YENİDEN ANADOLU VE RUMELİ MÜDAFAA-İ HUKUK DERGİSİ
11 YILDIR YAYININA DEVAM EDİYOR
siz de abone olun, dostlarınızı abone yapın…
Ekim 2008 sayısında:
| Prof.Dr.Çetin YETKİN
|
© mudafaaihukuk.com | |
YAZILAR | |
| |
ŞİİRLER | |
| |
ÇİZGİLER | |
|
KÜÇÜLEN ANIT ÖYKÜNCESİ |
ÖYKÜNCE’NİN İŞLEVİ: Öykünce (“fable”) denilen bir masal türünün unutulmaz ustası La Fontaine genellikle hayvanları insanlara öykündürür; ama kimileyin bitkileri, cansız nesneleri ve insanları da değişik huylu insan yerine koyarak davrandırır. Her birine, simgelediği huyla uyuşan bir işlev yükler. Örneğin tilki kurnazlığı, horoz budalalığı, aslan krallığı, kuzu masumluğu, vb. simgeler, rollerini ona göre oynarlar. La Fontaine’in yaşadığı 17. yüzyılda ülke hükümdarların mülkü, insanlar da kulları durumundaydı. Belirli insan sınıflarına dağıtılan haklar arasında eşitlik yoktu. Bu koşullar altında herkes kendi sınıfında ne nendi özgür olabiliyorsa, o ölçüde bir davranış biçimi ve aktöre anlayışı izliyordu. Yani insanlar, aynı ölçütlere göre eleştirilmiyordu: Bir sınıftan olanlar için hak sayılan bir davranış, başka sınıftan olanlar için suç sayılabiliyordu. Kısacası, eşitsizlik kuralı geçerliydi. Fransız devriminden sonra eşitlik ilkesi kabul edildi. Ancak yasal koşullar insanlığa bir çırpıda ve eksiksizce uygulanabilmiş değildir: Toplumları etkileme ölçüsü zamana, uzama, gelişmişlik düzeyine ve ekinsel yapıya göre değişiklikler göstermiştir. Bir de, hangi toplumda hangi kural geçerli olursa olsun, her uzamda ve her zamanda kolay kolay değişmeyen bir doğal yasa vardır ki, dinsel olanı da içinde, öteki bütün yasa ve kuralların tam olarak uygulanmasını önleyen değişik insan huylarının belirlediği bir yasadır bu. Temel konusu insan olan bir uğraş alanının sonuna gelmiş birisi olarak şunu gördüm: İnsanlar bilgi yoluyla, bilim yoluyla, aktöre yoluyla, deneyimleriyle, vb. doğal kişiliklerine önemli edinimler katabilmişlerdir. Örneğin daha mantıklı ve daha uygarca davranış biçimleri sunabiliyor, olguları daha inandırıcı bir biçimde irdeleyebiliyorlar, vb. Ama huylarının gereğini yapmaktan da kolay kolay kurtulamıyorlar: “Yedisinde neyse yetmişinde de o” olabiliyorlar. Bunlara sanatçıları, yazarları, kahramanları, dervişleri, varsıllık yoluyla “saygınlık” kazanmış olanları, vb. ekleyebiliriz. Eğitimsiz, becerisiz ve yoksul insanlara göre kusurlarını daha kolayca örtebilme ayrıcalıkları vardır bu türden insanların: Etiketlerinin topluma sunduğu “düzeyli” insan imgesi ve bunun sağladığı özgüvenle; giyim kuşam, konuşma ve davranış biçimlerinin toplumda uyandırdığı güvenle, vb., genelde eleştirilen değil, imrenilen birer görünüm kazanmışlardır. Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) Prof.DrMehmet YALÇIN |
ATATÜRK VE ABDÜLHAMİT |
Bugünün koşullarında yanyana gelmesi pek de mümkün görünmeyen iki büyük isimi bir arada ele almak, içinde bulunulan durumun daha iyi anlaşılabilmesi açısından yararlı olacaktır. Osmanlı tarihinde tahta II.Abdülhamit olarak çıkmış olan padişah ile, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, büyük önder Atatürk’ün artık beraberce ele alınarak değerlendirilmesinin zamanı gelmiştir. Dünyanın merkezi bölgesindeki cihan devletini dış saldırılar ve iç karışıklıklar yaratarak çöküşe mahkum eden batılı emperyalist devletlerin oluşturduğu düşünceler ve bu doğrultuda estirilen rüzgarlarla, Türkiye’de Atatürkçüler ile Abdülhamitçiler karşı karşıya gelmişlerdir. Bir yanda Abdülhamit’ten yana olan müslüman kesimler ile, bunun karşısında yer alan laiklikten yana olan Atatürkçüler, ya da Atatürk’ü savunan laikçiler saflaşması giderek Türk toplumunu ciddi bir yarılma ve dağılmanın eşiğine getirmiştir. Olayı sadece din açısından ele alanlar, Türk toplumunun böylesine bir saflaşmaya ve zaman içerisinde Türk devletinin bir