Saadet lideri Numan Kurtulmuş'un haber7 ile röportajının devamı..

"DİYARBAKIR FETHEDİLMİŞ BİR TOPRAKTIR"

Muhalefetle iktidarın 22 Temmuz’dan kalma bir polemiği var. Yerel seçimler öncesi de yine gündemde. Başbakan’ın deyimiyle, “Sivas’ın ötesine geçememe” meselesi… Türkiye’de siyasetin, siyasetçilerin bir takım yerlere gidememe sıkıntısı, kaygısı var mı gerçekten? Sizin var mı mesela?
En anarşik olaylar yaşandığı zaman dahi bir yerin ötesine geçememe gibi bir durum yaşamadık. Saadet Partisi’nin temsil ettiği düşünce bölge halkının esas düşüncesi ve fikriyatıdır. Bölge halkının inançları ve talepleri ile en iyi örtüşen siyaset bizim siyasetimizdir. Geçmiş sicili en temiz olan ve bu anlamda hep özgürlükten, Türkiye’deki yanlış statükonun değişmesinden yana tavır koyan milletin refahını sağlayacak projeleri ortaya koyan bir siyasetimiz var. Dolayısı ile böyle bir sözün hiçbir şekilde muhatabı olmayan bir partiyiz. Doğuda batıda Türkiye’nin her yerinde rahat bir şekilde konuşabilen, gidebilen bir partiyiz.

Başbakan Diyarbakır’a gittiği zaman bir takım çevrelerin baskıları sonucu halk sindirilmeye çalışıyor. Bunları yaşadı Türkiye son 3-4 ay içerisinde. Ama muhalefet partisi lideri de “gidince orayı karıştırıyorsun” diyor. Kendisinin gitmediği yere gidilmesini de istemiyor havasında. Sizce doğru mu bu?
Hayır kesinlikle doğru değil bu. CHP ve AKP geriliminde her iki parti de bu gerilimden bir şeyler kazandıklarını sanıyorlar. Doğu’da ise DTP gerilimi var. Halkı kutuplaştırmak oyları toplamak kolay ama bu Türkiye’nin dibine dinamit koyan bir siyasettir. İktidar partisi başta olmak üzere tüm muhalefet partilerinin kullandıkları dile, üsluba, siyasi argümanlara fevkalade dikkat etmeleri gerekir. Bu memleketin Hakkari’si de bizimdir, Edirne’si de bizimdir. Etnik yapısı, siyasi düşüncesi, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun herkes herkesindir. Ama bir çatışma ve gerilim siyaseti yaptığınız zaman o gerilimi temsil eden halk kitleleri arasında çok ciddi çatışmaların çok ciddi kırgınlıkların sebebi olmuş oluyorsunuz. İktidar partisinin zaman zaman kullandığı “Diyarbakır’ı da alacağız, fethedeceğiz” sözünü ne kadar yanlış buluyorsam, ana muhalefetinde kullandığı “Diyarbakır’a gidip olay çıkartıyorsunuz” tarzı sözlerini o kadar yanlış buluyorum. Her ikisi de sadece yanlış değil aynı zamanda tehlikelidir. Diyarbakır fethedileli nereden baksanız 1-2 asır 1200 sene oldu. Kim nereyi fethedecek? Diyarbakır fethedilmiş bir topraktır. Bizim medeniyetimizin içindedir, bizim toprağımızdır.

