti. Halevy’e göre Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl’i Sultan 2. Abdülhamit ile görüştüren kişi de Vambery’ydi. Herlz, Vambery’e Sultan Abdülhamit ile görüştürmesi için yardım istediğinde, Vambery yardımı için yüklü miktarda bir para alıyor. Vambery’in Sultan Abdülhamit ile görüştürdüğü Theodor Herlz istediğini alamadı.
MOSSAD’IN ROL MODELİ Vambrey’in gelecek nesiller için bir model olduğunu belirten Halevy, Vambery’in genellikle hedef seçtiklerinin dinindenmiş gibi kendisini gösterdiğini ve bu şekilde onların güven ve saygısını kazandığını söyledi. Havely, Vambery’in, kendisinin yolunda giden istihbaratçılardan farkını şöyle açıkladı: “O, onun (Vambery) yolunda gidenlerden bir konuda ayrıldı. Genellikle desteklediği hiçbir davaya gerçekte sadık olmadı. Onun tek davası, olabildiğinde para toplayabilmekti.”
Soru: Sevgili Sivilay Abla, ANAP ile Demokrat Parti şeriata geçit vermemek için birleşme kararı almış. Sizce bu birleşmeden ne doğar? (Egemen Koral)
Cevap: Sevgili Egemen, sevimli bir tavşan ormanda bir gün yürüyüşe çıkmış. Derken ilk kez gördüğü bir hayvana rastlamış. “Kardeş, kardeş, senin adın ne” diye sormuş merakla. “Ben katırım, annem eşek, babam attır” demiş hayvan. Tavşan “Ay ne enteresan” demiş ve vedalaşıp yürümeye koyulmuş. Derken bir başka bilmediği hayvana rastlamış. Aynı soruyu ona da sormuş. “Benim adım kurt köpeği, babam kurt, annem köpektir” demiş bu hayvan da. “Vay be!” demiş tavşancık. Lay lay lom gezerken bir başka hayvana rastlamış. Fıkra bu ya. Tüm garip hayvanlar bir bir önüne çıkıyormuş. “Kardeş senin adın ne,” sorusuna “Ben devekuşuyum” cevabını alan sevimli tavşanın yüzü dehşetle gerilmiş, gözleri yerinden fırlamış, “H...tir lan” demekten kendini alamamış.
Soru: Sevgili Sivilay Abla, ben imam hatip öğrencisiyim. YÖK, meslek liselilerin üniversite kazanmasını engelleyen katsayı uygulamasını kaldırdı, büyük bir haksızlığı bitirdi. Bunun üzerine İstanbul Baro Başkanı Muammer Aydın, YÖK’ü Danıştay’a şikâyet etmiş. Gerekçesinde de “Ne haksızlığı! Eşitlik, eşitler arasında olur” demiş. Devletin açtığı bir okula giderek eşitliğimi kaybetmiş mi oldum? (Büşra Ünlü)
Cevap: Sevgili Büşra, hâlâ öğrenemediniz mi! Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes eşittir, ancak bazıları büyük eşittir. Bunu anlamanız için daha ne yapmalarını bekliyorsunuz. Siz de azıcık anlayışlı olun canım. Siz büyük eşit nedir de bilmezsiniz zaten. Bunun için matematik bilmek lazım. Muammer Aydın’ın dediğine göre siz matematik de görmüyorsunuz. O halde analitik düşünemezsiniz. Analitik düşünemeyen bir insanın hukuk fakültesinde ne işi var.
Bak hukuk fakültesi mezunu Muammer Aydın’a! Çarpım tablosunu bir çarpar, bir de duvar çarpar, kimse elinden alamaz. Logaritma cetveli ile boyunun değil eninin bile ölçüsünü alır. Ondalık sayı değil onbindelik sayı gelse vız gelir. Kesirli sayının kesirlerini bir ayıklar, geriye kesirsiz löp sayı kalır, dadından yenmez.
Aritmetik onsuz o da aritmetiksiz yapamaz. Sadece aritmetik mi, geometri de gündelik hayatının bir parçasıdır. Sen üstüne alınma, sadece aritmetik bilmeyen size değil geometri bilmeyen elemanlarına karşı da asabidir. Şoföre kestirmeden gitmesini söylemek yerine “oğlum hipotenüsten git. Ben hukukçuyum, matematiğim çok iyidir. Hipotenüs dik açılı iki kenarın toplamından daha kısa olduğu için kestirmedir, cahil” dediği duyulmuştur.
Sen bir imam hatipli olarak tüm bunları yapabilir misin? Sanmıyorum. Size olsa olsa ebcet hesabından kıyamet gününü bulmayı, güneşin açısına göre namaz vakitlerini çıkartmayı öğretiyorlardır.
Hem Muammer Aydın, Danıştay’a gitmeyi tek başına mı akıl etti sanıyorsun. Aritmetik düşünebilen hukukçuların piri, pi sayısından sonra en meşhur sayı olan 367’yi bulan büyük akıl, Almanların Geauss ile övündüğü kadar onunla övünsek az gelecek Sabih Kanadoğlu’nun Facebook’tan ‘poke’lamasıyla Muammer Aydın aydı.
Henüz 2000’li yılların başı... Harp Akademileri’ndeki ünlü “Yaşar Büyükanıt söylevi”, dar ideolojik çevrelerde büyük yankı yaratmıştı.
Hilmi Özkök’ten sonra Genelkurmay Başkanı olacak bu “delişmen” paşa neler de söylüyordu böyle?
Küresellik olgusuna dümdüz gidiyordu.
Uyum yasalarını eleştiriyor, örtük cümlelerle “AB sürecine” verip veriştiriyordu.
Dahası, iktidar partisine karşı mesafeliydi ve kurduğu her cümlenin içine özenle “irtica” sözcüğünü yerleştiriyordu.
İlk bakışta “okuyan bir asker” izlenimi ediniyordunuz.
Halefi olacak İlker Başbuğ Paşa gibi, “Habermas’tan haberdar” bir görüntü vermiyordu ama, siyaset bilimi terminolojisine ait bazı kavramları rahatlıkla telaffuz ediyordu.
Ödünsüzdü...
Hükümetin yapıp ettiklerine karşı görece sert bir duruş sergiliyordu. Üstelik, tavrı ve yüz hatları da sertti. En azından “öyle olduğu” düşünülüyordu ve bu durum “fısıltı gazetesi” aracılığıyla duyurulması gereken yerlere duyuruluyordu.
Beklenti şuydu:
Paşa gelecek, akim kalmış darbe girişimlerinin bir ucundan tutup tamama erdirecekti...
Kamuoyu henüz “Sarkız”, “Ayışığı”, “Yakamoz”, “Eldiven” diye kodlandırılan darbe girişimlerinden haberdar değildi ama, cihet-i askeriyede bir şeylerin döndüğü hissediliyordu.
Ne oldu, biliyor musunuz?
Paşa geldi ama beklentileri boşa çıkardı.
Darbe yapmadı.
Darbe yapmadığı gibi, bugün “Ergenekon” davasında sanık bulunan bazı girişim sahipleriyle de arasına mesafe koydu.
Emekli olduğunda arkasından söylenen ilk söz şuydu: “Büyükanıt’tı, küçük anıt oldu...” Büyükanıt’ın selefi pozisyonunda bulunan Hilmi Özkök ise, küfredilen generallerin başında gelmektedir.
Özkök, “Sivil demokrasilerde asker parlamentonun emrindedir” demişti.
Bununla da yetinmemiş, sürekli “hukuk” • ve hukuk devleti güvencelerini hatırlatmıştı.
Bugün öğreniyoruz ki, dört yıllık görev dönemi içinde, darbe cuntalarıyla sürekli “niza” halinde olmuş, onların hiçbir görüşme talebini kabul etmemiş, bütün darbe girişimlerine (yetkisini ve hiyerarşideki yerini kullanarak) engel olmuş... Başına bir iş gelmesin diye de karavanadan yemek yememiş, dört yıl boyunca “sefer tası” taşıyıp durmuş.
Küfürlerden nasibini alan generallerden biri de Doğan Güreş’tir.
Bazı siviller, “Asker elbette siyasetçinin emrindedir... Başbakan Tansu Hanım tak diye emreder, ben şak diye yaparım...” dediği ve darbe gibi çağdışı işlere tevessül etmediği için, Orgeneral Doğan Güreş’in adını “Tak Şak Paşa”ya çıkarmışlardı.
Medyanın “amiral gemisi” olacak “sivil gazete” ise daha da ileri gitmiş, fotomontaj yoluyla Tansu Çiller’in eteğini giydirmişti.
Doğan Güreş’i mi aşağılamıştı, eteğin kendisini mi aşağılamıştı, Tansu Çiller’i mi aşağılamıştı bilinmez ama, nerden bakarsanız bakın bu gazetemizin gözünde “etekli olmak” aşağılanma nedeniydi.
