12 Eylül'ün değiştirdiği hayatlar Ordunun 'demokrat' teğmenlerinden Tuna Atalay, evinde sol kitaplar bulunduğu için gözaltına alındı. Sorguda ağır işkencelerden geçti. Metris Cezaevi'ndeyken kötü koşulların değişmesi için yapılan açlık grevlerine katıldı. Dışarıya çıkınca da akademik kariyer yapmasına izin verilmedi... Darbe sabahı İstanbul'da bir alayda görevliydi teğmen Tuna Atalay. 'Demokrat' olarak tanımlıyordu kendisini. Darbenin akabinde başlayan tutuklamaların, tasfiyelerin ordunun içine kadar uzanabileceğini düşünüyordu. Düşüncesinde yanılmadı. Çok geçmeden, ordu içindeki demokrat ve ilerici unsurlar tamamen yok edildi. Atalay da bir asker olarak polisin karşısına çıkarıldı ve aşağılandı. Askerlerin yönetimindeki bir cezaevinde ise horlandı. 'Sakıncalı teğmen' iki yıl süren tutukluluktan sonra sivil dünyada 'fişlenmenin' zorluklarını yaşadı. Dünü anlatırken çok gergindi: 12 Eylül hayatınızı nasıl değiştirdi? İstanbul'daki görevimden sonra 1981'de Kıbrıs'a tayinim çıktı, bir yıl orada kaldım. Kıbrıs'tan döndükten sonra Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı'nda bir-iki ay kadar görev yaptım, sonra 1982 Ağustosu'nda gözaltına alındım. İki ay kadar İstihbarat Okulu'nda sorgulandım. Evimde yapılan aramalarda sol kitaplar bulunuyor. Herhangi bir örgütün üyesi olup olmadığımı anlamak için sorgulandım. Polislerin tutumları nasıldı? Bir insanı gözaltına alıp, gözlerini bağlayıp sonra bilmediği insanların karşısına dikip sürekli tacize maruz bırakmak hiç de nazik değildi. Gözlerin bağlı olarak sorgulanmak bile başlı başına bir baskı unsuru. Dayak yedik, benim gibi sorgulanan 70-80 arkadaş vardı. 'Sizin başınızdaki albay kim, ne yapmak istiyorsunuz?' diye soruyorlardı. Oradaki sorgulamalara dayanamayıp intihara teşebbüs edenler, camdan atlayanlar oldu. Daha sonra bize ilişkin kovuşturmaya gerek olmadığı kararı çıktı. 60 gün orada kalmışım. Bir aylık yıllık iznimi kullandıktan sonra tekrar birliğime döndüm. Sonra polisler gelip beni aldılar ve Bursa'ya götürdüler. İki ay boyunca baskı ve işkencenin her türlüsünü denediler. Aklımda en çok kalan, elektrik... Bir subayı polise teslim etmek bile başlı başına bir işkencedir. Polisin aşağılamaları, size karşı üstünlük kurmaya kalkışmaları. Sonra Gölcük Cezaevi'ne konulduk, üç ay sonunda İstanbul'da şubeye götürüldük. İki ay da orada sorgulandıktan sonra Metris'e gönderdiler. Metris Cezaevi'ndeki muhatabınız askerlerdi, size nasıl davranıldı orada? Çok kötüydü. 1983 baharından 1985 baharına kadar oraya atıldık. Metris'in koşulları çok kötüydü. Baştan biz askerleri ayırdılar, sonra onların kurallarına uymadığımızı görünce sivillerle aynı koğuşa koydular. Açlık grevleri, direnişler... Sıkıntılı günler geçirdik. Siz de açlık grevlerine katıldınız mı? Evet. Tek tip elbise giyme süreci başladı. İki yıl boyunca görüşe ve havalandırılmaya çıkarılmadık. İlk açlık grevlerinde dört kişi ölmüştü. Ordu için asker/sivil olmanız fark etmez, önemli olan muhalif olmanızdır. 12 Eylül'de ordudan 1000'e yakın kişi tasfiye edildi. 1985'-te dışarıya çıkar çıkmaz tazminat davası açtık... Avukatım Nebi Barlas'tı. Davayı kazandık, ancak çok komik ücretler aldık. Sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gittik, ama orada da asker olmamız ve askerlere yönelik davalarla ilgili olarak her ülkenin şerh düşmesi nedeniyle davamız reddedildi. Tabii çok şaşırdık.