DTP’nin zayıflatılmaya, siyasetten ekarte edilmeye çalışılması bir avantaj mıdır? Dezavantaj mıdır?
DTP’nin politikasındaki eksik ve yanlışları bir tarafa koyarsak esas olan tüm partilerin görüşlerini çok net bir şekilde söylemeleridir. Eğer Kürt sorununun çözümüne bir adım atılacak ise bu anlamda da Kürtlerin siyasette kendi fikirlerini olabildiğince net bir şekilde ifade etmelerinin sağlanması ve bunun içinde herhangi bir partinin tecrit edilerek değil tüm halkın sürece katılması lazım. Keşke Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da birden fazla parti sürece katılabilse… Ama kendi gücünüzü kullanarak bir siyasi partiyi –bunu sadece Türkiye için söylemiyorum devlet gücü olarak söylüyorum- köşeye sıkıştırıp siyasetten izole ederseniz bunu tek anlamı vardır, halkı kutuplaştırıyor ve halk istese de istemese de bir siyasi partiye mahkum ediyorsunuz demektir. Dolayısıyla DTP’nin seçim politikalarının da yanlış olduğu kanaatindeyim. Böyle bir tecrit DTP ye yarar, böyle bir tecrit bu sorunu çözmek değil, bu sorunu ağırlaştırmak manasına gelir.

Saadet partisi 81 ilin 81inde de olacak mı?
Şırnak’ta geç gittikleri için -17.00’i 5 geçe- seçimlere giremiyoruz. Şırnak dışında tüm illerde varız. Birkaç ilçemiz hariç tüm ilçelerde de olacağız. Zannediyorum Türkiye’de her yerde katılım gösteren bir iki partiden birisidir Saadet Partisi.

Adaylarını belirlerken neleri kıstas aldınız?
Belediye Başkan adaylıkları konusunda beklentilerimiz üstünde bir profil çıktı ortaya. Önümüze gelen iki kişiden birini seçmedik en başta oturup düşündük beldeyi ilçeyi ili en iyi şekilde kim temsil edebilir diye.

Aday belirleme sürecinde genel başkan olarak en çok nerede zorlandınız?
Zorlanmadık, zorladık. Şu anda komisyonlar kuruldu. İstanbul ve Ankara için özel komisyonlar kuruldu. Bu anlamda bir problem yaşamadık.



Belediye Başkanlığı anlamında değil ama il genel mecliste oylar anlamında bir hedef koydunuz mu?

Rakamsal hedefi söylemeyeyim ama şöyle söyleyebilirim bu seçimlerde ‘okun yükseliş’ istikameti yükselecek. Milletin önceki seçimler ile kıyaslandığı zaman çok ciddi bir biçimde Saadet partisine oy verdiği görülecektir. Esasında bundan sonraki genel seçimlerde Saadet Partisi Türkiye’nin muktedir siyasetinin adresi olarak ortaya çıkacaktır. Bunun için bu seçim istikametin görüldüğü bir seçimdir.

Mutlaka kamuoyu araştırmaları yapmışsınızdır. Bu araştırmalara ilişkin bölge olarak nerde güçlü olduğunuzu söyleyebilir missiniz?
Tüm seçim bölgelerinde güçlüyüz. Saadet Partisi tüm seçim bölgelerinde iktidarlı bir parti olarak seçime hazırlanıyor bunu samimiyet ile söylüyorum. Mesela; Malatya, Elazığ, Bingöl, Bitlis, Van, Urfa, Maraş, Düzce, Adıyaman, Sivas, Tokat, Adapazarı, Sakarya’da ses getireceğiz. İddialıyız. Özel programlar yapacağız. Zaten teşkilatlarımız çok ciddi bir biçimde olağanüstü gayret sarf ederek çalışıyor. Tabii ki daha kuvvetli olduğumuz yerler olacak ama “şurada da laf olsun diye seçime giriyoruz” dediğimiz bir tek yer yok.

İstanbul ve Ankara’yı bu illerin arasında saymadınız…
İstanbul ve Ankara özel iller zaten hiçbir parti bunları saymaz ancak bizim teşkilat bakımından en güçlü olduğumuz yer İstanbul’dur.