Cumhuriyet tarihinin en çok küfredilen, en çok istiskale uğrayan üç Genelkurmay Başkanı...
Üçünün suçu da aynı:
Darbe yapmamış yahut darbecileri engellemiş olmak.
Bu üçlüye, 30 Ağustos’tan sonra İlker Başbuğ da dahil edilecek, şimdiden aklınızın bir köşesinde bulunsun...
Bilmem izlediniz mi; 32. Gün adlı programa katılan Emekli Tuğgeneral Ramiz İlker; Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’nin, Silivri’deki yargılama sürecine dair değerlendirmelerine sert çıkarken... Mehmet Ali Birand ve Rıdvan Akar’ı “Türkiye’nin darbelerden çok çektiğini hatırlatmaya mecbur bırakan” bir tehditte bulundu. ¥ Evet; darbe tehdidi!.. Yargılama süreci ve hakimin kozmik oda incelemesinin ele alındığı programda; “Kediyi köşeye sıkıştırırsanız tırmalar” ifadesini kullandı Paşa. Bu dehşetengiz tehdidine de... Konuşmasının bir başka yerinde, Genelkurmay Başkanı’na yönelik “tepki”sini ekledi: “(Sayın) Başbuğ yanlış yaptı. Ben olsaydım (hakimi) kozmik odaya sokmazdım!..” ¥ Bu iki parçayı birleştirdiğinizde; karşınıza “hakim ve savcılara tehdit” manzarası çıkmıyor mu?.. ¥ Eski Savcı Sayın Gültekin Avcı’ya göre “Kesinlikle çıkıyor...” Nasıl çıkıyor?.. “Şöyle: Türk Ceza Kanunu’nun 265. maddesinin 1. fıkrası; “Kamu görevlisine karşı cebir ve tehdit kullanan kişinin altı aydan üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılacağını”, 2. fıkrası ise “bu suçun yargı görevi yapan kişilere karşı işlenmesi halinde, bunun iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası olacağını” hükme bağlıyor. Sayın Emekli Paşa, birtakım konuların üzerine daha fazla gidilmesi halinde müdahalenin kaçınılmaz olacağını ifade etmekle kalmamış, direkt olarak kozmik odaya giren hakimi de işaret ederek, meseleyi o boyuta taşımıştır.” ¥ “Bunun yanı sıra TCK’nın ‘Adil Yargılamayı Etkilemeye Teşebbüs’ başlıklı 288. maddesine de aykırı bir durum oluşmuştur.” (Savcı, hâkim, mahkeme, bilirkişi veya tanıkları etkilemek amacıyla alenen sözlü veya yazılı beyanda bulunan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.) ¥ Evet vaziyet bu. Bilemiyorum, savcılarımızdan biri meseleye ilgi gösterir mi?.. Bence gösterse iyi olur; Bazı Emekli Paşalarımız; “nasılsa muvazzaf değilim” rahatlığı içinde ağızlarına geleni söylemekte sakınca görmüyorlar. Herhangi bir şahıs; Yargılama sürecine dair itirazlarını “bu şekilde” dile getirebilir mi?.. Sözgelimi; “Kapatma davası”na muhatap olan bir partinin eski veya yeni mensubu hoşuna gitmeyen bir kararın çıkması halinde, “Tırmalama” vaziyetlerinin oluşacağını söyleyebilir mi? Söyleyecek olsa; Savcılar yakasına yapışmaz mı?.. ¥ “Bir kısım” emekli paşalarımız böyle... Şener Eruygur Paşa da; Ergenekon davasına giden süreçteki bir sohbet esnasında; “Arzu edilmez ama...” diyerek girip söze... Türkiye’de “müdahale” olabileceğinden... Ve de... “Herkesin ayağını denk alması gerektiğinden” filan bahsetmişti!.. ¥ Böyle bir rahatlık vardı; Şimdi yok!.. Ramiz Paşa’nın ve diğerlerinin “devrin değiştiğini” tam olarak kavrayabilmelerine yardımcı olmak gerek. Buna en fazla yardımcı olacak hareket de; “savcı” incelemesidir. Kendisinin; “Türk Silahlı Kuvvetleri göz bebeğimizdir” cümlesinin versiyonları olan bütün ifadelerinin altına imza atalım. Lâkin; Ulu orta tehditlerini de boş geçmeyelim. ¥ Ben böyle düşünüyorum. Daha önemlisi, Eski Savcımız böyle düşünüyor. Bilmem “muvazzaf savcılarımız” nasıl düşünür?.. “DEVLET ADAMINA AĞIR HAKARETLER!..” Meselenin bu tarafı böyle... Bir de Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik hakaretler var. Sayın Arınç’ın konuşmalarından alıntılar yaptıktan sonra... Hakaretleri sıraladı Paşa: “Bu provokatif bir insan” “Tehlikeli bir insan!..” “Kimsin sen ya arkadaş!..” ¥ Sayın Gültekin Avcı’ya göre bu ifadeler de; “Kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret” suçu kapsamında değerlendirilebilir. Cezası “en az” bir yıl. “Mağdur”un şikayetine bağlı da değil üstelik!..
Eski Jandarma Kıdemli Yüzbaşı Özcan Tozlu, faile meçhullerle ilgili ilginç bir iddiada bulundu. Tozlu, 1996'da Şırnak'ın Güçlükonak ilçesindeki 11 korucuyu, dönemin Akçay Piyade Tugay Komutanı Albay Selahattin Uğurlu'nun emriyle, Muhabere Arama Kurtarma (MAK) timlerinin gözetiminde, 7 korucunun katlettiğini ileri sürdü.
Saldırıyı yapan korucu Ahmet Özalp ve ekibinin iş için Akçay Tugay'ından 50 bin dolar aldığını iddia eden Tozlu, sonra olayın PKK'nın üzerine atıldığını kaydetti. Özalp ve ekibinin birçok faili meçhul olayda kullanıldığını, halen de kullanılmakta olduğunu iddia eden Tozlu, bu korucuların bölgede, Tugay'dan kelle başına para alarak infaz yapan tim olarak bilindiğini dile getirdi. Katliamın içyüzünü MİT'le yaptıkları ortak çalışmada ortaya çıkardıklarını, raporun MİT'te olduğunu savunan Tozlu, olayı ortaya çıkarmalarının ardından çok kez pusuya düşürüldüğünü belirterek, "MİT'in sayesinde kurtuldum. JİTEM de beni korumak istedi." dedi.
JİTEM'in kurucularından Cem Ersever, Abdülkerim Kırca ve 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım, MAK Komutanı Albay Levent Göktaş, Harp Akademileri Komutan Yardımcısı Korgeneral Selahattin Uğurlu ile Doğu ve Güneydoğu, Ergenekon'un tutuklu sanıklarından Veli Küçük'le de İstanbul'da çalışan Tozlu, Güçlükonak'ta 11 korucunun katledilmesi olayını Cihan Haber Ajansı Muhabiri'ne anlattı. 2000 yılında ordudan YAŞ kararı ile atılan Tozlu, 11 korucuyu dönemin Şırnak Akçay Piyade Tugay Komutanı Albay Selahattin Uğurlu'nun himayesinde, Muhabere Arama Kurtarma timlerinin gözetiminde 7 geçici köy korucusunun katlettiğini iddia etti.
BÖLGEDE ASKER'DEN HABERSİZ KUŞ BİLE UÇAMAZDI Tozlu, 1994'de Güçlükonak, 1996'de Şırnak Merkez Komutanlığı görevlerine atandığını, Albay Selahattin Uğurlu'nun bu sırada Akçay Tugay Komutanı olduğunu söyledi. Tozlu, 1996'nın 15 Ocak günü 11 korucunun Güçlükonak ilçesi Taşkonak bölgesinde öldürüldüğü haberi üzerine Şırnak İl Jandarma Komutanı Albay Tahsin Baltacıoğlu'nun kendisini çağırarak, olayla ilgili analiz yapmasını istediğini söyledi. Baltacıoğlu'nun, "Sen Güçlükonak'tan geldin. Bu olayı analiz eder misin" dediğini aktaran Tozlu, "Hareket odasına gittik. Haritadan olay yerini göstererek, tahlil yapmamı istedi. Olayın PKK'nın işi değil, askerin müsaadesiyle, bilgisi dâhilinde yapılmış olabileceğini anlattım. Çünkü bölge kurtarılmış, askerin elinde olan bir yerdi. Ayrıca PKK o dönemde silah bırakmıştı. Burada askerden habersiz kuş bile uçamazdı. Tahlil üzerine Baltacıoğlu (Saçmaladın sen. Nereden uyduruyorsun) diyerek beni odadan kovdu." açıklamasını yaptı.
