(anadoluhaber) TUNCAY OZKAN SUIKAST RAPORU 93 96

Suikast Raporu 93/96 Uğur Mumcu Cinayeti Soruşturması Sorgulanıyor
Tuncay Özkan
 

Suikast Raporu 93/96 Uğur Mumcu Cinayeti Soruşturması Sorgulanıyor
 
 
FANTAZİ
ÖLDÜRÜLÜRSÜNÜZ
Komutan gazetecinin gözlerinin içine bakarak sözlerini sürdürür.
-Oraya gidemezsiniz. Giderseniz geri dönemezsiniz. Dönerseniz o ropörtajı yayınlayamazsınız. Yayınlarsanız dava açılır, mahkeme mahkeme süründürürüz. Hatta o ropörtajı yaparsanız öldürülürsünüz, oradan sizi kurtaramayız...
Gazetecinin kulaklarında "öldürülürsünüz" sözcüğü yankılanır. Bir insanın yaşamını sona erdirecek sözcük, bu kadar kolayca hem de devletin resmi üniformasını taşıyan komutan tarafından çok rahat bir biçimde telaffuz edilebilmekktedir:
-Öldürülürsünüz!
Gazeteci, daha bu sözcüğün şaşkınlığını üzerinden atamadan, ikinci kez şok olur.
-İşte burada tüm yaptığınız telefon konuşmaları. Kiminle nasıl temas ettiğiniz, bütün görüşmeleriniz.
Komutan iki lacivert kaplı klasörü gazetecinin önüne atar. Gazetecinin şaşkınlığı bir kat daha artmıştır.
-Siz bizim telefon konuşmalarımızı dinlemekle anayasal bir suç işliyorsunuz
diyerek tepki gösterir ve devam eder:
-Benim burada yapmak istediğim gizli kalmış bir konuyu ortaya çıkarmak, en azından APO - MİT ilişkisiyle ilgili iddiaları tarafsız bir basın mensubu olarak ortaya çıkarmaktır.
Ama nafile! Karar kesindir. PKK lideri Abdullan Öcaalan ile ropörtaj yasaktır .
Gazeteci- yazar Uğur Mumcu'nun sonun başlangıcına çıkış noktası, bu kez de bir başka gazetecinin önünde engeldir.
Sanki devletin gizli kalması istenen bir sırrı vardır. Ve bu sırra uzanmak yasaktır. Uzanan kalemler ise kırılacaktır.
R Ü Y A
Gecenin ürpertici sessizliğinde ter içinde uyandı. Halen kulaklarında o korkunç patlama. Terini eliyle silerken, eşinin uyandığını fark etti.
"Ne oldu Uğur?" sorusu uzerine, halen kulaklarındakı korkunç yankılanma ile anlatmaya başladı:
-Bir rüya gördüm Güldal. Korkunç bir patlama oluyor. Bu patlama sonrasında bedenim ikiye ayrılıyor ve gövdem yukarıya doğru yükseliyor."
Güldal Mumcu ürktü. Ama bunu hiç belli etmedi.
-Kabus görmüşsün, son dönemde çok yoğunlaştın onun etkisiyledir" dedi.
Mevsim yazdan güze dönüşüyordu. Sarı sarı yapraklar Ankara sokaklarının yeni dekorunu oluştururken, araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu, 3 ay sonra yaşamını noktalayacak suikasti rüyasında görüyordu.
Ertesi sabah kalktı, yine çalıştı, yine araştırdı, yine yazdı. Ta ki 24 Ocak 1993 günü saat 13.25'e kadar.
Son çalışması Ortadoğu'da sergilenen yeni senaryolar, "CIA ve Pentagon tarafından uygulanan "Gizli Diplomasi", (31.7.1992 Gözlem: Karanlığa Doğru) yani 1970'li yıllardan bu yana oynanan Kürt satrancıydı. Tabii bu oyunun perde arkasındaki güçler ve oyunun başrol oyuncularından "TC burslu" Abdullah Öcalan...
Öcalan kimdi? Nerede yetişmişti? Ankara'ya nasıl gelmişti? Ne tür güç odakları ile işbirliği yapmıştı ve halen yapıyor muydu?
24 Ocak günü Türkiye'nin kalbinde patlayan bomba ile yaşama gözlerini yuman Mumcu bu soruların yanıtlarını arıyordu. Araştırıyor, araştırdıkça yeni belgelere, bilgilere ulaşıyor ve dönemin Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral'in deyimiyle, "bilerek ya da bilmeyerek birilerinin nasırına basıyordu". (25 Mart 1993 - Cumhuriyet)
Neydi Mumcu'nun son araştırdığı olay? Kimin ya da kimlerin nasırlarına basmıştı ki bu güçler, bu yiğit kalemi kırmışlardı? Neyin ortaya çıkmasından bu kadar ürkmüşlerdi? Ve neden yıllar sonra bu olayı araştırmaya, bu konuda olayın bir tarafının görüşlerini almaya yönelik çaba "öldürülürsünüz" tehdidiyle bastırılabilmişti?
Mumcu'nun son çalışmaları sadece APO'nun MİT bağlantısı üzerine değildi. Bazı ünlü siyasilerin ve bürokratların karanlık ilişkileri, bunların devletin bazı yöneticileriyle ve yeraltı dünyasıyla geliştirdikleri kirli para oyunlrı; özellikle uyuşturucu bağlantısında PKK dahil bütün bu çevrelerin birbirleriyle kurdukları yurtiçi ve dışı karanlık ortaklıklar Mumcu'nun üzerinde durduğu noktalardı.
APO geçmişte MİT için çalışmış mıydı? Mumcu yaptığı ilk araştırmalar sonucunda bunu doğrulayan bilgiler elde etmişti. Ve bunun belgelerine ulaşmak amacıyla yoğun bir araştırma temposu içine girmişti. Bunun için de 12 Mart döneminde APO'yu yargılayan askeri mahkemenin savcısı DYP eski Milletvekili Baki Tuğ'a başvurmuştu. 4. Kolordu Askeri Mahkeme kayıtlarında ortaya çıkmayan belge, belki de Tuğ'un arşivinden çıkacaktı.
Mumcu son döneminde bunu araştırırken, yaşamında da ilk defa öldürülme korkusunu hissediyordu. O dönemde köşesinden sıkça atıştığı Özgür Gündem gazetesinin sahibi ve başyazarı Yaşar Kaya'nın "Uğur Mumcu Dosyası" başlıklı yazısındaki satırlar Mumcu'nun yaşamında ilk kez, "Bunlar beni galiba öldürecekler" sözlerine yol açıyordu. Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu'ya bu sözleri sarf etmesine yol açan satırlar işe şöyleydi:
"Kürtler, Seyit Abdülkadir, hangi İngiliz'den hangi silahı, hangi parayı aldı? Mumcu'ya bunları sorduğumda çay içilen salondan kaçtı. Kürtler, Cumhuriyet'in kurulmasında temel taş oldular. 1925'lerden sonra Kürtler inkar edildi. Bu konuda Mumcu'nun Kürtler için istediği bir şey var mı? Herkes maskesini çıkarsın, yoksa yüzlerindeki maskeyi biz yırtacağız. Biz yırtmasak bile, Kürt halkının dinamiği yırtacak. Herkesin notu, karnesi belli olmuştur. Kürt düşmanlığı yapmamak bile namus borcudur." (Gündem Yazıları - Yaşar Kaya)
Mumcu'yu bunların hiçbiri ürkütmedi. Ortadoğu'da sergilenen ve Türkiye'yi doğrudan ilgilendiren senaryonun, Kürt satrancının taşlarını belgeledi. CIA ve MOSSAD'ın bu oyundaki rollerini ölümünden 17 gün önce Cumhuriyet'teki köşesinde sergilerken, şu soruyu da yöneltiyordu:
"Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD'ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, anti-emperyalist savaş yapıyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?" (7 Ocak 1993 - Cumhuriyet)
Mumcu bu yazısından kısa bir süre sonra 13 Ocak günü İsrail'in Ankara Büyükelçisi tarafından yemeğe davet edilir. "Özellikle yalnız gelmesi" de not olarak vurgulanan davette neler konuşulduğu bilinmez, ancak Mumcu'nun ölümünden birkaç gün sonra büyükelçi daveti kendinin yaptığını basına doğrularken, görüşmenin içeriği konusunda ise şunları söyler:
"Rabıta kitabını almıştım. Genel çerçevesini anladım, ama Türkçem yetmediği için hepsini anlayamadım. Özel bir amacım yoktu, sadece tanışmak içindi."
Mumcu'nun sonun başlangıcına yaklaştığı bu günlerde bu tür ilginç raslantılar çoğalır. Bir dönem Tuzla Yedeksubay Okulu'ndan, "sakıncalı" olduğu için mezun olamadan er olarak askerliğini yapan Mumcu, 13 Ocak 1993'de Harp Akademileri Komutanlığı'nda "Türk Basını ve Sorunları" başlıklı bir konferans verir.
Yaklaşık 500 kurmay subay tarafından ayakta alkışlanan Mumcu bu konferansta suikastten 23 ay sonra soruşturma makamları yerine, gazetecilerin ortaya çıkardığı şu ilginç tehdidi de konuşması sırasında şöyle dile getirir:
"Ben hayatımda tehdit almadığım günü yadırgıyorum. Telefonla, yazılı ve sözlü. Telgrafla hiç tehdit duydunuz mu? Geçenlerde Hasan Mezarcı diye bir milletvekili ile televizyonda tartışmaya çıktık. Telgraf geliyor. 'Yakında öldürüleceksiniz' diye. Mektubu anlıyorum, telefonu da anlıyorum. Bunlar da terör örgütü." (Belge - 1: Uğur Mumcu'nun Harp Akademileri Komutanlığı'ndaki konferans metni)
Mumcu'nun sözlerinin de ortaya koyduğu gerçek, "nasıl olurda bir insan telgrafla tehdit" edilebilirdi? Böyle bir telgrafı hangi PTT görevlisi kabul edebilirdi? Kimler devlet içinde hangi odaklarla işbirliği içindeydiler ki, bir devlet görevlisi bu telgrafı çekebilmişti? İslami Hareket Örgütü militanlarının PTT görevlilerini nasıl elde ettiklerine ilişkin ifadeleri belki de bu sorunun yanıtını oluşturuyordu. Örgüt militanlarından Mehmet Ali Bilici ifadesinde, İran'ın istihbarat çalışmaları için Türkiye'deki bir posta memurunun kendilerine kazandırılmasını istediğini, bunun için de 80 bin dolar ödediklerini itiraf ediyordu.
(Belge - 2: Mehmet Ali Binici'nin ifadesi)
Bir dönemin "Sakıncalı Piyadesini", Harp Akademileri Komutanlığı'ndaki konuşması sonrasında yaklaşık 15 dakika ayakta alkışlanmak oldukça şaşırtmıştır! Mumcu bu şaşkınlığını Ankara'ya döndükten sonra yıllarca avukatlığını da yapan yakın dostu Emin Değer'e, "Düşünebiliyor musun Emin ağabey, bir dönemin Sakıncalı Piyadesi, şimdi ayakta alkışlanıyor" şeklinde dile getirir.
21 Ocak'ta İstanbul'da gazetenin toplantısına katılan Mumcu aynı akşam Ankara'ya döner. 22 Ocak Cuma günü okullarin yarıyıl tatili başlar. Çocuklarının karne başarılarını kutlamak için Pizza Villa'da ailecek yemek yenir ve bir daha binemeyeceği 06 YR 245 plakalı Renault 12 marka arabayla pek de geç olmayan bir saatte eve dönülür.
Dönüşte Mumcu'ların da arabasında gelişlerinde olmayan bir aksilik vardır. Araba sürekli olarak sola çekmektedir. Mumcu Reşit Galip Caddesi üzerinde arabayı durdurur ve lastikleri kontrol eder. "Kimbilir belki de lastiklerden biri patlamıştır!". Ama o an neden bulunamamıştır. Belki sorun aracın artık eskiyen ön aksamından kaynaklanmıştır. Belki de bomba o an bile aracın üzerindedir ve soruna o yol açmıştır. Ama bu soruların yanıtları incelemeler sonucunda ne yazıkki ortaya çıkartılamamıştır.
O gece için kesin olan şem Uğur Mumcu'nun arabasına son kez bindiğidir.
Evin önünde her zaman park yeri bulunurken, yine bir tesadüf sonucu yer kalmamıştır. Karlı Sokak 65 nolu apatmanın hemen çaprazındaki Tunus Büyükelçiliği'nin önündeki nöbetçi polis kulübesinden görülebilecek noktalarda park yeri yoktur. Mumcu arabasını mecburen polis noktasından net olarak görülemeyen 63 nolu apartmanın karşısına park eder.Ta ki, 24 Ocak günü öğleden sonra, Türkiye'nin üzerine Karlı sokaktan yuvarlanarak düşen çığa kadar arabaya da kimse binmez.
ACI HABER
Bir büyük patlama oldu 24 Ocak pazar günü Karlı sokakta. Bir çığ gibi büyüdü ve tüm Türkiye'yi sardı. "Ben suikastten değil, Türkiye'deki karayollarından daha çok korkuyorum. Trafik kazalarında hergün onlarca kişi ölüyor" diyen kalemi kırdılar 24 Ocak'ta.
İbni Sina Hastanesi'nde tedavi gören Prof.Dr. Kazım Türker'i ziyaret etmek için evinden çıkan Uğur Mumcu, arabasına yerleştirilen bomba ile yaşama gözlerini yumdu.
Mumcu eşi Güldal Mumcu'dan birkaç dakika erken çıkarak arabasına yöneldi. Kimilerine göre arabasına oturup, vitesi boşa aldıktan, kimilerine göre ise, arabanın kapısını açtığı anda gerçekleşen patlama sonrasında hayata veda etti. Yaklaşık 2- 2,5 kilogram ağırlığındaki C-4 tipi plastik patlayıcı onu bir daha hiç ölmeyeceği halkının yüreğindeki yerine götürdü.
İki gündür Karlı sokak 63 nolu apartmanın karşısında bekleyen 06 YR 245 plakalı oto patlamanın etkisiyle dağılıp tanınmayacak hale gelirken, tahrip gücü yüksek bombanın etkisiyle Mumcu'nun bedeni de 3-3,5 metre havaya fırlayarak, yan taraftaki su deposunun bahçesine düştü.
Mumcu'nun o gün evden dışarı çıkacağını kimler biliyordu? Eşi ve diğer aile bireyleri ile Güldal Mumcu'nun iddiasına göre yan apartmandaki komşu Ömer Çiftçi.
Bir anlatıma göre, Mumcu o gün çalışma odasındayken, yan apartmanda oturan Çiftçi, Mumcu'nun cama yaklaştığını görünce penceresini açar. "Merhabalaştıktan" sonra, Mumcu'nun evden çıkıp çıkmayacağını sorar. "Öğle saatlerinde bir hasta ziyareti icin çıkacağım" yanıtını veren Mumcu'nun da bu "garip merak" aklını kurcalar.
Olayın gelişimini Güldal Mumcu'nun TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'na verdiği bilgilerden okuyalım:
"....Odasının camını havalandırmak için açıp, (oturma odamız bizim evimiz çalışma odası evin içinden geçilir) geldi oturma odasına, bana dedi ki 'camı açtığım zaman Ömer Çiftçi bana (yandaki apartmanda, o gün gelmiş olan Ömer Çiftçi, İstanbul'da oturur kendisi ve arada sırada Ankara'ya gelir, ailesi Ankara'dadır) dışarı çıkıp çıkmayacağımı ' sordu dedi. 'Evet' dedim. 'Sen ne söyledin?' dedim. 'Çıkacağımı söyledim' dedi. 'Peki ne var, niye bu kadar şey' dedi. 'Sence tuhaf değil mi?' diye sordu. 'Neden Ömer Çiftçi benim dışarı çıkıp çıkmayacağım ile ilgileniyor?' dedi. Şimdi ben kısaca hızla, 'Ömer Çiftçi neden ilgilenir, kim, yani bağlantı kurmaya çalışıyorum', "Bana çok tuhaf geldi, sen ne diyorsun?"dedi. Ben de dedim ki, bağlantı kurabileceğim hiç o ana kadar olumsuz bir bilgi birikimimiz yok ikimizin de Ömer Çiftçi hakkında. 'Olsa, olsa zevzekliğindendir' dedim. Şöyle oturma odasında bir tur attıktan sonra 'çok tuhaf' dedi." (İfade bozuklukları, konuşmaların olduğu gibi metne yansıtılmasından kaynaklanıyor)
Ömer Çiftçi'ye göre ise, Uğur Mumcu ile aralarında böyle bir konuşma kesinlikle geçmemiştir. Şimdi Çiftçi'nin bu konudaki görüşlerini, TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'nda RP Bingöl Milletvekili Hüsamettin Korkutata'nın, "Herhangi bir konuşma olmadı mı?" şeklindeki sorusuna verdiği yanıttan okuyoruz:
"Hayır. Bizim yatak odası tarafında balkon yok. Uğur beyin tarafında balkon var. Fakat demirler, korumak için demirlerle kaplı. Yani asgari 3 - 5 dakika uğraşması lazım Uğur beyin balkona çıkabilmesi için. Ayrıca Uğur bey o tarafı hemen hemen yaşamında hiç kullanmamıştır. Uğur beyle de ben konuşmadım. Ayrıca görseydim de konuşurdum, yani görseydim 'günaydın' derdim, 'nasılsınız' derdim, 'ne var, ne yok' derdim. Yani o anda aklıma ne gelirse onu da söylerdim." (İfade bozukluklları, konuşmaların olduğu gibi metne yansıtılmasından kaynaklanıyor)
Mumcu sonun başlangıcına doğru saatler 13:20'yi gösterirken çıktı. Yan apartmanın önünde arabasını yıkamakta olan İbrahim Öncül'le (Milli Savunma Bakanlığı'nda elektrik mühendisi olarak görev yapıyor) "merhabalaştı" ve arabasına doğru yöneldi.
Ve yüzbinleri sokağa döken olay saat tam 13:25'de yaşandı.
İbrahim bey (Öncül) arabanın kapısının kapandığına dair herhangi bir ses duymadığını söylüyordu. Öncül, 24 Ocak 1993 günü alınan ifadesinde, ".....ancak büyük bir yanılgım yok ise, Uğur beyin binadan çıktığını ve arabaya bindiğini görmeme rağmen, çok yakında mesafede bulunduğum halde, ne kapı sesi ne de bir motor sesi duydum. arabası ile benim aramda 6 - 7 metrelik bir mesafe vardı......" diyordu. (Belge - 3: İbrahim Öncül'ün ifade tutanağı)
Eşi Güldal Mumcu da arabanın içine girmediği inancında. Güldal Mumcu eşinin uzaktan kumandalı, seri bağlanmış bir patlayıcı ile öldürüldüğünü düşünüyor. Güldal Mumcu, peşpeşe üç ayrı patlama sesi duyduğuna da emin. Ancak emniyetin bulguları ise, bu ses ve görgü tanıklığının tam tersi. Mumcu arabasina bindi ve birinci viteste bıraktığı arabasını boşa aldığında vites koluna bağlanan ve birkaç santim geriye kayması sonrasında patlayıcının harekete geçmesi ile hayatını kaybetti.
Patlama haberini Cumhuriyet Gazetesi'ni arayan komşusu bildirdi. Birkaç dakikalık korkunç boşluğun ardından, hüzünlü bir şaşkınlık kapladı Cumhuriyet Ankara Bürosu'nu,
- Uğur ağabeyi öldürmüşler...
sözleri yankılandı. Sanki bir kabustu yaşanan. Kimse inanmıyor, kimse inanmak istemiyordu.
Birkaç dakika sonra İstanbul'daki merkeze gelen telefon ikinci bomba olarak gazetenin ortasına düştü.
-Uğur Mumcu, İslami Kurtuluş Örgütü adına cezalandırılmıştır.
Ve yurdun dört bir yanında binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce el ahizelere uzandı. Radyolar, televizyonlar yayınlarını keserek haberi duyurmaya başladılar. Uluslararası haber ajansları suikast haberini "acil" koduyla 'çınlatarak' geçtiler:
-Uğur Mumcu öldürüldü...
Olaydan 2,5 saat sonra Anadolu Ajansı'nın İstanbul Bölge Müdürlüğü'nü arayan bir başka şahıs ise, cinayeti İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA - C) adına üstlenirken, karanlık eller tekrar Cumhuriyet Gazetesi'nin İstanbul'daki merkezini arayarak, "İslami Cihad" adını kullanıyorlardı. HBB televizyonu ise, suikasti PKK'nın üstlendiğini duyuruyordu.
Evet, saat tam 13.25'de patlayan bomba, "...Ben özgürlükçüyüm. Ben, insan hakları savunucusuyum. Ben, terörün karşısındayım. Ben, yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım..." diyen kalemi susturdu bir anda!..
Mumcu arabasını son olarak 22 Ocak akşamı kullanmıştı. Pizza Villa'da yenilen yemekten sonra eve dönerken, araba sola çekiyordu. Ne Mumcu, ne de eşi buna bir anlam veremedi. Mumcu, 24 Ocak sabahı bir konser programını izlemek üzere evden daha erken saatte çıkan oğlu Özgür Mumcu'ya 2 gün önceki olayı düşünerek lastiklere bakmasını istedi. Özgür evden çıktıktan sonra arabanın dört lastiğini de ayrı ayrı tekmeledi. Acaba tekerlekler inik ya da herhangi biri patlamış da, araba o yüzden mi sola çekiyordu? Lastikler normaldi, Özgür de kosere gitti. Ama belki de bomba önceden arabaya yerleştirilmiş, tekmeleme sırasında harekete geçmemiş ya da Mumcu'nun tek başına arabaya gelmesi beklenerek, uzaktan kumanda ile harekete geçirilmişti!.. Bu sorular da Mumcu suikastinin yanıt bekleyenleri arasındaki yerini aldı.
BOMBA RAPORU
Suikast sonra Ankara Emniyeti hızlı çalıştı. Bir yandan süpürgülerle deliller toplanırken, "bomba" gibi bir Ekspertiz Raporu hazırlandı. "Mumcu'nun araç içinde, oturmuş vaziyetteyken, kontak anahtarını takmadan önce patlamanın meydana geldiğini" saptayan Bomba Uzmanları, "teröristlerin de Uğur Mumcu'nun aracının marka ve modelini önceden tespit edip, benzer bir araçta bombayı nerede koyacakları ve misina bağlantısını nereye yapacakları konusunda inceleme ve pratik yaptıklarını ve bombayı da 30 - 45 saniye içinde aracın altına yerleştirdiklerini" belirlediler.
29 Ocak 1993 tarihli Ankara Emniyet Müdürlüğü Kriminal Polis Labratuvarı Daire Başkanı Muhittin Kaya imzası ile hazırlanan 33 sayfalık "gizli" raporda olayın meydana geliş biçimi de şöyle anlatılıyordu:
"Töreristler tarafından bütün bağlantıları hazırlanmış el yapısı ateşleme sistemine sahip bombaya misina veya iplik bağlayarak hazır hale getirilmiş bombanın; arabaya montajı sırasında zaman kaybını önlemek için yüksek güçlü hoparlörlerde kullanılan mıknatıs irtibatlandırılarak dışardan araba alt seviyesinden ufki olarak bakıldığında görülmeyecek şekilde alttaki iki şasenin arasındaki boşluğa yerleştirilmiş ve misina veya ipliğin diğer ucu vites kolu levyesine bağlanmıştır.
Uğur Mumcu aracın alt kısmına yukarıda belirtilen şekilde bakmış olsa bile bombayı görememiş, kapılı açıp araca oturmuş ve kapıyı kapatmıştır. Kontak anahtarı muhtemelen sağ elinde olup, arabayı çalıştırma hazırlığındadır. Bu nedenle anahtarı kontak kilidine takmadan 1. vitesteki arabanın vites kolunu boşa almak için geri çekmiştir. Bu işlem esnasında vites kolu levyesine bağlı olan misina 2- 2,5 santim civarında öne doğru hareket ederek, el yapısı ateşleme sistemine sahip bubi tuzaklı bombanın patlamasını sağlanmıştır."
