MAHMUT CELAL ÖZMEN Bu günlerde toplumsal ve siyasal atmosfer "Kürt sorunu" ve "bölücü terör" gibi söylemlerle ısıtılıyor yeniden… Terör, güneydoğu, pkk, Kürt sorunu ve bölücülük... Elbet buna bir de yükselen milliyetçiliği ve durumdan faydalanmak isteyen salt siyasi çıkarcılıkları da eklemek gerekiyor. PKK terör örgütü son aylar içinde otuzdan fazla Türk askerini öldürdü… T.C. Devleti, Kuzey Irak'a müdahale etmeyi düşünüyor ve bunu çeşitli biçimlerde ifade etmekten de geri durmuyor. Kuzey Irak'taki Kürtlerin liderleri olarak bilinen şahıslar da Türkiye'nin bu tavrı karşısında, kendi tehditlerini savuruyorlar… Türkiye'de sokaklar "kahrolsun PKK", "şehitler ölmez, vatan bölünmez" sesleri ile inlerken; zaman zaman da "kahrolsun Amerika" gibi sloganlarla yükseltilen milliyetçilik, galeyana getirilmeye çalışılan insanlarla sokaklara taşınıyor... Sonuç; Türk ve dünya kamuoyunda "Kürt Sorunu" diye bir sorun hem de yükselen milliyetçilik diye ısıtılmaya çalışılan salt siyasi ve hesapçı bir başka sorunla birlikte yeniden tartışılmaya başladı. Bu yüzden de bu yazıda bu çift başlı garip sorunu ele almaya çalışacak ve daha çok 'Kürtlük' ve 'sorun' kavramları açısından yaklaşarak; Kürt Sorununun tanımı, tarihi gelişim süreci, bu sorunun siyasi tarafları ve günümüzdeki siyasi konumu ile birlikte tespit ve çözüm önerileri başlıkları altında irdelemeye çalışacağız. 1- Kürt Sorunu Nedir? Her sorunsal, en genel anlamda hem sosyal hem de dilsel anlamda bir sorundan neşet eder; yani bir soru ya da sorunsal vardır ki; bir de buna bağlı olarak tartışılan bir sorun olsun ve tartışılması gereksin… Bu anlamda evvela soru'nun ya da sorunsal'ın bir anlam içermesi gerekmektedir öncelikle, yani evvela soru olarak gelişen ve giderek sorunsal haline gelen şeyin, her ne ise kesinlikle sorunsuz olması gerekmektedir… Bu nedenle de konuya evvela bu soru ya da sorunsal'ın ne kadar anlamlı bir soru ya da sorunsal olduğunu tartışmakla ve böylelikle de "Kürt Sorunu" diye önümüze konulan bu durumun ne kadar anlamlı bir sorun olduğunun tespiti ile başlayalım. Kanaatimiz odur ki, bu bakış açısı öncelikle bu sorunun anlamsal zemini hakkında bir fikir verecek ve bu fikir ekseninde de evvela "Kürt Sorunu" denilen şeyin ne olmadığı ortaya çıkabilecektir… Zira Kürt sorunu denildiğinde orta çıkması beklenen şeyden çok çıkmayan ve çıkamayan şey de böylece daha net biçimde anlaşılabilecektir; öyleki; bu sorun daha en başından; —Bölgenin ekonomik yönden geri kalmışlık sorunundan kaynaklan bir sorun mudur?; —Yoksa sadece kültürel kimlik sorunundan kaynaklanan bir sorun mudur?; —Yâda birilerinin çokça öyle göstermekle mesut ve mesrur oldukları biçimde bir terör sorunu mudur? Nedir bu sorun?... Bütün bu soru biçimlerinden yola çıkarak baktığımızda ortaya çıkan gerçek neyi barındırmaktadır?... Zira gelinen nokta da her şeyin ötesinde bütün bu soru biçimlerini aşacak ölçüde bir başka tartışma söz konusudur ve bugün için bu soruna kaynaklık teşkil ettiği öne sürülen tüm bu soruları aşan biçimdeki bir başka sorun gündemdedir… Öyle ki; artık "Kürt Sorunu" denildiğinde Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Irak'ta yaşayan insanların milli-national kimliklerini yani bir Kürt milleti olduklarını tanıyıp onlara "self determination" (kendi geleceğini tayin) yani egemenlik hakkını vermeye dayalı daha kapsamlı bir sorunsaldan bile bahsedilebilmekte, bir başka bir deyimle bir Kürt Devletinin kurulması ciddi ciddi