T a r a f s ı z D e ğ i l i z

DARBENİN ADI : 28 ŞUBAT





28 ŞUBAT
“NE SORUP DURUYORSUN? SİZİN BÜYÜK BAŞLARINIZ ARAMIŞ,
DÖNDÜK GELDİK!”
Saadeddin Ustaosmanoğlu
sustaosmanoğlu@furkandergisi.com

Fatih Altaylı 28 Şubat döneminde olan bitenlerle âlâkalı söyleyeceklerini beş sene sonraya ertelemiş...
Henüz tazeliği kendini hissettiriyor olması bakımından 28 Şubat hatıralarını erteleyen Altaylı, söylenenler üzerine çok şey ekleyecek değil aslında. Teferruat bilgiler eklemek suretiyle, pisliğin kokusu bakımından şiddetini yeni bir tarifle tarif etmiş olur... Pislik, pisliktir...
28 Şubat, Hırıstiyan ve Yahudi işbirliğinin tezahürü olan Batı emperyalizmi’nin İslâm âlemi üzerinde estirdiği terör’ün bir boyutudur. Gerekli altyapılar hazırlandığında düğmeye basılır, operasyon başlar... Bunlar sömürgecilerin genel geçer uygulamalarıdır. Asıl mesele, bu hamleleri göğüsleyecek olanların insiyaki hamlelerden kurtulup planlı projeli şekilde bu saldırganlığa cevap verebilmeleridir...
Planlı projeli tavır...
Bu, her şeyden önce “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz” terkibi hükmünü idrak edebilmekle mümkün... Siyasi faaliyetler içinde olanların 28 Şubat saldırılarına mukavemet edememelerinin temelinde bu gerçek yatıyor... Kadrolarına en azından diplomasi dilini öğretebilselerdi şimdiki durumlarına düşmeyecek olan Müslüman siyasetçiler, bundan böyle kadrolarına ideolojik şuurlanmanın gereği olan “Kur’an’a Muhatap Anlayış”ı teklif ve tebliğ etmeliler ki, ellerindeki mevcut enerji büsbütün heba olmasın.
BD - İBDA Muhatap Anlayışı’nın 28 Şubat sürecindeki açık ve net direnişini geniş kitleler destekleme yönünde sinyaller verilebilseydi 28 Şubat’ta halka karşı terör estiren klik’in beli çok rahat kırılabilirdi. Bu yapılamadığından, maalesef bu hareketin çok önceden tezgahını kurmuş Yahudi- Hırıstiyan sömürge taifesi içerideki işbirlikçileri sayesinde maçı kazanmayı bildi...
Hayır onlar kazanamadı, demenin bir âlemi yok. Ilımlı İslâm, Dinlerarası Diyalog planları kotarılıp halka büyük çapta benimsetildi... Buna rağmen reformist zihniyetin Batı emperyalizmi önderliğindeki girişimleri akamete uğratılabilir, uğratılacaktır.
Bunun yapılabilmesi için, yenilgiler üzerine zaferleri bina etme şuurunun kuşanılması gerekmektedir... Emperyalistlerin 28 Şubatları bitmez. Onlarla yeniden karşılaşacak kadrolar ciddi bir eğitimden geçirilerek ilk yarının hesabını sorabilmeliler.
Ortadoğu’daki kaosun içinden çıkabilmenin yolu bellidir! YUMRUK FİKRİN ELİNDE OLMALI...
Fikir ne?..
Her şey bu sorunda düğümleniyor aslında... Eşya ve hadiseler karşısındaki tasarruf hakkı sıfırlanmış kadroların insiyakî tavırlarıyla karşılanamadığı anlaşılan saldırılara karşı çok ciddi hazırlık gerekmektedir ki, bu; “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz” terkibi hükmü çerçevesinde gerçekleşmesi gereken bir hakikattir.
Çoğunluğun azınlığa boyun eğmesinin temelinde, iğdiş edilmiş beyinlerimizin hesabını soracak İslâm’a Muhatap Anlayış’ın temsil makamında olan Fikr’in kuşanılmamış olması yatmaktadır. Büyük Doğu-İbda Vasıta Sistem’in kuşanılması şimdi daha da aciliyet arz etmektedir. Zira Batı emperyalizmine ve içerideki uşaklarına yakın gelecekte ciddi bir ders vermek zaruret olmuştur. Bu ders, hadiselere fransız kaldığı için lâf dinlemesi istenen kadrolarla değil, gerektiği yerde gerekeni gerektiği şekilde yapabilme hassasına ermiş teşkilatlarla verilebilir...