Tam bir militarist dayanışması! Evet. Militaristlerin böyle bir işbirliği var. Biz özlük haklarımız iade edilsin istiyoruz. Ordudan resen emekli edildiğimiz için birikmiş bir miktar paramız vardı, ama iş yok, güç yok... Benim Harp Okulu'ndayken işletme lisansım vardı. Dolayısıyla bir arkadaşımla birlikte Hacettepe'de işletme mastırı yapalım dedik, ama o zaman rektör olan Prof. Dr. Emel Doğramacı bizi kabul etmek istemedi, biz epey dayattık. Sonunda zorla mastır sınavına girmemizi kabul ettiler. Sınava girdik, ama askerlikten atıldığımız için bizi almadılar. Sonra bir arkadaşımla grafik tasarım alanına girdik. Ordudan tasfiye edilen arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu avukat oldu. Büyük kısım sivil hayatta başarılı olduk. Asker olmanın verdiği bir disiplinle dışarıya uyum sağladım, herhangi bir biçimde depresif bir ruh haline girmedim. Aksine Metris'te arkadaşlarla dayanışmanın verdiği bir dirençle dışarıya çıktım. Ama bende klostrofobi ve yükseklik korkusu başlamış... Bunu çok sonra fark ettim. Bu uzun süre hücrelerde kalmanın sonucu olabilir. 12 Eylül'ün gerçek amacı neydi, ülkeyi gerçekten çatışma ortamından kurtarmak mı, yoksa yeni bir siyasi ve ekonomik düzenin altyapısın hazırlamak mıydı? Ülkeyi çatışma ortamından kurtarmak görünen, yansıtılmak istenen amaçtı. O günün koşullarında çatışma ortamı olduğu doğrudur, günde 15-20 kişinin öldüğü günler yaşandı. Bu çatışmalarda esas olarak yükselen muhalefetin önünü kesmek için devlet destekli paramiliter güçlerin saldırdıları olarak başlamıştır. Ancak, asıl amacın arkasında başka şeyler aramak gerekir. Küresel kapitalizmin Türkiye'de uygulamak istediği sistemin önündeki engelleri temizlemeye yönelik bir adımdı 12 Eylül. En büyük engel halk muhalefetiydi. Bunu şöyle açalım, normal parlamenter koşullarda yapılamayan birçok uygulama 12 Eylül koşullarında uygulandı. O dönem Türkiye İşveren Sendikaları Başkanı Halit Narin, bunu 'Artık gülme sırası bizde' sözleriyle ifade etti. Sendikalalar işçilerin aydınların, gençlerin, tüm çalışanların örgütlenmeleri dağıtıldı, tasfiye edildi. Bizim tasfiyemize de ordu içinde demokrat olan insanların tasfiyesi olarak bakmak gerekir. Bütün kurumlardaki demokratlar, aydınlar ve sosyalistler tasfiye edildi. Bir kısmı içeri atıldı, bir kısmı öldürüldü, bir kısmı bu ülkeden uzaklaştırıldı. Tamamen paralize edildi toplum. Tamam ülkede bir kriz vardı, bu kriz yönetenlerin krizi idi, ama askerler olmasa pekâlâ demokratik bir yolla da çözülebilirdi kriz. 12 Eylül'ün planlayıcıları nasıl bir toplum yaratmayı başardılar sonuçta? Şimdi o günkü felsefenin yansımasını görüyoruz. Depolitize bir yapı.. aşırı milliyetçiliğin tavana vurması... Türk-İslam