ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ |
- Vadi-Hukumet-Ergenekon
- Re: israil, Yahudi ve TEVRAT gerçeği
- Batının İslami Kimlik Tanımlama Çalışmalarındaki Psikolojik Taktiği
- israil, Yahudi ve TEVRAT gerçeği
- Türkiye neden aşı üret(e)miyor?
- 3 Milyarı Emekliye, 57 Milyarı Tefeciye...!
- Biz Secdedeyiz... Bekleriz... Sizleri de...
Posted: 14 Jan 2010 01:17 PM PST |
Re: israil, Yahudi ve TEVRAT gerçeği Posted: 14 Jan 2010 12:27 PM PST Bir Türk yahudisi olarak bu yazılanlardan nefret duydum...Bizler bu ülkede kendi ülkemiz ve gururlu bir Türk gibi düşünürken ırkçı bazılarınız (yazıyı yazan gibi) Allahından bulsun diyorum..Bu gruptan nasıl çıkılır Allah Rızası için biri yardım etsin..Saygılar... e.cohen
> From: nurullah aydın <nurullah--aydin@hotmail.com> |
Batının İslami Kimlik Tanımlama Çalışmalarındaki Psikolojik Taktiği Posted: 14 Jan 2010 07:22 AM PST Dünya genelinde gelişen son psikolojik harekat, Müslümanları daha anlayışlı ve mücadeleden caydırıcı nitelikte olup, bir takım kişiler etrafında geliştirilip, o kişilerce empoze edilen fikre inandırmaktadır. Bu kişiler empoze edilen fikir çerçevesinde sahte bir kişilik olarakta ortaya çıkabilmektedir. Veya psikolojik harekat çerçevesinde empoze edilmek istenen fikre yakın kişiler ve fikirler kullanılmaktadır. Yine inandırılmak istenen fikir, başka fikirler bu fikre göre şekillendirilmek suretiyle de kullanılabilmektedir..
İlk psikolojik harekat 17. yy Papa XV. Greguar tarafından Alman Luther’in kurduğu Protestanlık mezhebine karşı yapılmıştı. Vatikan’ın gelişen eleştirisel bu mezhebe karşı kurumunun yıkılmaması ve kurumunun gücünü yitirmemesi için.
Bazı fikirler etrafında kurulu bir takım güç merkezlerinin de güçlerini yitirmemesi için bu savaş devam ettirilir. Ancak kim bunun farkında.
Örneğin Filistin meselesi ile sürekli vurulan İslam buradaki psikolojik harekatın farkında mı? Ya da sürekli kendi fikrileri etrafında mücadele ettiklerine inandıkları kişilerinde dolaylı veya dolaysız yollarla bu psikolojik harekata dahil edildiğinin. İsrail Gazzeyi bombaladığında, hepiniz bön bön baktınız öyle değil mi? İşte onlarda ben orayı bombalarım Siz Hiçbir Şey Yapamazsınız mesajını vermek, bu mesaj altında SİZ GÜÇSÜZSÜNÜZ FİKRİNİ TELKİN etmek istemişlerdir (İsrail'in "Fosfor bombalarının atılması neticesinde bin 400'e yakın insan; çocuk, kadın, burada hayatını kaybetti. 5 binin üzerinde insan yaralandı ve Gazze'nin altyapısı yerle bir edildi. BM'nin Gazze'deki binaları dahi bu yıkımdan kurtulamadı..) Şimdi her bomba yağdırdığında Biz Güçsüzüz Telkininin Şuur Altınıza Yer etmesi sebebiyle, sizden herhangi bir müdahale görmemeyi GARANTİLEDİĞİ için, diğer bir seferde bombalamak istediğinde bunu kolaylıkla yapabilecektir. Filistin’in Sorun Olması Gerekmektedir. Sorun olmalıdır çünki Filistin Dünya Müslümanlarının Kontrol edildiği bir merkezdir. İsrail istese, kimseye aldırış etmeden Filistin’i İşgal eder ( Kral Davut Katliamı (22 Temmuz 1946), Deir Yasin Katliamı(9 Nisan 1948), Lida Katliamı (9-18 Temmuz 1948), Safsaf Köyü Katliamı(29 Ekim 1948), Davayima Köyü Katliamı (29 Ekim 1948), Kibya Köyü Katliamı(12 Ekim 1953), Kufr Kasem Katliamı (29 Ekim 1956), Samu Katliamı (Kasım 1956), Ürdün Katliamları (15 Şubat, 4 Haziran 1968), Abu Za’abel Katliamı (12 Şubat 1970), Sha’a Katliamı (8 Nisan 1970), Suriye Katliamı (8 Eylül 1972), Libya Katliamı (19 Şubat 1973), Beyrut Katliamı (20 Temmuz 1981), Sabra ve Şatilla Katliamları (15-16 Eylül 1982), Kudüs Katliamı (8 Ekim 1990), Hz. İbrahim Camii Katliamı (25 Şubat 1994), Kana Katliamı (18 Nisan 1996), Cenin Katliamı (3-15 Nisan 2002), Nuseyrat Katliamı ( Mart 2004) ) ve bunu kolaylıkla da yapar. Bu bir gerçek. Eğer gerçek olmasaydı herkesin gözünün içine bakarak orayı bombalayamazdı. Konulan Ambargonun anlamı SİZLER ÇARESİZSİNİZ, SİZLER HİÇBİRŞEY BAŞARAMAZSINIZ ‘dır. Bir kaçtane LOLİPOP şekeri dahi oraya sokmaya çalışmanızı bu sebeple kabul etmezler. Mesaj hiçbir şekilde mesele LOLİPOP şeker götürmek olsa dahi yön değiştirmemelidir. Bu hususta çıkartılan zorluklar bile Müslüman’a Cihad’a çıkmış hissi vermekle beraber, ASIL CİHAD’ı engellemek gayesi güder. Katil İsrail Filistinden Defol sloganı veya Katliamlar durdurulmalıdır gibi siyasi söylemlerin dışında, İsrail Müslüman Milletin herhangi bir eylemde bulunmayacağından emindir.
Şu an kullanılan diğer bir psikolojik harekatta muhalif düşünceleri kullanma yöntemi. Genelde muhalif düşüncelerin tümü İslamı yıpratma dejenere etme mahiyetinde destek görür. Zaman içinde muhalif düşünce İslami olsa bile tamamiyle İslami veya muhalif olmaktan çıkar, İslamın dejenerasyonunu sağlamaya başlar. İşte bu noktada İslamı İslamla vurmaya başlarlar. Bugün yoğun olarak bu düşünce etrafında gelişen İslamın en çok zarar gördüğü psikolojik harekat şekli budur.
