T a r a f s ı z D e ğ i l i z

[ANADOLU HABER] Ya İttihâd-ı İslam Ya İzmihlâl!...

İslam

Canımız yanıyor!..
Hem de feci şekilde…
20 yılı aşkın bir süre öncesinden öngördüğümüz bir takım gelişmelerin, bugün ayniyle yaşanıyor olması, benim canımı daha fazla yakıyor.
Ben ki, 'İttihad-ı İslam' mefkûresinin, sadece Müslümanların değil, tüm insanlığın kurtuluşunun yegâne reçetesi olduğuna iman etmişim!..
Ben ki, tıpkı Bediüzzaman gibi bu hususta Yavuz Sultan Selim'e biat etmişim!..
İşte bu sebeple üzerinde yaşadığımız coğrafyayı hepimizi emziren bir ana gibi görüyorum.

Bu coğrafyada yaşıyorsanız eğer, etnik kimliğiniziz ifade ettiği anlam, tam da Kur'an-ı azimü'ş şan da beyan buyurulduğu gibi 'tanışmak' ve 'birbirinizin hakkına riayet etmek'ten ibarettir.
Aksi takdirde, kandır, beladır, iftiraktır ve sonucunda zillettir!
Bu coğrafyada yaşıyorsanız eğer, Müslüman değilseniz bile 'İttihad-ı İslam'a dört elle sarılmak zorundasınız.
Aksi takdirde, sömürülmeye, kanlarınızın dökülmesine, canavar tıynetli batı emperyalizmine yem olmaktan kurtulamazsınız.

Bir kavme mensup insanların, doğuştan kendileriyle birlikte getirdiği hakların tartışılmasını bile abes buluyorum. Bu sebeple şu veya bu dille eğitim görmek, ananevi kisveyi gocunmadan ve itilip kakılmadan giyebilmek, müziğini, edebiyatını, tarihini ve sair hususları kendi kültürel kimliği içerisinde gerçekleştirmek meselesi, bir Müslüman'ın asla tartışma mevzuu bile olamaz.
Biz ki, (kastettiğim İslam medeniyeti kavrayışıdır) Süryanilerden, Ermenilerden, Yahudilerden, Yezidilerden ve sair ekalliyetten ve milelden esirgememişiz bunu… Öyle ki, onlara, 'gâvur' demekten bile imtina etmiş, yüzyıllarca ve birlikte paylaşmışız hayatı…

Girişte, canımız yanıyor, dedim.
Şunu en başında ifade etmeliyim ki, tek bir millet olduğumuz hakikatinden uzaklaşıp zihni ve şekli planda gâvurlaşmaya rıza gösterdiğimiz nedeniyle, kader-i ilahi, bizler için tarih sahnesinden çekilme vaktinin geldiğini gözlerimize sokarcasına ikaz ediyorsa, aktüel tabirle, 'sözün bittiği' yerdeyiz demektir.
Olacak olur!..

Gâvurlaşma, 'Müslüman' dedikten sonra arkasına şu veya bu etnik kimliği ekleme ihtiyacı hissettiğimiz gün yakamıza yapışmıştı. Bugün eğer, bu nitelemeyi yapmadan kendimizi ifade edemiyorsak, sözün bittiği yeri kendi irademizle belirlemişiz demektir.
İşte bunun için canım yanıyor.
Yaşanılan acıları nihayete erdirecek, sorunların halline yönelik çözüm üretebilecek yegâne kitlenin, vardığımız noktada tamamen devre dışı kalmış olması yakıyor canımı.
Biz bugün, olanları, sadece izliyor ve yutkunuyoruz.
Kemalist bir proje olarak üretilen ajan provokatör bir örgüt marifetiyle bin yıllık kardeşliğin hâk ile yeksan edilmesine ramak kalmışken, izliyor ve yutkunuyoruz.
Yeryüzü zebunkuşları, kardeşi kardeşe kırdırmak için adice tezgâhları gönüllerince sahneye sürerken, izliyor ve yutkunuyoruz sadece. Yetmiyor, 'şöyle söylersem düzenin işine yarar, böyle söylersem örgütün işine yarar' saçmalığına gırtlağımıza kadar batıyoruz.
Neden böyle oluyor dersiniz?
El cevap: İnisiyatif almaya cesaret edemediğimiz için!..
Hep, bir koltuk değneğine ihtiyaç duyduk nedense.
Lanet olası 'ulusalcı' jargona tamah ettik, büyük bir zafiyet göstererek…
Biz zaaf gösterip şeytani terminolojiye itibar ettikçe, burnumuz biraz daha yapıştı yere…
Sonuç?
Sonuç, bugün vardığımız noktadır elbette.
Aslında bu bir girişti.
Doğrusu daha kısa olacağını sanıyordum, uzadı…
Kendimi frenlemesem, daha da uzayacaktı.
Şimdi, sizlere iki yazı nakledeceğim. Birincisi 2 yıldan ikincisi de 3 yıldan daha fazla bir zaman önce kaleme alınmış yazılardır. O günlerde olanlar ile bugün olanlar arasında hiçbir fark olmadığı için, yazıların dumanı hala üzerinde…
Bu fakir, 'çıkmadık canda ümit vardır' mülahazasıyla, dilinde tüy bitmek pahasına, bu hakikatleri haykırmaktan geri durmayacaktır.
Her şeyin doğrusunu Allah bilir!..

