Daha altı yaşında evden götürdüğümüz yeşil boyalı tahta bir sandalye üzerinde başlamıştı okul yolculuğum. Hani kayıtsız diyorlardı ya işte o türden. Bir aşıdan korkardım, birde öğretmenden. Bir kez de kaçtığımı hatırlıyorum aşıdan, arkama bakmadan, o ufacık bacaklardan beklenmeyecek bir hızla. Babam çok sonra söylemişti, aşıdan korkup, okuldan kaçışımı dairesinin penceresinden gülerek izlediğini. Çok fazla bir şeyler kalmadı hafızamda o yıllardan. Bazen zorlama da olsa ufak tefek anılar dökülüyor; kah beni tebessüme boğan, kah hüzünlendiren. Ama hep hatırladığımız beynimize ruhumuza kazınan bir şeyler var okul yolcuğundan; Daha sınıfa girmeden öğrenmiştik. Türk, doğru ve çalışkan olduğumuzu. İlkemiz; küçükleri korumak büyükleri saymak, yurdumuzu milletimizi özümüzden çok sevmek, Ülkümüz; yükselmek ve ileri gitmekti. Bir de Büyük Atatürk vardı. Onun ülkemizi düşmanlardan kurtardığını söylüyordu babam. Annem Ankara'ya gittiğimizde onun yanına gideceğimizi söylerdi, Anıtkabir'e... ve biz her sabah and içerdik; onun açtığı yolda gösterdiği hedefe yürüyeceğimize. Ben aşıdan korkardım ya olsun. Bir kez söz vermiştik; "Ne Mutlu Türküm Diyene" diyerek, varlığımızı Türk varlığına armağan edecektik. Bu andı Oltu'dan Allahuekber dağlarına, Şenkaya'dan Kosor boğazına, Göle'ye oradan Ardahan'a ulaştırırcasına haykırdık. Nefesimiz, şehitlerimizin üzerinde esen bahar yeli gibiydi, her haykırışımızda kardelenler renk renk boy verirdi erimeye yüz tutmuş karlı yamaçlardan, Sonra; Ankara'dan haykırdık, ardından Polatlı'dan Sakarya'ya, Çanakkale'den Edirne'ye... emindim; vatan için, egemenlik için, bağımsızlık için can vererek, bizi esaretten kurtaran şehitlerimizin, gazilerimizin Çanakkale'den Sakarya'dan bizi dinlediklerine. Bayramları iple çekerdik ve öğrenmiştik 23 Nisan'ın Ulusal Egemenlik Bayramı olduğunu. 23 Nisan 1920 tarihinde açılmıştı "Türkiye Büyük Millet Meclisi" ve yine biliyorduk, Büyük Atatürk tarafından bu bayramın çocuklara armağan edildiğini. Çünkü Cumhuriyetin ilk yurtaş nesli onlardı. Onlar babaları, anaları gibi reaya değil, egemenliğin birer parçasıydı. Sonra ortaokul ve lise... her sınıfın demirbaşıydı Büyük Atatürk'ün; "Ey Türk Gençliği" diyerek başlayan hitabı ve bu hitabı ezberletmişlerdi aydınlık öğretmenlerimiz. Bizler bir kez daha söz veriyorduk öğretmenlerimizin ve Atatürk'ün gözlerinin içine bakarak. Birinci vazifemizdi; Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini sonsuza değin muhafaza ve müdafaa etmek. Çünkü varlığımızın ve geleceğimizin yegâne temeli buydu ve bu temel Türk ulusunun en kıymetli hazinesiydi. Her Türk ferdinin bu vazifenin şuurunda olduğuna inanır ancak, pek anlam veremezdik; Türk'ü İstiklalinden ve Cumhuriyetinden mahrum etmek isteyecek dahilî ve haricî bedhahlara. Ve şevkle söylerdik haftanın ilk ve son günü İstiklal Marşımızı. Çünkü; hakkıydı hak'ka tapan milletimizin istiklal. Ve o istiklal; garbın afakını saran çelik zırhlı duvarlara karşı, iman dolu gögüslerden örülü serhadlerde kazanılmıştı. Oysa şimdi, gömüldükleri tarih çukurundan, bir bir hortlatılarak çıkartılan köhnemiş düşünceleri çağdaşlıkmış gibi sunan, "köle millet" ya da "yerel toplum" olmanın faziletlerini genç dimağlara şırınga edip zehirlemekle görevli zevatı okudukça anlıyoruz. Asya'nın çelikleşmiş iradesi Mustafa Kemal'in basiretini ve o basiretin işaret ettiği dahilî ve haricî bedhahları. Agamemnon'un güvertesinden yada Sevr'de saklandığı masanın altından fırlayarak çıkan bu bedhahlara göre; bugün artık 19'uncu ve 20'nci yüzyılların klasik "bağımsızlık" kavramının anlamı