sentezi, 12 Eylül'ün en önemli felsefesiydi, bunun doğrultusunda bir toplumsal yapı oluşturuldu. En çok imam-hatip lisesi açan Kenan Evren'dir. Söylevlerinde Kuran'dan sureler okurdu, ama bugün irticadan en çok dert yanan Evren'in ardılları olan generallerdir. İşte bu çok büyük bir çelişkidir. Ortadoğu'da kendine jandarmalık yapacak bir ülke yaratmak isteyen ABD bu girişimi alttan alta destekledi. Bugün geldiğimiz süreçte ABD'nin 'Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) önünde Türkiye bir engel değil. Gerek bugünkü AKP yönetimi, gerekse ordunun üst düzey generalleri BOP'un uygulanması konusunda son derece hevesliler. Türkiye'nin Güneydoğusu'nda 1985'ten beri yaşanan bir savaş var. Buna generallerimiz 'düşük yoğunluklu savaş' dediler. Enteresan bir noktadayız. TSK'nın üçte biri sırf bu nedenle Güneydoğu'da konuşlandırılıyor. Herkes Güneydoğu'daki iç savaş için milyonlarca dolar harcandığını biliyor. Bu, enflasyonun, derin devletin örgütlenme nedenlerinden biridir. Bu, kirli bir savaş, işte buradan bakmak gerekir 12 Eylül'e... Artık toplumda herhangi bir muhalefet odağı olmadığı için ordu hem muhalefet, hem de iktidar. Güneydoğu'daki bu düşük yoğunluklu çatışma toplumun bütün dengelerini sarsıyor. 12 Eylül döneminde Kürt asıllılara yapılan baskı ve zulüm daha sonra onların bu düzene isyan etmesi konusunda önemli bir unsurdur, buna etki-tepki meselesi diyebiliriz. Bu çatışmalar Türk solunun gelişmesi yolundaki dengeleri de sarsıyor. Çok önemli, yakıcı bir sorun var ortada. Ne dünyada ne de Türkiye'de sol bitmez. Bunu Ertuğrul Özkök'ler değil, tarihsel süreç ve sınıflar mücadelesi belirler. Türkiye solu açısından önemli bir referans olan Güney Amerika'dan yine, yeni bir sol rüzgâr esiyor, Chavez'in eski bir asker olması da bizim için ilginç bir olgu diyebiliriz (gülümsüyor). 12 Eylül neden yargılanmalı? 12 Eylül'ü yaratanlar toplumun vicdanında yargılanmadan Türkiye'nin demokrasi yolunda önündeki engeller aşılamaz. Bu süreç bir arınma süreci olmalı. Toplumun tüm kurumlarında demokratikleşmenin önündeki engeller ortadan kaldırılmalı, aşırı milliyetçilik ve linç kültürünün önü kesilmeli. Bu linç kültürünü 12 Eylül adaletsizliğinin toplumun tüm zerrelerine yayılması olarak algılıyorum. Artık insanların hukuka, adalete olan güvenleri yok olduğu ve adalet mekanizması dejenere edildiği için toplumda 'Kendi cezamı kendim veririm' anlayışı yerleşti. Çünkü 12 Eylül adaletsizliğin ta kendisidir. Bu nedenle 12 Eylül'le mutlaka hesaplaşmamız gerekiyor.
Düzeltme Dün yayımlanan bölümde 1981'de Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'nin yönetimine getirilen Esat Oktay Yıldıran yerine Esat Olcay Yıldıran yazılmıştır. Özür dileriz.