Bizim gençlerimiz suç işlemez tesellisi içinde, halk düşmanlarına suç işleme fırsatı verenler işin en başında suç işlediklerini anlamalılar... Bu sebeple; en azından diplomasi dilini öğretselerdi, diyoruz...
Bunun bir adım ötesi Kur’an’a Muhatap Anlayış’ın temsil makamını idrak etme çabasıdır ki, düşmanın yıldırılmasına, püskürtülmesine yegane ilaç... Terör merör aldatmacalarına kanmadan ve yılmadan bu şuur kuşanılmalı... Aksi takdirde, Haçlılar bir yandan öldürmeye, diğer yandan kandırmaya devam edecekler ve kazanacaklar...
Antiemperyalist çizgide olan her cemaat, her cemiyet, her teşkilat, ister siyasi arenada bulunuyor olsun ister dışında, bu şuuru taraflarına acilen kazandırmalı. Zamanın ucunda yaşıyor olmamız bakımından da biliyoruz ki, bu fitne döneminin kapanma devri yakındır... Gözler ve gönüller açılmalı...
Bu girizgah’tan sonra 28 Şubat’ta olan bitene bir de basındaki haliyle bakalım.
O dönemi anlatanlardan biri şöyle diyor: Gazete manşetlerini paşalar söylüyordu... O paşalar bugün emekli ama kimse hesap soramıyor; böyle bir sistem... Ekmek çalan çocuğunsa hayatı kaydırıyor.

“Tarihe Geçecek Söz”
Aslında 28 Şubat birazda komedi tarzında gerçekleşti. Danışıklı hareketler öylesine komikti ki, o günün iktidarı biraz dik durabilseydi her şey tersine dönebilirdi... Kaldı ki o dönem komutanlarından biri bunu itiraf bâbında cümleler sarfetti daha sonrasında... 2004’de geri tepen darbe teşebbüsü münasebetiyle söylenenleri hatırlayınız... Fakat burada tesbit edilmesi gereken önemli bir nokta var. 28 Şubat’ta süreci başlatanlar, İsrail-ABD bürokrasisinin Ankara’yı ezen kuvvetini arkalarında bilerek çok cesur(!) davranmışlar, bu cesaretin kaynağına olan güvenleri onları rahat ve şirret davranmaya sevketmiş, bu sebeple de hem komik durumlar sergilemişler hem de milli serveti çarçur etmekten çekinmemişlerdir.
Tam bu noktada iktidarın cesur davranışlarına ihtiyaç vardı. Fakat girişte anlattığımız sebepler dolayısıyla gereken gerektiği şekilde yapılamamış ve uzun zamanın birikimleri elden kaçırılmıştır. Onbeş yirmi senenin projeleri, bu fırsatların elden çıkmasından sonra “Ilımlı İslâm”, “Dinlerarası Diyalog” şeklinde emperyalistlerce dayatılır olmuştur. Halihazırda yürüyen bu projedir.
Bu projelerin akamete uğratılması büyük fedakârlıklar gerektiriyor ki, bu mesuliyeti yüklenmeyenler iki dünya vebalini sırtlarında kambur bilsinler...
Şimdi hadisenin komedi bölümünü 12 Ocak 2008 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanan Şaban Arslan’ın röportajından nakledelim:
«Uyan manşet yürüyor
Star Gazetesi Ankara Temsilcisi ve 28 Şubat döneminde Sabah Başbakanlık muhabiri Şamil Tayyar da Sincan’da tankların nasıl yürütüldüğünü anlattı: “Emniyet muhabiri Kâmil Elibol da yanındaydı, o günkü yöneticilerimiz, 3 Şubat günü bu görevlendirme sonrası Sincan’da önemli şeyler olacak dediler. Sincan’da tankların yürütüleceği bilgisi, belli bir merkezden bazı gazetelere önceden haber verildi. Bunlardan biri Sabah, Diğeri Hürriyet’tir. Hürriyetin foto muhabiri Oktay Çilesiz de o gece Sincan’daydı. Tankları görüntülemiş ancak servise koymamıştı. Bu yüzden işten atıldı. Cemâl ve Kâmil, Sincan’da kaldı, otomobilde sabahladılar. 4 Şubat sabahı 08.00 sularında tank paletlerinin gürültüsü, Sincan sokaklarında duyulmaya başladı. Cemâl fotoğraf makinesine sarıldı. ‘Kâmil kalk, manşet yürüyor’ dedi. Tankların sadece Sabah tarafından çekildiği duyulunca, başta Hürriyet olmak üzere çok sayıda gazete o fotoğrafların peşine düştü.