kalmamış, onun yerini, ülkelerin "karşılıklı bağımlılığı" almıştı. Ve bugün ülkelerin karşılıklı bağımlılığı, insanlara tam bağımsızlıktan çok daha fazla refah getiriyordu. "Yerli malları haftası" nostaljisinden kurtulamayanların anlamadığı gerçek şuydu; İçine kapanık yüksek duvar ekonomileri artık iflas etmişti. Büyüklük, sadece üretmek değil... Çok satmak ve çok almak, büyüklüğün en önemli parçaları oldu.... Bu satırları okuyunca dehşete kapılıyor, Ormanda yada çölde gezen bir canlıyı zehirleyip öldürmek ve yok etmek için akrep yada yılan olmak gerektiğini ama bir milleti ve o milletin fertlerini zehirleyip öldürmek, yok etmenin yolunun da "eğreti yazarlıktan" geçtiğini bir kez daha irkilerek anlıyor, dün açık bir şekilde, bütün dünyada emsali görülmemiş galibiyetin mümessilleri adına, Osmanlı toplumunu zehirleyen; Ceride-i Havadis'ten William Churcill'in, Tercumanı-I Ahval'den Mehmet Şerif'in klasik olmayan, yeni versiyonlarıyla karşı karşıya kaldığınızı görüyorsunuz. Gerçekte "yerli malları haftası" nostaljisinden kurtulan yani üretmeyen başka milletlerin ürettiğini tüketen bir millet neyi nasıl çok satabilirdi ? Cevap oldukça basit. Toprağını, ve bağımsızlığını. Nitekim; ürettirilmeyen yada üretmekten vaz geçirtilen milletlerin, ülkelerinde neyi bulurlarsa satma paranoyasına kapılmış Maliye Bakanları, yabancılara satılan ülke toprakları karşılığında ülkelerine giren dolarla öğünmüyorlar mıydı? Üstelik üzerine basa basa "Tüccar Siyasetçi" oldukları itirafı da cabası. İşte eğreti yazarında "Uçak Fiyatı ve Emlak Fiyatı" şeklinde attığı yazı başlığı da bunu ifade ediyordu... Newsweek'e(*) göre Uçak şirketlerinin rekabetinden fiyatlar çok düşmüş bu nedenle insanlar artık uzak ülkelere rahatça ulaşabiliyor ve o nedenle ev alıyorlarmış... peh peh... sanki karşılarındaki Kenya vatandaşı... Ceride-i Havadis'in İngiliz William Churcill'i de İngiliz dergi ve gazetelerinden tercüme yazı aktarıyordu. O yıllarda emsali görülmemiş galibiyetin en asli mümessili İngiltere idi şimdilerde ise ABD. O halde çağa ayak uydurup Amerikan dergilerine ve bu dergilerin ajan muharrirlerinin, köle kafalı yaratmak üzere tasarladığı absürd yazılarına tercüme yoluyla ilişiverecek yada iliştirilivereceksin. Eğreti yazarlığın temel kurallarından birisi de bu. Absürdlüğe bakın ki; yabancıların ev yani gayrimenkul almalarının altında yatan çağdaş gerçek; hava yolu taşımacılığındaki rekabetten(!) dolayı bilet fiyatlarının düşmesiymiş. Bu örnekten hareketle Ekonominin çeşitli sektörleri birbirlerini etkiliyor, çeşitli sektörler kendi içlerinde birbirlerine bağlı oluyorlarmış. Tasarruf İhtiyaç, yatırım-emperyalizm, sömürge, köle... kavramlarını yok sayan ancak, uçak bilet fiyatı ile emlak alımı arasında bağ kuran bir gaflet... insanın yuh diyesi geliyor. Hani belki utanılmasa yabancıların özelleştirme kanalıyla satın aldıkları imtiyaz ve kamu işletmelerini de uçak biletlerindeki ucuzlamaya bağlayacak... Güneş, deniz, yeşil, mavi, şiş kebap, rakı muhabbetine gelen turist, dönerken eli boş kalmasın diye, Türkiye'den 50.000 dönüm arazi üstüne birde kamu işletmesi alıyor... Düşünsenize tek sebep uçak bilet fiyatlarındaki ucuzlama...