KATLİAMI YAPAN KORUCULAR, TUGAY'DAN PARA ALDI Tozlu, olay sonrası telsiz muhaberesinde, o sırada Güçlükonak İlçe Jandarma Karakol Komutanı olan Yüzbaşı Hüseyin Gürocak'ın üstlere bilgi aktarırken (işi Özcan Yüzbaşı'nın adamları yaptı) ifadesini kullandığını ileri sürdü. Bunun üzerine MİT'le görüşerek çalışma yaptıklarını anlatan Tozlu, "Çalışmalarda inanamadığımız bir sonuca ulaştık. Olayın oluş şekli, zamanı, mekânı, işi PKK'nın yapmadığını gösteriyordu. Çünkü ön ve arkadaki koruma araçlarına bir şey olmamış. Yananların nüfus cüzdanları sağlam, silahları kullanılmamış. Oysa araçlara yakın mesafeden atılan roketlerle yangın çıkmış, silahlarla taranmış. MİT'le yaptığımız çalışmalarda, korucuları Albay Uğurlu himayesinde, MAK timlerinin gözetiminde, tetikçi geçici köy korucularının öldürdüğünü tespit ettik. Saldırıyı Siirtli olup Güçlükonak'ın Bulmuşlar köyünde ikamet eden geçici korucu Ahmet Özalp ile yakınlarından oluşan 7 kişilik grubun icra ettiğini belirledik. Ekip saldırı yerine helikopterle getirilip, götürülmüş. Özalp ve yakınları bu işin karşılığında Tugay'dan 50 bin dolar almış. Bunları MİT biliyor."
MAK BU KORUCULARI TAŞERON TETİKÇİ OLARAK KULLANIYORDU Özalp ve yakınlarının bölgede birçok faili meçhul olayda kullanıldığını, halen de kullanılmakta olduğunu iddia eden Tozlu, "Bu korucular, bölgede, Tugay'dan kelle başına paran alan infaz grubu olarak bilinir. MAK taşeron tetikçi olarak bu grubu kullanıyordu. O dönem Albay Uğurlu tarafından askeri helikopterle görev yerlerine bırakılıyorlardı." dedi.
Özalp ile en son iki sene önce bir iş için gittiği Siirt'te öğretmen evinde görüştüğünü aktaran Tozlu, "Özalp, Siirt'te 350 bin TL'ye pasaj ve 15 tane otobüs almış. Personel taşıyormuş. O zamanlar bu grubun parayla iş yaptığını biliyorduk. Üst makamlarca korundukları için bir şey yapamıyorduk." değerlendirmesinde de bulundu.
OLAYI ARAŞTIRDIĞIM İÇİN ÖLDÜRÜLMEK İSTENDİM Olayı araştırdığı için öldürülmek istendiğini iddia eden Tozlu sözlerini şöyle sürdürdü: "Şırnak ve Cizre merkez, Milli karakol bölgesi, Mardin ve Eruh yolu üzerinde, şahsıma pusu yöntemi ve mayınla suikast düzenlendiler. Bunlardan MİT vasıtasıyla haberdar oldum ve kurtuldum. Daha sonra MİT'e sığındım. Birinde ise mayın patlamadı. MİT'le yaptığımız çalışmada, suikast girişimlerinin gönüllü geçici köy korucularına yaptırıldığını belirledik. Özür dileyerek, yanlışlıkla PKK yerine bana pusu attıklarını belirttiler. MİT, bunları da ayrıntısıyla biliyor."
JİTEM BENİ KORUMAK İSTEDİ Diyarbakır JİTEM bölge komutanı ve hocası olan Abdülkerim Kırca'nın kendisine koruma vermek istediğini aktaran Tozlu şunları anlattı: "Diyarbakır'a mahkûm götürmüştüm. Kırca, beni Sur içindeki JİTEM grup komutanlığına çağırdı. Bahçede, JİTEM'in Diyarbakır tim komutanı Yüzbaşı Tünay Yanardağı ile tavla oynuyorlardı. (Oğlum çok ciddi duyumlar alıyoruz. Seni öldürecekler, korumamız lazım. Uğur Atalay Yüzbaşı'ya söyleyeyim, BOTAŞ'tan gelip seni korusun. Uğur'u istemiyorsan Tünay'ı göndereyim. Uğur o zaman JİTEM'in BOTAŞ komutanıydı. Ben Kırca'ya (Komutanım onlar kendini korusun, ben kendimi korurum) yanıtını verdim. Şırnak'a geri dönünce de beni telefonla arayıp, dikkatli olmamı istedi. Uğur Yüzbaşı birkaç kez yanıma gelip gitti. Bu esnada Milli karakolundan gelirken pusuya düşürüldüm. Kaçarak kurtuldum. Bundan sonra zırhlı araçla dolaştım."
Görev süresi boyunca 350 korucu ile Gabar'da çalıştığını, öldürülen korucuların çok iyi insanlar olduğunu vurgulayan Tozlu, "Zararlı bir yanlarını görmedim. Aileleriyle görüştüm, her biri çok iyi insanlardı. Yapılan katliam, bölge insanına gözdağı ve PKK'ya yönelik operasyonlara hız vermek için." diye konuştu. (CİHAN)
Albay Cemal Temizöz'ün de aralarında bulunduğu 7 sanıklı faili meçhul cinayet davasında mahkemeye beyaz toros fotoğrafı sunuldu.
Kayseri İl Jandarma Alay Komutanı Albay Cemal Temizöz ile eski Cizre Belediye Başkanı Korucubaşı Kamil Atağ'ın aralarında bulunduğu 7 sanıklı faili meçhul cinayet davasına devam edildi. Sanık Adem Yakin ifadesinde; "Ben efsanevi bir adamım. Beni genç Osman diye yetiştirdiler. Terör makinesi haline getirdiler. Ajanlıkla suçlanan bir çobanın kafasını kıl testere ile kestim. Silahlı çatışmalarda öldürdüğüm insanların kulaklarını kesip, kaynatıp ardından tuzlayıp tesbih yaptım. Köy köy dolaştırdım. Bu yaptıklarımın haddi hesabı yoktur. Ben bunları inandığım değerler uğruna yaptım." dedi.
Duruşmada mağdur ifadelerinden sonra mahkeme heyeti dosyaya eklenen belgeleri taraflara ibraz etti. Cizre'deki kazıda ortaya çıkan kemiklerle ilgili Adli Tıp Kurumu'na gelen yazıda kemiklerin hayvana ait olduğunun belirlendiğini aktardı. Telefon görüşmeleriyle ilgili bazı sanıkların numaralarının bulunmaması nedeniyle mahkeme heyeti sanıklardan numaralarını alarak, dökümlerinin dosyaya eklenmesi için müzakere yazılacağını kararlaştırdı.
Mağdur avukatlarından Tahir Elçi, "Tanıkların büyük bir bölümü dinlendi, ancak dinlenmemiş tanıklar varsa onların da dinlenmesi gerekir. Ardından olayları birebir gören bazı tanıkların, Mehmet Nuri Binzet ve gizli tanıkların dilenmesi gerekirdi." dedi.
Sanık avukatlarının mağdurların çelişkili ifadeler verdiği iddialarının gerçeği yansıtmadığını dile getiren Elçi, şöyle devam etti: "İfadeler uyumlu, dosyadaki belgelerle de yüzde yüz tutarlıdır. 1990'lı yıllarda birçok merkezde jandarma ile bağlantılı sivil bazı kişiler, sivil araçlarla İlçe Jandarma Komutanlığı'na giriş çıkış yapıyorlar. Bunları herkes biliyor. Bunları JİTEM diye adlandırılıyor. Bu ekip gözaltına alınma, kayıp ve faili meçhullerden sorumludur. Bu nedenle sanıkların ifadelerine inanmıyoruz. Cemal Temizöz önemli bir kamu görevlisidir. 1993 yılında bütün adli işleri yapan görevlilerinin isimlerini bilmiyor. Ya da o kadar gizlidir. Selim Hoca, Cebbar, Ramazan ve Tuna kimdir. Bize bunların kim olduğunu söylesin. Neden bunların adlarını mahkemeye sunmuyor. Aralarında Abdulhakim Güven, Adem Yakin ve Hıdır Altuğ'un da bulunduğu grup, terörle mücadele kapsamında bir ekiptir. Bu yapının benzeri Silopi ve Diyarbakır'da aralarında bağlantı olacak şekilde var."
MAHKEMEYE BEYAZ TOROS FOTOĞRAFI SUNULDU
Av. Elçi, Cizre İlçe Jandarma Komutanlığı'nın bahçesinde beyazlı renkli bir Toros marka bir otomobilin zırhlı araçla birlikte çekilmiş fotoğrafının göstererek, "Cemal Temizöz bize bunu açıklasın. Nedir bu. Yoksa savunmaları bize inandırıcı gelmeyecek." diyerek fotoğrafı dava dosyasına konulmak üzere mahkeme heyetine sundu.