dağılma aşamasına katkıda bulunmuşlardır. Konuya duygusal yaklaşan islamcılar ile laikçiler de böylesine bir çıkmazın gündeme gelmesinde ve giderek ülkede ikili bir kamplaşmanın ortaya çıkmasında konu mankeni ya da siyaset figuranı olarak kullanılmışlardır. Gelinen bu noktada, konunun tek yanlı olarak ele alınamayacağı, tarihten ve uluslararası konjonktürden gelen çok farklı yönlerinin de bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle, Türk tarihinin iki önemli devlet adamı olan Atatürk ve Abdülhamit’in birlikte ele alınarak karşılıklı değerlendirilmesinin sadece din açısından yapılamayacağı anlaşılmıştır. Dinci bir yaklaşım bu iki büyük ismi karşı karşıya getirirken, konunun diğer açılardan ele alınmasını sağlayacak daha genel ve geniş açılı bir yaklaşım ise Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün içinde bulunduğu çıkmaz açısından önemli tarih derslerinin çıkarılmasını sağlayabilecektir. Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN |
EN BÜYÜK DÜŞMAN EMPERYALİZM |
Atatürk sağ olsaymış AB’den yana tavır alırmış! AB’ye karşı çıkan Atatürkçüler “sahte” Atatürkçülermiş! Küreselleşme dünyamızın gerçeğiymiş! “Bağımsızlık, ille de bağımsızlık” diye tutturanlar, çağın dışında yaşıyorlarmış! “AB ile bütünleşmek” uygar dünya ile birleşmek demekmiş! Atatürk, serbest piyasadan yanaymış! Dilin kemiği yok, at atabildiğin, sık sıkabildiğin kadar! Kaleminin, dini- imanı- insafı yok, yaz yazabildiğin kadar! Tarihi çarpıtırsın, dilediğince yorumlarsın; her şeyin en doğrusunu sen bilirsin! Yok, öyle yağma. Medyanı boş bulup atamazsın! Yalanlarınla ancak kendini kandırabilirsin! Araştırmıyorsun, sormuyorsun, öğrenmiyorsun. Oku da öğren! Mustafa Kemal Atatürk, ödünsüz bağımsızlıkçıdır. Mustafa Kemal Atatürk, militan bir anti-emperyalist ve anti-kapitalisttir. Mustafa Kemal Atatürk, ezilenlerin, sömürülenlerin tarafındadır. Aşağıdaki sözler Mustafa Kemal’e aittir: “En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan milletler; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış bir saltanat halinde bütün dünyaya hâkim olan “kapitalizm” afeti ve onun çocuğu olan “emperyalizm”dir. Artık bütün dünyanın anlamış olduğu bu hakikat biz de tamamen idrak ediliyor. Bugünlerde başımıza musallat edilen Yunan, bütün düşman âlemin parçasından başka bir şey değildir. Daha doğrusu kapitalizm saltanatının mazlum milletlere karşı gönderebileceği son kuvvet, son ordudur! Nitekim bundan evvel üzerimize ordular saldırmış olan düşmanlar yine böyle kapitalizm saltanatının ordularından başka bir şey değildi: Moskof orduları, İtalyan orduları, Bulgar ve Yunan orduları, kısacası bütün düşmanlarımız “kapitalizm” tarafından ayaklandırılırlardı. Bir zamanlar, tarihin eski devirlerinde dünya birtakım zalim hükümdarların istibdatları altında ezilirlerdi. Sonraları milletler bu istibdadı yıktılar. Fakat bu defa da onunu yerine paranın, sermayenin zulmü geçti. Sermaye, bugüne kadar dünyada yapılmış olan bütün fenalıkların yegâne etkeni, yegâne mesulü idi; bugün de odur; eğer bütün dünyayı süratle istila eden kapitalizm aleyhtarlığı olmasaydı, bu zulüm yarın da devam edecekti. Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) Celal DURGUN |
KÖPRÜDEN ÖNCEKİ SON ÇIKIŞ YEREL SEÇİMLERDE CHP’Lİ OLMAK… |
