[anadoluhaber] Ecel gelince cana..

 
Ölüm, insanın asla kabul etmek istemediği ve asla kaçamayacağı en önemli gerçek… Ölümü ne kendine, ne sevdiklerine yakıştırmak istemez insan. Her insan için ölüm, soğuk bir kavramdır. Avrupalı bu konudan o kadar çok kaçmak ister ki, mezarlıklarını bile şehir dışına yaparlar. Mezarları görüp, ölümü hatırlamak bile istemezler. Osmanlı mezarları hep şehir merkezine yaptırmış. Gelip geçen herkes Fatiha okusun diye mi, gören herkes ölümü hatırlasın diye mi bilmiyorum. Belki de her iki sebepten dolayı.
 
“Ölüm, ölene mi daha çok acı verir, arkasından ağlayana mı?” bilinmez ama, hiç kimse “Ölüme hazırım!” diyemiyor.
 
Sen ölme ben öleyim!..
Küçük çocuğu yatakta hastalıkla inleyen anne, başucunda ağlıyormuş evladının. “Allah’ım benim ömrümden al, evladıma ver. Bana evladımın acısını yaşatma!” diye dua ediyormuş sürekli.
Bu esnada, kapının önündeki teneke kovadan su içmeye çalışan ineğin boynuzları, kovaya takılmış. Su bitip hayvan kafasını çekince, kovanın içinde kafası kalmış. Kovadan kurtulamayınca bağırmaya başlamış. Ağzı da teneke kovanın içinde olduğu için, öyle bir “mööö!”lemiş ki, çok garip bir ses çıkartmış.
İçerden bu sesi duyan anne, Azrail geldi sandığı için iyice korkmuş. Hemen evladının yanından hafif geriye çekilmiş ve “Hasta olan ben değilim, şu yatakta çocuk!” demiş.
Azrail kapıya dayanıp, ölümün soğukluğunu ensemizde hissettirse, biz neler söyleriz acaba?
 
Aniden gelen ölüm!..
İnsan ne zaman öleceğini bilseydi ne olurdu? Bu soruyu ilk okuduğumda çok etkilenmiştim. İnsan önce kendini düşünüyor. Bir aylık ömrü kaldığını bilen bir insan neler hisseder. Geçen her gün, her saat ölüme yaklaşma psikolojisi. Üç gün kala neler yapar. Hadi bir gün kaldı diyelim. Sonra saatler sayılmaya başlar. Saat yaklaştıkça çıldırır galiba insan. Sadece kendi ölüm saati de değil. En sevdiğimiz insanların ölüm satini bilseydik onların yüzüne nasıl bakardık? Biricik yavrunuzun, eşinizin, çok sevdiğiniz annenizin ölüm anı yaklaştıkça ne hissedersiniz. Günler bitip saatlere düşünce bu bekleyiş insanı çıldırtmaz mı?
Ölüm saatini bilmemek ne büyük nimetmiş meğer.
 