"ONLARIN ARABASI VAR AMA RUHU YOK"

Yerel yönetimlerde Refah Partisi’yle birlikte bir açılım yaşandı. 1994 yılından itibaren Türkiye’de büyük değişiklikler oldu. Belediyelere dinamizm katacak şekilde yeni açılımlarınız var mı?
1989-1994 yılları arasındaki Milli Görüş belediyeciliği kendinden öncekiler ile kıyaslandığında büyük farklar ortaya koymuştu. 4 konuda devrim yaptık. Birincisi; Halkla ilişkiler devrimiydi… Yani halka kapalı olan belediyelerin kapıları halka açıldı. Mahalle meclisleri ve halk meclisleri ile belediye başkanları hesap veren başkanlar durumuna geldi. İkincisi; Bütçe devrimiydi… O zamana kadar büyük borçlar içinde kıvranan belediyelerin borçları sıfırlandı. Bütçelerini iyi idare edip borç yönetimini kontrol ettiler. Üçüncüsü; Değerlerimizi yönetim anlayışı ile bütünleştirdik. Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmacılık, iltibas bunlar ortadan kaldırıldı. Hatta hatırlarsınız belediye başkanlarının arkasında “rüşvet alan da veren de mel’undur” yazar. Dördüncüsü; Çevre devrimidir… Şehirlerimiz muazzam şekilde değiştirilerek Şehirlerimiz, ilçelerimiz, beldelerimiz yaşanabilir yerler haline geldi. Bu dönemde belediyelerimiz kendi üzerlerine vazife olmayan işleri de yaptılar. Okulların güzelleştirilmesi gibi…

Fakat şu andaki bir çok AK Parti’li belediye başkanı eski Refah Partisi kökenli…
Bunu bir politik eleştiri değil bir durum tespiti olarak görüyorum. Geçtiğimiz 2-3 yıllık süre içerisinde, arkadaşlarımızın çoğu belediyeyi kaybettiler ama öyle bir durum ortaya çıktı ki daha evvel bizde olan arkadaşlarımız şimdi başka partilerde belediye başkanlığı yapıyorlar. Başarılı olanlarını tenzih ediyoruz ama çok büyük bir kısmı bu süre içerinde fevkalade ciddi bir başarısızlık ile karşılaştılar. Belediye aynı belediye, insanlar aynı insanlar, halk aynı halk, işler aynı işler, belediye başkanı da aynı belediye başkan. Ama baktık ki halk memnun değil. Bu saydığımız 4 alandaki devrimlerin hepsi geriye gitmeye başladı. Bunun da çok üzerinde işleri kanıksama durumu oldu. Belediye başkanlığı koltuğunda ömür boyu oturacağız gibi bir kendi konumlarını ebedileştirme durumu söz konusu oldu.

Peki ne oldu da değiştiler?
Her şey aynı ama bir değişim oldu. Onun sebebi de şu; Mustafa Sandal bir şarkısında “onun arabası var ama ruhu yok” diyor. Bizde bir ruh kaybı oldu hizmet kaybı oldu. Ama milli görüş belediyeciliği halk tarafından özlenen bir belediyecilik haline gelmiştir. Bu dönemdeki belediyelerin yolsuzluk ve şaibe durumlarına bakılacak olursa en kötü dönemlerinden birini yaşıyor Türkiye. Tabi ki bu işe hiç karışmamış başkanları tenzih ederek söylüyorum. Halk bize oy vermeye mecbur düşüncesi ile hizmetler aksamaya başlamıştır.
Önümüzdeki dönemde motivasyonunu kaybetmiş hiçbir arkadaşımızın koltuğunda oturmasına müsamaha etmeyeceğiz

"DOSYA SALLAMA SİYASETİ ETİK DEĞİL"

Yolsuzluk ve şaibelerin yaşandığı zaman dilimi dediniz de medyada yerel seçimler olması nedeniyle yoğun bir saldırı var, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belli bir dosya olsa ortada savcılığa müracaat edip gereğinin yapılmasını isterim ama şu anda bu anlamda çok yaygın bir şaibe var. Bu şaibenin kaynağı bunlar ile muhatap olan insanlardan geliyor, söylenti olarak geliyor, genel kanaat olarak bu söylentiler geliyor. Toplumun farklı kesimleri tarafından üzerinde ittifak sağlanmış bir durumdur. Ancak bir şahsı suçlamak için net delil gereklidir. Ben şahsen net bir delil olmadığı sürece bunu yapmam.