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Parti Meclisi toplantısında bir bakıma kendi özeleştirisini de yaparak, “Şu anda hantal bir işleyişi var ve parti bu yapısıyla gitmiyor, bunu değiştirmek için görev de bize düşüyor” dedi. Program ve tüzük genel kurulunun yapılmasını öngördü. Kuşkusuz, söylenecek çok şey var. Söylenen ve yazılan da çok şey olacak. CHP’yi bu duruma getirmenin büyük sorumluğu kendilerinin, görev başındaki kurmay kadrolarının. Ancak bunu gündeme getirmenin ne yeri ne zamanıdır. Bu girişim CHP’nin, onunla birlikte Türkiye’nin önünü açmaya yarayacaksa, desteklenmelidir! Ayrımsız desteklenmelidir. Kökleri Kurtuluş Savaşından gelen CHP kendi Kemalist kimliğine dönüyorsa, her şeyden önce önümüzdeki yerel seçimlerde CHP’ye desteklemek demokrasi yolunda “köprüden önceki son çıkış” olabilir! Sorun, bu yenilenmenin hangi boyutlarda ve nasıl başarılacağı, yeni bir düş kırıklığı yaratıp yaratmayacağıdır. 1989 yerel seçimlerinde SHP’nin dalga dalga yarattığı iktidar yürüyüşünün temel sloganı hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır: Bu düzen değişecektir! Bu düzen bugün de değişecektir… Daha önceleri de çok yazdık. Yineleyip durduk. Yine yazacağız. Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) Yetkin ARÖZ |
TOPRAKTA FEODAL YAPI KIRILDIĞI TAKDİRDE TERÖRÜN DE BELİ KIRILMIŞ OLUR |
Dünya bir kavanoza giriyor denilerek her türlü ulus-devlet yapılanması yok edilmeye çalışıyor. Artık, ulusal ve kamusal ne varsa hepsi, “Yeni Dünya Düzeni” havuzunda eritilip emperyalizme armağan edilmekte; insanlık daha çok açlığa, yoksulluğa itilmektedir. Tarım, ulusal güçlerin üretim egemenliğinden alınıp, küresel zenginler kulübünün; İMF, DTÖ ve Dünya Bankası’nın dayatmalarına terk edilmektedir. Azgelişmiş ülkelerin tarımı, yabancı kaynaklara bırakılarak gözden çıkarılıyor. Gelişmiş ülkeler yeniden tarımı keşfederken, yoksul halkların en büyük hazinesi olan toprakları geçim kaynağı olmaktan uzaklaştırılıyor. Tarım toplumu aşamasını henüz kıramamış ve dolayısıyla sanayi toplumuna ulaşamamış ülkemiz, yabancı reçetelerle “küresel sömürü” düzeninin tüketim toplumuna dönüştürülmüştür. İktidar, tütün tekelini yabancıların egemenliğine terk edip, içerdeki bütün tarım üretimine kota getirip tarım ürünlerini yabancı ürünlerin kuşatmasına açmış; çiftçimizi, köylümüzü kolsuz, kanatsız bırakmıştır. Oysa toprak, bağımsızlık, özgürlük, emek, güç ve bilinç demektir. Köylümüz de demokrasinin temeli, tabanı sayılır; alınteri ile suladığı toprak, onun canı ve kanıdır. Tırnakları ile ürettiği ürününden ancak geçimini sağlayabilir. İşte o, onun en büyük bağımsızlığı, özgürlüğü ve kendine güven gücüdür. Bir anlamda da efendiliğinin göstergesi, demokrasi mücadelesinde özgür iradesinin en önemli unsurudur. Demokrasi de, köylüye verilen değer, topraktan elde ettiği ekonomik özgürlüğü ile doğru orantılıdır. Onun içindir ki, Atatürk boşuna, “köylü bu ülkenin efendisidir” dememiştir. O’nun en büyük özlemlerinden birisi, ülkeyi birlikte kurtardığı can yoldaşı, dava arkadaşı yoksul köylünün durumunun iyileştirilmesi ve toprağa sahip olması idi. Atatürk’ün bu konudaki çabaları bilinmektedir. Köylüyü geçimlik tarım üretiminden “kooperatifçilik ekonomisi”ne taşımayı amaçlıyor, topraksız köylüyü toprağa sahip kılmak istiyordu. Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) Orhan ÖZKAYA |
Ilımlı İslam Modeli ve Misyonerlik İlişkisi HAÇLI İRTİCA: FETHULLAHÇILIK |
Son günlerde basın yayın organlarında “misyonerlik”, “Ilımlı İslam”, “dinlerarası diyalog” ve “azınlık hakları” gibi konularda yapılan yayımlarda bir artış gözlenmektedir. Bu kapsamda Türkiye’ye biçilen “Iımlı İslam Modeli” ile misyonerlik faaliyetleri arasındaki ilişki önemli gerçekleri ortaya koymaktadır. Dünya çapındaki toplumsal değişim, 1990'da soğuk savaşın sona ermesiyle tek kutuplu dünya düzeni ekonomik modernleşme ve küreselleşme süreçleri, insanları milli kimlik ve milli devletten uzaklaştırmaya başlamıştır. Bu da kendilerini boşlukta hisseden kitlelerin dine karşı ilgi duymasına neden olmaktadır. Dünya genelinde Hıristiyanlık, İslam, Musevilik, Budizm ve Hinduizme ilginin giderek yoğunlaştığı gözlenmektedir.[i] Günümüzde “Batı”nın kudretinin zirvesinde olması, batılı olmayan medeniyetlerin “Ecdat Fenomenine” dönüşüne neden olmaktadır. Bu da Japonya’da Asyalılaşma, Hindistan’da Hindulaşma ve Ortadoğu’da yeniden İslam’a dönme duygularını canlandırmaktadır.