Hazırlanan Bomba Raporu'na göre, Mumcu'nun yaşamını yitirmesine yol açan patlayıcı içinde RDX (Cyclotrimethylenetrinitramin) ihtiva eden C- 4'tü. C - 4'ün nereden temin edildiğine de kuşku yoktu; Çekoslavak malıydı.
Devletin resmi yetkililerine göre, Soğuk Savaş sonrasında , eskiden komünist rejimle yönetilen ülkeler; 'birçok konuda olduğu gibi, patlayıcılar konusunda da kontrolü kaybetmişler ve C- 4 gibi plastik patlayıcılar bonibon şekerleri gibi' piyasada satılmaya başlanmıştı!..
Ancak resmi yetkililerin hazırlanan Bomba Raporu'nu incelemek akıllarının ucundan bile geçmemişti. Raporun 2 nolu ekinde "Birleşiminde patlayıcı madde olarak yalnızca RDX bulunan patlayıcılar" sıralanmış ve C - 4 plastik patlayıcının ABD malı olduğu yazılmıştı. Çekoslavak malı plastik patlaycının adı ise, Hexastit 95/ 5'di. (Belge - 4: Ekspertiz Raporu)
ABD ordu yapımı ve Türk Silahlı Kuvvetleri envanterinde bulunan C- 4 plastik patlayıcı; demir, çelik, köprü ve bina tahribinde kullanılıyordu. Uzmanlara göre ise C- 4 'ün özellikleri şöyleydi:
"C- 4 tipi patlayıcı yağlı ekmek hamuru kıvamında bulunuyor. Elle istenilen şekil verilebilen bu patlayıcı, acı badem yağı gibi kokuyor. İstenilen yere yapışma özelliğine sahip patlayıcı kirli sarı renkte ve yapıştığı yüzeyin şeklini alabilen bir özelliğe sahip. Sudan ve ısıdan etkilenmeyen, darbelere karşı dayanıklı olan patlayıcı, ateşleme düzeni ile harekete geçiyor. İnfilak oranı TNT'ye oranla 1.6 saniye süratli olan C- 4'ün patlama şiddeti ise 4 bin 800 metre/saniye. Patlayıcı, elektrikli fünye, ateşleme kapsülü, uzaktan kumanda aleti, basınçtan kurtulma fünyesi ve basınç fünyesi (bubi tuzağı) ile harekete geçebiliyor."
Mumcu, "hangi ülke malı olduğu" resmi raporlarda yer almasına karşın, devlet yetkililerinin okuma zahmetine bile katlanmadan "cinayetin aydınlatılması konusunda onur sözü verdikleri" dönemde susturuldu. Ama bu "susturuluş", yüzbinlerin haykırışına dönüşüverdi.
KANLI SOKAK - KARLI SOKAK
Mumcu'ya düzenlenen ve yaşamını yitirmesine yol açan suikast tüm Türkiye'yi bir anda ayağa kaldırdı. Sevenleri, okurları akın akın Karlı Sokağı doldururken, emniyet mensupları da suikaste ilişkin delilleri o an için yapabilicekleri en iyi toplama yöntemini kullanarak çalı süpürgeleriyle süpürerek toplamayı tercih ettiler. Çünkü dellier ayaklar altından kurtarılamıyordu. Olay sonrası Karlı sokağa başsağlığına giden devlet büyükleri de kordona alınmış olay yerinde, sanki bir park yerindeymişcesine dolaştılar. Deliller birkaç saat içinde toplandıktan sonra patlamanın etkisiyle Karlı sokakta oluşan çukur karanfillerle doldu. Anısına saygı duruşunda bulunan sevenleri bir hafta boyunca geceli- gündüzlü nöbet beklediler. Tabii Mumcu'nun ölümünden önce gerekli önlemleri almayan emniyet mensupları ile birlikte.
Mumcu'nun evinin 20 metre ötesinde Tunus Büyükelçiliği vardı. Elçiliğin hemen önünde de polis noktası. Ancak Mumcu'nun arabasına patlayıcı yerleştirilirken ve bir gece önce Karlı Sokaktaki olay mahallinde 3 ayrı araç farları açık olarak beklerken de görevli polis memuru hiçbir şey fark etmemişti.
Olaydan hemen sonra Karlı sokağa gelen Ankara Valisi Erdoğan Şahinoğlu, Mumcu'ya yakın koruma verildiğini, "ancak bir müddet önce Mumcu'nun kendi isteği ile korumadan sarfü - nazar ettiğini" belirtirken, "Buna rağmen evinin bulunduğu bölgede 2 polis noktası hizmete geçirilmiş, ayrıca bu bölge gayri muayyen saatlerde motorlu devriyelerle de kontrol altında tutuluyordu" diyordu. (25 Ocak 1993 - Cumhuriyet)
Şahinoğlu bu sözleri sarf ediyordu ama, Karlı sokaktaki polis noktasında bekleyen polisler ve Çevik Kuvvet mensupları, ne Mumcu'nun nerede oturduğunu, ne de hangi arabayı kullandığını hiç mi hiç bilmiyorlardı.
Tunus Büyükelçiliği önünde dönüşümlü olarak sekizer saat nöbet tutan polis memurları Ahmet Tilav, Kemal Akgün ve Remzi Kahraman sanki ağız birliği etmişçesine olaydan sonra alınan ifadelerinde şöyle diyorlardı:
-Ahmet Tilav: Ben öldürülen Uğur Mumcu'nun o tarihe kadar, o yerde ikamet ettiğini bilmiyordum. Zaten korumuş olduğum elçilikle evin arası 60 metre. Bulunduğumuz yer itibariyle Türkiye'deki üst düzey bürokrat ve yabancı misyon şeflerinin ikamet etmesi sebebiyle ancak bir mekan takımından veya belli bir yaş grubundaki şüpheli gördüğümüz şahısları telefonla veya telsizle merkeze ve Şube Grup Amirliği'ne bildiriyorduk. Uğur Mumcu'nun evinin ve otosunun korunması yönünde tarafıma şubece herhangi bir talimat verilmedi.
-Remzi Kahraman: Bana Uğur Mumcu'nun evinin, arabasının korunması hakkında herhangi bir talimat verilmedi. Ben olay oluncaya kadar Uğur Mumcu'nun orada oturduğunu da bilmiyordum. Şayet bana bu hususta talimat vermiş olsalardı, bahse konu yerde, yani Uğur Mumcu'nun 60 metre ilerdeki evini de gözaltına alırdık.
-Kemal Akgün: Uğur Mumcu'nun o tarihe kadar o yerde ikamet ettiğini bilmiyordum. Zaten korumuş olduğum elçilikle evin arası 60 metre. Uğur Mumcu'nun evinin ve otosunun korunması yönünde tarafıma şubece herhangi bir talimat verilmedi. Verilmemiş dahi olsa, polis olarak şüphelendiğimiz kişileri yukarda söylediğim gibi yakalar ve ilgili mercilere teslim ederim. (Belge - 5 : İfadelerin tam metni)
FARLAR AÇIK
POLİSLER UYUYOR
23 Ocak'ı 24 Ocak'a bağlayan gece yarısı saat 02.00'de ise Karlı Sokakta değişik araçlar farları açık park halinde beklerken, polis noktasındaki memur, sanki olağandışı bir şey yokmuşcasına rahattı.
Mumcu ile aynı apartmanda oturan DYP'nin eski Ankara İl Başkanı Yunus Ertekin saat 02.00'de bir ziyaretten evine dönerken Karlı sokaktaki garipliği fark etti. Kendisine de yönelik olası bir suikastten ürken Ertekin, Karlı sokağa girdiğinde, kendisinin ve Mumcu'nun oturduğu apartmanın çevresinde park halinde ancak farları açık üç araç gördü. Araçlardan biri 65 nolu apartmanın tam karşısındaki su deposunun önündeki boşlukta, sokağa dik olarak park halinde beklerken, farları ile Mumcu'nun oturduğu apartman girişini aydınlatıyordu. Bir diğer araç sokağın sağ girişini, polis noktasının hemen önünde park eden bir başka araç ise sokağın sol girişini kontrol edecek şekilde farları açık bekliyordu.
Ertekin, 22 Şubat 1993 günü olayla ilgili olarak verdiği ifadesinde o geceyi şöyle anlatıyordu:
"Her zaman park etmiş bulunduğum polis noktasına yaklaştığım sırada polis noktasının önünde farları yanık, çalışır vaziyette araç olduğunu görünce bir dakikaya yakın yol ortasında bekledim. O sırada çocuğum arabadan inmek üzereydi ki inmemesini söyleyerek bir an tedirgin oldum. Tedirgin oluşumun nedeni DYP Ankara İl Başkanı oluşum, birkaç defa il binasına teröristlerle ilgili kişilerin gelip 7 - 8 saate yakın il binasından çıkmamaları, bizleri tedirgin etmeleridir. Bu hususta Ankara Emniyet Müdürümüzün, 'kendine dikkat et, bunların ne yapacağı belli olmaz' demesinden kaynaklanmaktadır. Oradaki tedirginliğim bu husustan kaynaklanmaktadır.
Otonun içinde beklerken, daha önce söylemiş olduğum otonun dışında 2 otonun daha farları yanık, tahminime göre çalışır vaziyette idi. Otonun biri süt beyaz renkte olup, diğerinin karanlıkta görebildiğim kadarıyla metalik gri, üçüncü otonun rengi hususunda şu anda herhangi birşey söyleyemeyeceğim, ama her 3 otonun içinde de 3'er kişi olduğunu gördüm. Bu kişilerin hepsinin erkek oluşları beni ürkütmüştür. Otonun birisi Kartal veya Doğan olabilir, 2. oto gri Mazda - Tempra - Concord olabilir, 3. otonun markazı hususunda birşey söyleyemeyeceğim. Otodan inip eve gireceğim sırada polis noktası istikametinden Renault - 12 marka bir araç (mavi renkte) patlama noktasının 10 metre, taksi durağının yakınına park ettiğini gördüm." (Belge - 6 : Yunus Ertekin'in ifade tutanağı)
Ertekin sokağa girdiğinde durumu fark edince polis noktasının hemen karşısına park ederken, üç araba da bir anda sokaktan uzaklaştılar. Mumcu'nun evini kontrol için Karlı sokakta hizmete sokulan 2 polis noktasında bekleyen polisler de, "gayri muayyen saatlerde sokakta motorlu devriye görevi ile kontrol yapan araçlar da", Ertekin'in saptadığı bu garipliği fark edemediler!..
BUZLU CAMLAR
Gariplikler o kadar çoktu ki, Karlı sokağın sağ girişinde 65 nolu apartmana yine yaklaşık 20 metre mesafedeki taksi durağının Mumcu'ların evine ya da sokağın sol girişine bakan pencereleri, bir süre önce buzlu camla kaplanmıştı. Kimilerinin anlatımlarına göre, 1992'nin sonbaharında yanlızca bu yöne bakan camların buzlu cam olması istemi, Mumcu'nun apartman komşusu Ömer Çiftçi'den gelmişti.
Gerçi Çiftçi bunu yalanlıyordu. Ama taksi şoförleri durağın bu yöne bakan camlarının buzlu cam olması isteğinin, Karlı sokaktaki 63 nolu apartmanda, girişin bir altında oturan Ömer Çiftçi'den geldiğinden emindiler.
Şimdi tarafların ifadelerinden bu olayı aydınlatmaya çalışalım.
Yer :TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu. Bilgisine başvurulacak kişi eski sendikacı, eski milletvekili Ömer Çiftçi. Başkan Sadık Avundukluoğlu'nun açış konuşmasından sonra sözü Çiftçi alıyor:
"Öncelikle izin verirseniz taksi durağından başlamak istiyorum. Taksi durağı Uğur Mumcu'nun öldürülmesinden birkaç yıl evvel, tam net olarak tarihini hatırlamıyorum, sanıyorum ki, ekim - kasım aylarında kuruldu. Kuruluş aşamasında, o apartmana en son taşınan şu anda oturanlar da dahil benim. Seçimlerden sonra lojmandan oraya taşındım, kendi evim. Apartmanda oturan bayanlar, eşime ve apartman yöneticisine, bu taksi durağı yapılırsa yazın bahçede oturamayacaklarını, bahçede banklar var, oturamayacaklarını, rahatsız olacaklarını, şoförlerden rahatsız olacakları düşüncesiyle bu durağın yapılmasının engellenmesini istediler.
Neden benden istenildi? Politik durumumdan dolayı istenildi. Yani Çankaya Belediye Başkanı ve Şoförler Derneği'ni ben açıkça tanıyordum, bu nedenle talepte bulunuldu. Gerçekten de hemen sokağın bir alt başında bir başka taksi durağı var, yakın, daha sonra öğrendiğim kadarıyla bu işle ilgilenirken, iki taksi durağının arasında yönetmeliğe göre kurulabilmesi için 500 metre gibi bir mesafenin olması gerekiyormuş. Oradaki mesafe 200 - 250 metre civarında. Aynı talebi taksi durağının kuruluşuna karşı çıkılması talebini Uğur Mumcu'nun apartmanında oturanlar da Uğur Mumcu'ya iletmişler. Ben gerek Çankaya Belediye Başkanı'na, gerekse Şoförler Derneği yöneticilerine, yönetmeliğe aykırı olduğunu, kurulmaması gerektiği konusunda görüşlerimi bildirdim ve gerçekten de engellendi. Daha sonra sayın Mumcu bana telefon etti ve dedi ki, 'Sayın Çiftçi, bu durağı kurmak isteyenler benim hemşehrilerim, yani Kırşehir'liler, sizin de çoğunlukla partililerinizmiş, çok kişi araya girdi, ekmek meselesidir, boşver ilgilenme' dedi. Ben de 'bana göre birşey yok' dedim. Çok fazla da üzerinde ısrarla da durmamıştım. Uğur Mumcu, Çankaya Belediye Başkanı Doğan Taşdelen'e aynı şekilde şikayetimizden vazgeçtiğimize dair söylemiş.
Zaman geçti aradan taksi durağı kuruldu. Benim taksi durağı ile ilgili durumum bu. Buzlu cam takılmış, daha sonra EP Dergisi'nde çıktıktan sonra gerçekten dikkat ettim, buzlu cam orası. Yani Uğur Mumcu'nun katledildiğinde dahi benim dikkatimi çekmemişti. Çünkü aracım var, biniyorum, gece geç geliyorum, sabah çıkıyorum, bakmadım. EP Dergisi'nde çıktıktan sonra buzlu cam olduğunu gördüm. Gittim baktım; fakat ilginç birşey, şu anda yıkıldı, eğer incelenmiş olsaydı, ki incelenmiş emniyetçe , daha sonra öğrendim. Orada bir su deposu, Uğur Mumcu'nun arabasını park ettiği yerde bir su deposu, belediyenin su deposu var. Taksi durağının kurulduğu yerde, yani şu anda olduğu yerde önünde taksi durağını örten bir duvar var. Yani Uğur Mumcu'nun arabasını park ettiği veya bizlerin arabamızı zaman zaman park ettiğimiz yeri, o taksi durağından isteseniz de, baksanız da kapının önüne çıksanız dahi görmeniz mümkün değil.
Ayrıca buzlu camı benim taktırmam için bir neden yok, şunun için neden yok. Benim evim taksi durağını görmez, taksi durağı da benim evimi görmez. Ayrıca işi başka tarafından düşünüyorum, taktırsam dahi, diyelim ki, eşimi kıskandım, çocuğumu kıskandım, komşumu kıskandım ki, böyle bir bilgim yok." (İfade bozuklukları, konuşmaların metne tam olarak yansıtılmasından kaynaklanıyor)
Çiftçi bunları söylerken, Yeni Köroğlu Taksi Durağı'nın Başkanı Seyfi Karahan ise tam tersi görüşleri dile getiriyordu. Karahan, 26.Şubat.1993'de Ankara Emniyeti'nde verdiği ifadesinde bu konuda olayın gelişimini şöyle anlatıyordu:
"Taksi durağında 25 taksi gece ve gündüz hizmet vermektedir. Gece çalışan şoförler gündüz istirahat ederler. Münavebeli olarak çalışmaktadılar. Bu taksi durağı buraya kurulurken, Karlı sokakta ikamet etmekte olan Ömer Çiftçi isimli şahsın karşı çıkması ile bu durağın kurulması biraz problemli olmuş, daha sonra Şoförler Cemiyeti'nden gelenler bu Ömer Çiftçi isimli şahsı ikna etmişler. Ömer Çiftçi isimli şahıs, duraktan karşı tarafta bulunan binalardaki balkoların ve evlerin görünmesi nedeniyle camların buzlu cam ve perdeli olması halinde kurulabileceği yolunda fikir beyan etmesi üzerine, bu fikirde Şoförler Cemiyeti tarafından kabul edildi ve tespit tutanağında belirtildiği gibi, durak barakasının girişte sol tarafı ve karşı tarafı görülmeyecek şekilde buzlu cam kapatıldı. O tarihten bu yana da aynı şekilde buzlu camla kapalıdır." (Belge - 7 :Seyfi Karahan'ın ifade tutanağı)
Kimin doğru söylediği zihinleri kurcalarken olayı bir de TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu tutanaklarından, Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu'dan dinliyoruz:
"Daha önce basına da yansımıştı, bu taksi durağı meselesi var, camları konusu. Bu taksi durağı buraya kurulduğu zaman, yani bahardı sanıyorum kurulması, yanılabilirim tam şeyinde, ama Uğur çok mutlu oldu taksi durağı o köşeye kurulduğu için. Çünkü ne de olsa bir hareketlilik, bu sokağın bir başında taksi durağı vardır bizim, bir de bu başa kurulduğu zaman.
Önce genelde bir istememe söz konusu oldu. Ve Uğur kurulmasının daha uygun olacağını ve sokağın emniyeti açısından 24 saat ışıklı ve devamlı insanların bulunmasının belli konuda belki bir koruyuculuk oluşturabileceğini düşünerek kurulmasını arzu etmişti.
Gene Ömer Çiftçi bey, bu taksi durağının kurulmasına karşı çıktı. Taksi durağında çalışanlar Ömer beye gidip, 'Ömer bey, niçin bu taksi durağının kurulmasına karşı çıkıyorsunuz? Lütfen...Burada kurulsun, yani niçirn, bu ekmeğimiz burada olsun ve bu semt bunu kaldırabilir, bu taksi durağını' dediği zaman Ömer bey, 'Tamam kurulsun, yalnız bu tarafa bakan kısımlarınıza buzlu cam koyarsanız olur "...
Başkan - Sizin apartmana bakan tarafı mı?
Güldal Mumcu - Evet. Ömer Çiftçi'nin evi caddeye bakmıyor, aşağıda bir kat altta. Uğur'un çalışma yerine ve yandan öbür boş arsaya bakıyor...." (İfade bozuklukları, konuşmanın tam olarak metne yansıtılmasından kaynaklanıyor)
Geceyarısı polis noktasının hemen önünde farları açık park halinde araçlar, taksi durağında Mumcu'ların evini gören camların buzlu camla değiştirilmesi ve olay günü Mumcu'nun evinden çıkıp çıkmayacağına ilişkin sorular! Bir dizi tesadüfler!
Mumcu, bu raslantılar zincirinde 24 Ocak 1993 Pazar günü yaşama veda etti. Onu tanıyan tanımayan, yazılarını okuyan okumayan, belki de yaşamlarında bir kez olsun yüzünü bile görmeyen, elini bile sıkmayan yüzbinler uğurlandı son yolculuğuna. Ellerinde birer karanfil, dudaklarında bir türkü:
"Yiğidim, aslanım burada yatıyor..."
 
DEVLETİN RANTI
Mumcu, 27 Ocak Çarşamba günü yüzbinlerin "Uğur'lar ölmez", "Katiller bulunsun, hesap sorulsun", "Türkiye İran olmayacak", "Mumcu'nun katili kontrgerilla", "Mollalar İran'a" sloganları ile Ankara'da toprağa verildi. Yalnız Ankara mı ayağa kalktı o gün? İstanbul, İzmir, Antalya, Adana ve birçok ilde kitlesel gösteriler ve saygı yürüyüşleri yapıldı.
Devlet bir zamanların "Sakıncalı Piyadesi" için tüm olanaklarını seferber etti. Öyle ki, 24 Ocak günü ana haber bülteninde suikasti ve sonrası gelişmeleri 43 dakika veren TRT'de birbiri ardına Mumcu ve Kemalist görüşü içeren programlar yer aldı. Mumcu'nun cenaze töreninin bir bölümü de yine aynı TRT ekranlarından naklen yayınlandı. Radyolardan yürüyüşlere çağrılar yapıldı. Tepkisiz toplumun büyük bir kesmi, yakın tarihin en büyük tepkisini gösteriyordu. Devlet, Atatürkçülüğün yılmaz savunucusu Mumcu'nun ölümüyle sanki bir mirastan kendi payına düşen rantı yiyordu.
Atatürkçü, laik ve Kemalist kesim kitleler halinde tepkinin merkezini oluşturuyordu. Doğaldı, çünkü Mumcu laiklik ve Atatürkçülük konusunda taviz vermeyen bir yazardı. Ama aynı zamanda sosyalistti. Devlet Mumcu'nun bu özelliğini tamamen gözardı ederken, laik, Atatürkçü ve sosyalist tepki yollara dökülüyordu. Bu belki de, Türkiye'nin yakın bir gelecekte, üç kez yaşanan, ama son dönemde "unutulan" yeni bir siyasi hareketlenmeye gidebileceğinin de bir göstergesi miydi? İşte en önemli soru buydu.
Koalisyon hükümetini belki de sevindiren bir "milli birlik" havası yaşanıyordu. Ve tüm gözler İran ile terörist şeriatçi gruplar üzerindeydi. Zaten Mumcu'nun ölümünden sonra gazeteleri ve bazı televizyon kanallarını arayanlar, eylemi İslami Kurtuluş, İslami Hareket, IBDA - C adlı örgütler adına ayrı ayrı üstlenmişlerdi. Sanki toplumda bir laik - antilaik ayrımı yaratılmak isteniyordu. Dönemin Genelkurmay Baskanı Orgeneral Doğan Güreş olay sonrasında Anayasa Mahkemesi Başkani Yekta Güngör Özden'i makamında ziyaret ediyor ve şu sözleri söylüyordu:
"Türk ordusu arkanızdadır. Sonuna kadar destekçiniziz. Hiçbir şeyden çekinmeyin. Üniversite gençliğine bakın. Her geçen gün Atatürkçü sayısı artıyor. Atatürk, laik cumhuriyeti kurmuştur. Bu çizgiden sapma olmaz. Bunu devlet de, hükümet de, asker de söylüyor. Bunda mutabıkız. Ben de, her zaman dua ederim. Hepimiz müslümanız. Ama müslümanlıkta öldürme olmaz."
Toplum sanki birtakım güç odaklarınca bir kutuplaşmaya çekilmek istenir gibiydi. Bir dönemde SSCB'yi çökertmek için gerçekleştirilen yeşil kuşak projesinin ürünü olan İran'daki Mollalar düzenini belki de, dünyanın tek patronu tasfiye hareketini başlatmıştı? Ogünlerin ve sonrasındaki gelişmelerin bu yorumu haklı çırakacak gelişmelerle dolu olduğu unutulmaması gereken bir gerçekti çünkü.
Bunun için de senaryo hazırlanmış, roller de belirlenmiş, dağıtılmıştı. İşte bu gerçeğe Mumcu'nun tanıdığı üst düzey bir askeri yetkili şu sözlerle parmak basıyordu.