Kendi tarihimizden örnek verecek olursak, görürüz ki Osmanlı bu harekatların sonuçları neticesinde yıkılmıştır. İngiltere’nin bugün hala devam ettirdiği psikolojik harekatın, asli görevi İslamı tam anlamıyla yeryüzünden kaldırmaktır. İngilizlerin, padişah karşıtlarına vermiş olduğu destek (1800 yıllarda Fransanın desteklediği oluşumu ,1899 yılından sonra İngiltere, çeşitli yollardan yurt dışında kalan İttihat ve Terakki muhalefetini desteklemeye başladı.) Osmanlının iç işlerini daha sonra dış işlerini yönlendirmelerine sebep olmuştu(Mithat ve Hüseyin Avni Paşalar 30 Mayıs1876'da askeri bir darbe ile Sultan Abdülaziz'i tahttan indirerek yerine V. Murad'ı oturtmuşlardı. Ancak onun da sağlık problemlerinden dolayı tahtta kalması sakıncalı görülmüş ve II. Abdülhamid, Kanun–ı Esasi'yi ilan etmek şartıyla tahta çıkmıştı. Bir ferman anayasası olarak nitelendirilen Kanun–ı Esasi, meşruti idare öngörmekle beraber padişahın yetki ve idaresi anayasa hükmü kazanmıştı. Ancak 14 Şubat1878 tarihinde II. Abdülhamid, Kanun–ı Esasi’nin ilgili maddesi gereğince Osmanlı – Rus Savaşı’nı da gerekçe göstererek mebusanları dağıttı ve I.Meşrutiyet devri sona erdi. 1878 yılında Meclis–i Umumi'nin kapatılmasıyla Osmanlı Devleti’nde II.Abdülhamid'in yönetimi eline aldığı istibdad dönemi başladı. 1908 yılına kadar sürecek bu dönemde II.Abdülhamid iktidarı elinde bulundurmayı başarmış olsa da kendisine karşı olan oluşumlara engel olamadı. İşte bu oluşumların başında da İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türkler geliyordu..) Padişah karşıtlarının İngilizlerden aldıkları güç ile, iktidara gelmeleri, iktidara gelme aşamasında halk desteği de görmüş, bu destekler etrafında yerel yönetimlerin haksız tutumlarından bulanan halk kullanılmıştı (Abdülhamit rejimine muhalefet eden herkesi, ki buna Ermeniler ve Rumlar da dahil olmuştu, ulusçu eğilimleri ön plana çıkan bir grup oluşturmuşlardı. Önce sadece Türkler, daha sonra Türkler arasında sadece İttihatçılar için kullanılır bir terim oldu. II. Meşrutiyet için çaba gösterenler anlaşılmaktadır. İlk devrimci kuşak ise Türkiye’de daha çok Yeni Osmanlılar diye tanınmaktadır. Osmanlı Devleti’ndeki muhalif güçlerin birleşmesinden oluşan bu grubun hedeflerinin başında süregelen rejimin değişmesi yatıyordu. Bu zümre eğitimli kesimden oluşuyordu. 1892 yılında Abdülhamit cemiyetin varlığından haberdar olmuştu. Okul kumandanı Ali Saip Paşa görevinden alınmış, bu komployu önlemekle görevlendirilen askeri okullar müdürü Zeki Paşa iş başına getirilmişti. Birçok öğrenci sorguya çekilmiş, aralarında Abdullah Cevdet, Giritli Şefik ve Şerafettin Mağmumi'nin de bulunduğu bir kaçı tevkif edilmiş ve nihayet bu olayları protesto eden on dört öğrenci daha tutuklanmıştı.. Ahmet Rıza Bey, Auguste Comte pozitivizmi ile Namık Kemal'in ütopik “Osmanlı Milliyetçiliğini” birleştirmişti. Cemiyetin Paris başkanı oydu. Sıra cemiyetin yayın organını çıkarmaya gelmişti. İstanbul'daki merkezi örgüt, gazetenin adının İttihadı İslam olmasını istiyordu. Ahmet Rıza ise gazetenin sadece Müslümanların değil, Yahudi, Rum, Ermeni yani tüm Osmanlı'nın çıkarlarını gözeteceğinden, adının İttihat ve Terakki olmasında ısrar ediyordu. Doktor Nazım ise orta yolu buldu ; gazetenin adı Meşveret oldu ve ayda iki defa altı sayfa olarak çıkacak olan gazete 1 Aralık1895'te yayın hayatına başladı. İttihat ve Terakki'nin planları arasında, bazı yüksek düzeydeki kişilerin işbirliğinin sağlandığı belirtilerek, batıya güven verilmekteydi.) İç işlerinde meydana gelen karışıkların, halkın amacının dışında sonuçlar getirmesi, halk desteğini ortadan kaldırırken, muhalifler tasviye edilerek (Osmanlıda ilk suikastler bu dönemde olmuş) iktidar elegeçirilmiş, ve bir sonraki iktadarda hesapların şaşmasından ötürü tasviye edilerek, tasviyeler şeklinde günümüze kadar gelmişti(Çok geçmeden İttihat ve Terakki'ye karşı olan muhalefet sertleşti, bunda İttihat ve Terakki'nin sert siyasetinin de rolü vardı. Ayrıca ittihatçılar Meşrutiyet'e ve vatana ihanet ettiğini düşündüğü siyasal kişiliklere karşı açıktan açığa siyasal tedhiş yöntemleri uygulamaktan da kaçınmıyordu. İttihat ve Terakki'nin egemenliği altında Mebusan'ın Kamil Paşa hükümetini düşürmesinden sonra kurulan Hilmi Paşa hükümeti sırasında da cemiyetle hükümet arasındaki çalkantılar azalacağına daha da arttı. Gerçektende 31 Mart Ayaklanması'na doğru siyasal çatışmanın serleştiği ve arttığı görülmektedir. 31 Mart ( yeni takvimle, 13 Nisan1909 ) olayı asker – softa bağlaşması aracılığıyla, muhalefetin yaptığı sonuçsuz kalmış bir hükümet darbesidir. İrticai bir faaliyet olarak görülen bu faaliyette, Almanya ve İngiltere’nin parmağı olduğu görüşü ortaya çıkmıştı. 31 Mart Olayı Ahrar Fırkası’nın da sonunu getirdi. Hatta 31 Mart Olayı'nda Prens Sabahattin Bey'in de kışkırtması olduğu iddiası ile tutuklanmış ise de sonra serbest bırakılmıştır. )İlk muhalifler ile sonraki muhalifler aynı kaynaktan yani İngiltere’den beslendiği halde birbirleri ile çarpışmaya kadar gidebilmişlerdir. (Çerkez Ethemin, M.Kemale İsyanı gibi)- Doğan Avcıoğlu Milli Kurtuluş Tarihi’nde (Cilt 2, sayfa 576) olayı Ethem’in İngilizlere yaranma çabası olarak niteler. “Çerkezler ile Müslümanların en içten koruyucusu olan Büyük Britanya’ya manevi bağlılık ve saygı duygularını göstermeyi başaramayan Ethem Bey, İngilizlerin tutukladıkları valinin oğlunu kaçırarak İngilizlere saygı göstermektedir.- 1920 yılı sonlarına doğru Çerkez Ethem ve emrindeki 1. Seyyar Kuvvetler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne karşı 29 Aralık 1920’de isyan etti. Kılıç Ali ise, Mustafa Kemal, Ethem’in kendisini istirkap ettiğinin, öldürmek istediğinin de farkında idi. Diyor)Burada aynı merkez bir tarafı kendi içinde muhalifleştirirken diğer tarafıda kendi çıkarları etrafında kullanmaya devam etmiştir. Yani iktidarda da muhalefette de var olan gücü kendi çıkarlarına hizmet ettirebilmiştir. İngilizlerin desteğinden habersiz bu VATAN HÜRRİYET aşıklarının sloganlarına aldanan bazı kimselerin, başkaldırdıkları Saltanat’la aynı dini duygu ve hassasiyetlere sahip olmaları bile, ne Saltanatın, içinde bulundukları gruptan ötürü bunları cezalandırmasını engelleyebilmiş nede o grup içinde hareket edenlerin gerçekten aldanmış olduklarının önüne geçebilmiştir. Buradaki ince oyun iki Dindar kesimi karşı karşıya getirirken, asıl muhalifleri iki kesimide ezip iktidarlaşmaya götürmüştür. (Said Nursi, 31 Mart İsyanı sonrasında tutuklandı, yargılandı suçsuz bulunarak serbest bırakıldı. Sultan II. Abdülhamit'e karşı çıktı, Selanik'ye İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri ile görüştü. Milli Mücadele'ye destek verdi, Ankara'ya giderek Mustafa Kemal Paşa ile görüştü.) İngilterenin egemenliği ve