"KORKU VE DEHŞET SAÇMAK İÇİN CİNAYET İŞLEMİŞLER"
Cizre'de 1993-1995 yılları arasında birçok insanın öldürülüp, gelişi güzel etrafa atıldığını anlatan Elçi, "Sonra bulunarak, kimliği belirsiz bir şekilde gömülüyor. Neden öldürülüyor. Bu yapı sadece dehşet, korku saçmak için de cinayetler işlemiş. Her aileden birini öldürüp, herkesin hedeflerinde olduğunu göstermeye çalışmış. Bu insanların çok büyük bir bölümü PKK örgütüne yardım ve yataklık ettikleri düşüncesiyle öldürüldü. Aynı Susurluk gibi kamu içindeki bazı kişiler kendi yöntemleriyle sorunları çözmek istemiş. Ne yazık ki o dönem yöneticiler de ses çıkarmamış, destek vermiş. Bu nedenle yargılamanın sürdürülmesi ve sanıkların tutukluluk halinin devam etmesi gerekir." diye konuştu.
Sanıklardan Abdulhakim Güven bu sırada söz alarak, "Burada mağdur yok, bizden şikayetçi olan avukatlar var. Avukatların acısı var. Bize kin kusuyorlar." sözleri üzerine müdahil avukatlardan tepki geldi. Sesini yükselten Güven'i mahkeme başkanı uyardı. Avukatların aslında PKK terör örgütünü anlattığını iddia eden Güven, "Avukatlar bizim savunmamızı engelliyor. Avukatlar savunmamızı yapamıyor. Esas örgütçü olan bunlardır" diye konuştu. Konuşması sırasında bir avukatın ağabeyinin Cizre'de PKK tarafından kurulan halk mahkemesinin başkanı olduğunu ileri süren Güven'e bir kez daha tepki gösterildi. Güven, bahsettiği avukatın aşiretinin yüzde 80'ninin PKK'nın kucağında olduğunu Cemal Temizöz'ün çabaları sayesinde bir kısmı kurtarıldığını öne sürdü. Bu arada mahkeme başkanı Güven'e hangi avukatı kast ettiğini sorması üzerine, "Bu çocuktur" deyince, yine tepki gösterdi.
Müdahil avukatlara dönen Güven, "Boş konuşuyorsun. Edepli olacaksın." diyerek yine çıkıştı. Her tahliye talep edişlerinde müdahil avukatların tepkisi ile karşılaştıklarını savunan Güven, "Ben 50 kişiyi de vursam tahliye talep etmem normal. Başından beri bizi tahrik ve taciz ediyorlar" dedi.
Sanık Kukel Atağ konuştuğu sırada şeker hastası olan Hıdır Altuğ fenalaştı. Altuğ, görevliler yardımıyla salondan çıkarılarak müdahale edildi.
Ardından söz alan sanık Tamer Atağ ise müdahil avukatları kastederek, "Ben teröre hedef olan bir ailenin mensubuyum. 25 yıldır terörle mücadele ediyoruz. Ama bunlar 25 yıldır terörle müzakere ediyor. 25 yıldır bizi roketlerle sindirmediler, şimdi tanıklarla sindirmeye çalışıyorlar." iddiasında bulundu.
"KULAK KESİP TESBİH YAPTIM"
Sanık Adem Yakin ise çarpıcı açıklamalarda bulundu, Yakin şöyle konuştu: "Ben efsanevi bir adamım. Beni genç Osman diye yetiştirdiler. Terör makinesi haline getirdiler. 22 Temmuz 1990 tarihinde Uludere Şenoba Karakolu'nda verdiğim ifademde 'PKK'de yer aldığım süre içerisinde dişsiz Mahmut diye bilenen kişinin emrindeydim. Onun talimatları doğrultusunda hareket ederdim. Ajanlıkla suçlanan bir çobanın kafasını kıl testere ile kestim. Silahlı çatışmalarda öldürdüğüm insanların kulaklarını kesip, kaynatıp ardından tuzlayıp tesbih yaptım. Köy köy dolaştırdım. Bu yaptıklarımın haddi hesabı yoktur. Ben bunları inandığım değerler uğruna yaptım. Bizim tutuklanmamız 29 Mart seçimlerine yatırımdı. Önümüzdeki seçimlere bakalım hangi komplo ile karşı karşıya kalacağız."
KAMİL ATAĞ TEHDİT ETTİ
Sanık Kamil Atağ ise kendisine yönelik hakaret içerikli sözlere maruz kaldığını öne sürerek, kendisini suçlu olarak görmediğini söyledi. Atağ, "Ben Güneydoğu'nun en mağdur adamıyım. Herkes birbirine saygılı olmalıdır. Bundan sonraki duruşmalarda hukuk dışına çıkılırsa cevapsız kalmayacaktır. Benim ismim Kamil Atağ, Kamo değil. Bunlardan da baro başkanı olarak Mehmet Emin Aktar'ı sorumlu tutarım." şeklinde konuştu. Atağ, Diyarbakır Baro Başkanı Aktar'a dönerek, "Ben de sana Emo desem uygun olur mu?" diye sordu.
TEMİZ ÜÇ AVUKAT HAKKINDA SUÇ DUYURUSUNDA BULUNDU
Sanıklardan Cemal Temizöz yaptığı savunmasında Avukat Tahir Elçi'nin mahkemeye sunduğu fotoğrafa atıf yaparak, "Bu araç personelin, yakalanıp el konulmuş bir araç olabilir. Fotoğrafın ne zaman çekildiği belirlensin. O dönem Şırnak'ta pek çok benzer şekilde Toros marka araç bulunuyordu. Biz kimseyi öldürmedik" dedi. Temizöz savunmasının devamında avukatlardan Rıdvan Dalmış, Tahir Elçi ve Güray Dal'ın bulundukları beyanlarda avukatlık sınırını aşarak, kendi şahsına yönelik hakaret ettiğini öne sürerek bu 3 avukat hakkında suç duyurusunda bulundu.
Kendisinin TSK'nın şerefli bir subayı olduğunu, kendisine verilen her görevi başarı ile yerine getirdiğini iddia eden Temizöz, "Cizre'de tüm mezarlıklardaki cesetlerden bizi sorumlu tutuyorlar. O dönem PKK'ya milislik yapan kişiler terör örgütüyle birlikte bizimle çatışmaya giriyordu. Terör örgütü cesedini götürmemişse sivil vatandaş olarak kalıyor. Suç güvenlik güçlerine kalıyor. Götürmüşse bu sefer kayıp listesine giriyor. Eğer gömüldüğü yerde bulunmuşsa güvenlik güçlerini töhmet altında bırakılıyor." sözlerini kaydetti. (CİHAN)
Türkiye 'devlet sırrı'nın ne olduğunu tartışıyor. Devlet sırrı nerede başlıyor? nerede bitiyor? Peki bir suikast emri devlet sırrı olabilir mi?
SUİKAST EMRİNE "DEVLET SIRRI" MUAMELESİ! Türkiye hakime "devlet sırrı" yapılmaya çalışılan Özel Harp Belgeleri'nin Ergenekon sanıklarından çıkmasını şaşkınlıkla izlemişti. Şimdi de Ergenekon sanıklarının neleri "devlet sırrı" kapsamına soktuğunu gösteren önemli bir belge çıktı.
TEKNİK TAKİBE TAKILDILAR Bu belge Ergenekon'un birinci iddianamesi'nde yer alan bir msn yazışması. Taraflar Ergenekon sanığı Vatan Bölükbaşoğlu ve Hakan Kurban. Konu; Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire eski Başkanı Ramazan Akyürek'e yönelik suikast planı.
"VELİ PAŞA'NIN EMRİ DEVLET SIRRI" Emniyet kayıtlarına göre Türk İntikam Tugayı ve Veli Küçük için çalışan, "tcergenekon" kod adlı Vatan Bölükbaşoğlu, "lazurix" kod adını kullanan Hakan Kurban'a suikast planından söz ediyor. Ve suikastın "devlet sırrı" olduğunu söylüyor.
SUİKASTE DEVLET SIRRI MUAMELESİ Görüşmte tüyler ürpertiyor. Devlet sırrı denilen şey bir suikast ve bu suikastin Ergenekon'dan tutuklu bir general adına yapılacağı konuşuluyor. Devlet sırrı denilen suikastle ilgili görüşmeler sadece bu kadar da değil. "Caca" rumuzunu kullanan İzzet Yılmaz'dan Akyürek'in adres bilgilerini isteyen sanığın, JİTEM hakkında söylediği sözler de teknik takibe takıldı.
