T a r a f s ı z D e ğ i l i z

Mevcut durum, “kurucu müdahale”nin yeni nesil darbesi mi?

Mevcut durum, "kurucu müdahale"nin yeni nesil darbesi mi?

Anayasa Mahkemesi'nin AK Parti'ye açılan kapatma davasını görüşmeye karar vermesi Taraf gazetesinde "31 Mart vakası" olarak nitelendi. Böylelikle iki tane 31 Mart vakamız olmuş oluyor. Üstelik ikisi de "irtica" sebepli.

Meselenin "irtica" benzeştirmesi bir yana, "31 Mart vakası"na atıfta bulunmayı teşvik eden yanı hayli mühimdir ve bazı gazetecilerin ancak bazı zevattan duyarak kavrayabildikleri "müdahale" ihtimaliyle ilintisi bakımından kritik eşiğin aşıldığını gösteriyor olabilir.

Siyasi mahfillerde dolaşıma giren kimi söylentilere ve bu söylentilerin korkuttuğu kimi kalemlere bakılırsa, kritik eşik aşıldığında bugüne kadarki gelişmeler, İngilizce'de "undo" kelimesiyle ifade edilen "hiç yaşanmamış gibi" noktasına geriletinceye kadar tesviye edilmedikçe durulmayacaktır.

Bahsi geçen "hiç yaşanmamış gibi", sadece politik mevzilerin kaybedilmesinden ibaret de olmayabilir. Ağırlıklı olarak kendini medya alanında gösteren, TMSF marifetiyle yapılmış düzenlemelerin tüm sonuçları da "hiç yaşanmamış gibi" düzenlemesinden nasibini alabilir. Yine başka ticari faaliyetlerin çoğu da sözkonusu tesviye içinde malî soruşturmaların konusu yapılabilir ve "yolsuzluklar" başlıklı bir kampanya başlatılabilir.

AK Parti'ye açılan kapatma davasında, bir zamanlar "Abdullah Gül" olan politikacı artık "Cumhurbaşkanı Abdullah Gül" haline gelmiş olmasına rağmen gıyaben itham ediliyor olmakla aslında işe nereden başlanmak istendiğine dair ipucu verilmiş sayılabilir.

"Hiç yaşanmamış gibi"nin kapsamına, AK Parti'ye (karşılığını alma koşuluyla) destek verme uğruna aşırı politikleşmeyi bile göze almış ve siyasetin oyuncusu olup büyük bir politik taahhüdün altına girmiş olan cemaatler, muhafazakâr işadamları, İslami kesimler vs. de girebilir.

Şu halde, eğer "kurucu müdahale"nin yeni nesil darbesi başladıysa tam bir altüst yaşanacağından kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

Galiba kapatma davasını açmadaki başlangıç niyeti de AK Parti teknesini alabora etmek ve içindekileri, mürettebatıyla ve yolcusuyla birlikte denize dökmektir. Bu kaostan yeni bir durumun yaratılmasının hedeflendiğinin ise herhangi bir gizli yanı kalmamış gözüküyor.

Öyleyse mevcut kapatma davasının ulusalcı serüvenin 9 Mart 1971 benzeri bir cunta girişiminden çok fazlası olduğunu ve yeni nesil darbenin çalışmaya başladığını gördüğü için mi Başbakan Erdoğan'ın baştaki sert üslubunu terkettiğini soranlar haksız değiller.

Belki bu yoruma bir de Mayıs 2007 tarihli ünlü Dolmabahçe mutabakatı ve Dolmabahçe kriterlerinden Erdoğan'ın hanesine düşen konularda protokole sadık kal(a)mama durumu bulunduğu tahminini de eklemek mümkün olabilir.

Anayasa Mahkemesi'nin iktidar partisine açılan kapatma davasını görüşmeye başlaması tek başına büyük anlamlar taşımasa bile AK Parti iktidarına karşı biriken hoşnutsuzluğun artık ne yapmak istediğine dair fikir veriyor.