Ecel saati şaşmaz..
Yazılarımı kaleme alırken, kendi yaşadığım olaylardan sık sık bahsederim. Genelde başkasının ağzından veya başkası yaşamış gibi yazmayı tercih ederim. Ancak bu sefer anlatacağım olayı bizzat yaşadığımı söyleyerek başlayayım anlatmaya.
Gecenin sessizliğinde yazmayı sevdiğimden genelde geç saatlerde yatarım. En nefret ettiğim yönlerimden birisidir aslında, uykumun ağır olması. Zor uykuya dalar, zor uyanırım. Bir yaz günüydü. O gece de gece yarısından sonra yatağa girdim. Bir saat kadar sağa sola döndükten sonra uyumayı başardım. Bir saat kadar uyumuşumdur. Aniden kapıya birisinin eliyle vurduğunu duydum. Rüya olduğunu anladığım için oralı olmadım. Birkaç kez daha kapıya hızlı bir şekilde elle vurulunca, rahatsız oldum. Rüya yüzünden uykumun bölünmesini istemiyordum. Yastığın altına kafama sokup uyumaya devam etmeye çalıştım.
Ancak bu sefer aynı el sırtıma vurmaya başladı. İlk önce ciddiye almadım. Ancak daha sert bir şekilde sırtıma avuç içiyle vurulmaya başlanınca, iyice rahatsız oldum ve sinirlendim. Gözkapaklarım uykusuzluktan yanıyordu. Ne yaptıysam beni uyutmayacağını anlamıştım. Uyumama izin verilmeyeceğine kanaat getirmiştim. Zoraki yataktan çıkıp mutfağa geçtim. Saat üçü geçmişti. Yıllardır, kahvaltı niyetine meyve yemeyi sevdiğim için, meyve yedim. Balkona çıkıp biraz temiz hava aldım. On dakika kadar oyalandıktan sonra yatağıma geçtim. Bu arada balkonun kapısını açık bıraktığımı bile fark etmemişim. Dua ederek uyumaya çalıştım. O gece beni bir daha da rahatsız eden olmadı. Ertesi gün akşam evde oturuyordum. Kardeşim işten eve geldi. Üstünü değiştirip yanıma oturdu. Kısa bir hal hatırdan sonra aniden hatırladığı bir şeyi söyledi bana.
“Abi, iyi ki gece balkonun kapısını açık bırakmışız! Ben sabah işe giderken mutfağa girdim. Birde baktım ki ocağı açık unutmuşuz. Hafif ayarda olduğu için, birde balkonun kapısı açık kaldığı için kokuyu hissetmemişiz. Balkonun kapısı açık olmasaydı, belki de ikimizde gaz zehirlenmesinden ölebilirdik.”
Kardeşim bunu söyleyince, tüylerim diken diken oldu. “Ecelimiz gelmemiş demek ki!” dedim. Sonra da kardeşime gece yarısı nasıl uyandırıldığımı ve neler yaptığımı anlattım. Tabi oda bir tuhaf oldu.
Bu olayı yaşamadan önce de kadere imanım sonsuzdu elbette. Ancak bu olay, imanımı kuvvetlendirdi. “İnsan eceli gelmeden ölemez, uyku da bile olsa!” dedim kardeşime. Bu olaydan bir yıl kadar öncede takla attığımız arabadan kardeşimle birlikte birkaç çizikle kurtulmuştuk. Araba çöpe atılmak zorunda kalmıştı.
 
Azrail değil, ecel öldürür..
“Zamansız öldü! Genç yaşta gitti!” gibi cümleler ne kadar anlamsız aslında. Sevdiklerimizi bizden alan şeyi bazen deprem sanıyoruz, bazen bir kaza, bazen bir hastalık. Elbette insan tedbirini almalı. Ancak tedbir alırken bile ecel saatinin şaşmayacağını unutmamalı.
Sevdiğini kaybeden insanlar, gidenin zamansız değil, eceliyle gittiğini bilerek, arkasından ağıt yakmaktan çok dua etmeli. Evlat acısı yaşayan bir anne için, bunu kabullenmek elbette kolay değildir. Ancak evladını kim yaratmışsa, o teslim almıştır.
Yaratan insanı bazen vererek bazen alarak imtihan ediyor. Verdiğinde şükrümüzü, aldığında sabrımızı ölçüyor. Allah (cc) evlat vererek şükrümüzü, verdiği evladı geri alarak sabrımızı imtihan etme hakkına sahiptir.
 
Yarabbi! Ömründe, ölümünde hayırlısını nasip et..
Yarabbi! Kaldıramayacağımız bir yükü yükleme omuzlarımıza..
 
Ecel gelince cana
Baş ağrısı bahane
Mezar taşıma yazsınlar
Bugün bana, yarın sana..
 
Sait ÇAMLICA


0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.