[ii] Küreselleşme sendromu, ulus devletlerinin zayıflatılması, sınırların ortadan kalkacağı ve evrenselleşmenin esas olacağı hususlarının kamuoyunda işlenmesi, buna bağlı olarak BOP ve AB müzakerelerinin Türk ulusu üzerinde yaptığı psikolojik ve sosyolojik etki tamamen Ilımlı İslam ve misyoner faaliyetlerinin yürütülmesi için uygun ortamı oluşturmaktadır. Paul Wolfowitz[iii], Francis Fukuyama[iv], Samuel P. Huntington[v], Richard Perle, Graham Fuller[vi], Marc Grosman, Paul Henze[vii] ve diğer batılı stratejistler[viii] tarafından ana hatları çizilen BOP'la bu projenin temel desteğini teşkil eden Iımlı İslam Modelinde[ix] Türkiye’nin Orta Asya ve Orta Doğu’nun yeniden yapılandırılmasında anahtar rol üstleneceği öngörülmektedir.[x] Burada dikkatleri çeken sorun, model ülke olarak tespit edilen Türkiye’nin rolüne uygun hale dönüştürülmesidir. Türkiye’ye ve diğer kaynak ülkelere toplumsal geçiş sürecinin tesis edilebilmesi için “Evanjelist Güneyli Baptistler” ve “Presbiteryen”lerce finanse edilen misyonerler ordusunun gerçekleştirdiği Hıristiyanlaştırma faaliyetleri, Neocon (Yeni muhafazakar) ABD[xi] yönetimince tetiklenmek suretiyle ivmelendirilmiştir. ABD’nin BOP kapsamında yararlanmak amacıyla belirlediği, toplumların batıya işbirliği yapar hale dönüştürülmesi temeline dayanan vizyonunun nüvesini, “Ilımlı İslam” ve “Misyonerlik” oluşturmaktadır. Bu yönüyle ABD yönetiminin amacına ulaşmada iki yönlü açılım sağladığı görülmektedir. Bir yandan uygun kıvama gelmiş kitlelerin Hıristiyanlaştırılarak batı yönetimine bağımlı hale getirilmesi, diğer yandan asıl taban kitlenin bu duruma tepki göstererek “Ilımlı İslam” kıskacına düşürülmesi hedeflenmiştir. ABD’nin bu hedefe kolaylıkla ulaşmasının önündeki engel, laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut haliyle ayakta kalmasıdır.[xii] [i] Natalie HAND, America and the "Islamic Revival":Reconstituting US Foreign Policy in the Muslim World, Senior Capstone, ,American University, School of International Service, USA, 12 April 2004. [ii] Samuel P. HUNTINGTON, Medeniyetler Çatısması, Vadi Yayınevi, İstanbul, 2000. [iii] Irak savaşının mimarı olarak bilinen WOLFOWITZ, SAIS (“The Paul H.Nitze” School of Advanced İnternational Studies) isimli düşünce kuruluşunun yedi yıl boyunca başkanlığını yapmıştır. Şu anda SAIS’in başkanı “Medeniyetler Çatışması”nın mimarlarından olan Francis FUKUYAMA’dır. SAIS ve John Hopkins Üniversitesi, 19 NİSAN 2004 tarihinde 7 ncisi Washington’da düzenlenen “Abant Platformu”nda önemli rol üstlenmişlerdir. [iv] 1952 Chicago doğumlu olan Fukuyama, son yılların en etkili emperyalizm teorisyenlerindendir. 1992’de yayımlanan “Tarihin Sonu ve Son Adam” başlıklı kitabıyla dikkatleri üzerine toplamıştır. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Planlama Dairesi’nde çalıştığı 1981-1982 yıllarında Ortadoğu üzerine uzmanlaşan ilk bürokrat olmuştur. BOP önünde evrensel hedeflere ulaşmada İslamın tek engel olduğunu söyleyen FUKUYAMA, bunun İslamın liberalleştirilmesiyle önlenebileceğini öne sürmektedir. Johns Hopkins Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde öğretim üyesidir. [v] “Medeniyetler Çatışması” kitabının yazarıdır. HUNTİNGTON’a göre bu çatışma, dünyanın zirvesindeki Hıristiyan Batı ile Batılı olmayan medeniyetler, yani “ötekiler” arasında olacaktır. Batı ile çatışması kaçınılmaz olan öteki medeniyetler üç tercihten birini yapmak zorundadır : a. Batıya tamamen kapılarını kapatmak ve ona karışmayarak kendi halklarını kültürel izolasyondan kurtarmak. Ancak, bu HUNTİNGTON’a göre imkansız derecede başarılması zor bir tercihtir. b. Batıya katılarak Hıristiyanlık da dahil olmak üzere onun değer yargıları ve