O fikir, yüzde 47 oranında oy alarak tek başına iktidar olmuş bir siyasi partiyi, basında çıkan ve kimi yerde doğrulukları bile kuşkulu bazı haberlere dayanarak kapatmak istediğini alenen ortaya koymuş bulunuyor.

AK Parti taraftarı medyada, iddianameyi zaafla ve hukuk dışılıkla suçlarken dile getirilen bu nokta (basında çıkan ve kimi yerde doğruluğu bile şüpheli bazı haberler), aksine ve tam da aynı gerekçeyle aslında iddianameyi düzenleyen iradenin güç gösterisinden başka bir şey değildir.

Cumhuriyet devriminin tehlikede olduğuna karar vermiş irade, bunun için alabileceği bir dizi tedbirin ilkini bu iddianameyle devreye sokmuştur ve itirazların büyüklüğüne rağmen sürecin yürümesi, iddianameyi ortaya koyan iradenin yüzde 47'lik iktidar gücünden çok daha güçlü olduğunu kanıtlamıştır. Yayından çıkan okun nereye kadar gidebileceğini şimdiden kestirmek mümkün değildir.

Liberallerin önayak olduğu ve AK Parti çevresindeki dindar gazetecilerin de peşine düştüğü karşı fikir, hâlâ bu durumu anlamamakta ısrar ediyor. Oysa gelişmelerin 12 Mart veya 28 Şubat müdahale türleriyle kıyaslanarak küçümsenmesi gerçeği değiştirmiyor.

Bu konuda daha önce yazdığım bir yazıda dikkat çektiğim gibi, döngüsel ihtiyaç bakımından "kurucu müdahale"nin zamanı 2000 yılında gelmiş olmasına rağmen araya giren 1997'deki 28 Şubat müdahalesi sırasında ancak "balans ayarı" yapılmakla yetinilmişti. 28 Şubat, bu açıdan bakıldığında kurucu müdahale değil, 1980'deki kurucu müdahalenin siyasi rejime nüfuzunu sağlayan ara müdahale oldu. Bu yönüyle 12 Mart'a benzetilebilir. Fakat emir-komuta hiyerarşisini yüksek oranda sağlayabildiği için 12 Mart'tan net biçimde ayrılır.

28 Şubat'ın "balans ayarı" her ne kadar 80 müdahalesinin siyasi rejime nüfuzunu gerçekleştirebildiyse de siyasi rejimde yapılması icabettiği halde başarılamayan köklü düzenleme kısa süre sonra ciddi bir krizle yeniden uç verdi.

Böyle bakınca AK Parti'ye karşı kapatma davası açılması ve onu takibeden gelişmeleri kurucu müdahalenin ayak sesleri kabul edenler haklı çıkabilirler ve "Ergenekon terör örgütü" soruşturmasının sandığı gibi Türkiye yeni bir 9 Mart cunta girişimiyle değil, yeni bir 27 Mayıs veya 12 Eylül'le karşı karşıya olabilir.

Şu halde müdahalenin iktisadı ve dışpolitikası denkleştiğinde geri sayım başlayacak demektir.

Eskilerden farklı olarak bu defaki yeni nesil darbe, anayasal kurumları çalıştırarak geliyor. Yargıtay Başsavcısı'nın iktidar partisine kapatma davası açması, Anayasa Mahkemesi'nin bu davayı görüşmeye karar vermesi (ve varsayalım ki dava sonunda kapatma kararı alması) "kurucu müdahale"nin denetiminde ve kontrolünde gerçekleşiyor. Geçişin, eskiden olduğu gibi meydanlara tank çıkarıp sokağa çıkma yasağı ilan etmekle değil, kurumsal imkan ve araçları kullanarak yapılması, kuşkusuz müdahaleyi bir askeri darbe olmaktan çıkarıyor. İlk kez askerler, siyasi gelişmelerin ve devlet içindeki gerilimin dışında kalarak bir "kurucu müdahale" gerçekleştiriyorlar.