Çok nazik bir süreçten geçiyoruz. 'Kürt Sorunu' merkezli ve bol provokasyonlu bir süreç!.. Umuyor ve diliyorum ki, bu mesele ekseninde gelişen hadiselere yüzyıllardır sağduyu ile mukabelede bulunan bu millet, bir kez daha oynanan oyunları boşa çıkarak bir firaset örneği sergilesin.
Ama görünen o ki, bu kez provokatörler, sonuç alamaya yönelik eylemler için oldukça hazırlıklılar.
Ta en başından beri buram buram ihanet kokan bir tezgah!..
Meselenin yegâne sebebi Kürt Halkının dindarlığı ve dine olan bağlılığı. Üstelik sabıkaları da var. Devletin belgelerine göre Şeyh Said hareketi, 'İrticai bir kalkışma!'
O günden buyana Kürtler mimli. Fakat ilginç bir şekilde, daha sonrasında benzer bir durum olmamış, ta ki 1980 yılına varıncaya kadar.

70 li yıllarda birçok 'Kürtçü' örgüt vardı ve hepsi de Marksist söyleme sahiptiler. İrili ufaklı bu örgütlerden birinin adı 'Apoculuk'tu.
Halk böyle bilir, böyle tanırdı bu örgütü.
İşbu örgüt birtakım eylemlerle kendini göstermeye başladığı dönemlerde, meseleyi 'ajan-provokatör' bağlamında değerlendirdiğimizde insanlar bize mecnun nazarıyla bakıyorlardı. Aradan yaklaşık 20 yıl (belki de daha fazla) geçti ve bizim o günlerde dillendirdiğimiz bir takım hususlar daha yeni yeni tartışmaya açıldı.
Mesela o günkü idare içindeki bir takım odakların olup bitenden haberdar olduğu ve zaman zaman hadiselere müdahil olduğu düşüncesi, dile getirdiğimiz iddialardan birisiydi tabii olarak. Bu gün Çevik Bir'in Apo ile görüştüğü iddiasını duyduğumda, doğrusunu isterseniz hiç de şaşırmamıştım. Bunun daha ilginci 12 Eylül idaresi tarafından gerçekleştirilmişti zira. Hatırlayın, 12 Eylül darbesi, meşruiyet kazansın diye, darbecilerin yaşanan hadiselere müdahale etmediği ve kan üzerinden darbeye meşruiyet kazandırma düşüncesinde oldukları, bu gün herkesin bildiği bir şey. İşte bu anlayışın değişik bir versiyonu o dönemde mezkûr örgüt için de kullanıldı.
Yukarıda dedik, malum örgüt halk tarafından Apoculuk olarak tanınır ve öyle bilinirdi diye. Ama her ne hikmetse 12 Eylül idaresi, sözüm ona işbu örgüt taban tutmasın diye, sık sık uçaklarla yöre halkının üzerine boca ettiği ve içinde bolca ayet ve hadis mealleri bulunan bildirilerde, örgütü, ısrarla PKK olarak anardı. Yani anlayacağınız Apoculuğu PKK yapan bizzat idarenin ta kendisiydi. Bu dönemlerde halkın: `Yahu PKK da neyin nesin?' diye sordukları daha dün gibi hatırımdadır.