“Dosya sallama” yöntemi siyasete yeni bir kavram olarak girdi bu dönem. “Dosya siyasetçiliği” de deniliyor. Nasıl bir yaklaşımınız var?
Hiç tasvip etmediğim bir anlayış. Varsa elinde belge bu ülkenin savcısı yargısı var.

Sorun nereden kaynaklanıyor?
Burada özellikle siyasetin rant üretmesi diye bir sorun var. İyi insanlar, ahlaklı insanlar üzerine sistem bina edilmez. Sistemin bizzat ahlaklı olması lazım. Türkiye’deki siyasi sistemin yapısı bürokratik oligarşi, millet tarafından denetlenmeyen, hesap vermeyen, birtakım kurum ve kuruluşlar, şahıslar var. Bu bürokratik oligarşi zaten Türkiye’deki işlerin büyük bir çoğunluğunu yürütüyor. Yüzde 60’ını 70’ini yürütüyor. Geri kalan kısmını da sivil siyasete bırakıyor. Ama sivil siyasetin bu alanlarda iş yapabilmesi için rant üreten bir siyaset anlayışı bırakıyor. Problem burada. Türkiye’de kamu hizmetlerinin, sivil siyasetin yönettiği kısmın rant üretiyor olmasıdır. Türkiye’nin bunu ortadan kaldırması gereklidir. Rantın olduğu yerde Ahmet Bey iyi adam olabilir buna dayanabilir ama Mehmet Bey normal bir adamdır buna dayanamaz ranta teslim olur. Burada sistemin düzeltilmesi, sistemin ahlaklı bir hale getirilmesini temin etmek gereklidir. Benim kongre konuşması sırasında kendime verdiğim bir söz vardır; “Harun gibi gelip Karun gibi gitmeyeceğim.” Türkiye’de siyasi liderler halktan söz alırlar, kendileri söz vermezler. İlk defa bunu denedik çok ta doğru olduğunu düşünüyorum bunun. 15 maddelik bir sözdü bu fakat toplumda o kadar çok karşılığı var ki olağanüstü tuttu. Her gittiğimiz yerde millet bize bu Harun Karun meselesini soruyor ve bundan çok memnun oluyor.

Necmettin Erbakan kalabalıklardan söz alırken, siz tersine bir söylem geliştirip kalabalıklara söz veriyorsunuz, neden?
Bu benim tarzım. Ortada bir çelişki yok.

“Harun Gibi gelip Karun gibi gitmeyeceğim” yeminiz “Obama gibi gelip Bush gibi gitmeyeceğim” tarzı bir söylem oldu sanki?
Fehmi Koru Bey o sözü benden bir hafta sonra yazdı. Tabi orada sadece Harun-Karun meselesi yok. Mesela, milletin oyu ile iktidara gelip napalım reel politik diyerek, reel politiğin mazeretine sığınmayacağıma, Türkiye’nin ve dünyanın egemenlerine kul olmayacağıma söz veriyorum, gibi 15 maddelik sözler var. Bu çok sıradan bir şey. İmam Gazali diyor ki; “Siyaset adamları ve ilim adamları bunlar önemli kimselerdir. Bunlar ne kimsenin kuşku duyacağı kadar servet ve zenginlik içerisinde nede kimsenin hakir göreceği kadar bir yoksulluk ve zillet içerisinde yaşamamalıdır.” Ölçü budur. Özellikle dindarlık iddiasında bulunanlar tüm hareketlerine 10 kere dikkat etmek zorundadırlar. Müslümanlık tabi ki insanların servet sahibi olmasına müsaade eder ancak bizim farkımız, Müslüman düşüncesinin farkı, iki kere sorgular adamı. Parayı nereden kazandın? Nasıl harcadın? Para kazanmanın ve harcamanın tüm yollarının meşru olması gereklidir. Örnek ve önde olan insanların buna fevkalade dikkat etmeleri gerekiyor. Bu bakımdan Harun gibi gelip Karun gibi gitmeme sözü aslında sıradan bir söz iken, demek ki toplumsal bir ihtiyaç ki millet tarafından fevkalade ciddi bir biçimde tutulmuştur.