Sürecin tamamlanıp tamamlanamayacağı AK Parti'nin karşı tavrına bağlı elbette. Eğer AK Parti'nin kapatılmasını önleyecek bir anayasa değişikliği zorlanır ve müdahaleye direnme yolu seçilirse "kurucu müdahale"nin buna nasıl karşılık vereceğini zaman içinde göreceğiz. Ama değerlendirmelere göre Erdoğan bu sürece direnmeyecek ve "Türkiye kazanacaksa biz kaybetmeye razıyız" demeyi sürdürecek.

Öyleyse Türkiye yeni nesil bir darbe sürecine girmiş olabilir.

Adına "darbe" denmesi müdahaleyi gayri meşru saymaya yetmez. Çünkü bilindiği gibi, Türkiye'de yasal ve anayasal çerçeve "darbe"nin meşru temellerini açıkça belirtiyor ve AK Parti dahil, şimdiye kadar hiçbir hükümet bu temellere dokunmadığı için de darbeler hukuk dışı ve gayri meşru görülemiyor.

Bu defa yeni nesil darbe de anayasal gerekçelerle duruma müdahale ediyor ve hiç sürpriz olmayacak şekilde iktidar partisini kapatmaya teşebbüs ediyor.

Bu kapatma işi silahlı güç kullanılarak da yapılabilirdi, ama yeni nesil darbenin yöneldiği rejim revizyonunda artık böyle bir tecelli görmeyeceğimiz anlaşılıyor.

Bu arada ilginç yorumlar geliyor.

AK Parti'ye karşı kapatma davası açılmasının ilk anlarında konuyu Ergenekon soruşturmasında hedef alınan çevrelerle ilişkilendiren ilk açıklamaların sert olduğunu, ama daha sonra siyasi rejimde revizyon öngören yeni nesil darbenin geldiği görülünce bu açıklamalardan vazgeçilip uzlaşma arayışlarının başladığını söyleyen değerlendirmeyi en başa yazmak gerekir.

Bu tabii ki bir spekülasyondur, fakat yoruma dayanak yapılan kısa kronoloji, yorum sahiplerinin haklılığına yorulabilecek öğeler taşıyor.

Kurucu müdahalenin çözmesi gereken sorun nedir?

AK Parti laikliğe karşı faaliyetlerin odağı olarak suçlandığına göre siyasi rejimin aksayan yanının din-devlet ilişkileri olduğu düşünülmelidir. Öyleyse muhtemel bir kurucu müdahalenin bu soruna en az 20 yıl yaşayabilecek bir çözüm bulması gerekiyor.

Buna ilave olarak etnik meselenin de yine bu süre boyunca ayakta duracak bir çözümle hale yola sokulması lazımdır.

Din-devlet ilişkisi meselesi 1960 müdahalesinin değil, 1980 müdahalesinin konusuydu ve 1980 kurucu müdahalesinin iradesi, Türkiye'yi "Türk- Sünni İslam" kimliğine oturtarak (okullarda zorunlu din dersi uygulaması bununla ilgilidir) sorunu çözdüğünü varsaydı. 12 Eylül 1980'deki kurucu müdahale ile muhafazakâr siyasetin önünün açıldığını savunan sosyal demokratlar yıllarca 80 anayasasına itiraz ederken, gerçekte bu kurucu müdahalenin oluşturduğu siyasi rejime karşı çıkıyordu. 28 Şubat 1997'deki "balans ayarı", 80 rejimini kendi lehine çevirmeyi başaran muhafazakâr siyasetlerin 1960 rejiminin civatalarını gevşetmeye başladığı faraziyesine karşı bir tedbir olduğundan solun geniş desteğini alabildi.

Eğer AK Parti iktidarını değiştirmeyi ve siyasi rejimde tekrar revizyonu amaçlayan bir kurucu müdahale yola çıktı ise yapmak isteyeceği şey, AK Parti iktidarı dönemindeki laiklik tartışması ve gerilimi nedeniyle adeta bir sömürge idaresi gibi algılanmaya başlanmış laik siyasi rejimin imajını düzeltmek olacaktır.

Laik azınlığın dindar çoğunluk üzerindeki tahakkümü biçiminde algılanan mevcut siyasi rejimle ilgili kanaatleri tashih etmeye yönelecek kurucu müdahalenin bunu nasıl yapacağı sorulabilir.