tartışılabilmektedir.. Tüm bölgede takriben 25–30 milyon Kürt nüfusun yaşadığını varsayacak olursak; bölgede bu anlamda bir Kürt sorununun çıkmış olmasının da görüleceği üzere, elbette tüm bu soruları aşan bir başka yüzü ve arka planı olduğunu da kabul etmek gerekecektir… 2- Tarihi Gelişim Süreci: A- Türkiye Cumhuriyeti Devleti Öncesi: Bugün için "Kürt Sorunu" diye söylenen bu sorunun asıl adı aslında 16. yüzyılın sonuna kadar Avrupa devletlerinin dillendirdiği "Şark / Doğu" sorunudur… Ve bu mesele de son büyük ve müstakil İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti'ne karşı nasıl ayakta durabiliriz şeklindeki Hıristiyan, batılı ve Avrupalı endişelerle oluşturulmuş bir mesele idi… 17. yüzyılın ortalarından sonra maalesef bu "Şark Meselesi" doğrudan doğruya topyekun İslam dünyasına ve dolaylı bir biçimde de son büyük İslâm Devleti'ne karşı Avrupai bir birlik oluşturma çabalarına dönüştü.. Tarih içerisinde böylece anlamsal bir zemin kazandırılan bu mesele, giderek 18. yüzyılda İslâm Devleti'nin açıklarını arama maksadı ile İslâm âleminin dini, dili, kültürel ve etnik yapısını incelemeye yönelik çalışmalara konu oldu ve çokça çalışma ve teori üretildi bu meseleden… Çünkü 1789 Fransız ihtilalinden sonra ekonomik ve teknolojik yönden güç kazanan Avrupa devletleri için yeni yeni hammadde ve pazar alanları gerekliydi ve bu ihtilali kebir ile ortaya çıkan ve büyümeye yüz tutan bu vahşi kapitalizm ideolojisinin yayılma metodu gereği yeni yeni sömürü alanlarını keşfetmek ihtiyacı ortaya çıkmıştı… Bu bağlamda da İslâm Devleti ve hâkim olduğu coğrafya onların iştahını kabartmaktaydı. Onlar İslâm âlemine bu azgın bakışlarla bakarken İslâm Devleti ve ümmeti İslâm'ı anlamak ve tatbik etmekte gösterdiği zafiyet neticesinde kendisinde var olan ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi üstünlüğünü yavaş yavaş kaybetme sürecine girmişti. İşte bu sürecin hızlandığı 19. yüzyıldan itibaren Avrupa devletleri Osmanlı Devleti'ne "Hasta Adam" gözü ile bakmaya başladılar ve "Şark Meselesi" artık İslâm Devleti'ni nasıl yıkıp ülkesini nasıl parçalar ve paylaşırız şekline dönüştü. Bu dönemde Fransız ihtilaliyle birlikte kapitalizm ideolojisinin hayata geçmesi beraberinde laiklik, demokrasi, hürriyet, milli kimlik (nationalizm-milliyetçilik), milletlerin kendi geleceklerini tayin hakkı (self determination) gibi fikirler çağdaşlaşma adı altında popüler oldu. Kapitalist devletler bu fikirleri etrafa modernlik-çağdaşlık, ilericilik gibi ambalajlarla yaymaya çalışıyorlardı. Bilhassa nationalizm yani milliyetçilik ve milli devlet anlayışı, İslâm akidesi gereği ümmet anlayışı etrafında bütünleşmiş İslâm âlemini "böl parçala hâkim ol" ilkesi doğrultusunda çözmek parçalamak için kullanılmak istenmiştir. Misyonerlik, oryantalizm-şarkiyatçılık yani doğu dilleri ve kültürlerini araştırma, antropoloji, arkeoloji, sosyoloji gibi bazı bilimsel kisvelerle İslâm âlemi içinde bu milliyetçilik faaliyetlerine yoğunluk vermişlerdi. Sömürgeci Batı devletleri İslâm âleminde bu emellerine ulaşmak kastı ile milliyetçilik fikirlerini öncelikle İslâm âlemindeki Müslüman olmayan zümreler vasıtası ile yaymaya çalışmışlardı. Araplar içinde Marunîleri, Türkler arasında Dönmeleri-Yahudileri, Ermenileri, Rumları ve Şamanistleri kullanmışlardı. Kürtler arasında da Yezidileri ve Süryanileri kullanmışlardı. Ayrıca Batı'da üniversitelerde Türkoloji, Kürtoloji, Arabioloji gibi bölümler açıp güya bilimsel çalışmalar yapmışlar ve