Bu sistemli dezenformasyon amacına ulaşmış ve bu gün isimlerini bile hiç kimsenin hatırlamadığı 'KUK', 'Alarızgari' vs. gibi oldukça sıradan ve marjinal örgütlerden birisi olan Apoculuk, bu propaganda sayesinde müthiş bir irtifa yakalayarak bölge üzerinde akıl almaz bir etkinliğe sahip olmuştur.
Bu hususun şimdiye kadar hiçbir şekilde dillendirilmemiş olması ne kadar da manidar, öyle değil mi?..
'Peki devlet içerisindeki bu bir takım güç odaklarının bu işten karı ne?' diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Aslında sorunun cevabı en baştaki değerlendirmemizde var, ama ben bir kez daha dillendireyim. Türkiye'deki irtica ile mücadele, malum olduğu üzere hep, burnunun ucunu bile göremeyen aydınların (!) da hadiseye olağanüstü katkıları ve dolayısıyla işbirliğiyle yürütülmüştür. Ulusalcı ve ulus devlet anlayışına sahip olan kimselerce yürütülen bu operasyonun hedefinde ise Kürt halkının dindarlığı vardı. Bu, bugün bile böyledir.
O günün şartlarında ise Kürt halkının dindarlığı etrafında kopartılan fırtınadan, açıkçası, her mahfil kendi beklentisi doğrultusunda nemalanmasını bilmiştir. Marksist karakterli bu örgütün din olgusuna yaklaşımı herkesin malumu, zaten örgütün hiçbir şekilde Şeyh Said hareketine gönderme yapmaması da bunun açık bir kanıtı. Yani örgüt de önceki hareketi din eksenli bir kalkışma sayıyordu.
İmralı sakininin mahkemedeki savunmasında Şeyh Said'i İngiliz ajanı olarak nitelemesi de bu yüzdendir.
Dinle uzaktan yakından alakası olmayan böyle bir hareketin, sistem açısından dikkate değer tarafı, laikliğin yayınlaştırılmasına yapacağı katkı beklentisiydi hiç kuşkusuz.
Hadiselerin bir ucunda da Avrupa olageldi hep. Batı, Türkiye ile olan tarihi hesaplaşmasında kullanmak istediği bir 'Kürt kartı'na sahip olmanın bulunmaz bir fırsatı olarak telakki ediyordu bu hadiseyi ve müdahil olması bu hesap nedeniyleydi. Amerika ise, daha yeni yeni ne anlama geldiğini öğrendiğimiz 'Orta Doğu projesi' adına gerekli olan stratejik açılımların kazandırılması için satranç tahtasına süreceği piyonun, oyun üzerindeki etkisini ve bu etki nedeniyle oluşacak kaosun amaçlarına uygunluğunu hesaplıyor ve mevcut oluşumun gelişmesine bu paralelde azami ölçüde katkı veriyordu.
Herkesin hesabı kendineydi ve güçlü olan kazanacaktı. Peki kaybedeni kim olacaktı bu kirli oyunun?..
Elbette ki Türkiye ve Kürt halkı!