desteği altındaki bu muhalif güç, 1. Dünya Savaşında ise muazzam işlere imza atmıştır(Toktamış Ateş de Siyasal Tarih isimli geniş kapsamlı kitabında, bu konuya değinmektedir: "Babıali, Birinci Dünya Savaşı öncesi gelişmelerin ve kendini bekleyen tehlikelerin farkındaydı. Ve Abdülhamid'in başlattığı 'denge politikası'ni İttihatçılar da sürdürüyorlardı. Avrupa'da savaş patlak verince, Babıali Londra'ya başvurmuş ve Boğazlar ve toprak bütünlüğü konusunda güvence verilirse, Almanya ile yapmış olduğu anlaşmaya rağmen, savaşa girmeyebileceğini bildirmişti. Ancak İngiltere bu öneriye ilgi duymadı. Zira, Rusya ile yaptığı gizli anlaşmalarla, Osmanlı topraklarının paylaşımını çoktan yapmıştı. Kısaca belirtmek gerekirse, Osmanlı savaşa girmese bile, eğer savaşı İngiltere-Rusya-Fransa kazansaydı, imparatorluk parçalanacaktı. Bu koşullar altında savaşa Almanya'nın yanında girmekten başka çare yoktu." [Sayfa 412]Tuğgeneral Ziya Yergök de, hatıralarında şöyle demektedir: "Boğazlar bizde idi. İngiliz ve Fransızlar İstanbul'u Ruslara verme sözü vermişti. Bunun için bizi ittifaklarına almıyor, isteklerimizi kabul etmiyorlardı. Açıkça anlaşılıyor ki, harbe girmesek bile İstanbul elden gidecek, ülkemiz parçalanacaktı. Artık doğal olarak Almanların tarafına geçmemiz gerekiyordu. Denize düşenin yılana sarılması gibi..." Sayfa 22, Enver Paşa'nın yaptığı şu konuşma, Birinci Dünya Savaşı'na niçin girdiğimizin en açık göstergesidir: "Bizi doğrudan doğruya boğazlamak isteyen Çarlık Rusyası ve İngilizlere karşı, yalnız hayatımızı bağışlamaya razı olan Almanlarla yan yana harp ettik.") . Muhalif gücün Saltanata hucumları, Halifeyi Tahtan İndirmeleri etrafında bir İslami söylem politikası geliştiren İngiltere, 1.Dünya savaşında kendisinin desteklediği muhalif gücü kendi sömürgesindeki diğer Müslümanlara Halifeye savaş açan ve Almanlarla işbirliği yapan hilafeti yıkmak isteyen taraf olarak göstermiştir. Halifeyi bu muhalif gücün tehlikesinden kurtarmak için savaşmaları gerektiğine inandırmıştır(İngilizler I. Dünya Harbinde Müslüman ülkeler halkını propaganda bombardımanına tutarak onları kandırmışlardı. Çanakkale Muharebeleri’nde savaşmak üzere sömürgelerden getirdikleri Müslüman askerler Almanlarla savaşmaya geldiklerini sanıyorlardı. Propagandaya göre Almanlar Osmanlı Müslüman halifesini esir almışlardı ve Hintli askerlerde halifeyi kurtaracaklardı. İngilizler bunun dinî bir borç olduğunu telkin etmişler ve inandırmışlardı. Yrd. Doç. Dr. Hamit Pehlivanlı ). Diğer taraftan, kendi desteğine sahip muhalif gücün ricasına rağmen, bu gücü itilaf devletlerine dahil etmemiş, mahsus kasıtlı bir şekilde Almanya tarafında göstermiştir. Kısacası Almanya ve İttihat adı altında geliştirdiği psikolojik harekatla, hem muhalefettekileri hemde Müslümanları (“... yabancı hatırı ve menfaati için harb-i din etmek istiyorsunuz. Bu muharebe mukaddes yani cihat değildir. Teessüf olunur ki İslâm karındaşlar birbirini Alman İmparatoru’nun uğruna. Almanya İmparatoru memnun olsun diye İslâm’ın İslâm’ı kesmesi nasıl tecviz edilebilir.’ deniliyordu Yrd. Doç. Dr. Hamit Pehlivanlı ) kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmiştir. Nihayetinde savaş sonrasında, savaş öncesi bir takım gizli antlaşmaların neticesinde VATAN Hürriyet aşıklarının payıda kendilerine verilmek süretiyle İslam alemi tam anlamıyla geleceğinden yoksun bırakılarak, bir daha ebediyete kadar toparlanamamak gayesiyle yok edilmiştir.
İngiltere bugün hale güdümündeki Müslümanları kullanmak ve yönlendirmektedir. Şu an Dünya üzerindeki tüm İslami Hareketlerin Planları 18.yy İngiltere’de belirlenen İslami Anlayış Şekline Göre Düzenlenmiştir. (19. asırdan beri bu iki dünya görüşünü uzlaştırma ve bu iki tip insanı anlaştırma çabaları hep sonuçsuz kalmıştır. Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh'la başlayan, İslam dininin nass'larını yeniden yorumlama akımı, günümüzde de devam etmektedir. Buna örnek olarak Yaşar Nuri Öztürk ile bazı ilahiyat profesörlerini gösterebiliriz. Yeniden yorumlama eyleminde egemen olan yöntem, Batı'da halen mevcut olan ve ortaya çıkacak olan kavram ve pratikleri esas alıp bunlara, İslam'ın nass'larında meşruiyet bulmaktır. )Bunun ilk çalışmaları Medeniyetler İttifakı Olarak İsimlendirilmiş, bugünkü İslami Hareket Düşüncesinin liderleri o günkü toplantıda belirlenen anlayışların savunucularının İslami Hareket Tanımlamasına verdikleri anlamdan etkilenmişlerdir. Bu yanlış tanımlama çerçevesinde gelişen tüm olaylar (Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin AB'ye alınmasını bir 'asimilasyon' olarak nitelerken, Türkiye Başbakanı bunu 'entegrasyon' olarak ifade etmiştir.), bu tanımlama içerisinde yapılan tüm eylemler o grupların veya derneklerin ötesine gidememekte, Dünya gelenine yayılabilecek bir yapıya bürünememekte olduğu gibi, hakiki manada Gerçek İslami Mücadelenin Önünü de tıkamaktadır. Çünkü tanımlama('Batı karşıtsız İslami bir kimlik modeliyle', modernleşme) İslami Ölçüler içerisinde değil, İngiltere çıkarlarına göre yapılmış bir tanımlamadır. İngiltere’de görev yapan (İngiltere’de Din Devletten hem destek görür hem de parasal yardım-İmamlar devletten maaş alır) 136 İmam’ (136 imamdan birisi ve şu anda İngiltere’ye gelen imamların denetlenmesi içi çalışan bir kurumun başında ) dan biri olan Masud Ahmada İngilteredeki Camilerin İmamlarının bazılarının Cami dolaplarında bomba bulundurduğunu, ve cemaattekilerden de ele geçirdiklerini İntihar Eylemcisine dönüştürebildiklerini söylüyor. Aynı zamanda İngiltere’nin İslama bakış açısının büyük bir hoşgörü içerisinde olduğunu lanse ederek, Müslümanların kendi ülkelerinden daha çok İngiltere gibi bir ülkede daha özgür, hak ve hürriyetler içerisinde yaşadığının siyasetini (Lordlar kamarasındaki 3 müslümandan birisi olan Baroness udin benim vatanım İngiltere burası, bangladeş değil diyor. Bu ülkede müslümanlar olarak her türlü düşünce özgürlüğüne sahip olduklarını kendi ülkelerinden bin kat daha rahat yaşadıklarını anlatıyor.) yapıyor. Geçmiş siyasetinde 1.Dünya Savaşında kullanmış olduğu söylemde ( “Ey bizim gazi ve sevgili Türk kardeşlerimiz! Mısır ve Hindistan’daki İslâm kardeşlerinizin sözünü ve sesini işitiniz.Mısır’da İngiltere’nin taht-ı idaresinde bulunan Müslümanlarla rahat ve saadettedirler...) buydu. Böylelikle yayılmacı politikasını Kendi Vatanları Uğruna savaşmaya gerek duymayacak nesiller ile idame edebilmek. Bunun için onların ülkelerini yerle bir edip onlar için yaşanmaz kılmak, kendilerine sığınanlara ise rahat baskısız özgür ortam aldatmacası içinde Yeni Bir İslami Yapı, Bünye, Düşünce Tarzı ortaya koymak. Hristiyanlar veya Hristiyanlık Dostlarımızdır gibi. Batı yaşam ve ahlak tarzının İslami yaşam ve ahlak tarzı olabileceği gibi.