Ya 80 müdahalesi gibi "Türk-İslam" gibi bir kimlik tarifi üzerinden gidilerek yapılacaktır, ya da bu kimlik ortadan kaldırılarak.

Birinci ihtimali hesaba katan kimi muhafazakâr aktörlerin (cemaatler, politikacılar, muhafazakâr işadamları, bazı İslami STK'lar vs.) yeni döneme hazırlandıklarına dair rivayetler gezmeye başladı bile. İkinci ihtimal ise İslami kesimlerin kamusal alan kabul edilen sahadan kazınıp atılmasıdır. Burada zarar görecek olanlar, gayri milli kabul edilen politikaların reelpolitik zorunluluk olduğuna inandırılmış ve liberallerin peşinden ayrılmayan dindarlar olacaktır.

Dolayısıyla AK Parti iktidardan düşürülürse bunun küçük kıyamet olacağına hiç kuşku duyulmasın.

AK Parti iktidarının sona erdirilmesinin ardından köklü bir devr-i sabık başlatılmak istendiği kesin gibi gözüküyor.

Yeni nesil darbenin, bugün Ergenekon soruşturması kapsamında adı "cunta" olarak geçenlerin umduğu yönde bir müdahale olmayacağı da açıktır. Müdahale, milli meşruiyetini koruyabilmek için Ergenekon ve benzeri yasadışı girişimleri dışlayacak, hatta tasfiye edecektir. Bundan dolayı 12 Eylül'e benzer bir kurucu müdahaleden bahsetmek mümkün gözüküyor.

Bu müdahalenin dünyada yalnız bırakılacağı tahmini hiç ikna edici görünmüyor.

"Kurucu müdahale"nin, AB ile müzakere süreci ve ekonomik kazanımların korunmasının ille de AK Parti ile mümkün bir şey olmadığı, ortada devlet politikaları bulunduğu söylemi ile uluslararası desteği sağlayacağı düşünülebilir.

AK Parti taraftarlarının, AK Parti'ye açılan kapatma davasının arkasındaki siyasi iradeyi Türkiye'yi küresel sistemden koparmaya ahdetmiş çevreler olarak göstermesi, birkaç açıklamayla imha edilebilecek kadar cılız bir itirazdır.

"Kurucu müdahale"nin benimsediği muhafazakâr bir yeni iktidar, ülkenin stratejik gerekliliklerine hassasiyeti koruyarak Türkiye'nin Batı'ya doğru mevcut yürüyüşünü sürdürebilir. (Abdullatif Şener'in AK Parti hükümetinin bakanıyken söylediği tam da buydu)

AK Parti sonrasında işbaşına gelecek yeni muhafazakâr iktidar, seçim sistemi ve partiler yasasında yapacağı önemli değişikliklerle, devletin bin yıllık geleneğinde kaynak ve temelini bulacak yeni bir Aristocu yorumla siyasi rejimi yeniden inşa edebilir. Bundan böyle siyasi rejimin politikacılarının; devletin geleneklerinden, ülkenin tarihinden, hassasiyetlerden ve stratejik konulardan haberdar nitelikli kişilerden arasından seçilmesi sağlanabilir.

"Kurucu müdahale"nin, "devlet geleneği" denilen şeyin korunması için böyle bir ihtiyaca inandığı anlaşılıyor.

Eğer her seçim döneminde ülkede ve siyasi rejimde köklü değişim yaşanırsa ortada siyasi geleneğe dair bir şey kalmayacağı varsayılıyor olabilir. Halkın temsilcilerinin nispeten üstün nitelikli kişiler arasından seçilmesi gereği buradan doğuyor.

Devletin Aristocu idealizme göre işlemesi ilkesi Amerika ve İngiltere gibi ülkelerde inceltilmiş ve gizlenmiş yöntemlerle gerçekleştiriliyorken, mesela dinî demokrasiyi uygulayan İran'da alenen ve kurumsal yolla uygulanıyor.