kültürel müesseselerini tam olarak almak, bir başka deyişle “Batı kervanına” katılmak. c. Batıya karşı çıkan öteki medeniyetlerin ekonomik ve askeri güç birliği yaparak batı medeniyetiyle savaşmak. HUNTİNGTON’a göre BOP sürecinde Batı için tek tehlike “İslam ve Konfüçyus” medeniyetlerinin birlikte hareket ederek Batı medeniyetiyle savaşmasıdır. Bunun için de bu iki medeniyetin başının ezilmesi, işbirliklerinin önlenmesi ve Batıya tam bağımlı hale getirilmesi Batı medeniyetinin öncelikli politik tavrı olmalıdır. HUNTİNGTON Türkiye için, batı uygarlığının içinde ikinci sınıf bir ülke olmasındansa, İslam uygarlığı içinde bir merkez lider olmasının daha uygun olacağını savunmaktadır. [vi] CIA’nın Ankara’daki eski İstasyon Şefi ve Rand Corporation adlı Think Tank (Düşünce Kuruluşunun) başındaki şahıs. Bugün 843 uzmanın görev yaptığı Rand Corporation, ABD yüksek rütbeli hava subayları tarafından Santa Monica / Kaliforniya’da 1945 yılında kurulmuştur. [vii] Marc GROSMAN ve Paul HENZE’nin her ikisi de CIA ‘nın Türkiye’deki eski İstasyon şefleridir. [viii] Bernard LEVIS, Robert KAPLAN, CSIS’dan (Stratejik Araştırmalar Merkezi) Dr. Bülent Ali RIZA, Zeyno BARAN, Yahudi Kuruluşu JINSA, Washington Institute’den Türkiye Uzmanı Alan MAKOWSKY, Henry BARKLEY, James WOOLSEY bu stratejistlerden bazılarıdır. [ix] ABD eski başkanlarından Jimmy CARTER'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniev BRZEZİNSKİ tarafından geliştirilen ''Yeşil Kuşak'' projesinin uygulamaya sokulduğu yıl 1977'dir. ''Yeşil Kuşak'' projesi, ''İslam'ın komünizme karşı bir kalkan olabileceği'' görüşüne dayandırılmakta ve SSCB'nin petrol zengini Basra Körfezi civarında müttefikler edinerek bölgeye sızmasını engellemeyi hedeflemekteydi. Afganistan'ın işgaliyle birlikte bu proje çerçevesinde ilk adımlar atılmaya başladı. Orta Asya cumhuriyetlerine İslam yoluyla sızmaya çalışan ABD, kendi tabiriyle ''kızıl tehlikeye karşı yeşil panzehir'' üretmişti. Ancak SSCB’nin dağılmasıyla birlikte “Yeşil Kuşak” projesini terk eden ABD, bu kez BOP kapsamında kendisine rahat harekat alanı yaratabilmek için “Ilımlı İslam Projesi”ni benimsemiş ve Türkiye’yi model ülke olarak seçmiştir. [x] Cheryl BENARD, “Civil Democratic Islam, Partners, Resources, and Strategies”, Supported by the Smith Richardson Foundation, RAND, National Security Research Division, Santa Monica, USA, 2003. [xi] 11 EYLÜL saldırılarının hemen ardından “Haçlı Seferi” gibi ifadeler kullanan George W. BUSH, 20 Ocak 2005 tarihinde imparatorların taç giymelerine benzer törenle yemin ederek dört yıllık ikinci dönem görevine başlamıştır. Törenden önce ailesiyle birlikte kiliseye giden BUSH, tören esnasında yapmış olduğu konuşmada ; “Özgürlüğü savunmak için yıldızların ötesinden talimat aldım.” şeklinde ifadede bulunmuştur. Bkz. “İlahi Çağrı Aldım”, Cumhuriyet Gazetesi, 21 OCAK 2005. (Halihazırda BUSH’a oy vermiş olan bir çok ABD vatandaşı, “BUSH’un Tanrı tarafından İslamı ve şeytanı cezalandırmak için ilahi bir misyonla görevlendirildiğine” inanmaktadırlar.) Esas itibarıyla din ve kilisenin etkisi ABD’de büyük önem taşımaktadır. Peter F. DRUCKER’e göre; “ABD’de Avrupa’nın aksine esas, kiliseyi devletten kurtarmaktı. Dolayısıyla kilise karşıtlığının bu ülkede hiçbir zaman yeri olmamıştır. Bu hürriyet dolayısıyla ABD’de dini çoğulculuk ve hükümet dışı kiliseler geleneği oluşmuştur. Bu da ABD’de protestan mezhebinin yaygın olmasına rağmen kiliselerin önemini göstermektedir. Bkz. Peter F. DRUCKER, Geleceğin Toplumunda Yönetim, Çev: Mehmet ZAMAN, Hayat Yayınları, İstanbul, 2000, s.143. [xii] Batı tarafından Türkiye bir yandan laik, demokratik tek Müslüman ülke olarak gösterilirken diğer yandan laik, demokratik rejimin bekçisi durumunda olan Kemalizm ve TSK’nın etkinliğinin azaltılmaya çalışılmasının paradoksal mantığı burada gizlidir. Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) Kaan TURHAN |