Bu düşünce Tarzının gelişmesi için, geliştirilen diğer psikolojik taktikte, bizden olanlarla veya bizden gibi görünenlerle bizleri psikolojik çerçevede etkisiz veya yönlendirilebilir kılmak. Ya varolan ile yada varolmak isteyeni kendi elleri ile oluşturarak geliştirdikleri hareketleri çıkarlarına hizmet ettirmek. Geçmişte bunu İngiltere, Thomas Edvard Lawrence ile gerçekleştirmişti (“Büyük Arabistan” hayali nasıl, Mekke şerifini büyülemişse; “Arzı Mev’ut” hayali de İsrail oğullarına diz çöktürmüştü. İşte; kadınıyla erkeğiyle, çoluğuyla, çocuğuyla muazzam bir gizli ordu. Diyordu. O, yıllarca Hind’i, Çin’i, Afgan’ı birbirlerine kattı. Afganistan kıralı Emanullah Han’ ın tahttan indirilmesiyle biten büyük isyan tamamen Thomas Edward Lawrence’in eseriydi.). Şeyh kıyafetiyle bol paralar sarf ederek, Müslüman kılığına girerek, saf Müslümanları ve Arapları Osmanlı aleyhine kışkırtmış, “ Din iman elden gidiyor, sizin en büyük düşmanınız Türklerdir ” diyerek, bir Müslüman kitleyi kullanmış kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmiştir. Yeni versiyonlar ise öteden beri içlerine yerleştirilmiş ve zamanı gelince liderlik makamında görebildiğimiz ama o an tespit edemediğimiz kendi adamlarıdır. Bunlar bizdendir fikri ile her sözünü emir telaki ettiğimiz kişilerdir ki, kim onlardandır kim değildir anlayabilmek için bunların bütününe işaret eden parçalarına bakmak yeterlidir. Çoğu İktidarlarla uyumlu hareket eder, veya kendilerinin benzeri olmayan fikirdekileri destekler. Bir çoğuda yaptırıma tabi olur. Anlıktır varlıkları (Aczmendi Tarikatı). Tarikat ve Cemaatteki yapılanmaları bu çerçeve içerisinde hapsedilmiş Müslümanlara hem kolay ulaşmak hemde empoze edilen psikoloji ile yön verebilmek adınadır. Hepsinin fikri ve mücadele şekli farklı olup birbirlerini hazmetmezler ve birbirlerini de kolaylıkla tekfir ederler. Aynı Allah’a ve Peygambere ve aynı amel şekillerine sahip oldukları halde anlaşamadıkları nedir anlaşılmamıştır. Veya varlık sebepleri neye hizmet içindir. Bunlar hala düşünülmüş ve sonuca bağlanmamış beklide ifade edilmekten çekilinen psikolojik harekatların İslam Ümmetini Kullanma yöntemleridir.
1895-1900) İngiltere’nin Hindistan Müstemleke Nazırı Matbuatta intişar eden bir makalesinde, müslümanların elinde Kur’an bulundukça İngiltere’nin İslâmlara tamamıyla hâkim olamayacağını tam hakimiyetin tesisi için Kur’an’ın sûkut ettirilmesi icab ettiğini yazmak suretiyle, hükümetinin İslamiyet hakkındaki gizli siyasetini açığa koymuştu. İngiltere hükümeti, İslamlar hakkında iki türlü hatt-ı hareket takip etmektedir. Birisi: O zamanın İslamların önderliğini yapan Türklere karşı olup, Türkiye’de gizli bir ifsad komitesi kurarak Türkleri İslamiyet’ten uzaklaştırmaya ve Kur’an-ı Türkiye’de sûkut ettirmeye çalışmakta idiler. Diğeri de: Türkiye’den başka memleketlerdeki müslümanlara tatbik edilen siyaset idi ki, bu siyasete göre de din hususunda müslümanlara geniş müsamaha gösteriyorlar ve onları okşuyorlardı. Türkiye’deki faaliyetlerinden, Türkleri İslamiyet’ten uzaklaştırmak ve bu gayede muvaffak oldukları takdirde Türkleri diğer müslümanların gözünden düşürerek Türklerin önderliğini bertaraf etmek amacını güdüyorlardı.
“Büyük Doğu'nun yirmidokuzuncu sayısında; "Lozan'ın İç yüzü" diye yazılan makaleden: İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en manidar sözünü söyledi. Dedi ki: "Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz."
Lozan'da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıdları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hristiyan emellerinin Türkiye'yi mazisindeki ruh ve mukaddesatı kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:
"Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden (yani an'ane-i İslâmiyet'ten) kurtulmak hususunda besledikleri (yani İsmet'in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir."
Nihaî Vesika Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası'nda "Türkler'in istiklalini ne için tanıdınız?" diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon'un verdiği cevab:
"İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz."