ERGENEKON'A TERÖRİST DENİLEMEZMİŞ Sorguda bu şahıslara "devlet sırrı" ve bağlantıları soruldu. Zanlılardan Hakan Kurban, Bölükbaşoğlu'nu üsteğmen olarak tanıdığı yönünde ifade verdi. İşin ilginç yanı devlet sırrı diyerek suikast için adam ve silah temin etmeye çalışan bu şahısda iddialara göre Özel Kuvvetler'e ait evraklar da çıktı. Yine ondan çıkan bir Notta; "Ergenekon'a terörist demek kendi ülkenin iç hizmet kanununa ihanet demek" yazıyordu.
Vatandaşların cami yapmasını bile irticaî faaliyetmiş!
Kenan KIRAN'ın haberi...
Genelkurmay Başkanlığı’nın, vatandaşların cami yapmasını bile irticaî faaliyet olarak gördüğü ortaya çıktı
Geçtiğimiz günlerde askeri iki aracın durdurularak içindeki askerlerin sorgulanmasını, “Son günlerde yaşananların, kişileri ve toplumu ne hale getirdiğini göstermesi bakımından önemli olduğu düşünülmektedir” açıklamasında bulunan Genelkurmay Başkanlığı’nın; İslâmi duyarlılığa sahip kişilerin bir araya gelmesi ve kendi aralarında para toplayarak cami yapmasından dahi rahatsız olmuş.
İŞTE O PARANOYA YAZISI Dönemin Genelkurmay Başkanlığı İç Güvenlik Harekat Daire Başkanı Tuğgeneral Ümit Şahintürk’ün, 2000 yılında, Genelkurmay İstihbarata Karşı Koyma ve Güvenlik Daire Başkanlığı’na gönderdiği yazıda, “Manisa Merkez Recepli Köyü nüfusuna kayıtlı Mehmet Efendi namına Muştak İlhan ve müritlerin cami, yemekhane, misafirhane vb. binaları yaptırdığı, her yıl yemekli toplantılar düzenleyerek irticaî faaliyetlerde bulundukları Ek’deki ihbar mektubunda belirtilmektedir. Arz ederim” ifadelerini kullanmış.
Raporda, Prj. Sb. Yb. H. Minisker ve Ş. Md. Alb. H. Çakırer’in imzası da bulunuyor.
Raporda imzası bulunan Ümit Şahintürk’ün, Tümgeneral rütbesinde iken Milli Güvenlik Akademisi Komutanlığı yapmış.
Ümit Şahintürk’ün, raporu Ergenekon Terör Örgütü soruşturması kapsamında yargılanan sanıklarda ele geçirilmiş.
Seferberlik Tetkik Kurulu Bölge Başkanlığı’ndaki aramaları yapan Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi Hakimi Kadir Kayan'ın takip edildiği iddiası üzerine polis, iki aracı takibe almış, durdurulan araçlarda bulunan ve askeri personel olduklarını söyleyen kişiler Merkez Komutanlığı’na götürülmüş buradan serbest bırakılmıştı.
Genelkurmay Başkanlığı da, 1 Ocak 2010 tarihinde, Ankara’da polis tarafından durdurulan askeri araçlarda bulunan askeri personelle ilgili açıklama yapmış ve “Olayın, bir şüphe üzerine yapılan ihbar ve bu ihbara yönelik olarak icra edilen bir uygulama olduğu anlaşılmış ise de, son günlerde yaşananların, kişileri ve toplumu ne hale getirdiğini göstermesi bakımından önemli olduğu düşünülmektedir” denilmişti. Genelkurmay Başkanlığı’nın, cami yapımını irticaî faaliyet gören skandal raporu hakkında açıklama yapıp yapmayacağı merak ediliyor.
Söz konusu bu yazı tamamıyla bir hayal ürünüdür. Boşanma ve Ceza Mahkemelerinde Delil olarak kullanılması sakıncalıdır. Son kullanma tarihi ise geçmiş bulunmakla beraber görüldüğü anda görülmemiş gibi yapılmalıdır.
Bu eşler bu sevgili han fendiler yokmu! Bir bana sorun bin ah işitin. Ömrümü bitirdi. Bana çektirmiş olduğu cefanın haddi hesabı yok. Muhtemelen Sayın Erdoğan ile işbirliği içindeler. Ne yapsam kızıyor. Ne yazsam burnunu oynatıyor. Tanımasam bilmesem diye cem ki oda karanlık odalar arkasında bana karşı haince planlar kurguluyor.
Bir şeyler yazarım. Diyorum ki edebiyatçı değilim. Yazar hiç değilim. Ama işte ben yazıyorum. Amatörce. Her hangi bir konuda iddiam olmadan! Öylesine yazıyorum. Kültürlü mültürlü hiç değilim. Benim top sakalım yok. Uzun saçlarımda yok. Hani olanlara da bir şey demiyorum. Bu nede olsa tercih meselesi! Ama benim kulağımda küpe de yok. Ve oradan buradan yazıyorum. Birileri tutup da bunları okuyorsa ne ala. Okuyan olmayabilir de. Ama ben okunsun diye de yazmıyorum. Şu an için sadece yazıyorum. Hepsi bundan ibaret!
Bana tutup diyor ki yazma. Bana tutup diyor ki siyasi konulara hiç bulaşma. Bana tutup diyor ki “SEN Mİ KURTARACAM TÜRKİYE’Yİ” Türkiye Devletinin kurtarılmaya ihtiyacı bulunmamaktadır. İşte burada yazıyorum. İşte burada itiraf ediyorum. Bu Ülkeyi kimden kimin elinden kurtarılmaya ihtiyacı bulunmaktadır ki ben bu Ülkeyi kurtarmaya çalışayım. Bu Ülke beğensek de beğenmesek de Dünya döndüğü sürece var olacaktır. İşte bu yüzden de ben sadece işin BEĞENMEME kısmıyla ilgilenmekteyim. Yani diğer bazı kesimde yer alan kardeşlerimiz gibi Ülkeyi daha iyi yaşanılabilir bir yer haline getirme derdi ve tasası içinde olanlardanım.
Ayrıca Ülke meselesi bir yana ben insanlık adına iyi bir şeyler yapabilme çabası içerisindeyim. Eşim almış sazı eline bana veriyor veriştiriyor. Olmaz böyle bir şey. Ben de bu sabah dedim ki yaza cam senin Ergenekoncu olman konusunda yaza cam. Sizler de yazın ağabeylerim. Eşlerinizden sıkıntılarınız bulunmaktaysa sizlerde yazın. Henüz sizi de içeri almamışlarsa belki de eşlerinizi içeri alırlar. Artık benim bavulum hazır. Tüm korkularımdan sıyrılmayı başarmak üzereyim. Ve bence de en korkuncu bu olmaktadır. Tüm korkularından sıyrılan bir adamı DAHA DA tutacak her hangi bir şey daha bulunmamaktadır. Ah o Üniversite yıllarım. O zamanlar da bu zaman da ki kadar olmasa da korku nedir bilmez bir şekil de hareket etmekteydim. Ama iş artık eskiyi de geçmek üzeredir.
Benim gibi daha niceleri korkularından sıyrılmaktadır. Benim gibi daha niceleri gözlerini açmıştır. Dünyayı keşfe hazırlanmak adına hazırlıklar tamamlanmaktadır. Gözlerim hiçbir şey görmez oldu. Bu aşk beni yerle bir etti. Bu aşkın adı MEMLEKET! Bu aşkın adı İNSAN! Böl parçala yok et. Bu düstura esir olmaya cam. Bu felsefeyle hareket edenlere boyun eğmeye cem. Kapitalist dünyaya sesleniyorum. Kapitalizmin ana kuramında ESİR HİSSETTİRMEDEN TİCARET YAPMAK bulunmalıdır. Bu kurama aykırı hareket etmek sizlerin sisteminizi işlemez hale getireceği gibi dünyayı içinden çıkılmaz bir MANASIZLIĞA sürükleyecektir. Bu yüzden bu derece de esir alınmamız nediye? Bizim başımızdakilerin basiretsizliğinden kaynaklanmaktaysa alın onları başımızdan. Sular iyice ısındı. Kaynar derecesine varmadan yapın yapacağınızı ve biz İNSANSEVERLERE nefes alacağımız bir ortam verin. Yoksa dünyanın her yerin de kendi kendine solan çiçekler gibi solacağız.
Dünyamızda insanın temel alınmadığı tüm politikalar iptal edilmelidir. Temeli insan odaklı olan ve karar mekanizmalarında hissiyatlı duyarlı kişilerin yer alması gerekmektedir. Aklın yolu birdir. Birlikte hareket olanağının bulunmadığı düzlemler de bu olanak yaratılıncaya kadar ter dökülmelidir. Dökülecek olan tere kan bulaşmadan! Bu iş den çıkılmadığı durumlara kesinlikle meydan verilmemelidir. Gün bugündür. Yarına yönelik politikalarımızda ise günü dün gibi yaşamak amaç değil hareket noktamız olmalıdır. Sevgi, barış, mutluluk, birliktelik esas alınırken de savaş çığırtkanlarının öncelikle sesleri yerine fabrikaları durdurulmalıdır. Lüks olan ne sigara ne de ark oldur. Tüm bunların sadece anlamı bulunmamaktadır. Asıl lüks olan ve anlamı bulunmayan şey silahtır.