EKONOMİDE “YAPI” NEDİR, NEDEN ÖNEMLİDİR? |
“Yapı” kavramı günümüzde çok ilgi gören, ekonomik teori ve politikada geniş ölçüde kullanılan bir kavramdır. Bir iktisatçı, ekonomik olgu ve sorunlara yapısal açıdan yaklaşmadıkça, ne iyi bir teorisyen ne de iyi bir iktisat politikacısı olabilir. Ancak yapı evrensel bir olgu olduğundan, yapı kavramı bütün bilimler de kullanılmaktadır. Örneğin, fizik bilimler maddenin yapısını, biyoloji canlı organizmaların yapısını inceler. Matematik kendi alanında, örneğin sayılar dünyasındaki yapı tiplerini tanımlamaya çalışır. Sosyal bilimler, toplumsal olgu ve kurumların, insan davranışlarının yapısını araştırır. Bu yazının konusu, ekonomik yapı kavramı ve onun ekonomik teori ve politikadaki yeri, yapı ve politika ilişkisi, yapısal bakış eksikliğinin sakıncaları hakkında temel bilgiler sunmaktır. I) YAPI KAVRAMI VE YAPISAL ANALİZ A) Yapı kavramını anlamak ve tanımlamak için, bir olgu ile ilgili olarak üç husus göz önüne alınır: -O olgunun bir “küme” olduğu, -O kümeyi oluşturan elemanlar, -Küme ile elemanlar arasındaki, elemanlarla elemanlar arasındaki oransal ilişkiler (kısaca yapısal ilişkiler)... Buna göre “yapı” şöyle tanımlanabilir: Yapı, bir küme olarak düşünülen bir olgu ile elemanları arasındaki ve o elemanların kendileri arasındaki oransal ilişkilerdir. Her bütün kendi yapısının etkisi altındadır. Basit bir örnek verelim: Bir A olgusu (küme’si) var. Yalnızca iki elemandan, aı ve a2’den oluştuğunu kabul edelim. A’nın ölçüm değeri 60, elemanlarınki sırasıyla 15 ve 45 olsun. Buna göre, A’nın yapısal karakteristikleri (oransal ilişkileri) şöyle olacaktır: A olgusu (küme’si) içinde aı’in payı %25’dir. A olgusu (küme’si) içinde a2’nin payı %75’dir. A olgusu içinde, a2 elemanı 100 sayılsa, aı 33 olur. Ancak bu gözlemle yetinmeyip bulguların yorumlanması gerekir. Yorum şöyledir: A olgusu; öbür elemana oranla daha büyük bir paya sahip olduğu için, daha çok a2 elemanının etkisi altındadır. A’nın özellikleri ve davranışları, daha çok a2’ye bağlı olarak oluşur. Gestalt Theorie evrendeki her olguyu bir küme (bütün, cümle, “set”) olarak görür. Kümeler otonom birimlerden (elemanlardan) oluşur. Bu birimlerin bir iç dayanışması ve kendilerine özgü görevleri vardır. Her elemanın oluş biçimi, kümenin bileşimine ve bunları yöneten yasalara bağlıdır. Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) Prof. Dr. Cihan DURA / www.cihandura.com |
PAKET PROGRAM |
Zonguldak’da Ağustos ayının son haftası meydana gelen maden ocağı çöküntüsünde yine bir kurban verdik… Görüntüler facianın boyutlarını ortaya koyuyor. Metrelerce, kilometrelerce uzanan dehlizler içinden kömür çıkarmağa soyunmuş zavallılar… sigortasız, geleceksiz, umutsuz çırpınan insanlarımız. Derme çatma iskeleler, iptidai kalas destek sistemleri, yine iptidai ortaçağ usulü ipli asansörler, yeterli aydınlatma olmayan ve sonu gelmez ölüm mağaraları… Üstelik hepsi de kaçak, hepsinin de çalışma izni yok… Hiçbirinin ruhsatı yok…Kaçak işçiler, kayıtsız şirketler, ölüm mağaraları ve kömür sanayinin gözler önündeki acımasız durumu… Düşünebiliyor musunuz? Bunlardan yalnız Zonguldak’ta 300 tane var… ÜÇ YÜZ TANE var!... Facianın boyutlarını düşünebiliyor musunuz? Karnını doyurmak ve bebelerine bakmak için bu ölüm mağaralarında hayatını çürüten ve her an ölümle yüzyüze çalışan zavallıların dramını düşününüz lütfen… Hani SSK müfettişleri,hani çalışma bakanlığı yetkilileri, hani belediye görevlileri, hani insan hakları dernekleri!… Neredesiniz?