"Bu olay neleri biraraya getirdi. Laikliği, Atatürkçülüğü ve bölünmezliği savunanları. Kimdir bunlar? Yani hangi gruplardır? Bu gruplardan hangisini harekete geçirmek amaçtır? Neden ölüm şekli bu yöntem? Ne harekete geçirilmek isteniyor? Devletin bu işle ilgisi olamaz. Bir de olay sürekli olarak İran yanlsı dinci örgütler üzerine kurduruluyor. Bu arada basına da dinci örgütlerle ilgili pompalama yapılıyor. Bence olay bunlarla bağlantılı değil. Buna askerlikte örtülü harekat denilir. İşin içinde başka güçler var."
Dönemin Cumhurbaşkani Turgut Özal ise, ABD'den yaptğı açıklamada, bir takım güçlerin Türkiye ile İran'ı karşı karşıya getirmeyi amaçladığını belirtirken, MIT'e yönelik olarak da şu eleştiriyi getiriyordu:
"İran'la ilgili iddiaları Türkiye'nin gizli servisi MIT ortaya atıyor. Buradaki kişiler hem birşeyler yapıyor gözükmek hem de, para kazanmak için bunu yapıyor..." (Ocak 1993- Gazeteler)
Evet, oyun iyi tezgahlanmıştı. Laik ve antilaik güçler gerçekten karşı karşıya getiriliyordu. Sonrasında yaşanan ve Sivas'ta 37 aydının diri diri yakılmasıyla sonuçlanan olaylar, arkasından gelen ve toplumda belirli ölçülerde atılan tepki tohumlarının uç vermesinin delili olan İstanbul Gaziosmanpaşa olayları hep aynı oyun yazarının kaleminden çıkmış versiyonlar değil miydi acaba?
Devletin kendi içinde bir hesaplaşma da yaşanıyordu. JİTEM kurucularından emekli binbaşı Ahmet Cem Ersever, Suriye İstihbaratı'ndan arkadaşı Mahsune Dgaube ve Mustafa Deniz öldürülürken cesetleri Ankara'yı çevreleyen üç ayrı noktada bulunuyordu. Başbakan Tansu Çiller'in bu ölümlere ilişkin değerlendirmesi de oldukça ilginçti:
-Kendi iç hesaplaşmaları.
Bu cinayetler Türkiye'de yeni bir "modayı" başlatıyordu. "Babalar" birbiri ardına öldürülürken, her ne hikmetse cesetler hep otoyollar civarında bulunuyordu.
Evet, bir iç hesaplaşma var gibiyidi. Ancak, bu hesaplaşmada devlet ya da devlet içindeki kimi odaklar taraf mıydı? Onlardan bazıları girdikleri karanlık ilişkileri bu yollarla mı gizlemeye çabalıyorlardı acaba? Geçmişin eli kanlı ülkücü teröristleri, yeni dönemin itirafçı infazcılarıyla birlikte omuz omuza kimin için ve neye karşı mücadele veriyordu? Devlet kimlerin elinde kime karşı kullanılıyordu? Bu soruların yanıtlarının Mumcu suikastinin çözümünde büyük faydası bulunuyor.
N A M U S B O R C U
Mumcu'nun ölümüyle oluşan "milli birlik ve beraberlik" havası içinde hükümet yetkilileri suikasti aydınlatmayı "bir namus borcu" (!) olarak gördüklerini açıkladılar. Dönemin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, yine dönemin İçişleraşaması
olarak bu dört safayı strateji olarak belirleyen örgüt elemanları belirledikleri bu aşamalardan :
1) Çekirdek kadrosunun oluşumu ( 3-4 yıl)
2) Eski düzen ile yeni düzen arasındaki çatışmalar (8-9 yıl)
3) İslam devletinin oluşumu ve silahla savaş(10 yıl)
safhalarının gerçekleşeceğini ileri sürerek bu planların çerçevesinde Yalova ve İstanbul'da toplantı yapmışlardır. En son olarak da 26 Mayıs 1992 tarihinde İstanbul ili Yalova ilçesi Karamürsel Yolaltı'ndaki Pınar setesinde Genel Kurul Toplantısı yaptıkları bu toplantıya 25 üyenin katıldığı, toplantıya katılan Genel Şura Üyeleri'nin isimleriyle Yasama ve İcra Şura üyelerinin isimleri daha önce 23. 01. 1993 tarihinde örgütle ilgili operasyon başlatılmış, 8 Şubat 1994 tarihinde örgüt militanları ile ilgili hazırlanan tahkikat evrakında yasama şurasına seçilenler ve icra şurasına seçilenler liste halinde bildirilmiş , olayla ilgili tahkikat evrakı makamınızın aynı tarih ve hazırlık 1993/112 sayısına kayden işlem görmüştür.
Bu defa örgütün imamı olan ve halen firarda bulunan Mesut kod adlı İrfan Çağrıcı operasyonlarda darbe yiyen örgütü yeniden hayata geçirmek üzere illegal olarak faaliyete geçmiş olup, örgütün amaç, ilke , hedef, örgütün yapısı, metodu, meselelere bakışı, ekonomi görüşü, politikası, şiarlar ile ihtilaf konularını bir tüzük şekline dönüştürerek aşağıda izah edildiği şekilde yeniden yapılanmasını oluşturmuştur.
İSLAMİ HAREKET ÖRGÜTÜ'NÜN TÜZÜĞÜ
1) AMAÇ:
İslami inanç edinmenin yüklediği sorumlulukları yerine getirmek, bu sorumlluklarda ancak islamın gerekli kıldığı bir hareket amacıyla gerçekleşebilir tezini ileri sürerek hareketin amacı olarak da islam dininin hakimiyeti hedefine dayalı olarak islamın sıhhatli anlaşılması, bu anlayışla bütünleşen yeterli ehil kadrolarının oluşturulması ve eleman yetiştirilmesi , bundan hareketle islamın tabiyatının kaçınılmaz neticesi olan cahiliye düzeni ile yapılacak mücadeleye hazırlanmak olarak belirlenmiştir.
2) İLKELER
1- Meselelerin bütünlükle Kuran ve sünnete bağlılık
2- İstişare
3- Tavizssizlik
4- Mahremiyet
a- Özeli aşan her şey mahremdir
b- Cemaat bütünüyle mahremdir
c- Bilinmesi gerektiği kadar bilmek
d- Mahremiyet mesuliyetlerle kayıtlıdır
5) Silahlı mücadele
6) Ümmet anlayışı
7) Bağımsızlık
3) HEDEFLER
Aşağıdaki hususlar islam ve güç nispetinde gerçekleştirilmeye çalışılır.
1- Fikri temelde bir mücadele için çalışma
a- Kapsayıcı bir kültür ve eğitim programı
b- Eğitim kurumlarının tesisi
c- Gereken sahalarda profesyoneleleman yetiştirmek
d- Askeri alanda gerekli hazırlık ve eğitimi gerçekleştirmek
2- Bulunan coğrafyada islami mücadelenen tek önderliğe bağlı bir hareket olarak oluşumunu sağlamak
3- Dünya müslümanları ile irtibat ve dayanışma
4- Dava, süreç itibariyle en özlü şekliyle bütün insanlara götürülür.
HAREKETİN YAPISI
1- Yapılanma:
Yasama şurası, imam, imama bağlı icra şurası, icra şurasına bağlı mesuliyet şuraları, bunlara bağlı alt sorumluluklar ile şekillenir.
Hareket tarafından benimsenen örgütlenme , çalışma şekli çerçevesinde mesuliyetler icra şurasına bağlı olarak işlem görür.İcra şurası bölge şuralarını, bölge şuraları icra şurası ile istişare ederek mahalli şuraları, mahalli şuralar bölge şuraları ile istişare ederek alt sorumlulukları belirleyip tayin eder. Her sorumluluk bir alt sorumluları belirlemede , bir üst sorumluluğun onayını alır.
2- Seçim:
İcra yönünden etkin sorumluluğa ve işlevi bulunan hareket elemanları ( Ön belirleme ve bildirimle) bir toplantı ( Kongre) aracılığıyla bir araya gelir. Yasama şurasını seçerler. Yasama şurası imamı belirler ( Tayin eder).İmam yasama şurasından ( Veya yasama şurasının) belirlediği kişilerle icra şurasını oluşturur. Yasama ve icra şurası elemanları sayısı ihtiyaca göre belirlenir. İdari yapının seçimi hakkında en az bölge sorumluluğu düzeyinde yetkili bulunan beş elemanın ortak teklifi ile öneriler gündeme alınır. Seçim kararı halinde seçim gerçekleşinceye kadar gerekli işlerin takibi ve kontrolü için bir heyet görevlendirilir.
3-Yasama şurası:
a- Yetki:
1- Yasama şurası seçim bölümünde belirtilen usul ile teşekkül eder.
2- Hareketin esas ilke ve hedeflerinde bağlı kalacağı hususları belirler.
3- Yasama yetkisi yasama şurasına aittir.
4- İstişare hareketi esas planda ilgilendiren konularda olacaktar.
b- Karar:
1- Yasama şurasında çoğunluğun kararı geçerlidir.
2- Görüşler eşit olduğunda imamın bulunduğu tarafın görüşü geçerlidir.
3- Şura tasdik makamı değil müzakere makamıdır.
4- İstişarede bulunanları aşan meselelerde ehline, kaynaklara müracat edilir.
5- Muvafık fikirler kadar muhalif fikirler de dinlenmelidir.
6- Hakkında hüküm bulunan meselelerde istişare yoktur.
4- İmam ve İcra şurası:
a- Yetki:
1- İcra şurası seçim bölümündeki usul ile teşekkül eder.
2- İçra yetkisi icra şurasına aittir.
3- Genel icrai mesuliyeti ilgilendiren işleri düzenleme ve tasarrufta bulunma hussunda imam tam yetkiye sahiptir.
4- İstişare sonucunda imam çoğunluğun görüşüne uymak zorunda değildir. Kararverme (Son sözü söyleme yetkisi imama aittir)
5- İmamın bulunmadığı halllerde görevlendireceği şahıs yetkilidur.
6- İmam şartlara ve konuma göre genel ihtiyaçlar için belli miktar maddiyatı tasarruf yetkisine sahiptir.
b- Karar:
1- İcra şurası sorumluluklarını yerine getirirken benimsenen anlayış çerçevesinde ve yasama şurasının belirlediği esaslara bağlı kalır.
2- Görev ehil olana verilir.
3- Bütün meseleler en ince noktasına kadar icra şurasına açıklanmalı.
4- İslama muhalif olmadıkça alınan kararlara uymalıdır.
5- Mesuliyet şuraları:
a- Yetki:
1- Mesuliyet şuraları seçim maddesindeki usul ile teşekkül eder.
2- Mesuliyet ( Bölge, birim, mahalli) şuraları, kendi mesuliyetindeki işleri düzenleme ve tasarrufta bulunma, gerek ilgi ve gerek bağlı elemanların seviye ve yetkilerini belirlemek amacıyla çeşitli ünvanlarla ( Müsait, nasır, nasir, müntesip) vasıflandırabilirler.
b- Karar.
1- Görev ehil olana verilir.
2- Mesul yetikileri mahallindeki işleri düzenlemeye yetkilidir. Her eleman ( Yetkili bulunmadığında ) karşılaştığı sorunu karara bağlamalıdır.
6- Eleman:
a- İlişki süreci:
Müsatit kabul edilen fert ile onu yapıya kazandırmak için oluşturulan ilişki boyutunun bütünü.
İlişki kurulacak elemanda aranacak hususlar:
1- Dini endişe
2- Bu endişesini bir organizasyon içinde yerine getirme inancı
b- Akid ve biat
Akid: İlişki sürecinde kendileri ile bir yere gelinmiş fertlerle bu ilişkinin daha sağlıklı drevamı için bir düzey ( Statü) oluşturmak akid ile mümkündür. İlişki sürecinin hareket amacı ihsas ettirilerek sürdürülmesi ve akidte belirtilen esaslara bağlılık istenmeli.
Esaslar:
1- İtaat: Temel bağlayıcı esas islamdır. İslam ifadesini kuran ( Ve sabit sünnet) da bulur. Bu nedenle islama aykırı olmayan herşeyde uyum gösterilmeli. İtaatın sınırı islama aykırı olmaması şartıyla sınırlı görülmeli bunun dışında kabul edilmemeli.
2- Mahremiyet: Oluşturulan ilişkiyi ilgilendirir. Ferdi aşan herşey bu çerçevede mütala edilmeli. Meselelerde samimiyet değil ilişki hasıl olmalı. Basit de olsa bir bilgi başkasına aktarılmamalı. İcap etmedikçe bir işten başkasını haberdar etmemek gereklidir.
3- Maddi ve manevi yardım.Bir davanın ancak onun uğrunda gösterilecek fedakarlıklar oranında yürüyebileceği gözönürnde bulundurularak mümkün olan yardımdan kaçınılmamalı verilen sorumlulukları ve görevlerini yerine getirmek infak bulunmak, imkan tedariki için çaba sarfetmek, katılımcı, üretken olmak.
4- İstihbarat. Küçük büyük her görülen ve duyulanı bildirmek, bu tür şeyleri önemsememezlik etmemek kişinin özel hayatı dışında kalan herşey bildirilmeye çalışılmalı. Akid esnasında meskur maddelerin anlaşılması sağlanmalı ve buna kani olunmalı.
Biat:
İlişki süreci sonunda akidli eleman ile cematin resmi üyesi olmak üzere biat yapılır.
Biat Metni:
Sevdiğim ve sevmediğim hususta, darlıkta ve varlıkta, neşeli ve kederli zamanlarımda, bana tercih yapıldığında dinleyip itaat edeceğime, emirlik hususunda EMİR olanla ihtilaf etmeyeceğime, Allah hakkında hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağıma, cemaatin mahremeyet anlayışına bağlı kalacağıma, gücüm dahilinde bunlar üzerine biat ederim. Biat ettiğim hususlara bağlı kalacağıma Allah adına yemin eder, bu sözleşme ve yemine aykırı davranırsam öncelikle ilahi cezaya islamın cemaata verdiği yetki ve otorite çerçevesinde uygun görülen ceza ile cezalandırılacağımı biliyor, hiç bir baskı ve zorlamaya maruz kalmadan hür irademle kabul ediyorum.
7- Vasıf belirleme:
a- Müsait : İlgilenme ve ilişkiye uygun fert.
b- Nasır: Akid ilişkisiyle bağlı fert.
c- Nasir/ Müntesip: Harekete alma sürecinde bulunan fert.
d- Müntesip: Kendisinden biat alınmış harekete mensup fert.
8- Faaliyet şekli:
1- Birleşme : Siyasi, askeri, tedarukat
2- Legal: vakıf, dernek, yayınevi, kitap klübü, yayıncılık vesaire hareket çalışmalarında bulunandan istifade edebilir.
3- İllegal: istihbarat, askeri ve hertürlü irtibat ve işleyiş.
9- Eleştiri:
1- Yapılacak eleştiri, bulunulan durumun bir muhasebe ve tahlili şeklinde olacak. Geçmişte yapılan hatalar sorun olacak şekilde gündeme getirilip, tenkit edilmeyecek.
2- Elemanların birbirine ve bir üste karşı uyarı ve ikazda bulunmaları ölçü dahilinde esastır.
3- Yapıyla ilgli tenkit ve eleştiriler öneri şeklinde sunulur.
4- Doğru olanı ortaya koyarak yanlışı gösterme planı esas alınmalı.
10- Toplantılar:
1- Altsorumlulukları da kapsayan yıllık bir toplantı yapılır.
2- İcra şurası yılda bir kere bölge şuralarını da kapsayan genel bir muhasebe ve muhakeme için toplanır.
3- Yasama şurası dört ayda bir esas belirleme ve gözden geçirme için.
4- İcra şurası 45 günde bir raporların değerlendirilmesi ve muhasebesi için
5- Alt mesuliyetler ayda bir değerlendirme ve rapor için
6- Üsreler haftada en az bir ders ve sohbet için
7- Olağanüstü durumlarda her zaman toplanılabilir.
METOD
-------------
Vahiy kaynaklı islami mücadele süreci 4 aşamadan oluşmaktadır
1- Ouluşum: Mevcut cahili güce mukavemet edecek bir seviyeye gelmek, mukavemet akide temelinde fikir, teşkilatlanma ve teknik donanımda şartlar açısından yeterli hale gelmek.
2- Siyasi : Kimliğn belirgenleşmesi saflaşma ve tağut ( La sürtüşme) akidevi kimliğini belirginleştirememiş bir hareketin neyin savaşını verdiği belli değildir. İslami hareket için kimliğini kazanmak herşeyden daha çok önemlidir
3- Askeri : Tağut yokoluncaya veya yokolununcaya kadar sürecek savaş, müslyümanın savaşı günübirlik bir savaş olmayacağına göre ancak yokolmalarıyla mücadeleleri biter.
Sürecin tabii gidişatında bir ihmalkarlık yoksa muvaffakiyet sünnetüllah gereğidir.
4- Hüküm: Gerekli eleman ve organizasyonunun sağlanması, bunun için özellikle çağın gidişat ve gereksinimini daha önceki devrim hareketlerinin ciddi bir kritiğini yaparak özelde bir taslağın oluşturulması zorunludur.
MESELELERE BAKIŞ
1-Din anlayışı: Dini anlama ve belerlemede ölçü. Dinde temel kaynak sadece kurandır.
a) Esas ve mahiyet olarak belirleyici kaynak Kurandır
b) Kuranın anlaşılmasında meşru vasıtalardan istifade edilebilir
1- Dil ( Arapça)
2- Tefsir ( Kesin kayıtlılık getirmemesi şartıyla)
3- Sebebi hazul bildiren eserler
4- Kuran üzerine yapılan çalışmalar
2- Resulün dindeki yeri
a- Kendisine indirileni tebliğ edici
b- Kendisine indirilendi mücmel olanı beyan edici
c- Amel hususunda önderlik teşkil edici
d- Şartları itibarıyla ( İçtihadi olarak) helal ve haramı belirleyici
3- Din kültürü
4- Dini akide
TAĞUT VE TAĞUT İLE MÜNASEBET
Üstlendikleri misyonla Tağut'un varlığı ve devrimin teminatı durumunda olan kurumlarla vücut bulur. Meri cahili rejimin temeli mahiyetinde olan birinin yıkılması ile varlığının tehlikeye gireceği kurumlarla 1- Yasama ve yargı kurumları
2- Güvenlik Güçleri
3- Diyanet kurumu
4- Eğitim kurumları
5- Ekonomik kurumlar
Tağut ile münasebet: Tağut ile ilişkide takınılacak tavrı, müslümanların gücü ve içerisinde yaşadıkları şartlar belirler.Özel görevlendirme hariç şurada yer alanlar, Tağut'un kurumlarında yer alamazlar. Diyanet için özel görevlendirme olamaz.
5- Ekonomi
1- Gelirler
a- Müesseseleşme
a1) Ekonomik ihtiyaçların karşılanması amacıyla müesseleşmeye gidilir.
a2) Yapının ihtiyaç ve faaliyetlerini finanse edecek sabit gelir kayanakları oluşturulmalı.
b- Aidat:
Herkes gelirinin yüzde 5-20 arasındaki miktarı aidat olarak ödemeli.
c- Diğer: Ganimetler, infak, zekat.
d- Gelen gelirden sabit ve önceden belirlenmiş giderden çıktıktan sonra kalan merkezi kasaya aktarılır.
2- Giderler
a- Yetki sınırı
a1) İmam ( Ve sınırlı tasarruf yetkisine sahip sorumluluklar) hariç kimse kendi başına tasarrufta bulunmaya yetkili değildir.
a2) İmam harcamalarında serbest, gerektiğinde ( Sadece) oraya hesap verir.
b- Harcamaların türü
b1) Sabit giderler
b2) İş giderleri
b3) Yatırımlar
6- Politika
7- Şiarlar
8- İhtilaf
 
ÖRGÜTÜN İRAN BAĞLANTISI
Ele geçen bulgular İran'ı gösteriyordu. Mumcu suikastinin ilk soruşturmasını yapan o zamanların Ankara Emniyet Müdürü sonrasının Elazığ valisi ..............................hacca gitmeden önce o günler için yazılmaması kaydıyla yaptığı açıklamalarda " Bana izin versinler girip İran elçiliğinden 4 kişiyi alayım o zaman bu suikast aydınlanır. Ama içeriye giremiyorum ve dışırda da almama izin verilmiyor. Zaten adamlar da çıkmıyor. Telefonları dinliyoruz, çok önemli mesajlar var" diyordu.
Aynı dönemde Dışişleri Bakanlığı'nda danışman olarak görev yapan üst düzey bir yetkili ise, "çok özel bir toplantıda" ABD'nin 1986 yılında, Türkiye'nin Kürt Federayonuna izin vermesi halinde, Türkiye'nin Nahçıvan'ı ilhakına göz yumacaklarını ilettiğini söylüyordu. Aynı danışman, bu çok özel toplantıda, ABD tarafının Türkiye'ye ek güvence olarak, Kuzey İran üzerinden Azerbaycan'a yol açmayı önerdiğini de kaydediyordu. (Tarih 1986, ABD'nin bu teklifi yaptığı günlerde Sovyetler Birliği henüz çökmemişti.) ABD'nin bu teklifi tabii ki, SSCB'yi yıkmak üzere oluşturulan "yeşil kuşak projesi" nin yarattığı sıkıntıyı gidermek, kısacası İran'daki rejimi değiştirmeye yönelikti.
Yakalanan örgüt üyeleri her ne kadar duruşmalarda İran'la ilişkileri olduğu yolundaki emniyet ifadelerini reddettilerse de, bu ülkede eğitim aldıkları, İran'lı bazı diplomatlarla ilişki kurdukları sabitti. Hatta dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, mayıs ayında yaptığı açıklamada örgütün İran'lı diplomatlarla ilişkileri konusunda somut bilgileri de içeren bu sözleri sarf ediyordu:
"Örgüt mensuplarının,
-İran Kültür Merkezi'nde düzenlenen seminer ve konferanslara katıldıkları,
-Ankara İran Kültür Merkezi'nde görevli Muhammed Musavi ve İsa Rizazade vasıtasıyla ilişki içine girdikleri,
-Tahran şehrindeki Devamend Otele'ni buluşma yeri olarak kullandıkları,
-İran'a eğitim amacıyla giden kişilerin Tahran havaalanında Azadi, Hüseyin, Mehmet ve Mahmut Hasemi isimli kişileri karşılayıp otele ve kampa götürdükleri,
-Kampa giden kişilerin tüm masraflarını İran'lı Mahmut Hasemi'nin karşıladığı,
- Türkiye'deki Şah yanlısı İranlıların tespit edilerek, bildirilmesi karşılığında kamp yeri verilmesi ve yardımcı olunması konusunda anlaştıkları,
-İran'a eğitime gidenlerin 2 - 4 ay arasında eğitime tabi tutulduklari ve eğitimlerinde, takip, tarassut ve kontr takip, çeşitli tabancaların sökülüp takılması atış eğitimi ile başta C - 4 plastik patlayıcılar olmak üzere patlayıcı eğitimi aldıkları,
-Kum kentindeki Fatih Gani Huseyni isimli askeri kampta İran sivil ve uniformalı kişilerce eğitim verildiği belirlenmiştir."