Bu yöndeki ticaret büyük bir ahlaksızlıktır. Bırakın ticaretini üretimi durdurulamadığı sürece dünyanın eski manada savaş olmasa da her günü bir cehennem her günü kıyamet olacaktır. Belki bizler yataklarımız da rahat uyuyacağız. Belki bizler yemeğimizi rahat yiyeceğiz. Ama bu bizler kelimesinin içi boşaltılmış bir bizlerden oluşacaktır. Dünya açken bizler yemek sofralarında yatmaktayız. Dünya terlememektedir. Dünya kanamaktadır. Bu kanamanın yolu dünyanın terlemesinden geçmektedir. Hadin gayri artık hep birlikte terli yelim. Bırakalım kendimizi ve içinde dönüp durduğumuz kısır döngünün içinden çıkalım. Dünya küçük bir yer. Ve bizler küçük adam olmayalım. Ve bugünden tezi yok hep beraber terleyerek gidelim beraberce nice ve yenice galaksileri fetih edelim.
Söz konusu bu yazı tamamıyla bir hayal ürünüdür. Boşanma ve Ceza Mahkemelerinde Delil olarak kullanılması sakıncalıdır. Son kullanma tarihi ise geçmiş bulunmakla beraber görüldüğü anda görülmemiş gibi yapılmalıdır.
24 Ocak'a az bir zaman kaldı... Uğur Mumcu'nun suikast zanlısı olarak yargılanan ve 15 yıl ağır hapse mahkûm olan Mehmet Ali Tekin isimli yurttaşımızın şu anda nerede ve ne halde olduğunu biliyor musunuz? İstanbul Sağmalcılar Cezaevi'nde diyeceksiniz, değil mi? Yarısını bildiniz; ancak... diğer yarısını bilemediniz... Evet, beyzademiz İstanbul'da; bu kadarı doğru. Ancak, Sağmalcılar Cezaevi'nde değil; İstanbul'un görkemli bir semtinde, "Başak-Şehir Konutları" içinde, kendisine ait dayalı döşeli malikânesinde... Muhtemelen bacaklarını uzatmış, muhtemelen televizyonunu açmış ve yine muhtemelen Kurtlar Vadisi'ni gülümseyerek izlemekte... İyi seyirler Mim Ali Tekin beyefendi, iyi gülümsemeler... "Şahsi" evinin resmi değeri 130 milyar Türk lirası (imiş)... Gazete haberi böyle diyor. Vergisini veriyordur, doğal gazını ödüyordur, evinin önünü süpürttürüyordur, herhalde... Gözümüz yok; daha daha olsun; ülkemiz girişim özgürlüğünün hunharca at oynattığı bir cennet diyarı... Olsun da... Bizim gözümüz bir başka yere, bir başka noktaya takılmadan edemiyor. Mim Ali, yukarıda da söyledik: tam 15 yıl ağır hapse mahkûm olmuş. Mahkûm olduğu suçu ne imiş? Silah zoruyla anayasal düzeni devirip, yerine din kurallarına dayalı devlet kurmak için çete oluşturmak!.. Ve oluşturulan bu örgütte yönetici olmak!.. Suç sabit görülmüş... Ceza verilmiş. Peki, sonra ne olmuş? Silah zoruyla anayasal düzeni devirip, yerine din kurallarına dayalı devlet kurmak için çete oluşturmak ve oluşturulan bu örgütte yönetici olmak suçlarını işleyen Mim Ali'nin cezası, "iyi hal"den 12 yıla düşürülmüş... Gitti mi "iyi halli" Mim Kemal biraderimizin 3 yıllık cezası?.. Uğurlar olsun! Geriye ne kaldı? 12 yıl... İyi; bu daha da, iyi!.. Ancak daha sonra Topluma Kazandırma Yasası'ndan istifade için, bir dilekçe ile "yetkili makamlara" başvuran Mim Kemal'in cezası, "toplumun onu bir an önce kazanabilmesi" için, 6 yıl 3 ay'a düşürülmüş... Ve Mim Kemal Bey biraderimiz, toplam 5 yıl "yan gelip yatarak,"... Temmuz 2005'de toplumumuza "kazandırılmış!.." Peki, toplumumuza kazandırılan bu güzide şahsiyet, ne mi yapıyor, tahliye olur olmaz? Ne yaptığını bin yıl düşünseniz bulamazsınız... Evet... Bir dilekçe daha yazıyor Hazret... Dilekçe neye denir?.. Dileğinizi ileten kâğıt parçasına... Eskiden halini arz etmekten gelen Arzu/hal sözcüğü kullanılırdı. Evet... Halini arz edip, dileğini iletiyor toplumumuza kazandırılan bu eli silahlı şeriatçı yurttaşımız... Dilekçenin verildiği makam, Küçükçekmece Kaymakamlığı. Dilekçenin içeriğinde yer alan "dert-i muazzama,"nın özü, geçim sıkıntısı ve nakit yetersizliği... Dilekçenin şıppadanak verilen yanıtı ise, nakit ve "keş" para... Çil çil TL... Peki parayı ne yapıyor Mim Kemal Bey/biraderimiz?.. Ama, siz bu yazıyı gereken dikkatle okumuyorsunuz... Yazının baş tarafını hatırlamıyor musunuz?.. Ne diye bu kadar çabuk unutuyoruz?.. Ve nasıl da hemen sayfayı çeviriveriyorsunuz?.... Böylelikle nasıl da, "hafızayı beşer, nisyan ile malul" oluveriyor... Ve giderek, harap, tarumar ve yok oluveiryor?.. Bu nasıl iş, sayın seyirciler?.. Ve siz neden hala... Sadece seyircisiniz?..
Diyabet kronik, pankreasın yetersiz veya hiç insülin üretmemesiyle karakterize, şeker yüksekliğiyle seyreden bir hastalıktır. insülin, şekerin enerji olarak kullanılabilmesi için hücreye girmesini sağlamakta gerekli bir hormondur. İnsülin miktarının veya etkinliğinin azalmasına bağlı olarak kan şekeri yükselir.
(Hiperglisemi) Bu durum uzun dönemde birçok doku ve organlarda hasara yol açar. Diyabetin iki önemli ve belirgin tipi vardır Bunlar:
Tip 1 diyabet :
Tip 1 diyabet otoimmün mekanizmalara bağlı olarak insülinin pankreasta hiç üretilmediği ya da çok az üretildiği tiptir. insülin vücutta hiç bulunmadığından, diyabet ancak insülin enjeksiyonu veya pompayla tedavi edilebilir. Ayrıca tip 1 diyabete juvenil diyabet de denir. Genellikle çocuk yada genç erişkin çağda ortaya çıkar.
Tip 2 diyabet Tip 2 diyabet daha çok insülin direnciyle karakterizedir. Tip 2 diyabette insülin yeterince düzenli salınıp etkili olamamaktadır. Aslında insülin miktarları normal, hatta fazla bile olabilir. Sıklıkla egzersiz ve diyet, tedavide en etkin yöntemlerdir. Bununla beraber tedaviye ilaç ve bazen insülin de eklemek gerekebilir. Tip 2 diyabet en sık görülen tip olup toplumda rastlanma sıklığı oranı %90’dır ve dünyada yaklaşık 246 milyon insan tip 2 diyabetlidir.
Her iki tip şeker hastalığı da ciddi etkileri olan hastalıklar olup çocuklarda her iki tip diyabet de oldukça sık bulunmaktadır. Rastlanma sıklığındaki artış, özellikle çocukları korumanın ciddiyeti açısından önemlidir. DİĞER DİYABET TİPLERİ: Üçüncü tip diyabet ise hamilelik döneminde görülen tiptir. Bazen gebelikten sonra kalıcı olabilir. Diyabetin çarpıcı belirtileri: • Sık idrara çıkma, • Aşırı susama, • Terleme, • Sık acıkma, • Kilo kaybı, • Halsizlik, • Konsantrasyon bozukluğu, • Bulanık görme, • Karın ağrısı ve kusma, sık hastalanmadır. DİPABETİN KOMPLİKASYONLARI: Diyabet hayat boyu süren, dikkatle izlenmesi gereken, iyi kan şekeri kontrolünün şart olduğu bir hastalıktır. İyi olmayan takip ve kontrol yüksek şekere ve uzun dönemde birçok organda hasara neden olur. • Kalp hasarı: Sıklıkla kalpte ve damarlarda ölümcül zararlara yol açar. Özellikle kalp damarları tıkanabilir, kalp krizi yaşanabilir. • Böbrek hasarı: Diyalize kadar götürebilir ve böbrek nakline gereksinim duyulacak kayıplar yaşanır. • Sinir hücreleri: Sinir hücreleri hasar görür, buna bağlı ayak yaraları olabilir. • Göz hasarı: Göz hasarı kapsamında retina kanamaları ve buna bağlı görme kaybı meydana gelir.