… Yoksa sizler de her şeylerimizin için gömülüp kaybolduğu o bataklığın içinde mi kayboldunuz? Hani sanayi odaları yetkilileri, hani madenciler sendikaları, hani meslek odaları… Neredesiniz? Yoksa sizler de o küreselleşme denizinin içinde mi boğuldunuz? Üç yüz tane mağara açılacak ve yüzlerle metre derinlere inilecek, her tarafı çürük kerestelerle dayama iskeleleri yapılacak, onca insan gidecek gelecek, onca araç hareket edecek ve onca tonlarla kömür çıkarılıp, nakledilip, satılacak… Nerede maliye yetkilileri, nerede vali yardımcıları, nerede denetmenler, nerede cumhuriyet savcıları? Nerede gazeteciler, nerede televizyon kanalları, nerede sivil toplum örgütleri, yoksa sizler de mi “komonist devlet” sloganlarının içinde boğulan takımdansınız? Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) Hüseyin Gündüz ÖKLEM |
30 Ağustos Zaferi’nin 86. Yılına Armağan TSK MI, AKP HÜKÜMETİ Mİ DARBECİ? |
"Biz, Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve malûm olan her türlü vasıtalarıyla Türk Milletini emperyalizme vasıta olarak görmek istemelerine mani oluyoruz. Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK GİRİŞ “Darbeci” ordular genellikle emperyalizme karşıt mı yoksa tersine onların güdümü hatta buyruğunda mı? Latin Amerika’da, Filipinler’de, Afrika’da, Pakistan’da, Ortadoğu petro-coğrafyasında kurgulanan pek çok askeri darbe, ne yazık ki, Türkiyemiz’in kadim Atlantik ötesi bağlaşığının (müttefikinin!) gizli servislerinin kotarması. Oysa, yazımızın başına koyduğumuz Yüce ATATÜRK’ün sözleri, tam tersini hem de çok net olarak vurguluyor. İnsanlığın yüz karası emperyalizm ve “malum olan her türlü vasıtaları” hakkında net farkındalık da vurgulanarak, kurtuluş ve bağımsızlığın korunması ile yetinilmediği; Türk Milleti’nin emperyalizme alet edilmesinin de engellendiği ve böylece “tüm insanlığa hizmet edildiği” tarihe not düşülmekte.. “ Türkiye Orduları bir devir kapatmıştır. Şimdi mazlum ve tutsak devletler ve uluslar artık vazgeçilmez bir reçeteye sahiptirler. Mustafa Kemal’in utkusu, Dünya için özgürlük ve bağımsızlık sancağıdır.” sözlerinin sahibi, Hindistan Devlet Başkanı Mahatma Ghandi (08.09.1922)! Tarihsel ileti berraklıkla alınmış… Dolayısıyla, eytişimsel (diyalektik) çıkarım odur ki; Mustafa Kemal Paşa’nın da Ocağı ve ebedi başkomutanı olduğu Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), en temel vazgeçil(e)mez niteliklerinden biri olarak, anti-emperyalisttir! TSK TÜRKİYE’DE EMPERYALİZME HİZMET EDEN DARBELER YAPTI MI ? Yetkin, aşağıdaki satırlara yer veriyor: “27 Mayıs 1960’ta iktidara el koyan subaylar, niçin greve giden işçileri ‘komünist’ ilan ettiler, niçin başta Aziz Nesin olmak üzere kimi ‘solcu’ aydınları tutuklattılar? Niçin Org. Cemal Gürsel, 27 Mayıs’ı yapmakla ‘NATO nun sağ kanadını kurtardık.’ dedi? 27 Mayıs’ın, CIA’in karşı çıkmasına rağmen, NATO üyesi bir ülkenin ilk başbakanı olarak Adnan Menderes’in Sovyetler Birliği’ne yapacağı ilk resmi ziyaret öncesine rastlaması bir tesadüf müydü? Süleyman Demirel in 12 Mart 1971 müdahalesinin nedenlerini açıklamak için ‘ABD bizim Sovyetlerle münasebetlerimizi düzeltmeye girişmemizden rahatsız oldu’, ‘Türkiye kendi kendine ayakta durabilir bir yapı kazanmak oluşu sırasında ayağı takılıyor, tökezliyor.’ demesindeki gerçeklik payı nedir? Ve niçin 12 Eylül 1980 darbesi ABD Başkanı’na ‘Bizim oğlanlar başardı’ denilerek bildirildi? Her askeri müdahalede neden silahlı kuvvetlerden ve üniversitelerden tasfiyeler yapılıyor?12 Eylül ‘irtica’ya neden destek verdi? Ve Türkiye’nin emperyalizmin ağına düşürülmesinde bu askeri müdahalelerin rolü nedir?”[2] Kuşku yok, bu sorulara akılcı ve doyurucu yanıtlar verilmesi gerek. [1] Yunan filozof. Felsefe’nin kurucularından biri olarak kabul edilir. İnsanın kendisiyle, evrenle ve toplumla olan ilişkisinin [2] Yetkin, Ç.: Türkiye`de Askeri Darbeler ve Amerika; Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayını, Antalya, 2006. Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) Prof. Dr. Ahmet SALTIK |