buralarda toplanan bilgiler bilimsel verilermiş gibi İslâm âlemine o Müslüman olmayan odaklar vasıtası ile taşınmak istenmişti. Bununla beraber bütün gayretler Müslüman halklarda taban bulmayınca daha sonra bu fikirlerine İslâmi kılıflar geçirmeye yani hak ile batılı karıştırmaya yönelmişlerdi. Türk-İslâm, Arap-İslâm, Kürt-İslâm gibi sentezlerle bu iğrenç fesat-fitne hapı içirilmişti. Buna ek olarak bir taraftan İslâmi anlayış zafiyeti artarken İslâm ümmetinin hayat iksiri olan İslâm'ı tatbikteki zaafın artması ile birlikte bünyesine enjekte edilen bu yıkıcı ifsat edici virüs etkisin gösterip ümmetin vücudunda kanserojen urların çıkmasına sebep olmuştur. Öyle ki, bu meyanda İslam coğrafyasında birbirinin ardı sıra; Jöntürkler, İ.T Partisi (İttihat Terakki), Arap Gençleri Cemiyeti, Arap Devrimi gibi teşkilatlar oluşmuş ve örneğin çoğu dönmeler ve diğer gayri Müslim unsurlardan oluşan Batı hayranı ve işbirlikçi İ.T Partililer 1908'de Halife II. Abdulhamid'i devirerek yönetime gelip güya Türkçü (!) ve millici tavırlar ve politikalar sergileyerek, Türkçülük ve Arapçılığın taban bulmasında büyük rol almışlardı.. Nihayet bu çalışmalar sonuç vermiş ve bu emellere alet olan topluluklar eliyle Osmanlı Devleti basiretsiz ve beceriksiz politikalar neticesinde girdiği 1. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkarak parçalanma sürecine girmişti. Sevr Anlaşması (10 Ağustos 1920) ile Osmanlı toprakları parçalanıp sömürgeci Batılı devletlerarasında paylaşılmıştı. Bu paylaşmanın haritası dahi çizilmişti. Bu haritaya göre anlaşmanın 62–64. Maddelerinde geçtiği gibi Güneydoğu Anadolu'da bir Batılı devletin himayesinde bir Kürt Devleti de öngörülmüştü. Ancak ortada Kürt Devleti isteyen ne bir delege ne de bir halk vardı. Onun için sömürgeci Batılı devletler o zaman Kürt Devleti kurmaya muvaffak olamamışlardı. Başta İngiltere, Fransa ve İtalya olmak üzere Batılı sömürgeci devletlerin Sevr Anlaşması'yla öngördükleri Kürt Devleti'ni o zamanlarda kuramayışlarının sebebi, o bölgede yaşayan Kürtlerde "Kürtlük kimliği" ve "Kürt Devleti" isteğinin olmayışı idi. Yani millet-ulus ve milli-ulusal devlet anlayışı ve kimliği o bölgedeki halka mal olmamıştı. Zaman zaman bazı Kürt aşiretler Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmış iseler de bu ayaklanmalar milli kimlik ileri sürerek değil de ya yönetimden gördükleri bir zulme karşı olmuştur ya da yönetimden bir maslahat elde etmek için olmuştur. Kürtçülük için ya da Kürt Devleti isteği ile değil. Hatta Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki isyanlar dahi Kürtçülük esasına binaen değildi. Bazı Kürtçüler, Türkçüler ve Cumhuriyetçiler bu isyanları Kürt kimliği ile yapılan isyanlar olarak gösterme gayretinde olsalar da bu doğru değildir. Sömürgeci Batılı devletlerinin bunca yoğun gayretlerine rağmen bölge insanında ulusal-milli kimlik ve bilinci oluşmamış, oluşmuş olsa bile bu oluşumlarda genel üst kimlik hükmündeki İslam kimliğine karşı üstünlük elde edememiştir… B- Cumhuriyet Dönemi: 29 Ekim 1923'de Türkiye Cumhuriyeti Devleti milli ve laik bir esas üzerine kurulduktan sonra artık tüm topluma laik ve milli bir kimlik tepeden aşağıya doğru zorla benimsetilmeye çalışılmıştır. Jakoben yöntemlerle ve türlü dayatmalarla toplum İslâmi kimlikten ve bilinçten uzaklaştırıp Batıdan ithal ettikleri laik milli-ulusal kimliği ve bilincini benimsemeye zorlanmıştır. Bu amaç uğruna binlerce kişi katledilmiş ve zulme maruz bırakılmıştır. Bu coğrafyada yaşayan herkese "Türk" denilmiş ve her yere "ne mutlu Türküm diyene" sloganı yazılmıştır. Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti bölge insanını yani Kürtleri hep horlayıp, aşağılayıp zulüm yapmıştır, hizmet götürmemiştir. Böylece o insanlar sindirilmek istenmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında vuku bulan Şeyh Sait isyanı gibi isyanların çoğunlukla bu bölgeden olması, laik cumhuriyetçileri bölge insanlarına potansiyel düşman ve tehlike olarak bakmalarına sevk etmiştir. Batıdan ithal edilen ulus-devlet kimlikli laik cumhuriyet topyekun bir devlet olmaktan çok, bir sistem ve bu sistemin varlığından fırsat devşirenlerin arkasına saklandıkları bir güç olarak sergilenen sadist, şovenist, jakoben yöntemler bölge halkında bir tepki biçiminde kaç zamandır kulaklarına fısıldanılan Kürt kimliğine yönelme eğilimini doğurmuştur. Öyle ki, Abdullah Öcalan önderliğinde 1976'da Kürdistan Devrimcileri adlı küçük bir örgüt kurulduğunda bile halk zemini böylesi faaliyetlere kucak açmaya müsait hale gelmiş, getirilmişti… Bu küçük grup daha sonra 1978'de partisel örgütlenmeye gidip PKK (Partiye Karkeran Kürdistan) "Kürdistan İşçi Partisi"ni kurmuştur. 1979'da ise silahlı eyleme geçmiş ve bir milletvekiline silahlı saldırı yaparak ismini duyurmaya başlamıştır… Sonrası malum; 15 Ağustos 1984' ten bu yana bu canavarlar örgütünün geniş çaplı silahlı eylemleri bilfiil devam ediyor… Bu tarihten günümüze kadar PKK ile mücadele neticesinde Türk resmi makamlarınca 1998'de Başbakan'ın ağzından açıklanan rakamlara göre 27630 kişi ölmüştür. 17872 PKK'lı terörist ölmüş, buna karşılık 3832 asker (196 subay, 363 astsubay ve gerisi er), 247 polis, 1218 korucu ve 4454 sivil de örgüt tarafından öldürülmüştür… Öte yandan 16203 kişi ağır biçimde yaralanmış, 5030 kişi ise örgüt tarafından kaçırılmıştır… Örgüt kanadında ise, 611 kişi yaralanmış, 47718 kişi yakalanmış, 2038 kişi teslim olmuştur. Ve tüm bu sürecin ülkeye ve insanımıza maliyeti ise en kaba bir hesapla 100 milyar Dolar olmuştur. Bu rakamlardan yola çıkacak olursak; verilen kayıplarda dâhil olmak üzere bugün itibariyle (17872+611+47718+2038=68239) kişi ve bunlarla doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkili olan epeyce bir insanın fiili olarak PKK militanı olduklarını kabul etmek gerekecektir… Buna ilaveten Suriye, Kuzey Irak, İran, Ermenistan, Türkiye ve Avrupa'da takriben 30000 daha militanın daha var olduğunu ve aktif durumda olduklarını kabul edecek olursak PKK adlı bu bölücü ve yıkıcı organizasyonun en basitinden fiili olarak 100 bin silahlı eleman bulma imkânı elde etmiş olduğunu da kabul etmemiz gerekmektedir… Bu da bize PKK'nın bir biçimde bölge insanının desteğini aldığını gösterecek ve örgütün dışarıdan ne kadar askeri, ekonomik, lojistik destek alırsa alsın halk tabanında destek görmedikçe böylesi bir potansiyele asla erişemeyeceği gerçeğini ortaya koyacaktır. PKK'nın bölge insanının desteğini kazanması onun başarısı değil, T.C. Devleti'nin de arkasına saklanarak sistemi zehirleyen ve yukarıda zikredilen fırsatçılar tarafından sürdürülen anlamsız ve dirayetsiz politikanın eseridir. Zira bölge halkı bir yandan bu anlamsız ve hesaplı baskı ve tazyikten kurtuluş yolu ararken diğer yandan da bir bölücü örgüt olarak PKK'yı bulunca maalesef sahiplenmiştir… ABD'nin ve bölgedeki işbirlikçi devletlerin yardımı ise PKK'nın işini habire kolaylaştırmıştır. Sonuç olarak laik-milli kimlikli