Tanklar gazete için yürüdü.
Bazı gazetelerin üst düzey yöneticileri Genelkurmay’ı arayarak tankların Sincan’da ikinci kez yürütülmesini sağladı. Saat 16.00 sularında tanklar ikinci kez Sincan sokaklarında tur attı. Cemal Doğan, özel işi genel olunca, ‘Komutanım ne oldu?’ diye sordu. Komutan, ‘Tankları bakıma götürüyoruz’ dedi. Cemal, ‘O zaman niye ters istikamete gidiyorsunuz?’ deyince, komutan, şu tarihe geçecek sözü söyledi: ‘Ne sorup duruyorsun? Sizin büyük başlarınız aramış. Döndük geldik.’
Sabah Gazetesi Ankara Bürosu’na tankların yürüyeceğini dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir veya Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak’ın ihbar ettiğini düşünüyorum. Çünkü Sabah’taki yöneticilerden biri, 4 Şubat’ta, daha haber çıkmadan bu olayla ilgili siyasilerden görüş alınmasını istedi. Görüş alınırken, diğer gazetelerin de haberi oldu. Bunun üzerine diğer gazeteler Genelkurmay’ı arayarak baskı yapmış. Hava kararmak üzereyken tankları tekrar yürüttüler.»
Böyle başa böyle tarak hesabı... Söylenecek bir şey yok.

“Bilgin’in Çorabıyla Pijamasıyla İlgilendim”
O dönemin zulmüne göğüs gerip bedel ödeyenleri ve hâlâ ödemekte olanları bu milletin unutmaması gerekir. Bu da ciddi bir vebâldir. Herkesin bir köşeye sindiği, o terör estirilen zamanda Büyük Doğu-İBDA Fikir bağlılarının cesurane hamleleri zayiatın büyümesine engel olmuştur. Ehlullah’ın dilinden ifade ile yerini bulmuş olan bu gerçek zamanı geldiğinde beyan edilir inşallah...
Dinç Bilgin Sabah Gazetesi’nin sahibidir o dönem. Adalet Bakanı da Hikmet Sami Türk. Bilgin’in gazetesi Sabah bu aşna-fişne işlerin içinde iken zeng-i kaza’ya uğruyor, hapse düşüyor. Kartal Cezaevi’nin koridorlarında korkak ve çaylak yürüyüşünü hatırlıyoruz. Adalet Bakanı o günlerde harıl harıl F Tipi zindanlar yapmakla meşgul. Metris Cezaevi’nde büyük bir saldırıya imza atıyor, bir ölü 20 ağır yaralıyla Türkiye’nin muhtelif cezaevlerine dağıtılıyoruz. Kartal’a gelişimiz bu olay ertesi...
Adalet’e bakan Bakan neye bakıyor belli değil. Devleti dolandırmak suçundan cezaevine düşmüş adama hizmet peşinde, diyor ki; “Bilgin’in çorabıyla pijamasıyla ilgilendim”. Aynı bakan, 28 Şubat’a direnenlere kurşun yağdırmakla meşgul... Eh böyle düzenin de düzeni ayar tutmaz, tutmuyor. Üç bin ailenin rahatı için ayar edilmiş bir düzen elbette dökülmeye mahkûm, dökülüyor... Doğan çocuğun borçla doğduğu bir ülkenin, hem de emperyalizmin kucağında oturmaya devam ederken düzgün işlemesi nasıl mümkün olur? Anlayan varsa bize de anlatsın...
Latife babından olmak kaydıyla Dinç Bilgin’in şu sözlerini de nakledelim: “Cezaevinden çıkınca rahatladım. Tembelleştim biraz. Kitap okuyorum. Hayâl kuruyorum. Eşim ve kızım namaza başladı...”
Eh... Bizde cezaevinden çıktık. Namaz kılıyorduk. Kitap okuyorduk. Hayalimiz ülkenin emperyalistlerden kurtuluşuna dairdi. Onlara mukavemet edebilmek için tembellikte yapamıyorduk ve hâlâ yapamıyoruz... Buna rağmen biz kötü çocuk olmaya devamla hayatımızı idame ettiriyoruz... Onlar ve onlar gibiler bundan sonrada aynı şeyleri yapmaya devam edecekler kuşkusuz, bu sebeple madde ve mânâda teyakkuz hali her an câri olmalı. Mümin ahmak olmaz.