çünkü; "Newsweek öyle diyo." . Şu işe bakın ki; akıldan, izandan, ulusal çıkardan, kamu yararından, bilimden, bilimsellikten uzak, ancak müstevlilerin siyasi, iktisadi, askeri, sosyal, kültürel emelleriyle birleşmiş şahsi menfaatlerin inanabileceği saçmalık, çağdaş gerçeklik olarak sunuluyor. İş bunla kalsa iyi. Yazarımız, uçak bilet fiyatı ile emlak alımı arasında kurduğu bağı (gerçekte bağsızlık), bağımsızlık kavramına tasallut ettirerek devam ediyor. "Ülkeler de aynı değil mi? Bugün artık 19'uncu ve 20'nci yüzyılların klasik "bağımsızlık" kavramının anlamı kalmadı. Onun yerini, ülkelerin "karşılıklı bağımlılığı" aldı." Cehalet mi diyelim, yoksa gaflet mi...? Oysa, gerçekte "bağımsızlık" ve "bağımlılık" kavramları birbirinin karşıtı kavramlar değil. Yaratılan kavram kargaşası doğrudan; esaretin, köleliğin, manda dayatmasının şirinliğini, güzelliğini ortaya koymak için çirkin bir biçimde ama, ustaca kullanılıyor. Beklenen etki ise; okuyucunun inanması, köle kafalarda işte böyle yaratılıyor... Ülkelerin karşılıklı bağımlılığı; ihtiyaç ve dolayısıyla ihtiyacın tüketime dayalı tatmini, bağımsızlık yani istiklal kavramı ise; doğrudan egemenlikle yani yönetme yetkisiyle ilişkilidir. Bağımsızlık; siyasette, maliyede, ekonomide, savunmada, üretimde, kültürel, sosyal, medeni ve benzeri her hususta her türlü davranışın, tutumun, girişimin herhangi bir dış gücün etkisinde kalmadan belirlenebilmesi özgürlüğüdür. Bu çerçevede "yerli malları haftası" nostaljisinden kurtulmuş toplumlar yani üretmeyen, tükettiğini üreten toplumlardan karşılayan tüketim açısından bağımlı toplumlar; büyük Atatürk'ün veciz bir biçimde ifade ettiği gibi; "haysiyetlerini, hürriyetlerini, istiklal ve istikballerini kaybeden yada kaybetmeye mahkum" toplumlardır. Bu toplumlardan dünya üzerinde birkaç düzine ibreti alem kabilinden bulunur. Aslında, bu acı sonuçların ülkemiz için öncül sayılabilecek işaretleri de vardır. Örneğin; son yıllarda hani şu eğreti yazarın çiziktirdiği; bağımsızlık yerine karşılıklı bağımlılık ve "yerli malları haftası" nostaljisinden kurtulma safsatası karşısında; çarpıcı ve kahredici bir gerçek olarak, ülkemizde güçlenen ABD karşıtlığı ve ABD mallarına boykot eğilimleri, 2 Haziran 2005 günü Boğaziçi Üniversitesinde ABD Ankara Büyükelçisi Edelman tarafından verilen bir konferansta; ABD'ye karşı olanlar "...çirkin başlarını kaldırdıkları zaman ezilmelidirler" şeklinde, Atatürk'ün veciz söylemini doğrularcasına, kin dolu bir ifade ile kusulmuştur. Başbakanın ABD gezisi sırasında da bu konu öncelikli bir konu olarak görüşülmüş ve Türk tarafına Türkiye'deki Amerikan karşıtlığının giderilmesi salık verilmiştir. Kılavuz ve karga misali, eğreti yazarlarımız "bağımsızlık" kavramının anlamının kalmadığını, onun yerini, ülkelerin "karşılıklı bağımlılığı" nın aldığını söyler de, zevat boş durur mu ? Talihsiz bir biçim de hayır. Onlara göre de; 21. yüzyılın ilişkiler ağında tam bağımsızlık kavramı üzerinde düşünülmek zorundadır ve Uluslar egemenlik haklarının belli bir alanını kendi arzu ve iradeyle o kuruluşun karar mekanizmalarında yer almak ve o kuruluştan kendi arzusuyla ayrılması mümkün olduğu sürece, uluslar arası bir kuruluşa devretmesi acaba tam bağımsızlığı zedeler mi ? Bu soru tartışılmalı ve uzlaşıya varılmalıdır. Sizce böylesi bir tartışma başta Atatürk olmak üzere Türk milletine bağımsızlığını canlarını bedel olarak ödeyip sunan ve bizleri esaretten kurtaran şehitlerimizin, gazilerimizin kemiklerini sızlatmaz mı? Elbette sızlatır. Nitekim o Başkomutan değil mi Afyonkarahisar'da subaylarına; "...Millet, bağımsızlığının korunmasını ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur. Milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır... Çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır; Şerefini korumak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır. Dolayısıyla subay için "ya istiklâl, ya ölüm" vardır..." |
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.