'Silah gücünün liderleri nasıl dize getirdiğini izledim' 12 Eylül dönemini basın zor atlattı. Darbeciler, yayımlanacak haberlere karışıyor, yasaklar getiriyor, daha da ileri gidip gazeteleri uzun süreli kapatıyorlardı.. Ancak gazeteciler yine de haber peşinde koşuyordu. O dönem Mamak Askeri Cezaevi'nde görev yapan gazeteci-yazar Faruk Bildirici, tanık olduğu olayları anlattı: Darbe basında neleri değiştirdi? O tarihte Cumhuriyet Gazetesi'nde muhabirdim. 12 Eylül günü akşam saatlerinde Hasan Cemal bizi toplantı masasının etrafına topladı. Türkiye'de ve gazetecilikte yeni ve zor bir dönemin başladığını söyledi. Hiç unutmuyorum, 'Gazeteci tarihin tanığı derler. İşte şimdi tam da böyle bir dönem başlıyor. Size tavsiyem, yaşadığınız her şeyi not almanız. Bu dönem eninde sonunda biter. O zaman bunları yazarsınız' dedi. Askeri darbeyle birlikte siyasi muhabirler, parlamento muhabirleri işlerinden oldular. Gazete büroları daraldı. Hem yazılabilecek haberler sınırlıydı, hem de bazen özel gelişmelerle ilgili de yasak konuyordu. Bazen bir bildiriyle, bazen de bir telefonla geliyordu yasak. Önceleri bir yüzbaşı, sonra bir çavuş, kimi zaman da bir onbaşı telefon ediyor, '... olayın yayımlanması yasaklanmıştır' deyip kapatıyordu. Bu haber yasaklama işi zamanla öyle gelişti (!) ki, olup bitenlerin bir bölümünü o yasak telefonlarından öğrenmeye başladık. Bu yasaklamalara rağmen yine de hoşlanmadıkları yazılar, haberler çıktığında gazete yöneticilerini fırçalıyorlardı. Yasaklamaların bir yönü, basının magazine yöneltmesi oldu. Mamak'ta 'gazetecilik' zor olmalı. Mamak, 12 Eylül'ün sahnesiydi. Oradaki asıl oyuncular askerler ve yargılananlardı. Yıllar süren belki de adına bir tür iç savaş dememiz gereken bir çatışma döneminin sorumluluğunu o genç insanların omzuna yıkmaya çalışıyorlardı. Bir de aileler vardı ki, onlar için de yaşam bir eziyet halini almıştı. Yaz-kış demeden yakınlarını görebilmek için saatlerce beklemeye razı oluyorlardı. Cezaevi müdürü Raci Tetik'in açlık grevini bitirmek için günlerce aç kalan mahkûmların karşısına geçip limon yaladığını anlatmasını unutamam. Açlık grevi sonrası Ankaralı gazetecilere cezaevini gezdirmişlerdi. O güne dair neler hatırlıyorsunuz? Günlerce aç kalan, her türlü dayağa, işkenceye maruz kalan mahkûmlar bizi karşılarında görünce şaşırmışlardı. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı, yaşadıklarını anlatacak kadar rahat değillerdi. Gerçi onlar anlatsa biz ne kadar yazabilecektik o ayrı mesele. En garibi de bir grup mahkûmu bizim karşımızda asker adımlarıyla yürütmeleriydi. Mahkûmlar rap rap yürürken bu görüntüden etkilenmiş olmalıyım ki, ayak seslerini birkaç dakika süreyle teybime kaydetti. Cezaevinden çıktıktan sonra da unuttum. Haberimi yazdıktan sonra BBC muhabiri bir arkadaşım aradı. Yabancı basın kuruluşlarına çalışanları, yabancı gazetecileri almamışlardı. Kasedimi ona verdim, akşam BBC radyosunda haberleri dinlerken beynimden vurulmuşa döndüm! Mamak Cezaevi'yle ilgili haber, benim kaydettiğim mahkûmların ayak sesleriyle başlıyor, sonra konuşmalar veriliyordu. Son derece başarılı bir radyo haberci olmuştu. Tahmin ettiğim gibi, sıkıyönetim yetkilileri günlerce o kasedi vereni aradılar. Bereket ki bulamadılar. Çok sanıklı davalarda kim bilir nelere tanıklık ettiniz, neler hissettiniz? Mamak'ta Dev-Sol'dan