-- Nazlı Güral |
israil, Yahudi ve TEVRAT gerçeği Posted: 14 Jan 2010 12:38 AM PST Nurullah AYDIN 14 Ocak 2010 İSRAİL, YAHUDİ VE TEVRAT GERÇEĞİ! Büyükelçi rezaletiyle birlikte İsrail ile ilgili yorum yapan yapana. Bu halkın ne olduğu ve inancının hangi mesaj içerdiği doğru anlaşılmalıdır. Bakın; İsrail kelimesinin anlamlarından birisi de, Hz. Yakup'un rüyasında Tanrı Yehova ile sabaha kadar uğraşmasından mülhem olarak Tanrı ile güreşen, mücadele eden" anlamındadır. İsrail kavmi bundan dolayı, haşa, Tanrı'ya da meydan okuyan bir millettir. Öyle ki, Yakup Tanrı ile güreşmesi sonucu uyluğundan zarar görmüş ve topallamaya başlamıştır. Bundan dolayı dindar Yahudiler asla uyluk kemiğindeki eti yemezler. Balam hikâyesinde anlatıldığı üzere; "İsrail iş'te ayrı oturan bir kavimdir. Milletler arasından sayılmayacaktır." Tanrı Yehova aynı zamanda orduların rabbidir. O kızdığı zaman bazen Yahudileri de cezalandırabilir ama yeri geldiğinde, kendi seçkin ve seçilmiş kavmi olan İsrail milletinin çıkarı ve bekası için, bebekten kadına, ihtiyara, eşeğe, ineğe velhasıl nefes alan her canlıyı acımadan katletme emri verebilir. (Hezekiel) Yani tam manası ile intikamı rahmetinden, merhametinden, acımasından, şefkatinden çok katmerli olan bir Tanrı anlayışı ve inancı ile karşı karşıyayız. İşte Tanrı anlayışı böylesine intikamcı ve kinci bir yorumla Tevhit geleneğindeki anlamından saptırılmış bir inancın mensuplarından insanlığa fayda, barış, merhamet beklemek herhalde abesle iştigal olsa gerek. Öyle ki muharref Tevrat'ın-Tora (kutsal kitabın tümü -Tanah) salikleri yeri geldiğinde, yani çıkarları ve bitmez tükenmez arzuları tehlikeye girdiğinde, Zekeriyye, Yahya, Amos, Hezekiel, İsa gibi peygamberleri de katletmekten çekinmezler. Yine; içimizdeki Yahudi'nin, Roma'ya yürümeye hazırlanan Fatih Sultan Mehmet'i zehirlediği iddiası vardır. Yine bir diğer iddia Fatih'i, onu zehirleyen Yakup Paşa'nın dedeleri İslam Peygamberini de zehirlediği iddiasıdır. Hayber'de Peygamberi zehirleyen kadın Zeynep binti Harise Yahudiydi. Öyle ki peygamber hayatı boyunca o zehrin etkisinin kendisinde devam ettiğini itiraf etmişti. Vefatının nedenlerinden birisi de Yahudi kadının verdiği zehrin etkisinden olabilir. Şimdi İçimizdeki İsrail'in kısaca profili bu. Bazıları tüm Yahudiler böyle değil diyebilir. Tabii ki. Fakat Siyonist, ırkçı olmayan humanistik ve reformist Yahudilerin Filistin'de acımasız katliam yapan Ferisi kökenli Rabbinik/Ortodoks İsrail devlet aygıtı üzerinde etkileri yok denecek kadar azdır. Yani insancıl olanları en azından öyle görünenleri sadece birer istisnadırlar, o kadar. Bu gruplar İsrail devletini yönlendiremedikleri gibi, İsrail'e hâkim olan fundamentalist ve entegrist Yahudilik anlayışı, humanistik ve reformist Yahudileri dışlamaktadırlar. Geçmişte filozof Spinoza örneğinde olduğu gibi, açıkça tekfir etmektedirler. Kur'an Ehli kitap içerisinde müminlere en azılı düşman olarak Yahudileri bulursunuz diye boşuna hüküm içermemektedir. Bazıları bu ayetin konjonktürel olduğunu, yani dönemin Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza Yahudileri ile ilgili olduğunu iddia ederler. Tamam da, tefsirde basit bir yorum, tevil ilkesi vardır. Nedir o? Ayetin iniş sebebinin özel olması, hükmünün ve manasının umumi, yani genel olmasına mani değildir. O zaman Yahudiler Peygambere amansız düşman idiler de, şimdi dost mu oldular? Günümüz dünyasında Yahudiler kimlere dosttur kimlere düşmandır? Bazıları diyor ki; Yahudiler Türklere karşı savaşmadılar... Oysa; Çanakkale'de Sion Katır Alayı ile İngiliz ve Fransızlara destek verdiler. Kanal Harekâtı sırasında, İngilizlerle birlikte hareket ettiler. Filistin cephesindeki savaşların her aşamasında, Türkler aleyhine casusluk yaptılar. Bugün finans kapital destekli bazı medya ve paramiliter gruplar aracılığı ile milletimizin özgür iradesine, tarihsel ve toplumsal değerlerine karşı olabildiğince büyük bir şiddetle saldırmıyor mu? İçimizde muharref Tevrat'ın sahte Türk kimlikli evlatları var. Bunlara dikkat edilmezse, bu gruplar açık ve seçik deşifre edilip ortaya çıkarılmazsa iktidar ve yönetme iradesinin kimde olduğu gizemliliğini korur. Natorei Charta cemaati gibi Siyonist/ırkçı olmayan Tanah'ın (Tora-Neviim-Ketubiim) intikamcı, kinci ve katliamcı yorumunu yapmayan Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Yusuf gibi büyük peygamberlerin barış, selam, esenlik, aşk, rahmet ve merhamet mesajlarına bağlı kalan Yahudiler de var. Ancak bu tür Yahudilerin sayısı o kadar az ki.. Oysa tarih boyunca sürgünler yaşayan son olarak İspanya'da Katoliklerin katliamına maruz kalırken Türk-Osmanlı hakanı 2. Beyazıt tarafında Türkiye'ye getirilen ve yüzyıllarca huzur içinde yaşayan Yahudiler gerçeği var. Yine Hazar Türklerinden Musevi Türkler var. Son İsrail-Türkiye gerginliği ile ilgili açıklamaları, yorumları izlerken üzerinde durulması gereken konuları da göz ardı etmemek gerekir.
Günün Sözü: Kişinin beyanına güvenme, yanılabilirsin. İyi tanı, sonra güven. Windows Live Hotmail: Arkadaşlarınız Facebook'taki güncellemelerinizi doğrudan Hotmail®'den görür. |
Türkiye neden aşı üret(e)miyor? Posted: 13 Jan 2010 11:16 PM PST Türkiye neden aşı üret(e)miyor? Aşı batı'ya Osmanlı'dan geçti ama Türkiye Osmanlı'nın başlattığı aşı hamlesini başarıyla sürdüremedi. 200 yıl önce aşı sattığımız ülkelerden şimdi ithal ediyoruz. Peki, böylesine stratejik bir maddeyi niçin kendimiz üretmiyoruz? Nursel Dilek'in haberi Önce Meksika, ardından dünyanın birçok ülkesi� Onlar domuz gribiyle boğuşurken, Türkiye yaz sıcaklarını yaşadığından olsa gerek tehlikeden nispeten uzaktı. Yine de bir dizi önlem alınmıştı. Termal kameralarla ateş ölçümü, öpüşme-tokalaşma yasakları, maskeler, dezenfektanlar derken Sağlık Bakanlığı olağanüstü basın toplantısıyla duyurdu kötü senaryoyu. Ağır senaryoya göre, 21 milyon kişi domuz gribine yakalanacak, 8,8 milyon kişi poliklinikte, 96 bin kişi hastanede, 15 bin 500 kişi yoğun bakımda tedavi görecekti. 5 bin 300 kişi hayatını kaybetme riski ile karşı karşıya kalacaktı. Hafif senaryoya göre ise 1,8 milyon kişinin hastalanacağı, 750 bin kişinin poliklinikte, 7 bin 500 kişinin hastanede, 1200 kişinin yoğun bakımda tedavi göreceği, 400 kişinin hayatını kaybedeceği öngörülüyordu. Çok geçmeden, korkulan olmaya başladı, domuz gribi İstanbul'da patlak verdi. Bu hastalıktan ilk ölüm haberi Ankara'dan geldi. 