Diabetin Tedavisi
Bugün diyabeti, tamamen iyileştirici bir tedavi yoktur. Ancak, etkin tedavi vardır. Eğer, uygun ilaçlar, kaliteli bakım ve iyi tıbbi beslenme alabiliyorsanız aktif ve sağlıklı bir hayat sürdürebileceksiniz ve komplikasyon gelişme riskini azaltmış olacaksınız.
Kontrollü Diyet
Yiyecekler, kan şekeri düzeyini yükseltirler. Diyabetli kişiler, herhangi bir kimse gibi, dengeli bir diyete ilave olarak karbonhidratlı besinleri ölçülü almak zorundadırlar.
Fiziksel Aktivite
Egzersiz kan şekerini düşürür. İnsulin gibi, vücudun kendi kan şekerini etkin bir şekilde kullanmasına yardım eder. Egzersiz, kilo kaybetmenize de yardımcı olur.
İlaçlar
Diyabet tedavisinde kullanılan ilaçlar iki türdür.
1)İnsülinler 2)Ağız yolu ile kullanılan tabletler
İnsülin kan şekeri seviyelerini en etkili düşüren maddedir. Tip 1 diyabetli kişiler, yaşantılarını normal düzeyde sürdürebilmek için günde 2-3, hatta 4 defa insülin yapmak zorundadırlar.
Tip 2 diyabetli kişiler, kan şekerlerini düşürmek için oral hipoglisemik ilaçlara ihtiyaç duyarlar, çok az bir kısmı da insulin enjeksiyonu ihtiyacında da olabilirler.
Diyet, insülin, ağız yolu ile alınan ilaçlar ve egzersizin dengesini doğru olarak oluşturmak çok önemlidir.
Bu dengeyi başarmak, diyabetli bir kişi için yaşam boyu, usanmadan sürecek bir disiplin gerektirir.
Sağlıklı Yaşam Tarzı
İyi haber, her şeker hastasının normal insanlar gibi bir hayat sürdürebilmesidir. Bunun sırrı, iyi kontrolde yatmaktadır. Böylece diyabet sizi değil, siz diyabeti kontrol edeceksiniz. Aşağıdakiler, dört unsurlu sağlıklı bir yaşam tarzı planını uygulamak için önemli kılavuzlardır.
* Dengeli bir diyet * Fiziksel aktivite * Tıbbi yardım (İlaç) * Sosyal yaşamın düzenlenmesi
Diyabetimiz olsun olmasın, sağlıklı bir şekilde beslenmelisiniz ve düzenli olarak egzersiz yapmalısınız. Sağlıklı bir yaşam tarzı tip 2 diyabetin başlamasını önlemeye ve mevcut hastalığı olanlarda diyabete bağlı komplikasyonları sınırlamaya yardımcı olabilir.
Dengeli Bir Diyet
Çok iyi dengeli, sağlıklı yeme planı, diyabetli tüm kişiler için iyi bir kan şekeri kontrolünü sağlamada köşetaşı görevini üstlenmektedir. İnsülin veya tabletler ile tedavi edilmiş olup olmadığınıza bakılmaksızın siz her zaman, bilinçli bir yeme planını izlemek zorundasınız.
Yani, diyabetik denilen diyet gerçekte bir diyet değildir. Fakat, tüm aile için ideal olan sağlıklı bir yeme planıdır. Sağlıklı yemek, yalnızca kan şeker seviyelerini kontrol etmeye yardımcı olmaz (böylece diyabete bağlı komplikasyonların başlangıcını da geciktirir), fakat aynı zamanda vücut kilosunu korumaya ve kalp hastalığını önlemeye yardımcı olur. Eski bir deyiş olan “Ne yerseniz, O’sunuz” cümlesi kesinlikle doğrudur. Kan şekeri seviyeleri yediğiniz her şeyden etkilenmektedir. Akıllı yemek seçimleri sağlıklı bir yaşam ve hastalığı önlemek için anahtar görevini görür.
Fiziksel Egzersiz Günümüzde, erişkinlerin çoğu ve giderek artan sayıda çocuklar, inaktif bir yaşam tarzı sürdürmektedirler. ‘Fitnes’, gelişmiş ülkelerde moda olmasına rağmen, biz bunu uygulamada hala aktif değiliz. Fiziksel aktivite herkes için çok önemlidir. Egzersiz, ‘fitnes’in gelişmesine yardımcı olur, kalori yakar ve böylece beden yağlarını azalır ve kas tonusü artar. Fiziksel aktivite iyi bir sağlık için anahtar görevini görür.
Diyabetli kişiler için, egzersiz kan şekerini düşürür, aynı zamanda, vücudumuzun kan şekerini etkili bir şekilde kullanmaya yardımcı olur (İnsulin duyarlılığını arttırır). Kilo kontrolü ve psikolojik olarak kendini iyi hissetmeyi de sağlar.
Farmakolojik Yardım
İnsülin kan şekeri seviyelerini azaltan bir maddedir. Vücut kendi insülinini yapamadığında (Tip 1 diyabetlide olduğu gibi, dışarıdan insülin vermek tedavinin esasını teşkil eder. Tip 1 diyabetli kişiler, sorunsuz ve iyi ayar için günlük yoğun insülin tedavisine ihtiyaç duyar. Planlı yaşamak, kan şekerlerini düzenli kontrol etmek (self-monitoring) ve ona göre insülin dozlarını ayarlamak ve doktoru ile ilişki kurmak en önemli görevi olmalıdır.)
Tip 2 diyabette, bir miktar insülin vücut tarafından üretilir. Fakat ihtiyacı karşılayacak yeterlilikte değildir. Tip 2 diyabetli kişiler, kan şekerini düşürmek için oral hipoglisemik ilaç kullanırlar ve bazıları insülin enjeksiyonu ihtiyacında olabilirler (Tip 2 diyabetli kişilerin %30’u durumlarını kontrol için biraz veya tamamen enjeksiyon ihtiyacında olabilirler). Buradaki önemli nokta, durumunuza uygun yeterli yardım aldığınızdan ve yaşamınızda gerekli ayarlamalar yaptığınızdan emin olmaktır. Kontrol eden kişi siz olmalısınız (Self-monitoring).
Sosyal Yaşam
Bir sosyal yaşama sahip olmak demek, diyabetlide sağlıklı yaşam tarzının gerekli bir parçasıdır. Diyabetin kontrolü için sağlıklı yaşama uyum, şarttır. Sağlıklı bir sosyal yaşam, arkadaşlarla ve aile ile birlikte diyabete ait problemleri önlemek ve stresi azaltmak için gereklidir. Bu aynı zamanda diyabetin istenmeyen belirtilerini ve yan etkilerini azaltır.
Dengeli ve bilinçli bir diyetle, bir partide eğlenmek veya bir kutlamada bulunmak doğaldır. Sağlıklı bir yiyecek rehberi herkese tavsiye edilebilir ve bu şekilde beslenmek, sıkıcı değildir. Egzersiz de ilave edilirse sosyal yaşamınız daha renkli ve düzgün olur. Arkadaşlarla ve aile ile yürüyüşe çıkmak ve bir arkadaş ile lokal bir spor kulubüne üye olmak, egzersizi eğlenceli hale getirebilir. Ve hem vücut ve hem de zihinsel rahatlık için büyük bir fırsat sunar.
Özkaleli diabetik(şekersiz) kuşburnu pulpu (meyva özü) şeker hastalarına yönelik hazırlanmış eşsiz bir doğal üründür.Vücuttaki şekerin dengelenmesinde ve zindelik kazandırmada çok etken bir meyva pulpudur. Herhangi bir tatlandırıcı ihtiva etmeyen tamamen doğal kuşburnu meyvasının özüdür. Sabah kahvaltılarda reçel olarak, pastalarınızda, kuşburnu suyu olarak ve diğer kullanım alanlarında kendi isteğinize göre rahatlıkla tüketebilirsiniz.
Tüm Herkese sağlıklı bir ömür dilerken; www.zilepekmezi.com sitemizde satışını yaptığımız doğal ürünlerimizi tüketmenizi tavsiye diyoruz.
Merhabalar Grubunuza yeni katıldım Haber Alarmı Bilgilendirme,
Yazılım uzmanıyım, grubunuz haberler ile ilgili olduğu için bilgilendirmek istedim.