Hesaplar Çok Önceden Yapılmış
28 Şubat süreci sadece bir hükümeti alaşağı etmek niyetiyle kotarılmadı. Toplumları sosyolojik açıdan tahlil edenler gördüler ki, yeryüzü yepyeni bir dalganın tesiri altında. Yani; İslâm’ın ayak sesleri iyiden iyiye duyulmaya başladı... Emperyalistlerin menfaatlerine hâlel getirecek bu duruma bir çare bulunmalı... Buldular.
Dinlerarası diyalog, Ilımlı İslâm...
ABD’nin eski savunma Bakanı Rumsfeld zindanda konuştuğu Saddam Hüseyin’e şöyle diyor: “Geçmişten yeterince konuştuk. Düşmanlarımıza karşı tavrımızı değiştiriyoruz. Ilımlı İslâmcılara her türlü diyalogu geliştiriyoruz. Onların iktidara gelmesine engel olmayacağız.”
Altına da şunu ekleyelim:
«Başbakan Erdoğan’ın dış politika danışmanlığını da yapan Egemen Bağış, İspanya’nın EFE haber ajansına verdiği demetçe, Avrupa’da Türk hükümetinden “İslâmcı”, “İslâm yanlısı” ve “Ilımlı İslâm” gibi ifadelerle bahsedilmesinden rahatsızlık duyduklarını dile getirerek, “İslamcı değiliz. Politikada merkezdeyiz. Bunu kanıtlamak için haç mı çıkarmamız lazım...» (Vatan Gazetesi, 13 Ocak 2008)
Evet... Rumsfeld, onların iktidara gelmesine engel olmayacağız diyor, bizimkiler iktidara gelmenin sevinç ve şaşkınlığından, düşmanın kabulünü kazanmış İslâm’ın Ilımlısından bile uzağım demeye çalışıyor... Hani oylarımızla Müslümanları iktidara getirdik ya!
Yazımızı, İhlas’lı(!) bir âbinin o dönemde ihlas üzere gerçekleştirdiği manevralarıyla nihayetlendirelim.
Sabahattin Önkibar İhlas grubundayken bizzat şahit olduklarını anlatıyor:
«Yıl: 1998. 28 Şubat sürecinin sıcak günleri. (...) Yer: Başbakanlık konutunda toplantı odası. Odada 5 isim var... Başbakan Mesut Yılmaz, Devlet Bakanı Cavit Kavak, Enver Ören, Mücahit Ören ve Sabahattin Önkibar.
/.../ Enver Ören, cebinden küçük bir Kur’an’ı Kerim çıkararak aynen şöyle söylüyor. “Şu Kur’an’ın üstüne yemin ediyorum ki, bundan böyle ben yaşadığım süre içinde, benim gazete ve televizyonum da sizin ve partinizin aleyhine tek bir haber yapılırsa Allah beni kahretsin. Kur’an’ın üzerine yemin ederek söylüyorum ki, böyle bir şey asla olmayacak.”
(...) Enver bey devam ediyor:
─ Sayın Başbakan’ım ben içimden geleni yapıyorum. Bu İlahi bir şey. İçimden öyle geliyor... Haa bir başka kararım daha var. Onu da sizinle paylaşmak istiyorum.
Mesut Yılmaz: “Hayırdır Enver Bey?”
Enver Ören: Bir karar aldım ve yarından sonra bunu uygulayacağım. Şu Mehmet Barlas, TGRT’de boyuna sizi tenkit ediyor. Olur mu canım, bu kadar da tarafgirlik yapılır mı? Kararımı verdim. Barlas’ı gönderiyorum.»
Söz üstüne söz koymayalım ama şu notu düşmeden de geçmeyelim; Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu 1998’in son gününde operasyonlar getirildiği Terörle Mücadele’de sorgulanırken, İhlaslı Enver Efendi’ye İslam’la Mücadele elemanları bizzat telefonla müjdeyi veriyorlar!..
Amansız bir hastalığın pençesinde olduğunu bildiğimiz Enver abi ve gibileri sona yaklaştıkları şu demlerde ne düşünüyorlardır diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
İlâhî Kelam: Nice az topluluklar çok topluluklara galip gelmiştir.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.