29 yaşındaki sağlık çalışanı Mustafa Güneş, görev yaptığı hastanede H1N1'den hayatını kaybetti. Türkiye'nin dört bir yanından 'acı haber'ler geliyordu. Bununla birlikte tartışmalı domuz gribi aşısı da ekim ayında apar topar girdi ülkemize. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, her fırsatta aşıdan başka çare olmadığını anlattı. Ancak Başbakan Tayyip Erdoğan, bakanıyla aynı fikirde olmadığını dillendirince aşıdaki tartışma kızıştı. 'Vurduralım mı vurdurmayalım mı, güvenilir mi riskli mi' endişesi yaşayan halk, iki arada bir derede kaldı. Bakanlığın sipariş ettiği 43 milyon doz aşıdan sadece 4 milyonu kullanıldı. Domuz gribi aşısını, Glaxo Smith Kline (GSK), Novartis ve Sanofi Pasteur isimli ilaç firmaları üretiyor. Bakanlık, 43 milyon doz aşının 25 milyonunu GSK'dan, 15 milyonunu Novartis'ten, 3 milyonunu ise Sanofi Pasteur'den aldı. Ancak Bakanlık son durumu tekrar gözden geçirerek ihtiyaca göre alım miktarını azalttı. 43 milyon doz aşının 33 milyonunu iptal ettirdi. Mutasyon riski sebebiyle bir miktar aşı stokta tutuluyor. Elde bulunan bir miktar aşının da Filistin'e gönderileceği söyleniyor. Son rakamlara göre, 1 milyon kişinin domuz gribi geçirdiği ülkemizde ölü sayısı 458'e ulaştı. Ölüm oranının çok yüksek olduğu domuz gribinde, aşı yaptırmayan çoğunluk, sadece Bakan ve Başbakan arasında kalmış değil. Olayın bir diğer boyutu güvenlikle ilgili. Zira, 1996'ya kadar kendi aşısını üreten Türkiye, 14 yıldır bu stratejik maddeyi ithal ediyor. O tarihten bu yana Sağlık Bakanlığı'nın aşı üretimiyle ilgili herhangi bir politikası yok. Uzmanlara göre, Türkiye kendi aşısını üretmede aciz duruma getirildi. Şayet domuz gribi aşısını kendimiz üretseydik belki de bugünkü tartışmalı ortama hiç düşmeyecektik. ABD'de Sanofi Pasteur ilaç firmasının ürettiği aşının bir bölümü etkisiz olduğu gerekçesiyle toplatıldı. Ardından Türkiye'nin İngiliz ilaç şirketi GSK'dan aldığı aşının bir partisi bozuk olduğu için geri gönderildi. Bunun üzerine aşıda 'yerli malı' tartışmaları başladı. Biz de bu vesileyle Türkiye'nin aşı karnesine bakalım istedik. Türkiye, bugün dışa bağımlı olduğu aşı hususunda köklü bir geçmişe sahip aslında. Aşı, Batı'ya Osmanlı'dan geçti. İlk çiçek aşısını Türkler üretti, uygulanması için kanun çıkarttı, Çin'deki kolera salgını için aşı gönderdi. Dahası, bugün ithal ettiğimiz aşıların bir kısmını veren Sanofi Pasteur'ün kurucusu Louisse Pasteur'e aşı yapımı konusunda Sultan II. Abdülhamid destek verdi... Peki, bu başarılı geçmişe neden sahip çıkamadık? Böylesine stratejik maddeyi bugün niçin dışarıdan alıyoruz? Halkın güvensizliğinde aşının yerli malı olmamasının etkisi ne kadar? İLK ÜRETİM HIFZISSIHHA'DA Soruların cevabı biraz geçmişte saklı. 1928'de kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü aşı üretimine Cumhuriyet'in ilk yıllarında başlamıştı. Bütün ülkenin aşı ihtiyacını karşılayan kurum, 20. yüzyılda Çin'de ortaya çıkan kolera salgını için ihtiyaç duyulan aşıları gönderdi. İlk çiçek aşısını üretti. Dünyada kuduz aşısını ilk üretenlerin başında geliyor. Yıllarca tifo, dizanteri, kolera, veba, menengokok, stafilokok, boğmaca, brucella, nezle, kuduz, verem, tetanos, difteri, kızıl, karma aşı, tifüs, çiçek, grip gibi birçok aşının üretimini gerçekleştirdi. Fakat mevzuat gereği çağın teknolojilerine ayak uyduramayınca 1996'da aşı üretimini durdurdu. BCG aşısının durdurulmasıyla ilgili bir rivayet şöyle: "Diyarbakır İl Sağlık Müdürlüğü'nde çalışan bir görevli 9 günlük bayram tatiline çıkarken elektrik tasarrufu yapmak amacıyla buzdolabının fişini çıkarmış, içinde Türkiye'nin belki de son ürettiği aşıları unutarak. Tatil dönüşü, dolaptaki aşıların bozulup bozulmadığını anlamak için numuneler Hıfzıssıhha'ya gönderilmiş. Yapılan incelemede nem miktarı fazla çıktığı gerekçesiyle üretime izin verilmemiş. Medyada da 'Hıfzıssıhha'nın bozuk aşıları Kürtler üzerinde deneniyor' gibi asılsız haberler çıkmış. Ardından aşılar imha edilerek laboratuvarlar kapatılmış." Anlatılanların ne kadarı doğru bilmiyoruz; ama yetkililerin söylediğine göre, laboratuvarlar kapatılmak yerine yatırım yapılıp yenileme yoluna gidilseydi dünyada (BCG) verem aşısı üreten beş merkezden biri Türkiye olacaktı. Bunlara rağmen merkezde hâlen akrep, difteri ve tetanos antiserumu üretiliyor. Türkiye'ye gelen ithal aşıların tamamı yine Hıfzıssıhha laboratuarlarında kontrol ediliyor. Fakat, herhangi bir 'insan aşısı' üretilemiyor. Aşı üretiminde en önemli mekanizma olarak 'siyasi irade' gösteriliyor. Uzmanlara göre 1996'dan bu yana Sağlık Bakanlığı'nın aşı üretimiyle ilgili bir girişimi olsaydı bugün dünyaya bağımlı hâle gelinmeyecekti. Burada, 1980'lerde tüm dünyada baş gösteren neoliberal politikalara bakmakta fayda var. O tarihlerde Dünya Bankası projeleriyle gündeme gelen sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi politikasının yansımaları aşı alanında da kendini gösteriyor. Türkiye de aşı üretiminin şartlarını geliştirmek yerine aşı ithal etmeye yönelik bir politika izliyor. Ve bu süreç 14 yıldır böyle devam ediyor. Aşı üretimi konusunda dışa bağımlılık fikri devam ettiği sürece bunun aşılması zor. Aşı üretimiyle ilgili girişimler de sonuçsuz kalmış. Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Aşı Serum Üretim ve Araştırma eski Müdürü Dr. Erkan Özcengiz, bu girişimcilerden biri. Özcengiz, aşı ithalatının sakıncalı bir tercih olduğuna inanıyor. O, Türkiye'nin kendi aşısını üretmesinden yana. Bunun için, görev yaptığı dönemde aşı üretim tesisi kurulmasıyla ilgili birçok proje hazırlamış: "O dönem Refik Saydam bünyesinde büyük bir üretim kampüsü projesi hazırladık. Temel aşıların üretimini ileri teknolojiyle gerçekleştirecek ve Türkiye'nin aşı ihtiyacını karşılayacaktık. Etüt-proje İhalesi Bayındırlık Bakanlığı tarafından yapılmıştı. Hatta İslam Kalkınma Bankası'ndan 40 milyon dolarlık sermaye bile bulunmuştu. Ancak proje hayata geçmedi. 