Amerika ve İngiltere'den farklı olarak İran'da, milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde aday olmak isteyenler Anayasayı Koruma Kurulu'nun (Şûrâ-yi Nigehbân) "salahiyet" değerlendirmesinden geçmeden aday olamıyorlar. Kurul, adayların eğitim, kariyer, deneyim, siyasi sicil, şaibeden uzak olma gibi somut durumlarını olduğu kadar, ahlak, devrime sadakat, cumhuriyete inanç, İslam'a bağlılık gibi somut olmayan durumları da değerlendirebiliyor. Her ne kadar Kurul'un öznel değerlendirmeler yaptığı eleştiri konusu oluyorsa da (kararlar yargı denetimine açık) bu eleme sisteminin gerekliliğine inanların sayısı hiç de az değil.

Türkiye'de tarih boyunca devlet işlerinin üstün nitelikli yöneticiler eliyle yürütüldüğü bir "devlet geleneği" bulunmasına rağmen liberal demokrasinin popülizmi nedeniyle siyasetteki düzeyin iyice düştüğü de bir gerçektir.

Acaba Meclis üyelerinin yeterince saygı görmemesi sadece milli iradenin bazı çevrelerce küçümsenmesinden mi kaynaklanıyor?

Acaba o temsilcilerin, temsil ettikleri halka yol gösterecek yetkinlik ve üstün nitelikte olamamaları da bunda pay sahibi değil mi?

300 milyon nüfusu olan ABD'de meclis 435 kişiden oluşuyorken ve bir de bu meclis ikinci bir meclis (Senato) tarafından denetleniyorken 72 milyonluk Türkiye'de 550 temsilcili meclis, toplumun kaderine hükmedebiliyor. Ayrıca bu temsilciler arasında ancak bir avuç insanın üstün niteliklere sahip olarak ülke yönetiminde rol oynayabilmesi cumhuriyetin Meclis'e verdiği önemi karşılayacak bir profil sunmuyor.

Bu koşullarda, milletvekillerinin TBMM'de birkaç metrekarelik bir hücreyi çalışma ofisi olarak kullanıyor olmasına kimsenin itiraz edecek hali kalmıyor.

Laiklik tartışması bir yana, AK Parti iktidarının 2002'den bu yana, siyasi rejimin geçirdiği depremlere karşı siyasete ve demokrasiye bu yönde bir güçlendirme çalışması yapmadığını akıldan çıkarmayalım. Liberal demokrasinin popülizmiyle siyaset ve demokrasi güçlendirilemiyor.

AK Parti'nin yapması gereken, siyasi partiler ve seçim yasasını değiştirerek mevcut demokrasiye Aristocu bir katkıyla milli hakimiyetin temsilinde niteliği yükseltmek olmalıydı.

Siyasi rejimin inceltilmesi, seçim sisteminin biraz daha komplike hale getirilerek eleme ve süzme süreçlerinin güçlendirilmesi, denetlemeye önem verilmesi, mesela uzman ve deneyimli temsilcilerden oluşacak Senato sistemine dönülmek suretiyle siyasi rejimin kontrollü yürüyüşünün sağlanması gibi adımlar Türkiye'nin cumhuriyet devriminden çıkarak normalleşmesinin önünü açabilirdi.

Bu tedbirler alınmayınca devrimin koruyucu kadroları dengeyi sağlamak üzere devreye girebiliyor ve girmeye de devam edecektir.

AK Parti'nin bir kapatma davasıyla karşı karşıya kalması Türkiye'nin normalleşmemesiyle ilgiliyse hükümetin nerede hata yaptığı sorusunun cevabı da verilmiş olacaktır.

kenan@camurcu.com


--
Türk Milletinin üzerine çökmüş karabasan giderek çözülmekte ve zayıflamaktadır. Hainlerin planları bozulmakta, figüranları sürekli açığa düşmektedir. Milletin rağmına sürdürülen derin yolculuk sona yaklaşmıştır. Millet artık egemenliğine, iradesine sahip çıkmaktadır.

http://dava-vatan.blogspot.com/
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum ,parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır...Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR..
Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.
-----------------------------------------------------------------
"ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ" grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.