Sistem içindeki bir takım odakların meseleye müdahil olduğu iddiamızı abartılı bulanlara şu soruyu sormak ve cevap almak hakkımız olsa gerek.
Dikkat ediniz! Bu soru şimdiye kadar hiçbir şekilde sorulmamıştır.
İşte soru: 90 lı yıllarda köylerin sistematik bir biçimde boşaltılması, hangi amaca matuftu acaba?..
Hatırlayın, korucu veren köyler örgüt tarafından, korucu vermeyen köyler de o günkü idare tarafından boşaltılıyordu. Şu ya da bu, sonuçta köyler boşaltılıyordu! Köy boşaltılmaları adeta ihaleye çıkmıştı.
Bunun cevabını kim, nasıl verecek, doğrusu çok merak ediyorum. (Yukarıda bahsini ettiğim dış güçlerin hadiseye dahli ve ülkeyi yöneten iradenin bir şekilde işin için bulunmasına örnek olarak 'Çekiç Güç'ü versek ve bu ekibin örgüte alenen lojistik destek sağladığı gerçeğinin yanında, bu gücün ülkemizde konuşlanmasına mevcut idarelerin onay verdiğini hatırlatırsak, bazı hususlar kendi içinde bir açıklık kazanır mı acaba?)
Hele Kürt halkı adına yola çıktığını iddia eden örgütün bizzat kendi halkına reva gördüğü bu zulmün iler tutar tarafı yoktu! Dünyanın neresinde gerilla (!) tarzı eylemi benimsemiş bir örgüt, bindiği dalı kesmek anlamına gelecek böyle ilginç bir yola başvurur? Bu husus, malum örgütün lojistik desteği nerden aldığı sorusunu akıllara getirmekle birlikte, çok açık bir biçimde de göstermektedir ki, örgüt Kürt halkını hiçbir şekilde önemsememekte ve halkla duygusal anlamda hiç bir bağı bulunmamaktadır!
Köylerin boşaltılması ve örgütün tarzına dair, şimdiye kadar, sözde aydın kesiminin sağlıklı bir değerlendirme yaptığı vaki mi?..
Bu sizce de çok ilginç değil mi?..
(Tam bu noktada örgütün, bölgenin laikleştirilmesi ve insandan arındırılması projesine matuf olarak 'Kemalist' bir formasyonla dizayn edildiğini bir kez daha hatırlatmakta yarar var!)

Kürtçe eğitim söz konusu olduğunda ise, daha ilginç bir husus göze çarpmaktadır.
Laik eğitimin yılmaz savunucusu olan medya kalemşorları ile Hadep-Dehap geleneğini aynı çizgide buluşturan bir ilginçlik bu.
Her vesile ile Kürtçe eğitimden söz eden bu gelenek, söz malum örgütün ortalığı kasıp kavurduğu süreçte yok olan/edilen ve Kürtçe eğitim veren medreselere geldiğinde dut yemiş bülbülü oynamaktadırlar. Bu güne kadar bu hususta tek kelime bile etmemişlerdir. Dahası eminim ki, kapanan her medresenin ardından zil takıp oynamışlardır!
Tıpkı ulusalcı ve laikçi medya kalemşorları gibi…
Peki, bu ilginç örtüşmenin sebebi nedir? Bence çok açık…
Her iki tarafın da 'İslami değerlere' olan husumeti, hiç kuşkusuz ki, böyle bir fikir birlikteliği oluşturmuştur. 'Kürtçe eğitim' diye bağırıp çağıranlar, bununla kasıtlarının 'Kürtçe' değil, bu tavırlarıyla, laik ve mümkünse Marksist bir eğitim olduğunu açıkça deklare etmiş olmaktadırlar!

Tezgâh bütün unsurlarıyla birlikte sırıtmaktadır! Bölgede yaşan Kürt halkı, bin yılı aşkın bir süreden beri aynı coğrafyayı, aynı kaderi paylaştıkları kardeşleriyle, ayrılık gayrılık noktasına sürüklenmektedir.
Selçuklularla başlayan, Osmanlıyla devam eden ve Cumhuriyetin kuruluşunun ardından Lozan'da tescillenen, 'aynı dine mensubiyet nedeniyle aynı millet olmak' gerçeği, son 25 yılda gelişen, kaynağı meşkûk bir oldubittiye teslim edilmek isteniyor.
Görünen o ki, herkes buna teşne. Yoksa geçen 25 yıl nasıl olur da bin yıllık bir kardeşliğe halel getirebilir?!. Bin yılın yanında 25 yılın nasıl bir kıymeti olabilir?!. İşte can yakan bir soru daha: Sahi bin yılda olmayan ve fakat son 25 yılda olan şey neydi de iş bu noktaya vardı?!.
Olup biten her şey; bu topraklar üzerinde yaşayan kardeşlerin tümüne, onların vatan kavramıyla namus kavramını aynı manada algılayan tarihsel bilincine, dinine, diyanetine ve kutsallarına saldırıdan ibarettir!..
Birileri bir paranoyanın esiri olarak bu yola girerken başka birileri de zalimce bir tezgâha gözü kapalı girme arifesindedirler ne yazık ki.
Meselenin tek hal yolu, bu toprakların insanlarını aynı teknede yoğurup âlem-i İslam'ın medar-ı iftiharı yapan İslam kardeşliğine vakit geçirmeden dört elle sarılmaktan geçer.
Bu hakikate direnenler 'vatanseverlik' ya da diğer bir deyişle 'yurtseverlik' iddialarında yalancı durumuna düşmekten kurtulamayacaklardır. Eğer bu millet (ama istisnasız her ferdiyle,) bu firaseti gösteremeyip onun bunun oyuncağı olmayı sindirecekse, söylenecek fazla bir şey kalmayacaktır.