2002'de Bayındırlık Bakanlığı etüt projesini bitirdi. İnşaat aşamasına gelindi. İhale başlasaydı devam edecekti ve en temel aşılar üretilmeye başlayacaktı." Özcengiz'e göre, projenin hayata geçmemesinin sebebi Sağlık Bakanlığı'nın 'devlet üretim yapmaz, denetim yapar' mantığıyla hareket etmesi. Özcengiz, daha sonra özerk bir aşı serum enstitüsü kurulması için de yasa tasarısı hazırlayıp bakanlığa sunmuş. Ancak bu da rafa kaldırılmış. "Projeler hayata geçseydi bugünkü tartışmalar olmazdı" diyor Özcengiz: "Şimdiye kadar istediğimiz aşıları büyük paralarla alabildik; ama bir an gelir bu aşıları alamayız. Aşı biyolojik bir üründür ve ülkenizde kendi bilim insanlarınız tarafından bazen kendi izole ettiğiniz mikroorganizmalarla üretilmesi önemlidir. Çünkü aşı teknolojisi, araştırma geliştirme çalışmaları ile gelişir. Buna sahipseniz, yeni çıkacak tehlikeli mikroorganizmalara karşı aşılar üretebilirsiniz." Özel sektör, kârlı bulmadığı için aşı üretimine yanaşmıyor. Dünya tekellerinin at koşturduğu bir alanda yatırım yapmak riskli görülüyor. Aşı sektöründeki altyapı eksikliğinin bir sebebi de ilaç sanayiindeki yerli sermayenin bu işe girişmemesi. Devlet politikası, tekelleri destekleme eğiliminde olunca iş daha da zorlaşıyor. Eski sağlık bakanlarından Yıldırım Aktuna döneminde aşı üretiminin özelleştirilmesi gündeme gelmiş. Fakat özel sektör, aşı konusunda yeterli bilgi sahibi olmaması ve yurt dışından destek görememesi sebebiyle uzak durmuş. Dünyada aşı merkezleri kamu sektörü ve özel sektör olarak ayrılıyor. Özel sektörde Novartis Vaccines, Merck, Glaxo Smith gibi ilaç tekelleri üretimin büyük kısmını gerçekleştiriyor. Kamusal aşı üretimi ise Hindistan, Brezilya, Küba, Çin gibi pek çok merkezde sürüyor. Türkiye'de bebek ve çocuklara rutin koruyucu sağlık hizmetleri kapsamında difteri, boğmaca, tetanos, verem, hepatit, kızamık ve çocuk felci aşıları yapılıyor. Yılda 1,3 milyon bebeğin dünyaya geldiği ülkemizde aşılama yapılmazsa 100 bininin öleceği belirtiliyor. Türkiye, temel aşıları Bulgaristan, Hindistan, Danimarka ve Japonya'dan alıyor. Ancak alım sürecindeki aksamalar yüzünden sık sık aşı sıkıntısı baş gösteriyor. Bağışıklamada kullanılan aşıların yüzde 60'ı Sağlık Bakanlığı, yüzde 30'u özel sektör tarafından ithal ediliyor. Yüzde 10'u ise bağışlardan sağlanıyor. Bakanlık verilerine göre, aşıya ayrılan para 2005'te 51 trilyon iken 2006'da 113 trilyona çıktı. Bu yıl rutin aşılara bakanlığın ödediği para 300 trilyon. Domuz gribi için ayrılan bütçe ise 500 trilyondu. Konya Selçuk Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi'nden Prof. Dr. Osman Erganiş bu rakamın çok altındaki miktarla tesis kurulabileceğini söylüyor. "En fazla 100 milyon avroluk bir bütçeyle aşı tesisi kurulabilir. Burada Türkiye'nin 10 yıllık aşısı üretebilir." diyor. Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Serdar Diker de 800 trilyonla çok sayıda aşı üretim tesisi kurulabileceği gibi bunun başka olumlu gelişmelere yol açabileceğini vurguluyor: "Kendi tesisimizde, yeni çıkan hastalıklara karşı bile aşı üretimi yapabiliriz. Bu sayede başka sektörler canlanır. Örneğin, aşı üretiminde gerekli 200 milyon tane embriyolu yumurta memleketin tavukçuluğunu ayağa kaldırır. Dolumu yapacağımız şişenin üretimini yapan sektör kazanır." Peki, böyle bir tesis kurulsa burada çalışacak yeterli teknik eleman var mı? Elbette var. Her yıl biyoloji, moleküler biyoloji, biyokimya, biyomühendislik, veterinerlik ve tıp fakültelerinden aşı araştırma, geliştirme ve üretim aşamasında çalışabilecek on binlerce mezun çıkıyor. Dolayısıyla teknik eleman konusunda Türkiye'nin eksiği olduğunu düşünmek ciddi bir yanılgı olur. Çünkü 11 yıl önce aşı üretiliyordu bu ülkede. Dünyada kendi aşısını üreten Macaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Hindistan, Pakistan, Küba, Endonezya, Tayland gibi ülkelere bakıldığında, Türkiye'nin içinde bulunduğu durum daha net anlaşılıyor. Bologna Üniversitesi'nden Biyomühendis Emrah Altındiş, aşının toplum sağlığını ilgilendiren stratejik önemine değiniyor ve göz ardı edilen bir gerçeği dile getiriyor: "Asla olmasını istemeyiz ama bir savaş durumunda Türkiye ilaçsız ve aşısız kalacak." Prof. Dr. Serdar Diker de bu görüşe katılıyor. Türkiye'ye uygulanacak herhangi bir ambargoda çocuklarımıza vuracak kızamık aşısı bulamayabiliriz: "Dünya giderek kaosa sürükleniyor. İklimler değişiyor, küresel ısınma artıyor. 2090 senesinin ısı haritalarını incelediğimizde Kanada'nın ikliminin Arabistan iklimine döneceği söyleniyor. Biz de 20-30 yıl içinde Arabistan iklimine sahip olacağız. O zaman kim bilir ne tür hastalıklar çıkacak. Fakat bunun için devletin bir politikası yok. Aşı için de geçerli bu." Konunun uzmanlarına göre, yerli aşının önemi, kendi ülkemizin mikroplarına karşı aşı yapılması yönünde de kendini gösteriyor. Çünkü dünyanın farklı coğrafyalarında aynı bakteri veya virüsün farklı suşları (soyları) bulunuyor. Aşı üreten özel şirketlerin önceliği, Kuzey Amerika ve/veya Avrupa'da yaygın suşların aşısının yapılması. Türkiye ise Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkaslar ile doğrudan ilişkisinden ötürü farklı suşlara sahip. Dolayısıyla kendi toplumunu koruyacak aşıları kendi imkânlarıyla üretmesi gerekiyor. VBR Aşı Biyolojikler Araştırma Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Erkan Özcengiz, aşının stratejik açıdan önemine değiniyor: "Mikroorganizmaların biyoterör amacıyla kullanımının söz konusu olduğu günümüzde aşılar da en önemli korunma araçlarıdır. Bu nedenle ulusal aşı üretimi bir ülkenin olmazsa olmazıdır." Anlaşılan o ki, Türkiye kendi aşısını üretme-geliştirme potansiyeli ve bütçesine sahip. Eksik olan sadece siyasi irade. Dolayısıyla aşı üretimi iktidarın alacağı kararlara bağlı. Bir tarafta aşıya verilen milyonlarca para, diğer yanda iyileştirme bekleyen tesisler. Yerli aşı üretimine geçirilirse dünyada ortaya çıkan daha büyük salgınlarda ülkemizdeki bugünkü tartışmalar olmayacak. Ancak süreç devam ederse daha birçok hastalık için dışarıya bağımlı kalacağız. Aşı Osmanlı'dan Batı'ya nasıl geçti? Lale Devri'nde Edirne'de yaşayan İngiliz İmparatorluğu Sefiri Edward Montegue'nün eşi Lady Mary Wortley Montegue, 1718 yılında Londra'ya döner. Britanya adası o yıllarda kıtaları dahi aşan ve toplu ölümlere sebep olan çiçek hastalığı salgınıyla boğuşmaktadır. Lady Montegue, belki bütün Britanya İmparatorluğu'nun değil fakat o an için Kraliyet Ailesi'nin nefes almasını sağlayacak bir formülle yurduna dönmüştür. Lady, eşinin sefaret görevi sırasında