Örgütün İran bağlantısı kesindi. Hatta 1993 Haziranında aynı örgüt mensuplarından Adil Ateş, emniyet ifadesinde İran'ın İstanbul Konsolosu Mir Cafar Enci'nin de kendilerine yardımcı olduğunu açıklıyordu. Ateş, 24 Mayıs 1993 tarihinde alınan emniyet ifadesinde bu konuda şöyle konuşuyordu:
"........Yine Tarabya üstündeki evde kaldığımızda Batman'dan tanıdığım, kendisinin şu anda İslami Hareket Örgütü'nden cezaevinde tutuklu bulunan ve İran bağlantısı sağlayan Mehmet Kaya isimli şahıs beni İstanbul'da İran Konsolusu Mir Cafar Zazafanci isimli konsolosla tanıştırdı. Bu konsolos da beni yine İran'lı olan, kendisinin ne iş yaptığını bilmediğim, tahminime göre konsoloslukta görevli olabileceğini sandığım, 1.70 - 1.75 cm. boylarında, esmer takım elbiseli, kravatlı, devamlı james bond çanta ile dolaşır, Ahmet Kerimi isimli şahısla tanıştırdı. Bu şahıs 1988 yılında 8 bin Amerikan doları vererek, kendisi ile birlikte kalabileceğim bir ev tutmamı söyledi......" (Belge - 12: Adil Ateş'in ifade tutanağı)
Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün İslami Hareket Örgütü ile İran bağlantısı konusunda hazırladığı 8 sayfalık raporda da, bu konudaki veriler şöyle sıralanıyordu:
"........Necmi Aslan isimli şahıs 1986 yılında Ankara iline geldiğini, İran Kültür Merkezi'nde yapılmakta olan konferans ve seminer çalışmalarına katıldığını, bir süre bu faaliyetlerde bulunduktan sonra, Kültür Ataşeliği'nde idari memur olarak çalışan İran uyruklu Ghom 1960 doğumlu olup, ülkemize 9.11.1983 tarihinde gelen ve 15.6.1987 tarihinde ayrılan Muhammed Hüseyin Musevi ile samimi olduktan ve bu şahısla irtibat kurduktan sonra, bu şahsa İran'a gitmek istediğini söylediğini, biraz beklemesini ve kendisinin de görüşmesi gereken yetkililer olduğunu söyleyerek beklemeye başladığını, kısa bir zaman geçtikten sonra İran Kültür Merkezi'nde Kültür Ataşesi olarak görev yapan İran uyruklu, Mir Nazan oğlu Sefidah 1957 doğumlu İsa Rızazade'ye isteğini ilettiğini, birlikte bu şahsın yanına gideceklerini söyleyerek, Muhammet Hüseyin Musavi ile birlikte İsa Rızazade'nin makamına birlikte gittiklerini, Kültür Ataşesi olarak görev yapan İsa Rızazade'nin kendisine konferansları ve seminerleri aksatmaması gerektiğini, bunların çok yararlı olduğunu söylediğini, daha sonra bu şahsın yanına tekrar gitmeye hazır olduğumuzda İran'da kendilerine yardımcı olacak kişi ve telefon numarası vereceğini, hazırlanmasını söylediğini ve bunun üzerine İran'a birlikte gideceği, Abdullah Yiğit ve İhsan Deniz isimli örgüt mensupları ile irtibat kurduğunu, kendisi de adına tanzim edilen ancak fotoğrafı kendisine ait, kimlik bilgileri Hamdin Polat'a ait nüfus hüviyeti cüzdanı ile Ankara Emniyet Müdürlüğü Pasaport Şube Müdürlüğü'nden 5 yıl geçerli pasaport aldığını, hazırlıklar tamamlandıktan sonra İran Kültür Merkezi'nde bulunan ve Kültür Ataşesi olan İsa Rızazade'nin yanına gittiğini, numarasını hatırlamayamadığı telefon numarası ile Saidi isminin kendisine kültür ataşesi tarafından verildiğini, arkadaşları ile ayrı ayrı Tahran'a gittiklerini, burada bulunan Devamend Oteli'ne yerleştiğini, daha sonra bu otele aynı örgüt mensubu olan Abdullah Yiğit ve İhsan Deniz isimli şahısların da geldiğini, İran Kültür Merkezi'nde görevli Kültür Ataşesi İsa Rızazade'nin kendisine vermiş olduğu telefon numarası ve Saidi ismini örgütün lideri durumunda bulunan Abdullah Yiğit'e verdiğini, bu lider durumundaki şahsın telefon numarası ile görüştüğünü, kaldıkları Devamend Oteli'ne Azeri olan Mehmet - Muhammed isimlerini kullanan bir şahsın geldiğini, bu şahsın aracılığı ve tercümanlığı ile kendisine Kültür Ataşesi tarafından verilen Saidi isimli şahısla görüştüklerini, Türkiye Cumhuriyeti'nde İslami düzene dayalı devlet kurmak için çalışmalara başladıklarını, cemaat oluşturduklarını, şuralarını oluşturduklarını, İran'ın imkanlarından yararlanmak istediklerini, her türlü desteği beklediklerini beyan etmeleri üzerine, Saidi isimli şansın yetkililerle görüşüp bilgi vereceğini belirtmesi üzerine, 20 gün kadar beklediklerini, bu bekleme sırasında devamlı olarak Saidi isimli şahısla görüştüklerini, bu görüşmelerde karşılıklı yardımlaşma çerçevesi içinde Türkiye'de bulunan ve Şah yanlısı olup İstanbul'da ikamet eden ve hakkında bilgi istenen şahıslarla ilgili bilgi verilip verilmeyeceği konusunda, gerekli bilgilerin verileceği Saidi isimli şahsa temanita olarak verildiğini, bu arada kendileri birer adet fotoğraf ve nüfus cüzdanı suretini Saidi isimli şahsa verdiğini, uzun süre bekledikten sonra Türkiye'ye döndüklerini, aradan 1,5 ay geçmesine rağmen İran'dan herhangi bir haberin gelmemesi üzerine Abdullah Yiğit isimli şahsın talimatı ile aynı güzergahı kullanmak suretiyle İran'a gittiğini ve yine Devamend Oteli'ne yerleştiğini, Azeri Mehmet - Muhammed isimlerini kullanan şahısla irtibat kurduğunu, 2 gün geçtikten sonra bu Azeri şahsın kalmakta olduğu otele geldiğini, İran'dan istedikleri ve isteklerinin kabul edildiğini, kendisinin Türkiye'ye dönmesi gerektiğini Azeri şahsın belirtmesi üzerine tek başına gittiği İran'dan Türkiye'ye geldiğini, bu konuda İstanbul ilinde bulunan Abdullah Yiğit'e bilgi verdiğini, Türkiye'ye geldikten sonra ve aradan 1,5 ay gibi bir zaman geçtikten sonra Ankara ilinde bulunan işyerinde çalıştığı sırada kendisine gelen bir telefonda İran'da görüştüğü Azeri Mehmet - Muhammed isimlerini kullanan şahsın kendisini aradığını, buluşmak istediğini söylemesi üzerine, İzmir Caddesi civarında buluştuklarını, İstanbul iline gideceğini, bu nedenle Abdullah Yiğit'e bilgi verilmesini istediğini, buluşma hususunu telefonla Abdullah Yiğit'e bildirdiğini ve tarihini kesin olarak hatırlamayadığı bir günde İstanbul Sultanahmet Camii'nin avlusunda öğle veya ikindi namazını müteakip buluşmanın olacağını bildirmesi üzerine İran'dan gelen Azeri olan Mehmet ismi ile tanıdığı şahsa bu buluşmayı ilettiğini, Kızılay semtinde bu şahıstan ayrıldığını, bu şahsın aynı şekilde buluşma ile ilgili olarak iki defa yüzyüze, bir defa da telefonla görüştüğünü, bu üç görüşmenin de İstanbul ilinde buluşma işini organize ettiğini, daha sonra İran ile ilişkileri Abdullah Yiğit isimli örgüt lideri durumundaki şahsın devam ettirdiğini beyan etmiştir......" (Belge - 13 : Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün İran Kültür Merkezi ile ilgili olarak hazırladığı not)
Yine İslami Hareket Örgütü sanıklarından, "örgütün bombacısı" olarak adlandırılan ve Uğur Mumcu suikastini gördüğünü iddia eden "süpriz tanık" Ayhan Aydın'ın, "suikast sırasında Karlı sokakta gördüğünü" söylediği Mehmet Ali Şeker 5 Şubat 1993'de İstanbul Emniyeti'nde alınan ifadesinde İran'daki eğitim konusunda şunları açıklıyordu:
"......1989 yılı Şubat ayı ilk haftasında Tahran'a gittiğini, anılan şehirde Mesut'un söylemiş olduğu, Tahran'ın kuzeyinde bulunan ismini hatırlayamadığı otele yerleştiğini, takriben bir aya yakın bir süre otelde Mesut'un gelmesini beklediğini, bu esnada şehri dolaştığını, Mesut'un talimatı ile kimseyle temas kurmamaya özen gösterdiğini, Şubat 1989 ayı sonlarına doğru Mesut'un geldiğini, 1 - 2 gün sonra Mesut'un kullandığı Tahran plakalı BMW marka bir oto ile Tahran'dan Kum kentine doğru yola çıktıklarını, 30 kilometre kadar gittikten sonra, sola ayrılan bir yolu 15 - 20 dakika süre takip ederek, yol sonunda bulunan askeri kampa geldiklerini, kampın nizamiyesinde bir subayın kendilerini karşılayarak, arabaya bindiğini, kampın içinde 100 - 200 metre gittikten sonra, kamp süresince kaldıkları barakanın önünde indiklerini, burada Akif kod adlı Mehmet Aslan (Malatyalı) ve Kemal kod adlı şahısların kalmakta olduğunu, Mesut'un kendisini anılanlarla tanıştırdığını, barakalarda yerlerin halı kaplı olduğunu, iki - üç battaniyeyi üstüste sererek yatak olarak kullandıklarını, Akif, Mehmet, Mesut adlı şahıslarla aynı odada kaldıklarını, ertesi gün derslerin başladığını, derslerin aynı barakada 'üstad' adını verdikleri, Azeri bir şahıs tarafından verildiğini, derslere dördünün dışında katılan başka şahıs olmadığını, ancak Mesut'un zaman zaman derslere girmediğini, sabah namazından sonra koşu yaptıklarını, bu koşular sırasında etrafta kendilerinden başka, birkaç asker dışında hiç kimseyi görmediklerini, eğitimin 2 ay sürdüğünü, birinci ayda G - 3, M - 5, Kaleşnikof, Uzi, M - 1, G - 3 (ayaklı model) uzun namlulu silahların, Browning (14'lü) Baretta, Brezil (16'lı) model tabanacaların, C- 4, TNT, dinamit patlayıcı fitiller, elektrikli fitiller, bağlanış şekillerinin konu edilldiği teknik özellikler, kullanıldığı yerlere ilişkin nazari bilgiler verildiğini, ikinci ayda ise kampırn içinde yer alan tepelik bir arazide atış eğitimi ile patlayıcılarla ilgili uygulamalar yaptıklarını, patlayıcı uygulamalarını ilk olarak 'üstadın' yaptığını, 2 aylık eğitim süresince kamptan ayrılmadıklarını, kamp sonunda Mesut, Akif ve Kemal ile birlikte İstanbul'a döndüğünü......" (Belge - 14: Mehmet Ali Şeker'in 5 Şubat 1993 tarihli ifade tutanağı)
Tüm bu ifade tutanakları ve belgeler bir ölçüde basına yansırken, İran bu gelişmelerden rahatsızlığını 24. 6.1993 tarihinde yaptığı açıklamada biraz da tehditkar bir havada dile getiriyordu:
"İran İslam Cumhuriyeti, başka ülkelerin içişlerine karışmama ve iyi komşuluk ilkelerine dayanarak yurtdışındaki temsilciliklerimizde özellikle Türkiye'de görevli memurlarımızın asılsız suçlamalarla, haysiyetlerinin zedelenmesine asla tahammül etmeyecektir."
TUTANAK TAHRİFATLARI
Örgüt yakalanmıştı. Örgütün İran bağlantısı da kesindi. Sanıklar, Turan Dursun, Çetin Emeç gibi suikastler konusunda konuşmuşlardı. Ve, İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından hazırlanan 7. 2. 1993 tarihli fezlekede ise, şöyle deniliyordu:
"Takip ettikleri metod ve yöntemler, kullandıkları suç maddeleri ve seçtikleri hedefler itibariyle, daha evvel işlenen ve faili meçhul görülen Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu cinayetinin de bu örgüt mensupları tarafından işlenmesi muhtemel görülmektedir."
Örgüt gerçekten bu eylemleri yapmış olabilir miydi? İşte o günlerde ortaya çıkan ancak Ankara Emniyetinin ciddi bulmadığı tanık Ayhan Aydın, "Mumcu suikastini gördüğünü" iddia ediyor ve sonrasında da İstanbul'dan getirilen Islami Hareket Örgütü davası sanırlarından Ayhan Usta ile Mehmet Ali Şeker'i "suikastciler" olarak teşhis ediyordu. Usta ve Şeker, 24 Ocak günü gözaltında oldukları yolunda ifade verirlerken, yakalama tutanaklarında saptanan tahrifatlar günlerce kamuoyunda tartışılıyordu.
Ayhan Aydın adlı "süpriz tanık", 31 Ocak 1993 tarihinde verdiği ifadesinde, 24 Ocak 1993 Pazar günü saat 13.00 - 13.00 sıralarında Mumcu'ların oturduğu Karlı sokakta bulunduğunu belirtiyordu. Aydın bu yarım saatlik süre içinde, Uğur Mumcu'nun arabasının hemen yanına gelen bir aradaban inen iki şahsın, kendi arabalarının patlak lastiğini değiştirdiklerini kaydederken, gelişmeleri şöyle anlatıyordu:
"Çok seri bir şekilde somunları çıkarttılar, o esnada şoför diğer şahsa, 'Mıstık arabanın altına somun kaçtı' dedi. Bunun üzerine deri montlu Uğur Mumcu'nun arabası olduğunu sonradan öğrendiğim arabanın altına girdiği ve burada tahminen bir dakika kadar kaldı, bu şahıs arabanın altından çıktıktan sonra benim yanımdaki adam yanımdan ayrılarak sağda bulunan aşağı kesimdeki sokağa doğru yürüyerek devam etti, o sırada lastiği patlayan arabanın lastiği de değişmişti....." (Belge - 15: Ayhan Aydın'ın ifade tutanağı)
Aydın bu ifadesi sonrasında İstanbul'dan Ankara'ya getirilen İslami Hareket Örgütü sanıkları ile yüzleştirildi. "Tanık" Ayhan Aydın, 13 Şubat 1993 tarihli Yüzleştirme Tutanağı'nda Mehmet Ali Şeker ve Ayhan Usta'yı şöyle teşhis etti:
"......Bana göstermiş olduğunuz şahıslardan şu anda gördüğüm bu şahıs olay tarihinde Doğan marka otoyu kullanan şahıstır. Bu şahsın adının Mehmet Ali Şeker olduğunu öğrendim, otonun lastiğini ise bu şahıs değiştirdi. Yanındaki şahsa Mıstık diye seslenerek bijonu almasını isteyen ve tekrar direksiyona geçerek otoyu kullanan şahıs da bu şahıstır. Yine bana gösterdiğini ve Mıstık diye hitap edilen ve Uğur Mumcu'nun otosunun altına girerek bijonu almak için bir dakika kadar kalan ve tekrar otoya binerek birlikte giden ve adınan Ayhan Usta olduğunu burada öğrendiğim şahıs da bu şahıstır..." (Belge - 16: 13 Şubat 1993 tarihli Teşhis Tutanağı)
Ayhan Aydın, Mehmet Ali Şeker ve Ayhan Usta'yı "suikastciler" olarak teşhis ediyordu ama devletin resmi verilerine göre, Şeker ve Usta 24 Ocak 1993 günü İstanbul'da gözaltındaydılar. Ancak bu sanıkların yakalama tutanaklarındaki tarih karmaşası olaya yeni boyutlar getiriyordu.
Şeker'in yakalanma tutanağının düzenleme tarihi 24 Ocak'ken, tutanağın içinde yakalandığı eve baskın yapılan tarih ise, 26 Ocak olarak geçiyordu. Mehmet Ali Şeker ile birlikte aynı örgüt evinde Abdülaziz Ocakhanoğlu, Mehmet Şah Çınar, Mehmet Candirek ve Yusuf Altun adlı şahıslar da yakalanmıştı. Ve tüm sanıklar aynı gün gözaltına alındıklarını Yakalama Tutanağı'nı imzalayarak belgelemişlerdi.
Ancak bu sanıklarla ilgili olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından, İstanbul DGM'ye gönderilen gözetim isteme yazısında, her 5 sanığın gözetim tarihi konusunda farklı günler belirtiliyordu. Bu yazıya göre, Mehmet Ali Şeker ve Mehmet Candirek 24 Ocak'ta, Abdülaziz Ocakhanoğlu, Mehmet Şah Çınar ve Yusuf Altun ise 23 Ocak'ta ele geçmişlerdi. Bu sanıklarla ilgili olarak hazırlanan iddianamade ise, "emniyetin yargıyı da yanılttığı" ortaya çıkıyordu. Çünkü sanık Mehmet Candirek gözetim tutanağına göre, 24 Ocak'ta yakalanırken, iddianameye göre, 23 Ocak'ta gözetime alınmış gözüküyordu. Yine sanıklar Abdülaziz Ocakhanoğlu ile Mehmet Şah Çınar da, gözetim isteme tutanağına göre 23 Ocak'ta, iddianemeye göre ise 24 Ocak'ta gözetime alınmış gösteriliyordu. (Belge 17 - 18: Gözetim İsteme Tutanağı ve İslami Hareket Örgütü İddianemesi)
Bu karmaşaya ikinci bir karmaşa da Ayhan Aydı'ın teşhis ettiği Ayhan Usta adlı sanığın tutanağındaki gariplikler eklendi. Ayhan Usta ise, yine aynı örgüt üyelerinden Mehmet Zeki Yıldırım'ın yer göstermesi sonucunda ele geçerken, yakalama tutanağında Yıldırım'ın 23 Ocak günü saat 15.00'de gözaltına alındığı belirtilirken, Usta'nın bulunduğu eve ise aynı gün sabah saat 07.00'de baskın yapılıyordu. Yani bu tutanaklara göre, Mehmet Zeki Yıldırım yakalanmadan 7 saat önce, Ayhan Usta'nın kaldığı evin yerini gösteriyordu. Hatta bir başka tutanağa göre ise Mehmet Zeki Yıldırım 20 Ocak 1993 günü ele geçiyordu. (Belge 19 - 20 - 21 - 22: Mehmet Zeki Yıldırım, Mehmet Ali Şeker ve Ayhan Usta'nın yakalama tutanakları)
Tahrifatlar günlerce tartışıldı. Sonunda Ankara DGM Savcısı Ülkü Çoşkun İstanbul'a giderek, evraklar üzerinde inceleme yaptı. Adalet Bakanlığı'na sunulmak üzere hazırladığı 21 sayfalık raporunda ise, tahrifatların nedenini emniyet mensuplarını "aşırı yorgunluğu ve uykusuzluğu" nedenleriyle "beşeri birer hata" olarak niteledi. (Belge - 23: Ülkü Coşkun'un hazırladığı rapor)
Ancak bu arada basında "Polis tahrifata uygun tanık peşinde" başlıklı haberler yer aldı. Cumhuriyet Gazetesi'nde 3 Ekim 1993 Pazar günü manşette yayınlanan bu haberde emniyet yetkililerine ifade veren tanıkların Mehmet Ali Şeker'in bulunduğu eve yapılan polis operasyonu konusunda Mumcu'nun ölümünden bir gün önceki 23 Ocak tarihini ifade ettikleri belirtiliyor, ancak habere şöyle devam ediliyordu:
"Oysa adlarını açıklayabileceklerini söyleyen çok sayıda site sakininin ortak görüşü, operasyonun hafta içinde yapıldığı şeklinde. İzinlerini almadığımız için adlarını açıklayamadığımız B.Ç, S.E ile bize adını açıkça yazabileceğimizi söyleyen Vildan Seven gibi kimi site sakinleri kesin tarih belirterek, 'operasyon salı günüydü' dediler. Vildan Seven daha da kesin konuştu:
-Evet, 26 Ocak Salı günüydü. İyi hatırlıyorum. Sonra uzun süre evde kaldılar. 10 Gün filan...(Mehmet Güç'ün, "Polis tahrifata uygun tanık peşinde" başıklı haberi - 3 Ekim 1993)
Polisin yakalama ve gözetim tutanaklarının İstanbul DGM'nin iddianamesiyle, tanıkların ise Ülkü Coşkun'un hazırladığı raporla çeliştiği bir İslami Hareket Örgütü operasyonu yapıldı. Tarih karmaşaları ve tutanak tahrifatları üzerindeki sis perdesi ise bir türlü aralanmadı.
Bu arada Mumcu suikastini gördüğünü iddia eden Ayhan Aydın hakkında ise, bu gelişmeler sonrasında "iftira" attığı gerekçesiyle dava açıldı. Aydın yargılama sonucunda beraat etti. Ancak "suikasti gördüğü" iddiasıyla ortaya çıkan Ayhan Aydın'ın başına gelenler "pişmiş tavuğun başına" bile gelmemişti."!
Aydın'ı, "Seni TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'na götürüyoruz" diyen emniyet görevlileri, bu süpriz tanığı o dönem TRT - 1'de yayımlanan Ateş Hattı adlı programa çıkardılar. Toplumda büyük bir infial yaratan suikasti gördüğünü iddia eden tanık ise, 60 milyon insanın gözleri önünde "yalancılıkla" suçlandı. (Belge - 24: Reha Muhtar'ın Ayhan Aydın ile söyleşisinin tam metni)
Aydın bu görüşmeden iki gün sonra komisyona yine emniyet görevlileri nezaretinde götürüldü. Komisyonun emniyetten sadece adresini istediği Aydın bu görüşmede TRT'ye "komisyona götürülüyorum denilerek götürüldüğünü" açıkladı.
Dönemin Komisyon Başkanı Kırıkkale Milletvekili Sadık Avundukluoğlu bu gelişmeler sonrasında Ateş Hattı programının yapımcısı ve sunucusu, Milliyet Gazetesi'nin eski Atina muhabiri Reha Muhtar'ı komisyona çağırarak, bilgisine başvurdu. Çok stresli bir ortamda basına açık olarak gerçekleştirilen bu görüşme karşılıklı şu suçlamalarla yarım kaldı:
Başkan - Sayın Muhtar, ben son olarak birşey soracağım. Siz gizli veya açık herhangi bir teşkilata mensup musunuz?
Reha Muhtar - Anlamadım efendim. Bu ne biçim soru?
Başkan - Gizli veya açık herhangi bir teşkilata mensup musunuz?
Reha Muhtar - Siz dalga mı geçiyorsunuz. Siz böyle birşeyi....Siz bu soruyu nasıl soruyorsunuz? Hakim misiniz? Siz gizli bir teşkilata.....Siz, Milliyetçi Hareket Partisi'nin içerisinde bulunurken, terörden sanık onun içerisinde bir parçası mıydınız? Gizli bir teşkilata üye miydiniz? Siz bana nasıl böyle bir soru soruyorsunuz?
Bu şartlar altında bu toplantıda bulunamayacağım, kusura bakmayın. Ne demek gizli bir teşkilata üye misiniz? Ve, sizi bu sözünüzden dolayı, sizin hakkınızda dava açacağım beyefendi. Gizli bir teşkilata üye misiniz diye soru sorduğunuz için. Siz Devlet Güvenlik Mahkemesi misiniz? Anayasa Mahkemesi misiniz? Kimsiniz siz efendim bana bu soruyu soracak!
Başkan - Biz sizden alacağımızı aldık, buyurun.
Reha Muhtar - Teşekkür ederim. Dava açacağım sizin hakkınızda. İnanın.
Başkan - Biz sizden alacağımızı aldık, buyurun. Basına kapalı olarak toplantımıza devam edeceğiz, buyurun. (İfade bozuklukları konuşmaların tam olarak metne yansıtılmasından kaynaklanıyor - Belge - 25 : TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu tutanakları)
GİZLİ BİR EL YÖN VERİYORDU!