Son olarak: Bundan yaklaşık 10 ay önce, Kürtlerin değerleriyle uzaktan yakından alakası bulunmayan bazı şahısların ecnebi gazete ve dergilerine verdikleri bir ilan münasebetiyle, Gerçek Hayat dergisinde (17 Aralık 2004), 'Zorunlu Bir Kürt Yazısı' başlığı ile kaleme aldığım ve güncelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen yazıyı bu iddialarıma eklemek istiyorum.

Herkes, Kürt meselesiyle ilgili olarak bol keseden esip savuruyor. Birileri sanki Kürtlerin yasal temsilcisiymiş gibi hareket ederken, bazıları da onları muhatap kabul etme makamında ulufeler dağıtıp durmada. Kimi mahfiller ise, ta başından beri meseleye olan menfi katkılarını görmezden gelerek, zaten karmaşık olan bir konuyu içinden çıkılmaz hale getirmekte pek mahir doğrusu.
'Birileri'nden kastım açıkça bölücülerdir. 'Bazıları'; bir takım 'İnsan Hakları' örgütü iddiasındaki kuruluşlar ile kimi Marksist tandanslı akıl daneler ve ultra liberallerden başkaları değildir elbette. 'Kimi mahfiller' derken de, ulusalcılar ile derin güçleri kastettiğim açıktır. Meseleye, menfi yönde katkıda bulunduğunda hiç şüphe olmayan ve bununla birlikte 'İslamilik' iddiasındaki bazı grupların yaklaşımlarını ise, inandığım değerler açısından daha sonra eleştirmek üzere, şimdilik es geçiyorum.
Anası babası Bitlisli, kendisi doğma büyüme Bingöllü olan bu satırların yazarı, hiçbir zaman 'Kürt Sorunu' diye adlandırılan bir meselenin var olduğuna asla inanmamıştır.
1996 yılında Yeni Şafak gazetesinde yazdığım oldukça uzun bir yazıda bu düşüncemi çok net bir biçimde ve ayrıntısıyla deklare etmiştim.
Sorun, en başından beri bir sistem sorunuydu ve yukarıda kategorize ettiğim unsurların tamamının sorun ettiği asıl mesele Kürt halkının 'dindarlığı' idi.
Hepsinin, Kürtlerin dindarlığı ile bir alıp veremedikleri vardı. Oynanan oyunların tamamı, dine ve dindarlığa olan husumetin merkeze konduğu bir senaryodan ilhamını alıyordu. Zira Kürtler, yüzyıllardan beri gâvurlara ve gâvurluğa karşı her zaman müteyakkız olmuş ve bu tavrıyla da doğrusu, hep gıpta edilecek bir konumda bulunmuşlardı.

Kürtlerin vatan ve memleket hassasiyeti, Anadolu'daki herhangi bir insanın hassasiyetinden zerre kadar farklı değildi. Kırkını geçmiş bir insan olarak babamdan ve dedemden örnek vermeye gerek bile görmüyorum. Zira Kıbrıs savaşında, Bingöl askerlik şubesi önündeki, gönüllülerden oluşan kuyruğu gözlerimle görmüştüm.
Ne zamanki emperyalist güçler İslam'ı bir tehlike olarak gördü, işte o günden beri bizim memleketimizde Kürt sorunu diye bir sorun peydahlanıverdi.
(Hiç kimse bana Doğu ve Güneydoğunun gelişmişliği ile ilgili örnek vermesin! O dönemde ve halen, Tokat'ın Zile'si, Çorumun İskilip'i Bursa'nın Keles'i çok daha gelişmiş falan değildir).