Osmanlı İmparatorluğu'ndaki tabiplerin çiçek hastalığına çare bulduğunu keşfetmiştir. Önce arkadaşı Sara'ya bir mektupla dönemin ölümcül hastalığı 'çiçek'ten' ölenleri sorar. Çaresinin Osmanlı'da bulunduğunu yazar. Dünya tıp tarihine aşı ile ilgili ilk kayıtlardan birini de bu mektupla düşmüş olur. Edirne'de saraylarda çiçek hastalığına karşı aşı yapıldığına şahit olan Montegue, İngiltere'yi bu hastalıktan kurtaran formülü de götüren isimdir. Hastalığı geçiren insanların kollarından sıvı alınıp güneşte kurutulduğunu, kuruyan sıvının da sulandırılarak iğneyle cildin çizilip üzerine damlatıldığını anlatır mektupta. Lady, eşinin görevi bittiğinde, varilasyon adı verilen yöntemle yapılan aşıları ülkesi İngiltere'ye götürür. Aşının ilk defa Osmanlı'dan Batı'ya geçişi bu şekildedir. Aşı ile tedaviyi geliştirenlerin Türkler olduğunu kanıtlayan ilk belge Lady Montegue'nün mektubudur. Türkiye'nin yıllık aşı ihtiyacı Tetanos veya difteri-tetanos (erişkin) 6 milyon Difteri-tetanos (çocuk) 2 milyon Difteri-tetanos-boğmaca 8 milyon BCG (verem aşısı) 4 milyon Kızamık 4 milyon Çocuk felci (Polio) 10 milyon Çocuk felci (Polio) 20 milyon (kampanyalar için) Hepatit B 4-6 milyon Kuduz 300-400 bin Türkiye'nin yıllık ortalama 50-60 milyon doz aşıya ihtiyacı var. Türkiye'de aşının tarihçesi 1801: Jenner metoduna göre çiçek aşısı uygulaması başladı. 1885: Çiçek aşısı uygulaması için Osmanlı'da kanun çıkarıldı (dünyada ilk). 1885: Kuduz aşısı bulundu (Fransızlar buldu). 1886: Kuduz aşısının üretilip uygulanması için Fransa'ya Pasteur'ün laboratuvarına eğitime gidildi. 1887: Ocak ayı başında kuduz aşısı Osmanlı'ya getirildi. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane'de ilk kuduz aşısı üretildi. 1892: İlk çiçek aşısı üretim evi kuruldu. 1927: Verem aşısı üretimi başladı. 1937: Kuduz serumu üretilmeye başladı. 1940: Çin'deki kolera salgınına karşı aşı gönderildi. 1942: Tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi başladı. 1947: Biyolojik Kontrol Laboratvuarı kuruldu. BCG aşısı üretimine geçildi. 1948: Boğmaca aşısı üretimi başladı. 1950: İnflüenza laboratuvarı, WHO tarafından 'Uluslararası Bölgesel İnflüenza Merkezi' olarak tanındı. İnflüenza aşısı üretimine geçildi. 1965: İlk kez kuru çiçek aşısı üretimi yapıldı. 1976: Kuru BCG aşısının deneysel üretimi başladı. 1983: Kuru BCG aşısı üretimine geçildi. 1991: Üretilen aşı ve serumların kalitesinin artırılması ve üretilemeyen aşılarla birlikte ihraç edilmesi DPT yatırım programına girdi. 1998: BCG aşı üretim laboratuvarlarında üretime son verildi. (Aksiyon) __________ Information from ESET NOD32 Antivirus, version of virus signature database 4769 (20100113) __________ The message was checked by ESET NOD32 Antivirus. http://www.eset.com |
3 Milyarı Emekliye, 57 Milyarı Tefeciye...! Posted: 13 Jan 2010 04:21 PM PST 3 Milyarı Emekliye, 57 Milyarı Tefeciye...! Başbakan Erdoğan emekli aylıklarında yapılan artışı açıkladı. Erdoğan'a göre bu artış SSK işçi emeklileri, tarım emeklileri ve BAĞKUR olmak üzere toplam 7 milyon 327 bin 800 kişiyi kapsıyor. Bunların ailelerini de hesaba katarsak Türkiye nüfusunun beşte biri kadar bir kesimdir söz konusu olan... Bu çerçevede 2010'un ilk 6 ayı için, en düşük emekli aylığı yüzde 20.4, en yüksek emekli aylığı da yüzde 4.5 oranında artacak. Diğer bir ifadeyle 2010'un ilk 6 ayında emekli maaşlarında en az 63 lira, en çok 101 lira artış yaşanacak. 2010'un tamamı dikkate alındığında ise en az 74 lira, en çok 172 liralık bir artış gerçekleşecek! Kısacası bozdur, bozdur harca... Başbakan bu «müjdeli» (!) haberi verdikten ve artış oranlarını açıkladıktan sonra bir de şu eklemeyi yaptı: «Bu iyileştirmelerin kamuya maliyeti 3 milyar 42 milyon TL olacak.» Çoğu kişi için bu son verinin pek bir anlamı yoktur. Çünkü herkes kendi cebine kaç lira gireceğini hesaplıyor ve bu artışın yeterli olup olmadığını değerlendiriyor. Sonuçta bu sözde «iyileştirmelerin» kamuya maliyetinin ne olacağına pek dikkat edilmiyor. Oysa asıl dikkate alınması gereken tam da bu 3 milyar 42 milyon TL'dir! Çünkü nüfusun neredeyse yarısı için 3 milyar 42 milyon TL'lik artışı büyük bir tantana ile ilan eden hükümet, 2010 yılında bir avuç tefeciye 56,7 milyar lira faiz ödeyecek! Bu, bütün Türkiye nüfusu dikkate alındığında kişi başına 793 liralık borç ödemesi demektir! Bu rakamlar, AKP hükümetinin kime öncelik verdiğinin, Türkiye'yi kimin yararına yönettiğinin en güzel örneğidir aslında... Yaklaşık 15 milyon kişiye 3 milyar, ama bir avuç tefeciye ise 57 milyar... İşte AKP hükümetinin pastayı paylaştırma şekli! Bu nedenle
Emekli maaşlarındaki sözde «iyileştirmeyi» açıkladığı konuşmada Erdoğan «krizin başladığı günden itibaren sadece ABD'de 158 banka battı. Bizdeyse tek bir banka bile batmadı» diyerek övündü bir de... Serdar ANT -- -------------------------------------------------------------------------------------------------- GOOGLE grup ARKA BAHÇE'nin arsivine gitmeniz icin linki tiklayin. http://groups.google.com.tr/group/acikalan?hl=tr FACEBOOK grup ARKA BAHÇE'nin arşivine gitmeniz için linki tıklayın http://www.facebook.com/group.php?gid=92689065713 |
Biz Secdedeyiz... Bekleriz... Sizleri de... Posted: 13 Jan 2010 01:31 PM PST Biz Secdedeyiz... Bekleriz... Sizleri de... Türk’te SECDE DE… Kürt te … Arap’ta SECDE DE… Acem de… Hepsi Ona Yakınlıkta Aynı. Secde Ettiğimiz Rabbimiz Karşısında HEPİMİZ EŞİTİZ, Biriz Kardeşiz… IRKIMIZLA ÖVÜNDÜKLERİMİZ … BİZE AİT DEĞİL BUNLAR. MAHŞERDE FAYDASI DA YOK ZERRE KADAR… Üstünlüklerimiz IRKIMIZDAN, KABİLEMİZDEN, AŞİRETİMİZDEN… SOYUMUZDAN , SOPUMUZDAN değil… Derimizin Rengi Bizim Tercihimiz DEĞİL… Milletimiz Üstünlük, Yada Aşağılık Sebebi Değil… Hepimiz Adem’in (A.S) Çocuklarıyız. Ve … Hepimiz Topraktanız... Biz IRKÇILIĞA Karşı Secdedeyiz… Bekleriz… Sizleri de… __________ Information from ESET NOD32 Antivirus, version of virus signature database 4768 (20100113) __________ The message was checked by ESET NOD32 Antivirus. http://www.eset.com |
You are subscribed to email updates from ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ To stop receiving these emails, you may unsubscribe now. | Email delivery powered by Google |
Google Inc., 20 West Kinzie, Chicago IL USA 60610 |
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.