İslami Hareket Örgütün ortaya çıkarılmasının denk geldiği zamanlama ile mensuplarının yakalanış biçimi de ilginçti. İslami Hareket Örgütü'nün beyin kadrosundan olduğu resmi ağızlar tarafından da defalarca açıklanan Mesut kod adlı Mustafa Kayacan, yine aynı örgütten Mehmet Zeki Yıldırım'a bir görev veriyor ve temas etmesi için de eline bir telefon numarası yazdırıyordu. Yıldırım, Kayacan'dan ayrıldıktan birkaç dakika sonra, Kadıköy Emniyet Amirliği'ne bağlı ekipler tarafindan, STFA bloklari önünde, çalıntı oto operasyonu sırasında yakalanırken, eline yazdığı telefon numarasını silmek istiyor, ama polisler tarafından son anda önleniyordu. Ekipler tarafindan gözaltına alınan Yıldırım'ın bu kez de çağrısına, eline yazdığı numaranın aynısı olan 305 66 38 nolu telefon numarası düşülüyordu. Sanki gizli bir el operosyona yön veriyor, örgütün bağlantılarının ve diğer mensuplarının ortaya çıkmasına yardımcı oluyordu. Belki yine sadece bir tesadüftü. Ama Ortadoğu'lu ve İslamcı Örgütlenmelerin içerisinde batılı ajanların ve diğer istihbarat örgütlerinin cirit attıkları da bilinen bir gerçekti. Yıldırım'ın eline bir telefon numarası yazdırılması, sonra da çağrısına "olasılıkları gözönüne alarak", operasyonu teminat altına almaya yönelik olarak aynı numaranın düşülmesi de belki yine bir raslantıydı.
Operasyon tamamlandı. Örgütün bir bölümü çözüldü. Ama Mumcu suikasti ile ilgileri konusunda somut bir ilişki kurulamadı. Örgütün beyin kadrosu ise, firardaydı. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, bu konuda, "Ekrem Baytap, Zübeyir Gümüş, Abdullah Yiğit ve Mustafa Kayacan isimli kişilerden birinin yakalanması halinde Mumcu olayının aydınlatılmasında önemli mesafe alınacağını " söylüyordu. Baytap, 1993 Ekim ayı başında yapılan operasyonlarda ele geçiyor, ancak, kesinlikle konuşmuyordu.
Baytap emniyette kendisine yöneltilen tüm soruları yanıtsız bırakırken, "olayları açıklamayacağını" belirtiyor ve kimliğini bile kabullenmiyordu. Baytap'ın "alınamayan" ifade tutanağında şöyle deniliyordu:
"Ekrem Baytap olaylarla ilgili sorulan sorulara cevap vermeyeceğini, ama sohbet mabeyinde konuşmalar yapabileceğini beyan etmiş, yapılan sohbet sırasında İran'la örgüt olarak diyaloga girdiklerini, operasyonlardan sonra İran'la diyalog kurmakta hata yaptıklarını anladıklarını, bunun için de İran'la örgütün diyalogunu koparmak için bizzat kendisinin çalışma içerisine girdiğini sözlü olarak beyan etmiş, yazıya dökülmek istendiğinde ifade vermemekte ısrar etmiştir. (Belge - 26: Ekrem Baytap'ın 10 Ekim 1993 tarihli İfade Tespit Tutanağı)
Baytap daha sonra Haksöz Dergisi'nin Kasım - 1993 sayısına gönderdiği 4 sayfalık "İşkencecilerle iki hafta" başlıklı yazısında ise konuşmayışını yandaşlarına şu mesajla iletiyordu:
"......Konuşmanın akışı içerisinde, 'Sen silahın gerekliliğine inanıyor musun? Silah gereksiz bir şey mi? ' dedi. 'Silahın bir güvenlik ve koruma aracı olduğunu bütün dünya kabul ediyor. Ben de güvenlik ve korumada hem fert, hem topluluk için silahın gerekliliğine inanırım' dedim. Konuşmamın bir yerinde 'siz hükümet için propaganda malzemesi oluşturdunuz' dedim. 'Hükümeti bu işe karıştırma, laf atma' diye ......uyardı.
Daha sonra havayı yumuşatmak için 'bazı isimler zikrederek, örgüt liderlerinin göazlatına alındıklarında tavırlarının benimki gibi olmadığını, işkence görmemek için kendileriyle pazarlık yaptıklarını, önemli olaylara açıklık getirdiklerini, önemli isimler verdiklerini' söylediler. Ben, 'müslüman olduğumu, onlarla kıyaslanamayacağımı, ancak inancımı yitirmemle böyle bir şeyin olabileceğini, kendileriyle anlaşmamın bu anlama geleceğini, inancımı koruduğumu, düşünce ve fikirlerimi terk etmediğimi, etmeyeceğimi' uzun uzun anlattım.
.....Bu arada birkaç günden sonra yoğun işkence ve namüsait şartlar sonucunda tarih ve zaman mefhumumun belli belirsiz bir hal aldığını belirtmeliyim. Zamanı ancak zebanilerin vardiya değişimi ve namaz vakitlerinden tahmin etmeye çalışıyordum. Bu yüzden zamana ilişkin burada geçen ifadelerimde yanlışlar bulunabilir.
Son gece uyuyup dinlenmem için beni hücreye aldılar. Öbür gün DGM'ye çıkarttılar. Şimdi H blok sakinleri arasındayım. Bu mektep bize de kısmetmiş.
Rabbimden günahlarımı bağışlamasını diliyorum." (Belge - 27: Ekrem Baytap'ın Hak Söz Dergisi'nde yayımlanan yazısının tam metni)
Baytap ile birlikte aynı operasyonda yakalanan Zeki Deniz ise, Mumcu suikastinden önce Ayhan Usta ile Mehmet Zeki Yıldırım'ın İstanbul'dan Ankara'ya getirdikleri araçları Ankara'da teslim alan kişiydi. Mehmet Zeki Yıldırım'ın ifadesine göre, 18 Ocak 1993 günü, yani suikastten altı gün önce, Ayhan Usta ile birlikte biri Concorde biri Tempra marka arabayı Ankara'ya getirmişlerdi. Olayı devamını tutanaktan okuyalım:
"......Concorde'u 18 Ocak 1993 günü getirip, Ayhan Usta eliyle otogar'da kod adını daha sonra öğrendiğim Tahir'e, Tempra'yı da Concerde'dan bir hafta kadar önce aynı şekilde teslim ettik. Benim Tahir ile yüzyüze gelmememin sebebi Tahir'i tanımamış olmamdır..."
Ayhan Usta da, Yer Gösterme Tunanağı'nda otoları Tahir kod adlı Zeki Deniz'e teslim ettiklerini söylüyordu. Ancak gerek emniyet, gerekse DGM sorgularında, Deniz'e bu araçları ne yaptığı, araçlarda herhangi birşey bulunup bulunmadığı ya da araçları kime verdiği yolunda herhangi bir soru yöneltilmiyordu. Oysa sonradan Batman'da buna benzer pek çok aracın üst düzey devlet memurlarına, adalet ve emniyet yetkililerine çok ucuza satıldığı ortaya çıkıyor ama bu olayların da üzeri kapatılıyordu. Araçlar sırdı.
Örgüt Ankara'da da bir ev tutmuştu. İslami Hareket Örgütü militanlarından Kudbettin Gök, Sakıp Mirza sahte kimliği ile 1992 yılı Aralık ayı başında Eskişehir yolu 20 kilometredeki Emlak - Bank Konutkent evleri, A - 1 Blok 15 nolu daireyi kiralamıştı. Ancak tahrifatlar nedeniyle bir türlü hangi tarihte başlatıldığı belli olmayan örgüt operasyonundan bir gün Kudbettin Gök evi ani bir şekilde boşaltmıştı. İstanbul Emniyeti'nin hazırladığı gezlekeye göre 23 Ocak 1993 günü gözetim altına alınan Kudbettin Gök, tanık beyanlarına göre aynı gün Ankara'daydı. Emlak - Bank Konutkent evlerinde kapıcılık yapan Dursun Bektaş, 11 Şubat 1993 tarihli, İfadeli Teşhis Tutanağı'da şöyle diyordu:
"......(Gök) burada 1,5 ay kadar ikamet etti. Kendisiyle alış veriş haricinde pek konuşmamız olmamıştır. Bu şahsın burada ikamet ettiği süre içinde eve gelip, gideninin olup olmadığını kesin olarak bilemiyorum. Sömenst tatilinin ilk cumartesi günü, (23 Ocak 1993 Cumartesi günü) bu şahsın evden eşyalarını beyaz bir Mitsibushi marka bir minibüse yükleyerek ayrılışlarını ben görmedim, eşim görmüş....."
Yani Kudbettin Gök, 23 Ocak 1993 Cumartesi günü Ankara'daki evi boşaltıyor ve aynı gün İstanbul'da yakalanıyordu. Belki de sadece bir tesadüftü.
Evet tutanaklara göre, İstanbul'da "dev" bir operasyon yapılmıştı. İstanbul Emniyeti'ne göre, "teknolojik olanaklardan en iyi yararlanan örgüt" olarak tanımlanan İslami Hareket Örgütü tutanaklara göre 7 saat içinde çözülmüştü. Bir semtten bir başka semte gitmenin birkaç saat aldığı İstanbul'da, 23 Ocak 1993 günü önce Mehmet Zeki Yıldırım saat 15.00 - 16.00 sıralarında, yaklaşık 2 saat kadar sonra 17.00 - 18.00 sıralarında Mehmet Ali Şeker, Abdülaziz Ocakhanoğlu, Mehmet Şah Çınar, Mehmet Candirek ve Yusuf Altun yakalanmıştı. Sanıklar "bülbül" gibi konuşuyor ve polisin ev baskınları sürüyordu. 23 Ocak 1993 günü saat 19.00 - 19.30 sıralarında Ayhan Usta, Serdar Altun, Fahrettin Baytap ve Adnan Günaydın ele geçerken, 22.00 - 23.00 sularında da Kudbettin Gök gözetime alınıyordu.
Ancak o gün gözetime alınan sanıkların ifadeleri bile, emniyetin tutanakları ile çelişiyordu. Tutanaklarda, 23 Ocak 1993 günü saat 17.00 - 18.00 sıralarında Mehmet Ali Şeker, Abdülaziz Ocakhanoğlu, Mehmet Şah Çınar ve Mehmet Candirek ile gözetime alındığı belirtilen Yusuf Altun, 3 Şubat 1993 tarihli ifadesinde şöyle diyordu:
".......Bizim örgüt elemanlarının yakalandığını Mehmet Ali Şeker duymuş olacak ki, yakalanmadan bir akşam önce, Mehmet Candirek'i evde bırakıp bizleri Kadıköy'de bulunan As Oteli'ne götürdü. Bir gece orada yattık. Sabahleyin evde bulunan Mehmet Candirek 'e telefon açıp, polislerin gelip gelmediğini ve herhangi bir anormal durumun olup olmadığını sordu. Mehmet 'yok' deyince, bizde birlikte eve gittik. Evde eşyaları toplayıp, evi tahliye edeceğimiz sırada polisler gelip kapıyı çaldılar....."
İslami Hareket Örgütü'nden ilk olarak Mehmet Zeki Yıldırım yakalanmıştı. Yıldırım, 23 Ocak 1993 Cumartesi günü gözetime alınmıştı. Bu durumu önceden öğrenen Mehmet Ali Şeker ise, örgüt evindeki arkadaşlarıyla birlikte o geceyi Kadıköy'deki As Otel'de geçirmişti. Yani tutuklanara göre, 23 Ocak 1993 günü gözetime alındığı belirtilen Şeker, Ocakhanoğlu, Çınar ve Candirek, Altun'un anlatımına göre 24 Ocak Pazar günü yakalanmışlardı.
Evet jet hızıyla, ama bir dizi soru işaretleri ile dolu operasyonlar yapıldı Bazı sorular gözden kaçtı. Bazı bağlantıların üzerine gidilmedi. Ve tanık Aydın da belki gerçekten doğruları söylemiyordu. Ama gözlerden kaçan bir nokta vardı. Neden, Aydın'a suikasti gördüğünü iddia etmesi sonrasında yalnızca İslami Hareket Örgütü'nün İstanbul'da yakalanan sanıklarından Ankara'ya getirilenler gösterildi? Neden aynı dönemde Ankara'da yapılan operasyonlarda gözaltına alınanlar gösterilmedi? Neden çoğu Batman'lı olan bu sanıkların bizzat devlet yetkilileri tarafından açıklanan Batman yakınlarındaki Hizbullah kampı ile bağlantıları araştırılmadı?
Neden böyle bir kamp olup olmadığının araştırılması gerekirken, böyle bir kamp olduğu yolundaki devlet yetkililerinin açıklamalarını içeren bandı yayınlayan gazeteciler eleştirildi ve haklarında dava açıldı? Ve neden bizzat birinci ağızdan Batman'da bir Hizbullah kampı olduğunu öğrenen TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Başkanı Sadık Avundukluoğlu, basında bu habelerin yer alması üzerine, bu bilgiyi yalanlama gereği duydu? Neden, İslami Hareket Örgütü operasyonu 20 Ocak 1993'de başlarken, sanıkların yakalama ve gözaltı tutanakları 23 ya da 24 Ocak olarak düzenlenmişti? İşte, bu nedenlerin bazılarına üst düzey bir yetkilinin şu sözleri bir ölçüde ışık tutuyordu:
"Güneydoğu'daki bazı suikastlerin arkasında devletin olup olmadığı konusunda birşey söyleyemem. Ama, büyük şehirlerde bunu düşünemezsiniz bile. Ancak, Mumcu cinayetinin ardında bazı güçler var, devletlerarası meseleler var. Yakalanan sanıklar için tutanaklarda daha ilerki bir tarihi vermek ise normal. Bu zaten İngiltere'de bile uygulanan yöntem. Gözaltına aldığınızda, suç samur kürk olmadığı için, kimse bunu üstlenmez. Biraz tazyik gerekir. Bu tazyik sırasında kişiye birşey olursa, yani ölürse, elinizdeyken ölmüş olur. Yani kayıtlara girersiniz, sizin elinizdeyken öldüğü ortaya çıkar. İngiltere'de de, aynı yöntem var. Ölürse kayıtlara girmeden götürür, bir köşeye atarsınız, sonra faili meçhul cinayet olarak araştırırsınız..."
_

HİZBULLAH KAMPI
Mumcu'nun öldürülmesi sonrasında TBMM bünyesinde oluşturulan Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu işlere hızlı başladı. 1975 yılından bu yana Türkiye'de işlenen faili meçhul cinayetlerin dökümü yapıldı. Komisyon olaylarla ilgili tanıklara ulaşmaya çalıştı. Cinayetlerin nedenlerini bulabilmek için yerinde inceleme yöntemini benimsedi.
Tarih 28 Temmuz 1993. Günlerden Çarşamba. Yer: Türkiye'de terör kenti olarak anılan Batman.
Meclis Araştırma Komisyonu Batman'daki Emniyet Müdürlüğü'nde üst düzey yetkililer ile görüşüyor. Konu: Faili Meçhul Cinayetler ve bunların çoğunda imzası olan Hizbullah.
Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek ve Batman Vali Vekili Mustafa Ali Örnek ilginç bilgiler veriyorlar komisyon üyelerine. Söz dönüp dolaşıp faillerin neden yakalanamadığına geliyor. Emniyet Müdürü Şimşek, bu sorular üzerine şu şok açıklamayı yapıyor:
"Ne yazık ki Hizbullah örgütü mensupları bir dönem askerlerden yardım gördüler. Buradaki bazı askeri birliklerde. Silahlı eğitim yaptılar, lojistik destek gördüler..."
Şimşek'in bu açıklamasını Vali Vekili Mustafa Ali Örnek de onaylıyor. Salondaki komisyon üyelerinden, bu soğuk duştan çıkan ilk üye CHP Kars Milletvekili Atilla Hun, kulaklarının kendisini yanıltıp yanıltmadığını öğrenmek için yine soruyor:
-Yani şimdi siz, Türkiye Cumhuriyeti devletini yıkıp, yerine şeriat devleti kurmak için çalışan ve bu amacça cinayet işleyen yasadışı Hizbullah Örgütü mensuplarının Türk Silahl Kuvvetleri'nin belli bir kesiminden yardım gördüğünü mü söylemek istiyorsunuz?
Emniyet Müdürü Şimşek, "Evet, öyle demek istedim" diyor ve sözlerini sürdürüyor:
-Bir ihbar aldık bu konuda. Araştırdık, malesef doğru çıktı. Hizbullahcılar belli bir dönem ordudan yardım görmüşler. Ama şimdi o durum ortadan kalktı.
Komisyon üyeleri daha sonra Ankara'ya döndüler. Ve bir süre sonra bu bilgiler kısmen de olsa basına yansıyınca bir anda yer yerinden oynadı. Önce haftalık, sonra bir günlük gazetede yer alan bilgiler, komisyon zabıtlarında yer almasına karşın, Komisyon Başkanı Sadık Avundukluoğlu tarafından yalanlandı. Ancak yalanlamanın yapıldığı gün, bu görüşmeyi içeren teyp bantı bir özel televizyon kanalındaki haber programda yayınlandı.
Bunun üzerine daha büyük bir patırtı koptu. Ancak olayın doğru olup olmadığından çok, bunun nasıl basına sızdığı, neden yayımlandığı ve nasıl ele geçtiği tartışılmaya başlandı.
Bu kampanya komisyon çalışmalarını bir ölçüde sekteye uğratırken, TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'na gözaltı başladı.
Hem de ne yöntemle. Batman'da bir Hizbullah kampı olduğunu belirleyen TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu üyelerinin ev adresleri ve ev telefonları, kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından ısrarla ve açıkça soruşturuldu. Çok daha kestirme yollardan bazı bilgiler elde edilebilecekken, adeta komisyon üyesi parlamenterlere özellikle durumu duyurmak istenen yöntemlere başvurulması dikkat çekti.
Oran Sitesi'nde bulunan milletvekili lojmanlarının giriş kapısına giden ve kapıdaki koruma polislerine, "kendilerini emniyet mensubu" olarak tanıtan kişiler, komisyon üyelerinin ev adresleri ile telefonlarını istediler. Bu bilgileri alan görevliler daha sonra lojman bölgesinden ayrıldılar. (30 Eylül 1993 - Cumhuriyet)
Mumcu suikastini gördüğünü iddia eden tanık Ayhan Aydın ile ilgili bir dizi girişim yapan, Batman'da bir Hizbullah kampı bulunduğunu resmi ağızlardan belgeleyen komisyon, bu gelişmeler sonrasında ne yazık ki çalışmalarını ağırlaştırdı.
Ama yine de sonuçta Türkiye'deki pek çok dengeyi alt üst edecek bir rapor ortaya çıktı. 1995 yılı Mayıs ayında basına sızan rapordaki veriler devletin işleyişindeki birçok aksaklığı ortaya çıkarıyordu. Rapordaki ".....devletin seçimle işbaşına gelmiş organlarınca denetlenmeyen ve yargı organlarınca da soru sorulamayan örgütler, istedikleri gibi devlet organlarına hakim olmaktadır......"sözlerinin detayları ve belgeleri günlerce kamuoyunda tartışılırken, bu rapor üzerine resmi makamların suskunluğu dikkat çekiyordu.
Rapordaki verileri dönemin Adalet Bakanı Seyfi Oktay ise görevinden ayrılmadan önce şu açıklama ile pekiştiriyordu:
"Bu ülkede devlete hükmetmek ayrı birşey, hükümet etmek ise apayrı. Bizim yaptığımız sadece hükümet etmek...."
Rapordaki görüşleri, belgeleri, saptamaları ve iddiaları hazmetmek devlet açısından oldukça güçtü. Çünkü o kadar somut bilgiler vardı ki, mesela devletin iki bakanlığı'nın faili meçhul cinayetlere ilişkin verileri bile birbirinden farklıydı. Yani Adalet Bakanlığı'na göre faili meçhul bir cinayet, İçişleri Bakanlığı'na göre çözümlenmişti. İçişleri Bakanlığına göre faili meçhul bir cinayet ise Adalet Bakanlığı'nın verilerine göre çoktan çözümlenmiş, hatta bazı sanıklar bile hüküm bile giymişlerdi. (Belge 28: TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'nun, cinayetlere ilişkin dökümü)
Bu somut veriler karşısında devletin hazım sorununa çözüm ise resmi makamlar yerine seçilmişlerden geldi. Dönemin Doğru Yol Partili Komisyon Başkanı Sadık Avundukluoğlu'nun DYP'li arkadaşları Erzurum Milletvekili İsmail Köse, Balıkesir Milletvekili Melih Pabuçcuoğlu, Sakarya Milletvekili Nevzat Ercan ve Nevşehir Milletvekili Orhan Seyfi tarafından hazırlanan karşı oy yazısında, komisyonun devlete ilişkin belgeleri gözardı edilircesine "oluşan tepki" şu sözlerle dile getirildi:
"10/90 sayılı Araştırma Komisyonu'nun 19 Nisan 1995 tarihinde yaptığı son toplantısında Komisyon Raporu'na son şekli verilmiştir. Ancak devletimizi ve güvenlik güçlerimizi (polis, jandarma) suçlayıcı ve küçük düşürücü bazı hususlar gözden kaçırılmış ve raporda yer alması sağlanmıştır. Bu hususların gerçekle bir ilgisi olmaması nedeniyle rapordan çıkarılması gerekmektedir. Aksi halde devletimizi ve onun güvenlik güçlerini suçlayan bu rapor T.C. Devletini yıkmak ve parçalamak isteyen bölücü mihrakların elinde bir belge olacak ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti Avrupa Parlamentosu'na, Uluslararası Af Örgütü'ne bu rapor sayesinde rahatlıkla şikayet edilebilecek ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti zor durumda bırakılacaktır." (Belge - 29: DYP'li 4 milletvekilinin hazırladığı karşı oy yazısı)
Milletvekilleri arasındaki görüş ayrılığı had safsahaydı. DYP'li dört milletvekili gerçekleri gözardı ederek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin uluslararası kuruluşlar karşısında güç durumda kalmaması için bazı bölümlerin rapordan çıkarılmasını isterken, dönemin CHP Malatya Milletvekili Mustafa Yılmaz da karşı oy yazısında şöyle diyordu:
"Birilerinin çıkıp kendisini devlet yerine koyması ve yasadışı, hukuk dışı işler yapması, devletin korunup - kollanmasına değil, onun çökertilmesine hizmet olur. Böylesi güç odakları sayesinde Türkiye uluslararası kuruluşlar ve batılı devletlerce yargısız infazlar, gözaltında kayıplar ve faili meçhul cinayetler ülkesi olarak anılmaktadır.
Bu gerçekler gizlenerek hukuk devleti güçlendirilemez. Güvenlik güçlerinin, bir örgütün, bir partinin vurucu gücü gibi hareket etmesiyle de devletin varlığı ve bütünlüğü korunamaz. Türkiye'de çok sayıda faili meçhul cinayet ve kayıp vardır. Kayıpların ve cinayet faillerinin bulunamaması halkta korku ve güvensizlik yaratmaktadır. Güvensizliği, korkuyu, kuşkuyu ve adaletsizliği artırarak devleti korumak olanaksızdır.
Güvensizliği güvene dönüştürmenin, yaşadığımız olumsuzlukları aşmanın ve devleti güçlü kılmanın yolu, kişi hak ve özgürlüklerinin sınırının genişletilmesi, parlamentonun yetkilerine sahip çıkması ve anılan güç odaklarının üzerine inançla ve kararlılıkla gidilmesiyle olanaklıdır."