"JİP SONRADAN GÖRME ZENGİNLİĞİN SEMBOLÜDÜR"

Jip açılımına siz de bir anlamda destek veriyorsunuz o zaman?
Şüphesiz evet. Yoksulluğun, fakirliğin bu kadar yoğun olduğu, çocuğuna gördüğü şekeri alamadığı için intihar eden insanların olduğu bir memlekette, hele dindar adamların lakayt bir şekilde lüks jipler ve arabalarına binerek toplumun önüne geçmeleri tasvip edilemez,asla kabul edilemez. Hatırlarsınız 1960’lı yıllarda Mercedes Türkiye’de sonradan görme zenginliğin bir işaretiydi. Sonradan görme zenginler sarı ve kırmızı Mercedes’lere binerlerdi. 1980’li yıllarda Jaguar, hatırlarsınız hatta Jaguar Partisi bile kuruldu. Jaguar sonradan görme zenginliğin işaretiydi. Şimdi ise jip sonradan görme zenginliğin bir sembolüdür.  Hareketlerine toplumsal ahlakı yansıtma ihtiyacı duyan hiç kimsenin, bu gösterişin içinde olmaması gereklidir. Gösteriş tüketimi denen bir şey var. Bunu sembollerinden birisi jiptir.

Sizin hususi aracınızın markası ne?
1996 model Opel Vectra’m var…

Çocuklarınız almak isterse…
İstediler ama hemen reddettim. Onlara “kırık, dökük, eski model de olsa 3 bin liralık bir bile olsa asla jipe binmeyeceksiniz” dedim.

Dokunulmazlara dokunma meselesi denildiği zaman zannediyorum sizin en yumuşak karnınızdan biri olduğundan sormak istiyorum. Türkiye’de bir süreç yaşanıyor. Adına Ergenekon davası deniliyor ve bir takım insanlara dokunulduğu bir dönem şimdi ama partinizi temsil eden Milli Gazeteye bakıldığında, “olayı bilmiyorum, duymuyorum, görmüyorum” havası var.
 Bu çok yanlış bir izlenim çünkü Ergenekon davasının en başından itibaren biz 4 maddelik bir genel çerçeve ortaya koyduk. Birincisi; siyasiler savcı, hakim, avukat değildir. Siyasiler bu göreve soyunmasın. İkincisi; bu Türkiye Cumhuriyeti’nin belki en önemli hukuki davalarından birisidir. Bu dava vesile edilerek iş nereye kadar gidiyorsa, kime kadar gidiyorsa, ucundan kim çıkıyorsa tüm sorumlular ortaya çıkarılmalıdır. Kendisine kamunun vermediği görevi kendi kendine oluşturarak bir takım çeteleşmelerin önüne geçilmesinin de önüne çıkıp mani olacak bir süreç olmalıdır. Üçüncüsü; mahkemenin iki safhası var birisi soruşturma kısmı, birisi de mahkeme kısmıdır. Her ikisinin de hukukun üstünlüğü çerçevesinde şeffaf ve açık olması gerekir. Dördüncüsü; umulur ki Türkiye bu dava dolayısıyla bir temiz eller operasyonu gerçekleştirmiş olsun. Başlangıcı olsun. Bu Türkiye’nin demokratikleşmesinin de başlangıcı olsun. Biz bunları en başından beri söyledik hatta kimsenin söylemediği bir şey söyledik.