ülkücülere kadar birçok davada yargılanan insanların oradaki yaşamına tanık oldum. Her şeye rağmen onurunu koruyan insanlar da gördüm, darmadağın olmuş insanlıktan çıkmış olanları da. Bir de Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş ve Bülent Ecevit gibi liderleri gördüm. Silah gücünün bir dönemin güçlü isimleri olan siyasileri nasıl dize getirdiğini, nasıl çaresizleştirdiğini izledim. Cumhuriyet, 12 Eylül öncesinde malum, ülkücülerin hedefindeydi. Bir gün duruşma arasında MHP davasının en genç sanığı olan bir kişi, 'Allah kahretsin bu gazeteyi okumak zorunda kalıyoruz' diyerek, Cumhuriyet'i önce okumuş, sonra da benim önümde nefretle yırtmıştı. Bir de ilk duruşmalarda benim ve Işık Kansu arkadaşımın yazdığı notlarda Türkeş'i ve sanıkları anlatırken alaycı bir dil kullanmıştık. O sırada gazeteci ağabeyimiz İlhami Soysal da cezaevindeydi. Bize haber gönderdi, 'Bu koşullardaki insanlarla alay etmeniz doğru değil. Objektif olun' gibilerinden... Haklıydı, biz ölçüyü kaçırmıştık. O uyarıya harfiyen uyduk.. 12 Eylül'ün asıl maksadı neydi? 12 Eylül'ün hedefinin ülkede güvenliği sağlamak, çatışmaları sona erdirdiğini söylemek oldukça büyük bir saflık olur. Bugünden geriye bakınca elimizde çok daha fazla veri var. Bu veriler de olayları önleyenlerle yaratanlar arasında çok ciddi ilişkiler olduğunu gösteriyor. Elbette bunu rejimi korumak adına, Soğuk Savaş dönemi mantığıyla yaptılar. Cumhuriyet'i yeniden şekillendirmeye çalıştılar; yasaklarla çevrelenmiş, apolitik insanların yaşadığı bir ülke yaratmak istediler. Hayli başardılar da bunu, ama masa başında yapılan toplum mühendisliği uzun süreli olmadı. 'Komünist' tehlikeden kurtardıkları memleketi, İslamcıları besleyip güçlendirerek 'irtica' tehlikesinin kucağına atıverdiler. Üstelik bir de Kürt sorununu 'bölücü terör' sorununa dönüştürme başarısını gösterdiler. Bugün Türkiye, irtica ve PKK sorunuyla karşı karşıya ise bunun en önemli nedeni 12 Eylül ve o dönemin yöneticileridir. Kenan Evren'in hâlâ mutlu, mesut yaşıyor olduğunu gördükçe hüzünleniyorum. Hele el üstünde tutulması ve saygı görmesi içimi acıtıyor.
'Doğum günümü kutlamıyorum' Şair Sunay Akın, 26 yıldır her 12 Eylül günü niçin rahatsız olduğunu anlattı: "20 tane yumurta haşlamıştım, 12 Eylül sabahı için... Gülhane Parkı'na gidecektik, arkadaşlarımla beraber... Ben, Sunay Akın, 18 yaşına giriyordum o gün! Kimimiz peynir, kimimiz, zeytin, domates ya da sigara böreği getirecektik... Gülhane Parkı'nı çok sevdiğimi biliyordu arkadaşlarım. Havuzlu Bahçe'de İbiş seyretmek çocukluk yıllarımızın en mutlu anlarıydı. Bu yüzden, doğum gününde nereye gitmek istersin, dediklerinde hiç düşünmeden 'Gülhane Parkı' demiştim!.. Besim Ömer Paşa, gericilerin tüm karşı çıkmasına rağmen ilk doğumevini orada kurmuştu; Gülhane Hattı-ı Hümayunu var bir de... Hem, harf devrimi de orada ilan edilmemiş miydi? Olmadı!.. Sokağı çeviren askerler evimize dönmemizi söyledi o sabah... O yıllarda 18'ine girenler 'reşit' oldukları için idam edilme yaşına gelirlerdi... Darbe oldu, bana idamlar armağan edildi... En acısı da, Erdal Eren'in katledilmesiydi... Hayır! Kutlamıyorum... 1980 yılından beri doğum günümü kutlamıyorum. Eşim, çocuklarım, dostlarım, okurlarım kutluyorlar, ama ben kutlamıyorum!" ŞULE ÇİZMECİ - Radikal |
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.