Yılmaz karşı oy yazısında, Özel Kuvvetler Komutanlığı ile ilgili olarak TBMM Komisyonu'nun çalışmalarının nasıl engellendiğini de şöyle dile getiriyordu:
"Kontrgerilla denen gücün varlığı inkar edildiği için hiçbir denetim mekanizması işletilememekte, TBMM yetkilerini kullanıp konuyu araştıramamakta, dönemin Genelkurmay Başkanı (Emekli Orgeneral Doğan Güreş), Meclis Başkanı'na (Hüsamettin Cindoruk) telefon ederek, 'Bu komisyon üyeleri ne yapmak istiyor? Ben elemanlarımı deşifre ettirmem. Üyeler ÖHD yetkililerini dinlemekten vazgeçsinler..."'(Belge - 30: Mustafa Yılmaz'ın karşı oy yazısı)
Karşı oy yazıları birbirini izlerken, rapor karşısında önce suskun kalan resmi makamlar kısa bir süre sonra "karşı bir rapor" hazırlayarak milletvekillerini bir anlamda "vatan hainliği" ile suçladılar. Bu raporun en ilginç bölümü olan "İnceleme Sonucu" başlığı altında ise komisyona yönelik şu eleştiriler yapıldı:
"Araştırma Raporu, devlete yönelik suçlamalar, zan ve şüphe altında bırakan iddialar açısından incelenmiştir.
İnceleme sırasında metindeki iddialara ışık tutacak bazı bilgi ve belgelerin eklere atıf yapılmasına rağmen dosyaya konmadığı için iddiaları kuvvetlendirecek dayanaklar incelenmemiş, sadece metin ile yetinilmiştir. Ayrıca incelemeye esas teşkil eden diğer hususlar üzerinde durulmamıştır. Komisyon tarafından suçlu bulunanlarla ilgili olarak yapılan suç duyurularına da şuana kadar kulak asılmamış, hakkında ihbarda bulunanlar için ne Başbakanlık, ne de İçişlire Bakanlığı harekete geçmişlerdir.
Konunun özü olan 'sonuç ve teklifler' bölümünden de tespit edileceği gibi, Tahkik Komisyonu'nun Faili Meçhul Siyasi Cinayetleri inceleme yerine, adeta 'bu cinayetlerin arkasında devlet var, bu gerçeği nasıl ortaya çıkarırız' önyargısı ile konuya yaklaşmış olduğu sezinlenmektedir.
Bu yargıdan hareket ettiği tahmin edilen komisyonun raporuna yansıyan inançlarına göre;
-Muhatap oldukları bütün görevliler devletin kurduğu gizli bir örgütün idaresindedir. Bu nedenle komisyon araştırmaları kasten aksatılmakta ve yavaşlatılmaktadır.
-Konuya ait birimler komisyona hep yanlış cevap vermekte, işi örtbas etmekte ve hiç destek sağlanmamaktadır.
-Komisyon üyelerinin duyduklarını, kamu görevlileri hiz doğrulamamaktadır.
-Devlet bu suçunu kabul etmeli ve ihmali görülenler cezalandırılmalıdır gibi...
Raporda kaleme alınan (çoğu devlet kademelerince bilinen) bazı aksaklıkların nedenleri ve devletin bu aksaklıkları gidermedeki gayretleri hiç dikkate alınmamıştır.
Yukardaki yaklaşımlardan hareketle, komisyonun bu raporundaki suçlamaların; devletin yasama, yürütme ve yargı organlarını karşı karşıya getirecek ağırlıkta ve duyum - yorum yaklaşımlarından kaynaklanan ve çoğunlukla gerçek dışı iddiaları ihtiva eden hususlardan müteşekkil olabileceği değerlendirilmektedir." (Belge - 31: Devletin hazırladığı İnceleme Sonuç Raporu)
Komisyona resmi ağızların verdiği bilgiler doğru muydu? Neden araştırılmadı? Niçin üstü kapatılmaya çalışıldı?
İşte Batman'daki Hizbullah Kampı konusunda 1993 Ağustos ayında ortaya çıkan bilgileri, Mumcu 24 Ocak'tan birkaç ay önce Gözlem köşesinde şu sözcüklerle sorguluyordu:
"Kürt Hizbullah'ı özellikle son birkaç yıldır PKK'ya karşı saldırılar düzenliyor. Bu saldırılar, devlet içindeki örgütler örneğin Kontrgerilla olarak bilinen Özel Harp Dairesi (Yeni ismi Özel Kuvvetler Komutanlığı) tarafından destekleniyor mu? Bunu bugün için bilmeye ve yazılı belgeye dayanarak kanıtlamaya olanak yoktur. Bazı devlet görevlileri ile bu tür örgütler arasında hiyerarşik düzen içinde ve emir komuta ile değil, 12 Eylül öncesinde kanıtlandığı gibi bireysel ilişkiler de kurulabilir.. Bugün hükümetin başta Musa Anter cinayeti olmak üzere bölgede işlenen bütün cinayetleri tek tek aydınlatması gerekir. Bu cinayetler aydınlanmaz ve bu saldırılar da böyle sürüp giderse, devlet haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış, bu tür suçlamalardan kurtulamaz." (31 Ocak 1993, Sayı: 10 - Ekonomi Politika Dergisi)
TELEFONUN SIRRI
Batman'da bir Hizbullah kampı olduğu ve bölgedeki askeri birlikten yardım gördüğü yolundaki resmi bilgiler örtbas edilirken, 1990 yılında islamcı bir terör örgütü tarafından evine gönderilen patlayıcı ile yaşamını yitiren Doç. Doç. Dr. Bahriye Üçok cinayetinde önemli bir bulgu ortaya çıkıyordu.
Doç. Üçok, öldürülmeden önce tehdit telefonları alıyordu. Bunun üzerine savcılık aracılığıyla PTT'ye başvurarak telefonunu dinlemeye aldıran Üçok'a, yapılan işlem sonrasında tehdit telefonunun 117 61 62 (417 61 62) nolu telefondan geldiği bildirildi. Ölümünden sonra açılan hazırlık soruşturmasında, bu telefonla ilgili olarak verilen takipsizlik kararı ise halen dosyada.
Ama bu telefon nereye ait. 118'deki kayıtlara göre 417 61 62 nolu telefon Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı santrali olarak geçiyor. Ancak santral 417 61 00'dan başlayıp 417 61 50'de sona eriyor. Gazetecinin saptamasına göre ise, bu telefon Genelkurmay Baskanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı'nda, dışardan aramaya kapalı, içerden aramaya açık bir numara. Peki nasıl oluyor da, numarası belli bir telefonla ilgili olarak takipsizlik kararı alınabiliyor?
Yine Üçok cinayetinde ve bir dizi eylemde adı geçen Nezih Beyret adlı teröristin gerçek adının Uğur Özbenli olduğu saptanıyor. (1995 yılı Aralık ayı başında yapılan İslami Hareket Örgütü operasyonunda ele geçen Tamer Aslan, Nezih Beyret'in gerçek adınan Muzaffer Dalmaz olduğunu açıkladı) Özbenli'nin 1994 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü'nde 1. sınıf öğrencisi. Ancak Özbenli, İstanbul'da Ekim ayı başında yapılan İslami Hareket Örgütü operasyonundan kaçan tek kişi olarak gözükürken, aynı ay, üniversitedeki kaydını da donduruyor. Özbenli'nin ailesi ile ilgili olarak da Trabzon'da çeşitli söylentiler dolaşıyor. Bazı görgü tanıkları, Özbenli'lerin, 1980 yılında Abdi İpekçi'yi öldüren Mehmet Ali Ağca'nın cezaevinden kaçtıktan sonra Trabzon'da bu aile tarafından saklandığını, daha sonra da yurtdışına kaçırıldığını öne sürüyorlar.
Yine Üçok suikastinde İstanbul'da Ekspres Kargo adına bombalı paketi teslim alan Trabzon nüfusuna kayıtlı Gülay Calap'ın ise, Mumcu suikastinden sonra bilgisine başvurulmak istendiğinde ortadan kaybolduğu belirleniyor. Calap'ın PKK'ya katıldığı yolunda bilgiler olduğunu resmi ağızlar açıklarken, Milliyet Gazetesi'nde 16 Ekim 1993 günü, "Tanık Gülay kaçırıldı" başlıklı bir haber yer alıyor. Haberde, Ekspres Kargo Yürütme Kurulu Başkanı Ajlan Yanaşan, Calap'ın kendi halinde bir kız olduğunu, siyasetle bile ilgilenmediğini belirtirken, "O'nun kaçırılmış olduğunu düşünüyoruz" diyordu. Calap'ın kargo şirketindeki arkadaşlarından Hulusi Alten ise, "Calap'ın başına ne geldiyse, 'paketi verenleri görsem tanırım' dedikten sonra geldi " şeklinde konuşuyor. Calap'ın verdiği bilgiler ışığında hazırlanan robot resimdeki kişinin ise, Nezih Beyret ya da son operasyonlar sonrasında gerçek adının Muzaffer Dalmaz olduğu açıklanan terörist, diğer verilere göre ise, Uğur Özbenli olduğu emniyet tarafından da saptanıyordu.
Tüm bu sorular ve kuşkular zihinleri kurcalarken Calap, Mumcu'nun ölüm yıldönümü olan 24 Ocak 1994'ten 15 gün önce İzmir'de ele geçiyor. PKK'nın Türk kanadı olduğu belirtilen Devrimci Halk Partisi'nin İzmir Sorumlusu olduğu belirtilen Calap, ilk ifadesinde Doç.Dr. Bahriye Üçok suikasti ile ilgili olarak ek bir bilgisinin olmadığını açıklıyor.
Gülay Calap, 15 Ocak 1994 tarihinde İzmir Emniyet Müdürlüğü'nde alınan ifadesinde bu konuda şöyle konuşuyor:
"Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nda okumakta iken, okul masrafımı ve harçlığımı çıkarmak için Ekspres Kargo şirketinde 1990 yılı yaz tatilinde sekreter olarak işe başladım. Şu anda ismini hatırlayamadığım bir bayan arkadaş daha benimle birlikte fatura karşılığı teslim alma işlerine bakıyorduk. 3 Ekim 1990 tarihinde Profesör Bahriye Üçok'un (bilgi yanlışı - Doç. Dr. Bahriye Üçok olacak) evine gönderilmek üzere getirilen paketi benim teslim alıp, fiş kestiğim anlaşıldı. O tarihte bu şirkette çalıştığım için bilgime başvurulmak üzere İstanbul polisi tarafından alınarak Ankara'ya gönderildim. Ankara'da kaldığım 4 - 5 gün süre içerisinde, gerek emniyet yetkilileri, gerekse Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı tarafından, bana 3 Ekim 1990 tarihinde Bahriye Üçok'a gönderilmek üzere teslim aldığım paketi veren şahsı tanıyıp tanıyamadığımı tespit için çeşitli fotoğraflar gösterildi. Ancak o dönemde işlerin çok yoğun olması sebebiyle, teslim eden şansı tanımadığımı ve tanıyamadığımı söyledim. Gerçekten de şu an dahi, kimin getirip teslim ettiğini hatırlayamıyorum. Eğer hatırlamış olsaydım, kesinlikle o tarihte teşhis eder ve fotoğrafını gösterirdim. Yine söylüyorum, bana paketi teslim eden şahsı kesinlikle tanımıyorum." (Belge - 32: Gülap Calap'ın İfade Tutanağı)
Calap doğru mu söylüyor, yoksa yalan mı? Üçok suikastinden hemen sonra Ankara'ya getirilen tanık Calap, o tarihte bombalı paketi veren şahsın robot resmini çizdiriyor ve fotoğraflardan Uğur Özbenli (Muzzafer Dalmaz) olarak teşhis ediyor. Ancak bu olaydan sonra, nedeni bilinmeyen bir şekilde dağlara çıkan Calap 5 yıl sonra bu bilgileri de reddediyor.
Zaten bu nedenle de, Ankara DGM, Calap'ın Ankara'ya getirilerek ifadesinin alınmasına gerek bile duymuyor. Ancak zihinlere, Trabzon nüfusuna kayıtlı ve arkadaşları tarafından "siyasetle uzaktan yakından hiç ilgilenmeyen" bir kişi olarak belirtilen Calap'ın, Üçok suikasti sonrasında " birtakım şeylerden ürkerek ya da tehdit edilerek " PKK'ya katılmış olabileceği sorusu geliyor!..
Bu konuda çıkan haberleri Zaman gazetesindeki köşesinde Taha Kıvanç kimliği ile yorumlayan gazetenin başyazarı Fehmi Koru ise, Üçok olayı öncesinde yaşanan olaylara dikkat çekerken, suikastten üç gün sonra MİT İstanbul Bölge Başkanı'nın makam şoförü Kemal Tunçsel'in, İstanbul'da bir tamirhanenin önünde kıstırılarak öldürülmesini de ilginç bulduğunu söylüyordu. Koru, 30 Eylül 1993 tarihli Zaman gazetesindeki "İşte öyle bir yazı" başlıklı yorumunda şu değerlendirmeyi de yapıyordu:
"Bahriye Üçok patlamaması gereken bir paketi acemice açarken, yanlışlıkla oldu. Bahriye hanımın sakarlığı 'kansız bir provokasyon' olarak kalması hesapları eylemi planlayanların başını epey ağrıtmış olmalı...Paketi Ekspres Kargo'ya verenin suikastten üç gün sonra öldürülen MİT'te makam şoförü Kemal Tunçsel olduğunu, Gülay Calap'ın da şoförün öldürülmesinin ardından kayıplara karıştığını düşünmek çok mu hayalcilik olur?"
Mumcu suikastinden sonra işadamı Jak Kamhi'ye düzenlenen suikatte kafalarda pek çok soru işaretine yol açıyordu. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin adına, suikastle ilgili olarak 5.2.1993 gün ve Basın Müşavirliği'nin 001 ve 002 sayılarını taşıyan faks sorularında bakanlık Basın Müşaviri Olcay Göker, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne şu soruyu yöneltiyordu:
"Tetikçi oldukları iddiası ile tutuklanan şahısların evleri niçin aranmamış ve neden yakınlarının ifadelerine başvurulma gereği duyulmamıştır? Yoksa olay baştan sona Üsküdar Emniyet Amirliği sivil memurların bilgisi dahilinde olduğu için mi bu işleme gerek duyulmadı?"
Resmi ağızlardan alınan Hizbullah kampı olayının, Doç. Dr. Üçok suikasti öncesinde tehdit edildiği 417 61 62 nolu telefonun üzerlerine gidilmezken, yeri yurdu belli bir terörist bulunamıyor ve belki de birçok cinayeti aydınlatabilecek kişi ya da kişileri teşhis edecek önemli bir tanık ortadan kayboluyordu. Başarısız bir suikast girişimi ile ilgili olarak akla, olayın emniyetin bilgisi dahilinde gerçekleştirilebileceği bile gelebiliyordu. Mumcu suikati ile ilgili olarak açılan soruşturma da bütün "hızıyla" sürerken, Mumcu son çalışması olan, APO- MİT ilişkisi, üzerinde ise hiç durulmuyordu!.._
APO - MİT İLİŞKİSİ
Mumcu'nun son çalışması APO- MİT ilişkisi, siyasiler-yakınları ve devletin bir takım yöneticileri ile bunların karınlık ortaklıkları ve uyuşturucu pazarında PKK bağlantılı olarak gerçekleştirilen işler üzerineydi. Mumcu'yu bu ilişkiyi araştırmaya iten temel neden ise, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın boşandığı eşi Kesire Yıldırım'ın babası ile erkek kardeşinin MİT'le ilişkili oldukları iddiasıydı. Gerçi bu iddia ailenin Türkiye'deki bireyleri tarafından yalanlanıyordu.
Mumcu, bunun yanı sıra Apo'nun burslu olarak okumasını, Şafak bildirisi olayında ise, önce askeri savcı tarafından, "komünizm propagandası, askeri kanunlara karşı itaatsizliğe teşvik, askeri kuvvetleri tahkir, suç olan fiili övmek ve suç işlemeye tahrik" suçlarından Türk Ceza Yasası'nın 142, 153, 159, 311 ve 312 maddelerince cezalandırılması istenirken, yanlızca boykot eylemine katılmak suçundan 3 aya mahkum edilmesini de "anlamlı" buluyordu. Hem de bu ceza, 12 Mart döneminde, SBF öğrencilerine ve öğretim üyelerine " hiç de sempati ile bakmayan", dönemin askeri savcısı Baki Tuğ'un esas hakkındakı mütalası çerçevesinde veriliyordu. Mumcu ayrıca, uzun süre Apo'nun yakınında bulunan ve ''Ağrı'lı Pilot Necati'' olarak bilinen kişinin de, MİT ajanı olma olasılığı üzerinde duruyordu. (Kürt Dosyası- Uğur Mumcu)
Abdullah Öcalan kimdi? Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'ndeki verilere göre, Öcalan'ın künyesi şöyle:
'Şanlıurfa ili Halfeti ilçesi Ömerli köyünde 1948 yılında doğmuştur. Anne adı Üveyş, baba adı Ömer olup, üçü erkek, dördü kız, toplam 7 kardeşten ilk erkek evlattır. Feodal bir düzen içinde otoriter ve kavgacı anne elinde ve zavallı, pasif bir baba etkisinde özenle ve biraz da şımartılmış olarak büyümüştür. Abdullah Öcalan, babası söz konusu olduğunda, "ondan hoşlanmıyorum" demekten çekinmez. İlkokulu Türkçe konuşulan islamlaşmış bir Ermeni köyü olan Cibin'de, ortaokulu ise Nizip'te okumuştur. Askeri bir okula girmek arzusuna rağmen, giremeyen Abdullah, Ankara Tapu Kadastro Meslek Lisesi'ni parasız yatılı olarak bitirmiştir. İlkokul çağlarında başlayan dine ilgisi, lise yıllarına daha artmıştır. Daha sonra 2 yıl Diyarbakır'da memur olarak çalışmış, sonra İstanbul Hukuk Fakültesi'ne girmiştir. Orada bir yıl eğitimi takiben Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne geçmiştir. 1974 -75 eğitim - öğretim yılında devamsızlık nedeniyle sınıfta kalmıştır."
Evet Öcalan Ankara SBF'de okurken 31 Mart günü dağıtılan Şafak Bildirisi nedeniyle, 7 Nisan 1972'de gözaltına alındı, 27 Nisan'da da tutuklandı. Hakkında önce TCK'nın 142, 153, 159, 311 ve 312. maddelerinin uygulanması istenen Öcalan, daha sonra "Şafak Bildirisi dağıttığı yolunda herhangi bir delil bulunmadığı" gerekçesiyle, 1402 sayiılı Sıkıyönetim Yasası'nın 16/1 maddesi uyarınca boykota katılmak eyleminden üç ay hapis cezası aldı ve dosyası da kapandı. Öcalan 24 Ekim 1972'de ise tahliye oldu.
Olay nedeniyle Fakülte Yönetim Kurulu toplandı. Aynı davada yargılanan ve Öcalan ile birlikte iddianamede hakkında en ağır ceza istenen Metin N. Yalçın'a okuldan 15 gün uzaklaştırma cezası verildi. Öcalan ise yanlızca dikkat çekme cezası aldı. Öcalan aynı dönemde 1.11.1971 - 31.10.1975 yılları arasında da SBF'de Maliye ve Gümrük Bakanlığı'nın bursu ile okudu. Burs almak için 21 yaşını geçmemiş olmak koşulu aranırken, Öcalan burs bağlandığı günlerde 22 yaşındaydı. Burs alan öğrencinin sonradan da olsa, "Türkiye Cumhuriyet devletinin mevzuatına göre memleket için zararlı sayılan fiil ve hareketlerde bulunması ve bu çeşit faaliyetlere katılmaması" koşulu vardı. Öğrenci eylemlerine katılan öğrencilere burs bağlanması o gün için olanaksızdı. Devamını Mumcu'nun son araştırmasından okuyoruz:
''1 Aralık 1971 günü burs bağlandı. Öcalan 17 Şubat 1972 günü taahhütname imzalamıştı. 7 Nisan günü gözaltına alındı. Bursu bağlanacak mıydı? Cezaevinden çıktı, bursu aldı. Burs hiç aksatılmadan 1.11.1971 gününden 1.11.1974 gününe kadar üç yıl süre ile ödendi. Bakanlık bursu devamsızlık nedeniyle 31.10.1975 günü kesildi."
Evet, Öcalan'ın bu dönemdeki yaşantısında "tesadüflerle" şansı hep yaver gidiyordu. Mumcu da "bu pek yaver giden şansın " nedenini araştırmaya başlamıştı. Belki 24 Ocak günü, kendisinin bile farkında olmadığı bu tesadüflerin nedenine ulaşacakken, "nasırına bastığı" kimileri, bunun ortaya çıkmasını engellemek istediler.
Mumcu, özellikle Öcalan'ın nasıl olup da Sıkıyönetim Mahkemesi'den 3 ay ceza ile, hem de Baki Tuğ gibi bir savcının elinden kurtulduğunu merak ediyordu. Mahkeme dosyalarına ulaşmıştı. Ancak belki de ''düğümü çözecek belge'' dosyanın içinde yoktu. Olayı bir de Tuğ'dan soruşturdu. Aradığı belge ise, o dönemde MİT'in Öcalan'la ilgili olarak Sıkıyönetim Mahkemesi'ne gönderdiği "bizim mensubumuzdur" şeklindeki yazıydı.
Tuğ'la görüştü. Dönemin askeri savcısı, DYP eski Milletvekili Tuğ o döneme ilişkin dosyalarını inceleyeceğini ve birkaç gün içinde kendisini haberdar edeceğini söyledi. Ama 24 Ocak günü Mumcu'nun yaşamına belki de, bu ulaşmak istediği belgenin eline geçmesini engellemek isteyen güçler son verdiler.
Baki Tuğ olaydan 4 gün sonra bir gazetenin muhabiri ile görüşürken "Apo gözaltına alındıktan sonra salıverilmesi için size telkin geldiği, talimat verildiği yolunda iddialar var. Bunlar doğru mu? " şeklindeki sorusu üzerine şunları söylüyordu:
"Ben o tür bir olay hatırlıyorum. Ancak Apo'yla mı ilgiliydi, başka bir mensupla mı ilgili onu çözemedik. Sayın Mumcu'ya da söylediğim şuydu; bana böyle birşey gelmişti. Onunla ilgili mi değil mi ben de resmi yazı olacak dedim. Ben o yazıyı ararken o olay oldu."
Tuğ, "Yazı, 'bu şahsa dokunmayın' ya da 'bırakın' diye mi geldi?'' sorusuna da, ''Dokunmayın mealinde değil, 'bizim mensubumuzdur' şeklindeydi. Yanlız o mu, değil mi çözemedik. O belgeyi arıyordum ben. Aradığım belge oydu. Bulsaydım onu verecektim. Mumcu'ya söylediğim sürede istediğim belgeye henüz ulaşamadım. Bunu kendisine en son telefon görüşmemizde bildirdim. İncelemem 15 gün daha sürecek. Belgede bir şahıs ismi var, MİT hesabına çalışan bir sanığın ismi. O belgeyi arıyorum. Onu bulursak Mumcu'nun aradığı düğüm çözülecek" yanıtını veriyordu. Ancak Tuğ bu konuşmayı, daha sonradan yalanlıyor ve böyle bir belgenin kendisinde olmadığını da kaydediyordu.
Bu sorulara Nokta Dergisi 25 -31 Aralık 1994 sayılı nüshasında "Baki Tuğ Apo'yu nasıl serbest bıraktı?" başlığıyla yanıt arıyor, kimi tarafların görüşlerini alarak Apo- MİT ilişkisi olmadığı yargısına varıyordu. Bu yargıyı da "SBF'de cümle alem zaten, Abdullah Öcalan'ın THKP - C sempatizanı olduğunu ve Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) grubunun yayını olan Şafak Bildirisi'ni asla dağıtmayacağını biliyordu" nedenine dayandırıyordu. Ancak 1972 döneminde sol gruplar arasında klik ayrılığı, 1980 öncesinde olduğu kadar kemikleşmiş değildi. Yani klik ayrımları gözardı ediliyor ve sol gruplar arasında güçlü bir dayanışma yaşanıyordu. Ayrıca THKP-C sempatizanı olan Apo'nun THKP-C'nin lider ve teorisyen kadrosunun katledildiği Kızıldere olayları sonrasında, bunu kınayan bir eyleme katılması, bildiri dağıtması ve boykot yapması Nokta Dergisi'nde yer aldığı gibi yadırganacak bir durum da değildi.