Batılı emperyalistler, sistem içerisine çöreklenmiş işbirlikçi din düşmanları ile el ele verip, Marksist söylemle kuşanmış ajan- provokatör bir örgütü inanılmaz bir hızla büyütüp milletin başına musallat etti. Dehşetengiz ve kaotik bir ortam çok kısa bir sürede tüm memleketi kuşatıvermişti. Her şey olabildiğince flu, herkes olabildiğince kuşkuluydu. Çanakkale'de, Milli Mücadelede omuz omuza savaşmış kardeşler, artık birbirlerine kuşkuyla bakıyorlardı. Binlerce memleket evladı yok yere ölüyor, zaten yoksul olan bu milletin dişinden tırnağından arttırdığı maddi kaynaklar, adeta intihar için kullanılıyordu. (Bu arada birilerinin akan kandan alçakça faydalandıklarını ve binlerce kez köşe döndüklerini söylememe bilmem gerek var mı?)
Yaşanan bu meşum süreç, gariban Anadolu gençlerinin ölümüyle birlikte, köyleri basılan, ilginç bir göçe zorlanan, zehir zemberek bir hayata mahkûm edilen bir halk bıraktı geriye. Köyünde namusu için adam öldürecek kadar hassas bir Kürt genci, ne olduğunu anlamadan, büyük şehirde, pavyon önlerinde muhabbet tellalı olarak buldu kendini.
Olan olmuş, Kürt halkı, geleneklerinden ve inançlarından bir ölçüde uzaklaştırılmıştı!
İmralı sakini de, mahkemedeki savunmasında öyle demiyor muydu zaten? 'İrticaın ilacı biziz!' mealindeki sözler bunun açık bir kanıtı değil miydi sahi?..

Evet, bütün bu olup bitenler, Kürt halkının dindarlığı üzerinde kopartılmış bir yapay fırtınaydı. Her şey yapaydı. Örgüt de, terör de, göç de!..
Evet evet! Kürtler adına ortaya çıkmış bir takım parti ve şahıslar da bu yapaylığın bir uzantısıydı.
Senaryo tıkır tıkır çalışmış, ülkenin batısındaki insanlardan bazıları doğudan vazgeçebilmeyi konuşabilir bir hale gelmiş, müstakil bir devlet, en azından federasyon tezi savunanlar pervasızca söylemlerini dillendirebilecek bir ortama kavuşmuştu. Ama her ne hikmetse Kürt halkının bu konuda ne düşündüğünü sormak, soruna menfi katkısı olanların aklına bile gelmemektedir.

Bu kaosun ürettiği hilkat garibelerinin, Kürt halkının ne düşündüğüne aldırış etmeksizin ilanlar, bildiriler yayınlamaları, 'kör parmağım gözüne' kabilinden bir tavrın ötesine asla geçemez.
Malum ilan münderecatındaki taleplerin, bir talep olmaktan ziyade gündem oluşturmaya yönelik bir davranış olduğunda kuşku yoktur. Esasen onların Kürt halkının hassasiyetleriyle bir ilgileri dahi yoktur. Aksi olsaydı eğer, 1980 den önce (ki şeflik döneminin tüm baskılarına rağmen ayakta kalmışlardı) var olan ve Kürtçe eğitim veren medreselerin, kaos süreciyle birlikte tamamen ortadan kalkmış olmasının 'neden'leri ve 'niçin'leri üzerinde dururlardı.
İlan metninin başlığında; `Türkiye'deki Kürtler ne istiyor?' ifadesi var.
Ben söyleyeyim isterseniz!
Türkiye'deki Kürtler; yakalarına ve paçalarına savlet eden; ajan-provokatörlerin, ulusalcıların, din ve dindar düşmanlarının, AB ci gavur muhiplerinin, 'Kürt sorunu' müddeilerinin ve bu sorundan nemalananların artık yakalarından düşmelerini, paçalarını bırakmalarını istiyor!

Nihat NASIR


--
Blog Adresim
http://sivilinisiyatif.blogspot.com
-------------------------------------------------------------------------
İster Mermi Kullansın, İster Oy Pusulası,
İnsan iyi nişan almalı, kuklayı değil kuklacıyı vurmalı...
-------------------------------------------------------------------------

MALCOLM X'İN AZİZ HATIRASINA (Son Günleri/Suikast):
http://www.youtube.com/watch?v=Vf8_oZf7nRo#GU5U2spHI_4


0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.