BAĞIMSIZLIK OLMADAN LAİKLİK OLMAZ! |
Geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu yıl da Kuvvet Komutanlıkları’nın ve Genelkurmay Başkanlığı’nın devir teslim törenlerinde yapılan konuşmaların ana temasını laiklik vurgusu oluşturdu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “yeni” komuta heyeti, ulus devlet ve laiklik konusunda bilinen görüşleri yineledi. “Laikliğe aykırı fiillerin odağı” haline geldiği Anayasa Mahkemesi tarafından saptanan iktidar partisi AKP’nin Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve TBMM Başkanlığı koltuğunda oturan önde gelen isimleri de bu bilinen görüşleri yine her zaman olduğu gibi dinlediler! Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini, Genelkurmay Başkanlığı’na atanan Org. İlker Başbuğ’dan devralan Org. Işık Koşaner devir teslim töreninde yaptığı konuşmasının bir yerinde şunları söylüyordu: “Cumhuriyetin, devrimlerin, varlığımızın ve geleceğimizin korunmasının tek yolu Atatürkçü düşünce sistemidir. Laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin temel taşı, varoluş felsefesidir. Anayasal düzenin temelini oluşturur. TSK, ulus, üniter ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir. Cumhuriyetin temel niteliklerine sahip çıkmak iç siyasetle ilgili değildir.” (Cumhuriyet, 28.8.2008) Org. Koşaner’in bu konuşması medyada geniş bir yer buldu. Belki bir kararlılığın ifadesi olması nedeniyle bilinen çevrelerde rahatsızlık yarattığı için… Ertesi gün Genelkurmay Başkanlığı’nı Org. Yaşar Büyükanıt’tan devralan Org. İlker Başbuğ da, aynı noktayı vurgulayarak laikliğin “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşı” olduğunu belirtiyordu. Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) Serdar ANT |
ORG. BAŞBUĞ VE ORG. KOŞANER’DEN KÜRESELLEŞMENİN RİSKLERİ UYARISI! |
Her yıl Ağustos ayında Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst komuta kademesindeki devir teslim törenlerini kamuoyu ile birlikte ben de ilgi ile izlerim. Zaman zaman davetli olarak da katıldığım bu törenlerde TSK’nın güzel ve anlamlı bir geleneği haline dönüşen bu törenlerin ve yapılan değerlendirmelerin sivil kurum ve kuruluşlarda neden istenilen düzeyde bir türlü yapılmadığını da düşünmeden edemem. Bu yıl yapılan devir-teslim törenlerinde yapılan konuşmalar son derecede içerikli, tutarlı ve nitelikliydi. Milli duruş ve ulusal çıkar anlayışında, üniter yapımıza, ulus devletimize ve laik Cumhuriyetimize kararlılıkla sahip çıkan konuşmalar, kamuoyuna güven verdi, yüreklere su serpti. Bu konuşmalarda özel olarak dikkatimi çeken bölümler ise, “küreselleşmenin risklerine” yönelik tesbit ve uyarılardı. Sovyetler Birliği’nin 17 yıl önce dağılması, Berlin Duvarının yıkılışı ile sona eren soğuk savaş döneminden sonra tek kutuplu hale dönüşen dünyanın istikrar ve dengeyi kurmakta ve korumakta giderek zorlandığı ortaya çıktı. Rusya’nın son çıkışlarının bu dengesizliği daha da arttırması beklenmelidir. Devamı Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk dergisinde (Yazının devamı için tıklayınız) H.Ufuk SÖYLEMEZ |
siz de abone olun, dostlarınızı abone yapın…
ayrıntılı bilgi www.mudafaaihukuk.com’da...
Adres: Gençlik Mahallesi, Fevzi Çakmak Caddesi, 4. Mahmut Çil Apt. 79/2 ANTALYA
Tel.: (242) 244 22 65 - 244 47 43
Faks: (242) 244 46 65
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum ,parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır...
Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş ,Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR.."
*Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.
-----------------------------------------------------------------....
"ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ" Haber Bilgi Paylaşım grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.