Dergide yer alan iddiaya göre, Şafak Bildirisi davasında, Abdullah Öcalan ile Ramazan Özcan adları karıştırılmıştı. Ülkücü olarak bilinen Fehmi Yücesoy, tanık olarak çıktığı 4. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ndeki duruşmada, ısrarla Abdullah Öcalan'ı bildiri dağıtırken görmediğini, bildiri dağıtan kişinin Ramazan Özcan olduğunu söylemişti. Ancak o dönemlerde devlet ile yakın ilişki içinde oldukları daha sonradan belgelerle saptanan ülkücülerin, böylesi bir konudaki tanıklığına soru işareti ile yaklaşmak gerekmez miydi?
Gerçi o dönemde, yani 23 yıl önce görülen Boykot Davası, Apo ile MİT arasında bir bağlantı kurmak açısından hiçbir somut kanıt sunmuyordu. Mumcu da böylesi bir olayda somut kanıt peşindeydi...
Güneydoğu'da bir dizi kanlı eyleme imzasını atan Abdullah Öcalan'ın MİT'le ilişiği var mıydı, yok muydu?
İşte buna giden yolda, Mumcu da kanlı bir suikastin kurbanı oldu. Mumcu bu iddialarla ilgili araştırma yaparken, geçmişteki örnekleri de çoğaltıyordu. 15 Ekim 1992 tarihli "Gözlem" köşesinde "Kim bu pilot?.." başlıklı yazısında, Mumcu, 1979'da o dönem Doğu Perinçek'in başyazarlığını yaptığı Aydınlık Gazetesi'nden şu alıntıyı yapıyordu:
''...Çevresine topladığı, kendilerini AYÖD'den atılan gençlerle grubunu kuran Apo, şiddet eylemlerine 1977'den sonra başladı. Bu dönemde "Kontr - gerillacılar"la ilişkiye geçtiği söylenen Apo'nun 1977'de evlendiği Karakoçanlı Kesire adlı kızın babasının da MİT elemanı olduğu sürülüyor..." (6 Ağustos 1979- Doğu Perinçek)
Mumcu, 15 Ekim 1992 tarihli bu yazısında, Ortadoğu'daki örgütlere başta CIA olmak üzere her devletin ajanının sızdığını belirtirken, Perinçek'in yazısında yer alan, "Apo'nun kontrgerillacılarla işbirliği yaptığı" iddiasının da altını çiziyordu.
Tüm bu gelişmelerden yıllar önce, "Ben geminin bir yolcusu olarak, sırası düştükçe hem kaptanın tutturduğu doğrultu, hem dost bellediğimiz limanların uyarıları, hem de geçmiş yolculuklarda yaşanmış deneyimlerin sonuçları üzerine, defterime birşeyler karaladım durdu. Okuyacaklarınız bunlardır" diyen Atilla İlhan'ın, 21 Ağustos 1977 tarihli "Bu sözüme mim koyun" başlıklı yazısına bir göz atalım:
"Silahlı eylemden hayır uman, banka soyup adam kaçıran, sosyalizm diye ufak ufak gangsterlik yapan örgütler, komünist ve sosyalist partilerin iktidar olduğu, ya da olmak üzere bulunduğu gelişmiş demokrasilerde cirit atıyor. Gün geçmiyor ki, içlerinden birinin akıl almaz bir marifetini okumayalım. Sahiden sosyalist midirler, amaçları gerçekten sosyalizmi kurmak mıdır, yoksa gizli birtakım eller arkadan onları yönetmekte, istediği bazı ülkelerde anarşiyi sürekli kılmak için onlardan yararlanmakta mıdır, sorulacak bir soru.
Onları bilmem ama, bizde önceleri gerçekten sosyalizmi Güney Amerika ya da Vietnam türü bir eylemcilikle gerçekleştiribileceğinin sanan hareketlerin, giderek örtülü Kürtçülüğe tehlikeli ve yanlış bir bölgeciliğe kaydığı açıkça görülüyor.
Türkiye'de ister şeriat paravanası altında, ister sosyalizm paravanası altında olsun, iş Kürtçülüğe ya da bölgeciliğe döküldü mü, arkasında mutlaka emperyalizmi arayın. Onun içindir ki, aşırı sağcı bazı parti sözcülerinin ikide bir çıkıp, ortada görülen örgütlerin komünistlik iddialarına bakarak, marifeti solcuların karıştırdıklarını söylemeleri tam anlamıyla sorumsuz konuşmaktır.
Biraz düşünseler ya, Şeyh Sait de şeriat ve padişah adına isyan etmişti ama, gerçekten şeriatcı ve padişançı mıydı, yoksa Britanya emperyalizminin maşası mı?
Bu sözüme mim koyun." (Atilla İlhan, Batı'nın Deli Gömleği, 21 Ağustos 1977 tarihli yazısı)
Uğur Mumcu, 10. 5.1 992 tarihli "Apo'ya TC bursu" başlıklı yazısında ise, Apo'nun Maliye Bakanlığı'ndan aldığı bursu irdelerken, yazının son bölümünde şu soruyu soruyordu:
"TC burslu Abdullah Efendi'nin o günlerde devletin başka kuruluşları ile de ilişkisi olmuş mu? Olmuşsa ben hiç şaşırmam! "
Mumcu'nun bu sorusuna yanıt ölümünden bir hafta sonra, 12 Mart döneminin savcısı Baki Tuğ'dan geliyordu. Baki Tuğ, 31 Aralık tarihli Hürriyet Gazetesinde yayımlanan haftalık bir söyleşide, "Apo'nun MİT'le bağlantısı var mı?" şeklindeki soruya şu yanıtı veriyordu:
"Bilmiyorum. Apo'nun geçmişte belki MİT'le işbirliği olabilir, ama bugün de bu ilişkinin devam ettiğine inanmıyorum. Çünkü, MİT'le hala irtibatı olan bir insan, Güneydoğu'nun Türkiye'den bölünmesini hem savunacak, hem de Türkiye'nin milli bütünlüğü ile ilgili bir örgütle işbirliği halinde olacak. Bunu düşünemiyorum".
Tuğ, "ilişki varsa nasıl yorumlamak lazım" sorusuna da, "Öyle birşey varsa, ortada iki tarafın da ihaneti vardır. Devletin de, onun da" yanıtını veriyordu.
Bu arada, Apo'nun Suriye'de oturduğu evin bir üst katında MİT'çi emekli bir yarbayın oturduğu, sık sık Apo'yu ziyarete giden bir yazarın da Dışişleri İstihbarat Dairesi Başkanı olan bir bacanağının olduğu ve ilişkilerinin çok iyi olduğu da biliniyor.
Peki bütün bunlara Apo ne diyordu? 14 Nisan 1993 tarihli Tempo Dergisinde ''MİT bana`yardım etmedi, ama yanlış değerlendirdi'' başlıklı yazıda, Apo ana başlıklar halinde şu sözleri sarf ediyordu:
''- MİT'in beni koruyup kollaması değil de, yanlış değerlendirmesi söz konusudur. Uğur Mumcu sanıyorum bunu değerlendiremiyor. Keşke benimle konuşsaydı, kendisine pek çok veri verebilirdim. Uzun uzun anlatabilirdim.
-PKK'yı PKK yapan bu konuda sağladığı veya benim vasıtamla`sağladığı gelişmedir. MİT burada büyük bir yanılgı yaşadı. Ki Cüneyt Arcayürek'in ilginç bir değerlendirmesi vardır; "1978 yılında büyük bir gaf yapıldı. Hatta yılan bir karış iken bir asker potini kaldırıp ezebilecekken bu gaftan ötürü altından çıkamayacak bir duruma geldik şimdi" dedi; 12 Eylül'e nasıl gelindi sorusuna cevap arayışında. Şimdi basın bunu bilmiyor veya Uğur Mumcu bence bunu biraz açığa çıkardı."
Bir süre önce yine faili meçhul bir cinayete kurban giden JİTEM kurucularından Ahmet Cem Ersever ise, Aydınlık Gazetesine konuşurken, Apo'nun MİT ajanı olamayacağını belirtirken, bir yerde de kapıyı şu sözlerle tam olarak kapatmıyordu:
"Öcalan ile ilgili SBF'den 'silik bir kişilik, pasif, kavgaya, gürültüye dahi girmez, hiçbir olaya girmez' tarzda Öcalan hakkında bilgi aldık. 1970'li yılların başında Abdullah Öcalan böyle bir kişilik. 1975'te gruplaşmalar başlıyor. Gruplaşmaya başlamadan önce belki, bakın olmuştu demiyorum. MIT'le oralarda ne oluyor, ne bitiyor biçiminde bir temas kurulmuş olabilir. Ben bunun ötesinde birşey olduğunu zannetmiyorum."
Mumcu, Apo'nun MİT'le ilişkisini araştırırken, kanlı bir suikastin kurbanı oldu. Ama şimdi devlet, geçmiş dönemde de olsa bu tür bir ilişki konusunda bazı bilgileri derleyen Mumcu'nun katilini nasıl bulacak?
 
ARANIZDAN BİRİLERİ ÖLDÜRÜLEBİLİR
Yıl 1992. Yer MİT Müsteşarlığı. Dönemin MİT Müsteşarı Korgeneral Teoman Koman gazetecilerle birlikte, "devletin şeffaflaşma politikası" çerçevesinde yemek yiyor. Yemek bitiyor, daha sonra sohbet başlıyor. Koman, bir soru üzerine, terörün önümüzdeki günlerde sansasyonel eylemlere başlayabileceğini, kamuoyunda bilinen isimlere yönelebileceğini belirtiyor ve ekliyor;
- Hatta aranızdan birileri de hedef olabilir, öldürülebilir.
Koman o tarihte bir kehanette bulunmuyordu. Görevi ve mevkii itibariyle bir değerlendirme yapıyordu. Yemekte bulunanlardan biri de Uğur Mumcu'ydu. Mumcu ki, uyuşturucu mafyasından, Rabıta'ya, Kontr - gerilla'dan, siyasi cinayetlere, PKK'dan, terörün hangi odaklarla işbirliği içinde olduğuna kadar geniş bir yelpazede araştırmalar yapıyordu.
Terör, eğer kamuoyunda "bilinen isimlere yönelecekse", doğal olarak, Türkiye'de terörün yönelebileceği ilk 10 isim arasında, bu konulara eğilen, bu konularda araştırmalar yapan kişi ya da kişilerin akla gelmesi doğaldı. Yani Uğur Mumcu hedef olabilirdi!.. Devletin bunu görememesi, daha doğrusu görmemesi ise olanaksızdı!..
Devletin istihbaratı bunu saptıyabiliyordu, ancak devletin diğer organları terörün yönelebileceği ilk 10 isim arasında olması gereken Mumcu'yu korumuyordu. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, Mumcu'nun korunduğu konusunda iddialıydı. Hatta, Nokta Dergisi'ne bu konuda, "Onu korumayıp da kimi koruyacağız?" diyecek kadar iddialıydı.
Ankara Valisi Erdoğan Şahinoğlu ise, Mumcu'nun yakın koruma istemediğini, ancak buna rağmen, "oturduğu sokakta, iki ayrı polis noktası ihdas edildiğini, hatta; motorlu devriye ekiplerinin gayri muayyen saatlerde sokağı kontrol ettiğini" söylüyordu. Ancak, ne Karlı Sokaktaki polis noktasında bekleyen polislerin, ne de Hassas Bölge Koruma Ekiplerinin, değil Mumcu'nun arabasını tanımak, hangi evde oturduğundan, hatta kim olduğundan bile haberleri yoktu!
Güldal Mumcu, olaydan yaklaşık bir ay kadar sonra ifadesini almak üzere evine gelen dönemin DGM Cumhuriyet Savcısı Ülkü Coşkun'a ilginç bir açıklamada bulunuyordu. Güldal Mumcu, Doç. Dr. Bahriye Üçok'un ölümünden sonra, dönemin Hassas Bölgeleri Koruma Şube Müdürü'nün bizzat kendisine, "Tunus Büyükelçiliği'nin önünde bekleyen koruma görevlisi polislerin aynı zamanda Uğur Mumcu'nun evi ve arabası ile ilgili koruma konusunda talimatlandırıldığını" söylediğini belirtiyordu. Ülkü Coşkun bunun üzerine 22 Şubat 1993 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne bu konuyu sordu. Buna yanıt ise, 8 Mart 1993 tarihinde Hassas Bölgeleri Koruma Şube Müdürü Yaşar Karaca'dan yanıt geldi. Karaca yazısında şöyle diyordu:
"Ben Hassas Bölgeleri Koruma Şube Müdürü olarak 29. 7. 1991 tarihinde göreve başladım. 6. 10. 1990 günü Gaziosmanpaşa Köroğlu Caddesi 15 numarada ikamet eden Doç. Dr. Bahriye Üçok'un ölümünü müteakip, o tarihte görevli Hassas Bölgeleri Koruma Şube Müdürü ile yapmış olduğum görüşmede, yazılı veya sözlü herhangi bir talimatın kendisi tarafından verilmediğini bildirmiştir. Arşiv araştırmasında da yazılı ve şifahi bir emrin olmadığı anlamıştır.
Ayrıca Karlı Sokak No: 70'de Tunus Elçievi'nde görev yapan personele, gazeteci - yazar Uğur Mumcu'nun ikameti bilinmediğinden ve koruma ile ilgili herhangi bir talep olmadığından evinin ve arabasının korunması için herhangi bir emir verilmemiştir."
Güldal Mumcu bunlarla yetinmedi ve 1 Aralık 1993'de İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü'ne yazdığı dilekçe ile aynı konuyu yeniden gündeme getirdi. Güldal Mumcu'nun bu başvurusuna 24 Aralık 1993 tarihinde yanıt geldi. Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Ülkü Met imzasıyla gelen resmi yazıdaki yanıtta açıktı, Uğur Mumcu korunmamıştı:
"Menfur bir saldırı sonucu öldürülen eşiniz Uğur Mumcu'nun korunması hususunda, şifahi veya yazılı herhangi bir talebinin bulunmadığı, ayrıca hiçbir birimimizce korunması ile ilgili konuda, özel veya resmi güvence verilmediği anlaşılmıştır.
Eşinizin sarı basın karşı sahibi olması münasebetiyle müracaat ederek silah taşıma ruhsatı aldığı ve bazı tanıdıkları vasıtasıyla bir defaya mahsus olmak üzere, bir gazeteci grubu ile Emniyet Müdürlüğü poligonunda atış yaptığı tespit edilmiştir.
Bilginize rica olunur."
Evet, devlet sanki bile bile bir ölüme göz yummuştu!..
Dönemin MİT Müsteşarı Koman, terörün kamuoyunda tanınan isimlere yöneleceğini açıklamıştı. Ancak hedefin kim olduğu ve olası eylemin hangi kentte olacağı da belli değildi.
İşte bu açıklamadan kısa bir süre sonra İstanbul'dan Ankara'ya bir terör örgütü tarafından, "içinde ne olduğu bilinmeyen araçlar" gönderiliyor ve sanki 20 Ocak 1993'te, kısa bir süre sonra Ankara'da gerçekleştirilecek sansasyonel bir eylemin ipucu veriliyordu. Ancak İstanbul Emniyeti ile Ankara Emniyeti arasında yıllardan bu yana devam eden çekişme geleneği çerçevesinde, bu olaydan Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün haberi bile olmuyordu. Devletin birimleri birbirinden habersiz çalışıyor, bunu dönemin DGM Başsavcısı Nusret Demiral'ın, Mumcu'nun toprağa verildiği gün gazetecilerle söyleşirken, "Sabah gazetesinde plastik bombayı Ankara'ya getiren kişinin yakalandığı yolunda bir haber var. Doğru mu?" sorusuna verdiği yanıt belgeliyordu:
-Bizim haberimiz yok ondan.
Demiral, "Böyle bir olay varsa, Uğur Mumcu suikastinden önce bombayı getiren kişinin Ankara'ya bildirilmesi gerekmez mi?" sorusunu da, "Emniyet arasında ilişki kuruluyor, irtibat yürütülüyor" şeklinde yanıtlıyordu. İki emniyet arasında ilişki kuruluyor, Ankara'ya patlayıcı gönderildiği biliniyor, ve terörün basın mensuplarına yönelebileceği, Türk İstihbaratının en üst düzeyli görevlisi tarafından bizzat dile getiriliyor. Ancak Mumcu'ya koruma verilmiyordu?
Suikast sonrasında İstanbul'dan Ankara'ya bomba getirilen ev bile tespit ediliyordu. Bu gelişme üzerine gazeteci, (biraz da edindiği bu bilginin doğruluğundan kuşkulu olsa gerek) İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'e tam soru biçiminde olmasa bile, "Olayla ilgili olarak Ankara Emniyeti bir adrese gitti. Ama adres boş çıktı" diye soruyordu. Sezgin ise şu şok yanıtını veriyordu:
- Hayır, boş çıkmadı. Yanlış biliyorsunuz. Bir devlet memurunun yeri çıktı orası. (Nokta Dergisi - 31 Ocak - 6 Şubat 1993)
Bu açıklamadan yaklaşık 1,5 yıl kadar sonra ise Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, olaya bir devlet görevlisinin karışıp karışmadığına ilişkin iddialarla ilgili soruya yine şok bir yanıt veriyordu:
"Devlet cinayete karışmaz. Çok büyük bir iddia. Bu cinayeti devlet işler mi? olmaz. Kesinlikle onu söyleyeyim. İkincisi, ama devletin şu veya bu şekilde bir görevlisi, bir memuru kendiliğinden bu işe karışmışsa, o cinayet devletin değil, onu yapanındır." (24 Aralık 1994 - Cumhuriyet Gazetesi)
DEVLET AYDINLATAMIYOR
Devlet soruları yanıtlayamıyor. Soruşturma ilerlemiyor. Suikasti aydınlatabilecek bir yola gidilemiyor. Yalnız Mumcu suikasti mi? Doç. Dr. Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Viktor Marvick, Ehud Sadan, yani Ankara'da işlenen 10 faili meçhul cinayette herhangi bir ilerleme kaydedilemiyor. Soruşturmalar hep hazırlık aşamasında kalıyor ve kilitleniyor.
Mumcu suikasti üçüncü yılını doldurdu. Suikastten sonra 100'e yakın ihbar değerlendirildi (!) bir sonuç çıkmadı. Mumcu'nun evinin bulunduğu sokaktaki otel kayıtları "gecikmeli de olsa" (!) incelendi, bir şey çıkmadı. (Suikastten sonra otel kayıtlarını gazeteciler alırken, otel yetkilileri; emniyetten de geldiklerini, otelde kalanların dökümü istediklerini, ancak fotokopi makinası olmadığını öğrenmeleri üzerine "daha sonra alırız" diyerek, otelden ayrıldıklarını anlattılar)
Taksi durağının Mumcu'nun evine bakan camlarının neden buzlu camla değiştirildiği araştırıldı, ama bir sonuca gidilemedi. Mumcu'nun evinin 20 metre ötesindeki Tunus Büyükelçiliği'nin önünde bekleyen polis memurlarının ifadeleri alındı, soruşturuldu, sonuçta takipsizlik kararı verildi.
Bu arada Uğur Mumcu suikasti zanlısı olarak aranan İslami Hareket Örgütü'nün lider kadrosundan Şefik Polat , Ankara'da ele geçerken son anda kaçıverdi! Hem de ne kaçış?
Suikastten 2 gün sonra Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Müceadele Şube Müdürlüğü'ne bir ihbar geldi. Saat 09.45'de gelen ihbarı Başkomiser Derviş Kaya alırken, üzerine de "önemli" notunu düştü. İhbar ile ilgili hazırlanan "Telefon İhbar Tutanağı" şöyleydi:
26. 1. 1993 günü saat 09.45 sıralarında şubemiz nöbetçi amirliğine ait telefonu arayan, kimliğini açıklamayan bir bayan, Ahmet Refik Paşa (Ahmet Vefik Paşa olacak) Caddesi ile Atış Caddesinin kesiştiği köşede elektrik trafosunun bitişiğindeki yeşil renkli binanın orta katı, tek dairenin islami Cihat Örgütü tarafından tutulduğunu ve içinde kalan kişilerin durumlarının şüpheli olduğunu ihbarda bulunmuştur.
Bilginize arz ederim. 26.01.1993" (Belge - 33: Telefon İhbar Tutanağı)
Bu ihbar üzerine ekipler harekete geçerek Ahmet Vefik Paşa Caddesi'ndeki eve baskın düzenlerler. Polis memurları Osman Menteşe, Akif Karakoç ve Komiser Yardımcısı Varkın Suyuak tarafından yapılan "tahkikat", Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne şöyle iletilir:
"26. 01. 1993 günü şubemiz nöbetçi amirliğine yapılan telefon ihbarına konu olan ikamet ile ilgili olarak yapılan tahkikatta;
Söz konusu yerin, Ahmet Vefik Paşa Caddesi 72/2 sayılı yer olduğu, bu ardeste Van ili merkez ilçesi Şerefiye köyü nüfusuna kayıtlı, Yusuf oğlu, 1958 doğumlu Necmi Aslan isimli şahsın eşi ve üç çocuğu ile beraber Şefik Polat isimli bir şahsın misafir olarak barındırdığı, Necmi Aslan isimli şahsın İrfan Baştuğ Caddesi 128/B adresinde oto alım - satım işi ile uğraştığı, doğulu olması itibariyle evine pek çok misafir geldiği, ancak bu misafirlerin kimler ve ne amaçla geldiklerinin anlaşılması mümkün olmamakla birlikte durumlarının şüphe arz etmediği çevreden yapılan tahkikattan anlaşılmıştır.
Arz ederim. 26.1.1993" (Belge - 34: Tahkikat Tutanağı)
Evet, Mumcu suikastinin zanlısı olarak aranan Şefik Polat Ankara'da ele geçmiş, ancak "çevreden yapılan tahkikattan şüphe arz etmediği" öğrenilerek, polis tarafından serbest bırakılmıştı!..
Emniyete göre, görevli polisler üzerlerine düşeni fazlasıyla yapmışlardı. Çünkü arşiv tetkikinde Şefik Polat ve Necmi Aslan adlı "iki şahsın da aranır" kayıtlarının olmadığı anlaşılmıştı. Ancak Polat, İslami Hareket Örgütü mensubu olmaktan Ankara ve İstanbul Emniyetlerince aranmaktaydı!.. (Belge - 35: Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı'nın, ugmum2 kodlu bilgi notu)
Peki Şefik Polat kimdi?