Neler söylediniz?
Ergenekon’u konuşuyoruz, dün Susurluk’u konuşuyorduk. Yarın belki başka bir şey konuşacağız. Mesele Türkiye’nin yapısındaki bu çeteleşmeyi üreten yapının ortadan kaldırılması ve tümüyle milli egemenliğin sağlanmasıdır. Milli egemenliğin çerçevesi üçtür. Millet seçer, denetler, değiştirir. Bunu yapmıyor ise milli egemenlikten bahsedilmez. Türkiye’de milletin müdahil olamadığı çok geniş bir kamu yönetimi alanı var. Bürokratik oligarşi dediğimiz şey bu. Bunun millet denetimine açılması gereklidir. 1960 ihtilalinde hukuk sistemi devre dışı bırakılmıştır. 12 Eylül darbesi ile birlikte YÖK baskısıyla eğitim sistemi millet egemenliğinin dışına çıkarılmış, 2000 yılındaki 17’inci IMF protokolü ile de üst kurullar vasıtası ile ekonomi yönetimi milletin egemenliğinden çıkarılmıştır. Hukuk sistemini, ekonomi sistemini ve eğitim sitemini denetleyemeyen bir milletin egemenliği nasıl olabilir?
Bu söz ile olmaz. Bu kararlılık ile olur. Sivil demokratik bir anayasayı geliştirmek zorundadır, mecburiyetindedir. Siyasi partiler yasası, seçim sistemi, seçim yasası, sendikalar yasası, grev lokal yasası gibi yasalarda demokratikleşmenin sağlanması gereklidir. Meclis iç tüzüğünün demokratikleştirilmesi gereklidir.

Dokunulmazlık meselesi de var…
Evet bir başka önemli konu dokunulmazlıklar meselesidir. Parlamenterlerin bireysel suçlarında dokunulması gerektiğini kanaatindeyiz. Siyasi suç hiç kalmamalıdır. Seçilmiş liderlerin kürsü masuniyeti, fikri masuniyeti mutlaka sağlanmalıdır, korunmalıdır. Hangi fikri söylüyor olursa olsunlar. Ama diyelim ki adam vergi kaçırdı adam öldürdü, milletvekili dokunulmazlıklarının altına da girmesin. Aynı şekilde dokunulmazlıklar meselesinin sadece parlamenterler ile ilgili kısmını görüyoruz. Sadece parlamenterlerin değil Türkiye’de yasal değişiklikler yapılarak sivil ve asker bürokratlarında gerektiği zaman millet tarafından denetlenebilecekleri hatta mahkeme edilecekleri bir şey ortaya çıktı. Şu anda kamu yönetiminde parlamenterlerden çok daha geniş bir alanda insanlara dokunulamıyor. Bu dokunulamayan insanlar bu cumhuriyette 72 milyondan kimsenin dokunulmazlık hakkı kalmasın belki buraya istisna olarak cumhurbaşkanı konulabilir. Cumhurbaşkanına ise zaten anayasal olarak nasıl dokunulacağı anayasal olarak tespit edilmiştir.

Buradan “ne savcıyız ne de avukat” anlayışı çıkıyor…
Çok net söylüyorum şu ana kadar Türkiye’de bir kısmı Ergenekon yanlışı bir kısmı Ergenekon karşıtı duran siyaset anlayışı var. Türkiye’de siyaseti Ergenekonlaştıracak en kötü yaklaşım budur. Ne başbakanın burada savcı rolüne soyunması kabul edilebilir, ne ana muhalefetin avukat rolüne soyunması kabul edilebilir. Buna sistematik bir yaklaşım ile yaklaşılıp sistemin iyileştirilmesi gereklidir. Sistemin demokratikleştirilmesinin imkanının sağlanması gereklidir. Hazır milletin önüne bu kadar önemli bir konu gelmiş ve milletin önemli bir kısmı bu konuda bir ittifak sağlamışken burada taraf üretmek değil burada sistemi iyileştirecek perspektifle hareket edilmesi gereklidir. (Bitti)

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.