Haber Alarmı, popüler haber kaynaklarından haberleri masa üstünüze getiren çok kullanışlı ve akıllı bir program, isteğinize göre Haber kaynakları seçebileceginiz, kendinize göre filtreler oluşturabileceğiniz, sizin için önemli kelimelerinize alarm kurabileceğiniz, daha önce getirdiği haberler için tekrar tekrar indirmeyen, Hava Durumu, Anlık Piyasa verilerini ekrana getiren, size altarnatif arama motorlarını, IT fiyat karşılaştırma kaynağı sunan, uygun fiyatlı firmalar öneren, sözlük linki barındıran, Gazetelerin 1. sayfalarının linkini sunan ve bunlar gibi özellikler eklenecek olan faydalı bir program.
Haber Kaynakları Şimdilik; Bugün, Chip.Com.Tr, CNNTurk, Cumhuriyet, Dünya Gazetesi, Gazeteport, Haber7, HaberTürk, Hürriyet, ihlas, Milli Gazete, Milliyet, NtvMsnbc, ODATV, Referans, Sabah, Samanyoluhaber, ShiftDelete.Net, Star, Takvim, Taraf, Vakit, Vatan, Yeni Şafak ve Zaman
hep cemaat der durursunuzda bu üst düzey yargı ve TSK içerisindeki mezhepsel kadrolaşma, siyasiler, bürokratlar, gazeteciler içerisindeki masonik yapılanma veee ADD, ÇYDD gibi bir takım kuruluşlarla gündeme gelen misyonerlik faaliyetlerininde bir tür cemaatleşme olup olmadığını yazamassınız.niçün?
-- Türk Milletinin üzerine çökmüş karabasan giderek çözülmekte ve zayıflamaktadır. Hainlerin planları bozulmakta, figüranları sürekli açığa düşmektedir. Milletin rağmına sürdürülen derin yolculuk sona yaklaşmıştır. Millet artık egemenliğine, iradesine sahip çıkmaktadır. Türkiye, eğer Türkiye'nin omurgasını çökerten, elini kolunu bağlayan, tarihî yürüyüşünü sona erdiren ve sadece laik küresel sistemin çıkarlarını korumaktan başka hiçbir iş yapmayan bu hastalıklı, marazî, şirret, ilkel çetelenme yapılanmasını çökertemezse, tasfiye edemezse, Türkiye tasfiye edilmiş olacak. Leş kargaları kapıda bekliyor... ------------------------------------- http://dava-vatan.blogspot.com/
Tüm bu omurgasızlıklara, yaltaklanmalara ve oportünizme tek bahanesi var Cumhuriyet gazetesinin; “laikliği korumak, Ilımlı İslamı engellemek, AKP’yi devirmek ya da frenlemek…”
Diğer yandan CHP de yıllarca Atatürkçülerden oy toplamış bir parti olarak her türlü ilkesizliği ve Atatürkçülükten sapmayı aynı gerekçelerle meşrulaştırmıştı.
Tıpkı Cumhuriyet gibi CHP de Batı’ya yaltaklanıyor. AB’yle temaslar kurmak için Brüksel’e giden Baykal burada esas AB’ci partinin CHP olduğunu, “AKP’nin Türkiye’yi Batı’dan kopardığını” söylüyor. Cumhuriyet gazetesi bu söylemi aynen destekliyor. Eskinin AB karşıtları en hızlı AB’ci olmuş. Zannediyorlar ki Batı AKP’yi çoktan silmiş. Aç tavuk kendini darı ambarında sanırmış.
Ergenokon iddianamesine yansıyan bir gerçeği hatırlatmak istiyoruz. 2008 Şubat ayında meğersem Cumhuriyet gazetesi temsilcileri ABD’de Dick Cheney’in yardımcılarıyla görüşme ayarlamışlar. Cheney’e AKP’yi şikâyet edip, laikler adına destek istemişler. Cheney’in adamları da “AKP’ye muhalefet varsa destekleriz ama öyle bir güç göremiyoruz. CHP’den de umudumuz yok.” demiş.
Kısacası adamlar emperyalist. Sen işbirlikçi olmak istiyorsan elbette seni kullanır. Bunu kimse stratejik deha sanmasın. Ama adam aptal değil ki. Senin hiçbir gücün olmadığını da biliyor. İlhan Selçuk ABD başkanlarına sürekli mektup gönderip kendilerini Türkiye’nin yerine komalarını istiyor. Bir kere İlhan Beye soralım. Sen kendini ABD başkanının yerine koy. Bir tarafta hizmete hazır AKP, diğer tarafta CHP ve sözde ulusalcılar… Ne yapar ABD? İkisini de tepe tepe kullanır. Ama güçlü olanı yani AKP’yi iktidar yapar.
Bu kepaze işbirlikçilik oyununa kılıf olarak “Ilımlı İslam” karşıtlığı ve “laiklik” kullanıldı. İyi de CHP bugün artık laikliği savunmuyor. CHP de Ilımlı İslama oynuyor. İşin ilginç yanı CHP’nin çarşaf, Kuran kursu ve tarikat açılımını Cumhuriyet gazetesi de destekliyor. İlhan Selçuk, Cumhuriyet gazetesi ve CHP kurumdur yıpratmayın diyor:
“CHP’yi şansını zorlamak yolunda rahat bırakmak.. Kurumsallığını bile zorlayan tek seçeneği desteklemekte direnmek en tutarlı yoldur...CHP laik Türkiye Cumhuriyeti’nin orta direklerinden bir kurum.. Kişilerin malı değil.. Laik Türkiye’nin kurumu.. Ayakta durması gerek...”
Mehmet Faraç ise CHP’nin gerici açılımlarını eleştirenlerin tümünü entellikle suçluyor. Aslında CHP laikliği savunuyormuş. Anadolu gerçeğiyle barışıyormuş. Dinci açılımlardan da en çok dinciler rahatsızmış.
E, hani siz laiklik adına ABD ve İsrail’i bile destekliyordunuz! Laikliği terk eden CHP’ye niye karşı çıkmıyorsunuz? Her şey bu kadar basit mi? CHP dincilik takiyesi yaparak “şansını zorlayacak”, İlhan Selçuk ise Amerikancılık yaparak “şansını zorlayacak…” Maksat işbirlikçilik olunca hepsi bahane…
Peki ya Türkiye’ye ve Türk Milletine ne olacak? Biz yine ABD sömürgesi olacağız. Türkiye’yi yine Kürt-İslamcılar yönetecek. Türkiye yine hızla bölünmeye gidecek.
İşin tek gerçeği var. Batıcı oldukça laiklikten daha da çok kopulur. Dolayısıyla ne CHP ne de Cumhuriyet gazetesi laikliği savunmak, Ilımlı İslama karşı çıkmak adına Batıcılığı ve Amerikancılığı bize önermesinler. Kimse o kadar aptal değil. CHP ve Cumhuriyet gazetesi ABD’yi doğru yola (!) getirmiyor. Tersine ABD için hizaya giriyorlar.
Türkiye öyle bir ülke ki, her türden işbirlikçi çıkıyor. Yıllarca dinciler, Kürtçüler ve liboşlar ulusalcıları Türkiye’yi Batı’dan koparmakla ve Ortadoğu’ya hapsetmekle suçladılar. Şimdi bazı sözde ulusalcılar aynı söylemi kullanıyor. Elbiseler değişti.
Amerikancı-İsrailci ulusalcılık, Atatürkçülük olur mu? Yıllarca kendilerini Atatürkçülüğün noteri ilan edenler istedi diye Amerikancı bir Atatürkçülük mümkün olabilir mi? Olmaz. Olan şu; ilkesizliği cephe politikası, ideolojisizliği pragmatik zeka, mandacılığı stratejik deha olarak yutturmak isteyen ve yıllarca Atatürkçülük ve ulusalcılık üzerinden rant sağlayan bir kesim artık tüm maskelerinden ve kıyafetlerinden arınmış çırılçıplak işbirlikçiliğiyle karşımızda dikiliyor.
Sevindirici gelişme… AKP ile işbirlikçilik yarışında başarılar dileriz. Sonuna kadar “şansınızı zorlayın.” Atatürkçülük ve ulusalcılık artık tamamen devrimcilere kalmıştır. Hayırlı uğurlu olsun.
-- Türk Milletinin üzerine çökmüş karabasan giderek çözülmekte ve zayıflamaktadır. Hainlerin planları bozulmakta, figüranları sürekli açığa düşmektedir. Milletin rağmına sürdürülen derin yolculuk sona yaklaşmıştır. Millet artık egemenliğine, iradesine sahip çıkmaktadır. Türkiye, eğer Türkiye'nin omurgasını çökerten, elini kolunu bağlayan, tarihî yürüyüşünü sona erdiren ve sadece laik küresel sistemin çıkarlarını korumaktan başka hiçbir iş yapmayan bu hastalıklı, marazî, şirret, ilkel çetelenme yapılanmasını çökertemezse, tasfiye edemezse, Türkiye tasfiye edilmiş olacak. Leş kargaları kapıda bekliyor... ------------------------------------- http://dava-vatan.blogspot.com/
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.