Polat, Mumcu suikastinden tam 4 ay önce, "ideolojik amaçla adam öldürme suçuna iştirakten" idam cezası istemiyle yargılanmış bir sanıktı. Batman İnsan Hakları Derneği yöneticilerinden Sıddık Tan'ın 20. 6.1992 tarihinde Şefik Polat'ı
n evinde 3 kişi tarafından öldürülmesi sonrasında Polat hakkında, 1992 / 703 esas numarasıyla, 10. 7. 1992 tarihinde dava açıldı. Hazırlanan iddianamede, Polat hakkında Türk Ceza Yasası'nın 450. maddesi uyarınca idam cezası istenirken, şöyle denildi:
"Maktülü kendisinin öldürmediğini ısrarla savunduğu, ancak olayın oluş biçimi, olay tutanağı, sanıktan habersiz kişilerin evine giremeyeceği, en azından sanığın bilgisi dahilihde evine girebileceği, olaydan hemen sonra sanığın evinde telefon olduğu halde polise haber verilmemesi, polise haber verdiği zaman polise yanlış adres vermesi kül halinde değerlendirildiğinde, sanığın öldürme suçuna iştirak ettiğini göstermektedir...." (Belge - 36: İddianame)
Polat hakkında idam cezası istenmesine karşın, 29. 9. 1992 tarihinde Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin verdiği kararla beraat etti. Kararda Şefik Polat için, "atılı suçtan dolayı cezalandırılmasını gerektirir yeterli ve kesin delil bulunmadığı" da belirtildi. (Belge - 37: Beraat Kararı)
Şefik Polat'ı evinde barındıran Necmi Aslan, bu olaydan dört gün sonra işyerinde gözetim altına alındı. Aslan hakkında, İslami Hareket Örgütü'nün Genel Şura üyesi ve örgütün Ankara Sorumlusu olduğu gerekçesiyle Ankara DGM'de toplam 20 yıl hapis istemiyle dava açıldı.
Peki Necmi Aslan kimdi?
Şimdi sıkı durun!.. Yeni şeriatci Necmi Aslan eski bir solcuydu. Hem de 1981 yılında Diyarbakır eski Belediye Başkanı Mehdi Zana ve arkadaşları ile birlikte TKSP, yani Özgürlük Yolu davası sanıklarındandı. Atilla İlhan'ın, "Türkiye'de ister şeriat paravanası altında, ister sosyalizm paravanası altında olsun, iş Kürtçülüğe ya da bölgeciliğe döküldü mü, arkasında mutlaka emperyalizmi arayın" sözlerini anımsayarak, Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün 15 Şubat 1993 tarihinde DGM'ye gönderdiği fezlekeye göz atalım:
"Muhsin - Cemil kod Necmi Aslan hakkında Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü'nden gelen 12 Şubat 1993 gün ve B.05.1.EGM.4.21.00.14.00.5060 saılı teleks yazıda adı geçen ve arkadaşlarının yasadışı TKSP (Özgürlük Yolu) örgüt mensubu oldukları, Diyarbakır 7. Kolordu Askeri Savcılığı'nca bir kısmının hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararının verildiği, diğer bir kısmına ise, çeşitli cezalar verildiği, dava dosyalarının ise, Sıkıyönetim Askeri Savcılığı'nın 6 Ocak 1993 gün ve 1981/442 sayılı yazıları ile Yargıtay Başkanlığı Savcılığı'na (Askeri Yargıtay) gönderildiği bildirilmiş olup, makamın Yargıtay Başkanlığı Savcılığı olması nedeniyle, sanık hakkında yapılan işlemin Cumhuriyet Başsavcılığınzca sorulması ile cevap verileceği anlaşılmıştır." (Belge - 38: Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün Fezlekesi)
Aslan, 1981 yılında Diyarbakır eski Belediye Başkanı, kapatılan DEP'in eski Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana'nın (tutuklu) eşi Mehdi Zana ve arkadaşlarının yargılandığı Özgürlük Yolu davasında 110. sırada yer alıyor. 1979 yılında Hakkari Vakıflar Müdürlüğü'ndeki görevini yürütürken, iki defa silahlı saldırıya uğrayan Aslan, bunun üzerine Hakkari Valiliği'ne başvurarak, 7,65 mm çapında 79158094 seri numaralı bir Kırıkkale tabanca taşıma ruhsatı aldı. O dönemde ele geçen bu silahın yapılan balistik muayenesinde herhangi bir suçta kullanılmadığı belirlendi. Askeri Yargıtay'daki 1981/ 203 esas, 1980/2551 evrak ve 1981/162 karar nolu iddianamenin 110. sırasında yer alan Aslan hakkında, "kovuşturmaya yer olmadığı" kararı verildi.
Evet, Mumcu suikastinin zanlısı olduğu açıklanan Şefik Polat önce yakalanmış, sonra polis tarafından serbest bırakılmıştı. Necmi Aslan ise, Şefik Polat'ın kaçısından sonra ele geçirilmişti. Belki bütün bunlar tesadüf ya da beceriksizlikti. Ama işin içinde ihmal de vardı.
Suikastten sonra 17.2.1993 tarihinde saat 21.50 sıralarında 155 nolu telefonu arayan ve kimliğini açıklamayan bir şahıs, Batman'lı Mehmet Tevfik Günaydın adlı bir kişinin Ankara Devlet Demiryolları Misafirhanesinde kaldığını ve bu kişinin Hizbullah Örgütü kuryesi olduğunu ihbar etti. Emniyet mensupları, ihbardan tam 4 gün sonra misafirhaneye giderek, otel kayıtları üzerinde inceleme yaptı. İhbar edilen şahsın ismini kayıtlarda bulamayan görevliler, izin alarak tüm odalarda tek tek kimlik tesbiti yaptılar. Bunun sonucunda, ihbar edilen Mehmet Tevfik Günaydın'ın misafirhanede kalmadığı belirlendi.
İhbar 17 Şubat'ta yapılırken, görevliler 21 Şubat'ta tahkikata başlıyordu. Halbuki, emniyet birimleri ihbarın yapıldığı gün DDY Misafirhanesi'ne gitmiş olsalardı, belki de; Mumcu suikastinden sonra İstanbul'da başlatılan İslami Hareket Örgütü operasyonları sırasında ele geçen ve kod adı Hasib olan Batman'lı Adnan Günaydın ile Mehmet Tevfik Günaydın arasında bağlantı kurabilecekti. Belki de, ihbarda belirtildiği gibi kurye olan Mehmet Tevfik Günaydın yakalanacak ve Uğur Mumcu cinayeti ile bağlantıları varsa konu açıklığa kavuşturulabilecekti. Peki suikasti kim ya da kimler yaptı? Arkasında hangi güç vardı? Önce suikastte yabancı bir ülkenin gizli servisinin parmağı olabileceği olasılığı üzerinde duruldu. Ama Mumcu Dosyası'nda yer alan bir görgü tanığının ifadesine hiç rağbet edilmedi. Çünkü bu görgü tanığı, suikast sırasında olay yerinde 3 zenci bayanın bulunduğunu, bu kişilerin olayı görüntüledikten sonra Karlı Sokaktan ayrıldıklarını söylüyordu. Ama DGM'nin hükmü kesindi, bu suikast yabancı bir ülkenin gizli servisince işlenmiş olabilirdi...Ama!.
Mumcu'ların oturduğu 65 nolu apartmanın 16 nolu dairesinde yaşayan Erdoğan Nezhrozoğlu, suikastten sonra alınan ifadesinde, "belki de Ankara DGM'nin bu öngörüsünü" kuvvetlendirecek açıklamalar yaptı. Nehrozoğlu, 22 Şubat 1993 tarihinde alınan ifadesinde, olay günü şöyle anlatıyordu:
"Ben olay saatinde uyuyordum. Patlama sesini duyduğumda uyandım ve dışarıya camdan baktım. Camdan dışarıya baktığımda, modern giyimli, yabancı uyruklu, zenci üç bayan gördüm. Bu şahıslar bir süre bağrıştılar ve ağladılar. Daha sonra olay yerinde kalabalık oluşmadan, olay yerinin fotoğrafını çektiler ve kalabalık oluşmadan olay yerinde ayrıldılar. Bundan başka bilgim ve görgüm yoktur. Olay öncesi ve sonrasında yukarıda bahsettiğim kişileri ve bu olayı yapabilecek şüpheli şahıs veya şahıslar görmedim." (Belge - 39: Erdoğan Nezrozoğlu'nun İfade Tutanağı)
Ancak bu ifade ile ilgili bile bir işlem yapılmadı. Böyle bir patlama sonrasında, insan tepkisinin ne olabileceği, normal bir insanın fotoğraf çekmeyi düşünüp düşünmeyeceği bile psikologlara sorulmadı. En azından olay sonrasında hemen çekildiği belirtilen fotoğraflara ulaşıp, "belki gözden kaçan bir delil bulur muyuz" araştırmasına bile gidilmedi.
Dönemin Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral, "çalışmalarının kendisini hedef seçtirdiğini kabul etmek lazım" dedi. Bir dönem MİT'le ilişiği kesilen, ünlü MİT Raporu'nu hazırlayan ve daha sonra yeniden teşkilata dönen Mehmet Eymür, Mumcu ve Bahriye Üçok suikastlerini, diğer cinayetlerden ayırdığını belirterek, "Bu cinayet ancak devlet destekli gruplarin işi" değerlendirmesini yaptı. (Sabah Gazetesi, 27 Ocak 1993)
Aydınlık Gazetesi yazarlarından İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, 2000'e Doğru Dergisi'nde, Mumcu'nun ölümünden sonra kaleme aldığı, "Körfez Savaşının son bombası" başlıklı yazısında, suikastin ardında CIA'nın olduğunu dile getirdi.
Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat eski Başkanları'ndan emekli Koramiral Yılmaz Doğrusöz, "Ben Türkiye'yi bölmek isteyen örgütün mensubu olsaydım, Uğur Mumcu'yu öldürürdüm. Siz laikligi savunanları öldürürseniz, öbür kitleyi karşınıza almış olursunuz. O zaman laikler anayasal haklarını korumak için anti - laik kitlenin üzerine yöneleceklerdir ve bir çatışma çıkacaktır. Bugün bir zıtlaşma var ve bir çatışma yaratılmak isteniyor" yorumunu yapti. (31 Ocak 1993, Nokta Dergisi)
Ve o dönemde soruşturmayı yürüten DGM Savcısı Ülkü Coşkun, suikasti yapan örgütü ve arkasındaki gücü, "Türkiye ile Türk devlet sistemi ile menfaat ve çıkar çatışması olan, Türkiye'yi karıştırmak isteyen kuruluşlar" olarak tanımladı.
Dönemin Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral Mumcu suikasti ile ilgili olarak önemli ipuçlarından bahsederek geçtiğimiz günlerde emekli olup, MHP'ye katılırken, bu açıklamasından birkaç gün sonra ise suikastin çözümü konusunda ümitsizliğini dile getiriyordu.
Mumcu suikastı sonrasında "onur" sözü veren, ancak olaydan bir süre sonra kabine değişikliği nedeniyle İçişleri Bakanlığı görevinden ayrılan ve bir dönem TBMM Başkanlığı görevini de yürüten İsmet Sezgin, eski adı Karlı Sokak olan Uğur Mumcu Sokağı'ndaki Tunus Büyükelçiliği önünde nöbet tutan emniyet görevlilerinin "Uğur Mumcu'nun o sokakta oturduğunu bilmeyen polis dangalaktır" diyerek tepki gösterdi.
DEVLET ÖLDÜRDÜ
"...Soruşturmayı yürüten ilk savcı Ülkü Coşkun, ifademi alırken bana; "Bu olayı devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse bu iş çözülür..."
İşte Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu'nun 14 Kasım 1994 tarihinde Adalet Bakanlığı'na yaptığı yazılı başvurusundaki bu satırlar Ankara'da bir bomba etkisi yarattı. Eşinin ölümünden sonra mücadeleyi hiç bırakmayan Güldal Mumcu bu dilekçesinde çok önemli bir iddiayı ortaya atarken, Ankara DGM'nin soruşturmayı yürütürken yaptığı aksaklıkları da tek tek sıralıyordu:
"Olay sonrası yapılan delil toplanması bu konudaki teknik kurallara, yasaya ve hukukun genel ilkelerine tamamen aykırıdır.
TRT'de yapılan bir programda, Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı tarafından gizlidir denilen Bilirkişi Raporu üzerinde, soruşturmayı etkileyecek ve saptıracak biçimde açıklamalar yapılmış, böylelikle soruşturma adeta yönlendirilmek istenmiştir.
Bir başka programda olayla ilgili bilgisi olduğunu söyleyen Ayhan Aydın adlı kişi, tanıkların korunması ilkesi gözardı edilerek, ekranda alenen sorguya çekilmiş ve böylece bu konuda bilgi vermek isteyenlere gözdağı verilmiştir. İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ndeki tutanaklarda birkaç yerde yapılan tarih tahrifatının beşeri hata nedeni ile yapıldığı ve bu nedenle tahrifat yapılmamış sayıldığı savcı Ülkü Coşkun'un raporundan anlaşılmıştır. Bu rapora dayanılarak adeta terör örgütünü korur gibi Ayhan Aydın hakkında Cumhuriyet Savcısı tarafından iftira davası açılmıştır.
Olaydan hemen iki gün sonra, ihbar üzerine Ankara'da bir evde yakalanan ve Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi'nce hakkında cinayetten gıyabi tutuklama kararı bulunan Şefik Polat adlı kişi gerekli incelemeler yapılmadan salıverilmiştir.
Bunlar hemen ilk anda göze batan ve kamuoyunun da belleğinde bulunan usule aykırı işlemlerdir." (Belge - 40: Güldal Mumcu'nun dilekçesi)
Güldal Mumcu dilekçesinde, Genelkurmay eski Başkanları'ndan Doğan Güreş'in, "kardeşi gibi sevdiğini" söylediği Uğur Mumcu'nun katillerinin neden bulunmadığına ilişkin bir soruya, "Bu konuya hiç girmek istemiyorum" şeklindeki yanıtını ilginç bularak, "Bu yanıt, bu konuyu biliyorum, ama söylemek istemiyorum anlamını taşımaktadır" şeklinde yorumluyordu.
Dilekçe üzerine Ankara DGM hemen harekete geçti. Mumcu soruşturması Ülkü Coşkun'dan devralan yeni savcı Kemal Ayhan, 15 Aralık 1994 tarihinde Adalet Bakanlığı'na bir inceleme yazısı gönderdi. Soruşturmayı üstlendikten bir süre sonra (26 Haziran 1995) evinde ölü olarak bulunan Savcı Kemal Ayhan, toplam yedi sayfadan oluşan bu yazının sonuç bölümünde iddiaları şöyle yanıtlıyordu:
"....Dosyanın yapılan incelemesinde, olaya müteakip soruşturmayı yürüten DGM Cumhuriyet Savcısı Ülkü Coşkun'un müşteki Güldal Mumcu'nun ifadesini aldığı sırada, 'bu olayı devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse bu iş çözülür' şeklindeki kayıtlara geçen herhangi bir söze rastlanılmamıştır. Müşteki Güldal Mumcu'ya Savcı Ülkü Coşkun tarafından söz ile söylenip, söylenmediği konusunda delil bulunmamıştır.
Maktül Uğur Mumcu hakkında yürütülen soruşturma halen Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığı'nca sürdürülmekte olup, bu konudaki her ihbar, her delil, gazete haberi dikkatle incelenmekte ve konu aynı anda Terörle Mücadele Şubesi tarafından takip yapılmaktadır." (Belge - 41: Savcı Kemal Ayhan'ın Adalet Bakanlığı'na gönderdiği inceleme yazısı)
Güldal Mumcu mücadeleyi bırakmıyordu. Adalet Bakanlığı'na yaptığı 14 Kasım 1994 tarihli başvurunun ardından 21 Kasım 1994'de de İçişleri Bakanlığı'na tutanak tahrifatlarını ve Mumcu suikasti zanlısı olarak aranan Şefik Polat'ın neden serbest bırakıldığını soruyordu. Dönemin İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Bekir Aksoy, 12 Aralık 1994'de bu konudaki verileri bir bilgi notu ile Adalet Bakanlığı'na iletiyordu. Yazının içeriğine göre ise, Ayhan Aydın çıkar sağlamak amacıyla teşhiste bulunmuş, Şefik Polat hakkında ise arama kararı 2 Şubat 1993'de çıkarılmıştı. (Belge - 42: Bekir Aksoy'un Adalet Bakanlığı'na gönderdiği bilgi notu)
Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Moğultay'ın girişimleri sonucu, Güldal Mumcu'nun dilekçesi, eski savcı Ülkü Coşkun'un subay olması nedeniyle Milli Savunma Bakanlığı'na gönderildi.
Güldal Mumcu bununla da yetinmeyerek 21 Nisan 1995 tarihinde Milli Savunma Bakanlığı'na başvurdu.
Buna yanıt 26 Nisan 1995'de bakanlık Genel Sekreteri İstihkam Kurmay Albay Nedim Tetik imzası ile geldi. Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreterliği Basın Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü antetli açıklamada, "uygulamada Devlet Güvenlik Mahkemelerinde görevli Askeri Hakim Subaylar hakkında Adalet Bakalığı'nca ön inceleme yaptırıldığı ve evrakın gereğinin takdiri için Milli Savunma Bakanlığı'na gönderildiği" belirtiliyordu. Açıklamaya şöyle devam ediliyordu:
"Hak. Bnb. Ülkü Coşkun hakkında, Adalet Bakanlığı'nca yaptırılan ön inceleme sonucu düzenlenen fezlekede herhangi bir bulgu elde edilemediği kanaati belirtilmiş, keza Güldal Mumcu'nun şikayet dilekçesinde de somut bir delil gösterilmemiştir. Bu durum kaşısında müfettiş soruşturması açılmasına gerek görülmeyerek evrak yasal prosedür gereği işlemden kaldırılmıştır."
Bu arada Adalet Bakanlığı müfettişleri Vehbi Aksoy ile Muharrem Coşkun, Güldal Mumcu'nun dilekçesi ile ilgili olarak bir İnceleme Raporu hazırladılar. 20 Haziran 1995 tarihini taşıyan bu raporda Adalet Bakanlığı müfettişleri Ülkü Coşkun hakkında soruşturma izni verilmesini istediler. Raporda bu konuda şu değerlendirmeye yer verildi:
"....Soruşturmayı yürütmekle görevlendiilen Ülkü Coşkun'un, toplumda derin tepki uyandıran ve kamuoyunun çok yakından ilgilendiği anılan olayda, yukarda belirtilen biçimde, doğrudan icra etmesi gereken kimi işlemi yerine getirmemek suretiyle, arzulanan özveri ve duyarlılığı göstermediği izlenimini uyandıracak tutum izlediği, 'bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözer' biçimindeki sözleriyle de olaya bakış açısını dile getirdiği sonuç ve kanaatine varılmıştır." (Belge - 43:Adalet Bakanlığı müfettişlerinin İnceleme Raporu)
Aynı müfettişler, Güldal Mumcu'nun gündeme getirdiği iddiayla ilgili olarak tarafların ve tanıkların bilgisine başvurarak 4 Ağustos 1995'de Soruşturma Raporu'nu hazırladılar. Bu raporda Ülkü Coşkun hakkında disiplin cezası verilmesi istenirken, soruşturmada "beklenen hassasiyeti ve özeni göstermediği" vurgulandı. Coşkun ise, bu raporda yer alan savumasında, soruşturmayı dönemin Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral'ın bilgisi ve talimatları doğrultusunda yürüttüğünü belirterek, Güldal Mumcu'ya ya da başka bir kişiye, "bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse bu çözülür" şeklinde bir söz söylemesinin mümkün olmadığını dile getiriyordu. Ancak müfettişler Coşkun'un bu savunmasını raporlarında, "inandırıcı olmaktan uzak" olarak niteliyorlardı. (Belge - 44: Adalet Bakanlığı müfettişlerinin Soruşturma Raporu)
DEVLETİN SUSTURUCULARI
Suikastle ilgili bir dizi yorum yapıldı. Herkes kendisine göre gerekçeler sıraladı. Bir dizi soru, başta; Mumcu'nun neden korunmadığı, APO'nun MİT'le ilişkili olup olmadığı, polislerin Karlı Sokakta geceyarısı, farları açık üç aracı nasıl göremedikleri ya da şüphelenmedikleri, Karlı Sokaktaki taksi durağının camlarının neden buzlu camla değiştirildiği, İsrail Gizli Servisi MOSSAD, İran Gizli Servisi SAVAMA ve ABD'nin Gizli Servisi CIA'in bu olayda parmaklarının olup olmadığı gibi sorular yanıtsız kaldı.
Sorulara yanıt bile aranmadı. Klasik açıklamalar yapıldı. Namus borcu sozleri verildi ve klasik polisiye yöntemlerle siyasi bir cinayet soruşturuldu.
Üst düzey bir soruşturma yetkilisinin şu sözlerinin de üstüne gidilemedi:
"Bu işin üstüne gidebilmek için devletin en üst düzeyinden, 'bu işi çözün' direktifinin gelmesi gerekir. Böyle bir direktif gelmediği sürece bu iş çözülmez. Çünkü bu işin kolları başka noktalara gidiyor. Alt düzeyden bir kişi olayın üstüne gider de ortaya çıkarırsa ve kimse de onu sahiplenmezse, o işin altında kalır ve ezilir. O nedenle çözüm için kesin emir ve destek gerekli. Yoksa tek başına bu işin üstüne giden kişinin de ipini çekerler."
Bu yetkilinin sözlerini kendilerine aktaran gazeteciye dönemin SHP'li bakanları, "yarı deliymiş" gibi bakarken, "yok canım, olmaz öyle şey" şeklinde tepkilerini dile getirdiler. Ama yine de olayın takipçisi olacakları sözünü yinelediler.
Mumcu suikasti sonrasında gazeteler bol bol anılar, fotoğraflar hatta ve hatta suikastin ardındaki giz perdesine ilişkin yorumlar yayınladılar. Ama ne yazık ki hiçbiri Mumcu'nun Muammer Hoca'nın öldürülmesi sonrasında kaleme aldığı şu satırları bile anımsamadılar:
"Öyle ya da böyle; başta Aksoy cinayeti olmak üzere hiçbir cinayet aydınlanamadı.
On bir yıl önce öldürülen Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü ve Başyazarı Abdi İpekçi cinayeti aydınlandı mı?
Hayır, aydınlanmadı, aydınlanmadığı gibi İpekçi cinayetinin aydınlanmaması için gizli eller bütün kanıtları değiştirdiler.
Bu gibi konular duyarlılık ister...Bu duyarlılığı devlet göstermiyorsa basın organları ve siyasal partiler göstermelidir.
Örneğin SHP, niçin Aksoy ve Üçok cinayetlerinin aydınlanması için bir araştırma komisyonu kurup kanıt toplamaz? Hürriyet Gazetesi -belki kurmuşlardır, bilmiyorum- en yetenekli muhabirlerinden oluşan bir grup oluşturup, gerektiğinde polis ile işbirliği yaparak genel yayın müdürlerinin katillerini aramaz?"
Devlet suikasti gereğince araştırma ihtiyacı bile duymadı. Bir dizi soru sorulmadı. Bir dizi tahrifatın neden yapıldığı yanıtsız kaldı! Yetkililer sorumluluk almak istemediler, yanlızca tutulmayan sözler verdiler.
Yani kısaca devlet sessiz kaldı. Peki ama neden?
Kimbilir, belki de Mumcu'nun, daha önceden işlenen cinayetlerle ilgili olarak 31 Ocak 1991'de yönelttiği tüm şu soruların yanıtları bilindiği için:
"Devletin görevi, bu gibi cinayetlerin kanıtlarını bulmak değil midir? Devlet, islami hareket adına, uçlarına susturucu takılmış silahlarla cinayet işleyen çetelere karşı bu kadar çaresiz midir? Yoksa "devlet" dediğimiz şu büyük aygıta takılan başka susturucular var da biz mi bu susturucuları bilemiyoruz!"


Yahoo! Türkiye açıldı!
Haber, Ekonomi, Videolar, Oyunlar hepsi Yahoo! Türkiye'de!
www.yahoo.com.tr --~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
        Bu grubun  hiç bir siyasi oluşum ,parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş ,Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM  STANDIDIR.."
      Grupta yayınlanan  yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...

Grup Yöneticileri Mail Adresleri Aşağıdadır
kurtulusyolu99@gmail.com
bahadirserhad@gmail.com
forevermirza@gmail.com

Bu gruba posta göndermek için , mail atın : anadoluhaber@googlegroups.com
 Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
 Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.