uygulamaların o malum pratiklerinin ve politikalarının oluşturduğu bir ortamda PKK'nın faaliyetleri ile bugünkü anlamda bir Kürt Sorunu ortaya çıkışına kapı aralanmıştır… 3- Sorunun Tarafları ve Günümüzdeki Siyasi Konumu: A- ABD ve Bölgedeki Politikası: PKK'nın oluşumu ve bugüne kadar gelişiminde ABD'nin rolü gayet açıktır. Buna delalet eden hususlar şunlardır: — PKK'nın kurucusu Abdullah Öcalan'ın çeşitli bağlantılarla Türkiye'deki Gladyo-Kontrgerilla (ABD'nin NATO kapsamında oluşturduğu yarı legal yarı illegal gizli örgüt) ile bağlantısı vardı. Mesela; dayısının MİT elemanı olduğu biliniyordu. Nitekim bu bağlantıları ortaya çıkarmaya çalışan ve belli mesafeler kat ettiğini bir gazetedeki köşe yazısında açıklayan bir yazar (Uğur Mumcu) bu açıklamasından hemen sonra öldürüldü. Şimdi "Çeteler" olarak anılan Kontrgerilla'nın devlet içindeki uzantılarının tespit ve tasfiyesi tartışılırken sık sık "Uğur Mumcu cinayeti çözülürse bu iş çözülür" denilmesi ise bu iddiayı güçlendirmektedir. — PKK'nın, 1991'den sonra Kuzey Irak ve Türkiye'de konuşlandırılan ve uluslar arası "Çekiç Güç" olarak isimlendirilen askeri güçten fiili destek aldığı resmen tespit edilmiştir. Bu güç %90 oranında Amerikalılardan oluşmaktaydı. — PKK, 1979'dan itibaren ABD'nin bölgedeki işbirlikçisi Suriye ve onun kontrolündeki Lübnan'da eğitim kampları kurup elemanlarını bu kamplarda eğitmiştir ve Öcalan da bu süre dâhilinde Şam'da kalmıştır. — ve günü geldiğinde Suriye Öcalan'ı yine ABD'nin talebi ile sınır dışı etmiştir. Öte yandan söylemek gerekir ki, ABD'nin Kürt sorununa ilgisi Ortadoğu ve Orta Asya politikasının olmazsa olmaz bir gereğidir, zira, ABD'nin öncülüğünde ve desteğinde kurulacak bir Kürt Devleti'nin her zaman ABD mandası/desteği altında kalacağı kesindir. Bu ise ABD'nin bölgedeki nüfuzunu ve petrol geçit bölgelerine hâkimiyetini sağlama alacaktır. ABD, Türkiye'yi kendisine bağlamakta başarısız olunca Irak'ı ve Türkiye'yi bölüp birinin kuzeyinde diğerinin güneyinde yani Kürtlerin yoğun olduğu bir bölgede bir Kürt Devleti kurma çalışmalarına bu yüzden ağırlık vermiştir. PKK oluşumunu takiben, Kuzey Irak'ta Talabani'nin etki altına alınmış olması ise bu anlamda oldukça manidardır… Öyle ki bunu takibenden sürece bakıldığında 1991 Körfez Savaşı'ndan sonra Kuzey Irak'ta bir Kürt Devletinin kurulması için yapılan çalışmalardan bu anlamda Türkiye'nin baskı altına çalışılmasına kadar olup biten her şey de bu manidar gelişimin izleği gibi sürmüştür… Süreç içerisinde Barzani ve Talabani ABD'ye verdikleri sözlerinde durmamışlar ve kesin bir garanti almadıkları için Türkiye'nin de diplomatik atakları sonucunda daha çok Irak ve Türkiye'nin etkisinde kalmışlar ve önce Türkiye ile Barzani arasında ekonomik, askeri, siyasi işbirliğine gerçekleşmiş, sık sık sınır ötesi operasyonlar yapılarak PKK etkisi oldukça azaltılmıştır…Bu nedenle de ABD'nin bu yöndeki teşebbüsleri geçici de olsa epeyce bir süre boşa çıkmıştır…Artık şu husus gayet net biçimde anlaşılmıştır; Türkiye geçit vermedikçe Kuzey Irak'ta Kürt Devleti kurulamayacaktır…Belki de bundan dolayı bu gerçeği gören ABD Türkiye'nin Kuzey Irak'a müdahale bahanesi olan PKK kartını iptal etmeye ya da dondurmaya yönelmiş, Türkiye'nin Kuzey Irak'a müdahale etmemesi ve 17 Eylül 1998'de Washington'da Talabani ve Barzani'ye imzalattığı anlaşma ile başlayan sürece engel olmaması hususunda Türkiye'yi ikna etmeye çalışmıştır…. Bu bağlamda ise sürpriz gelişmeler olarak Türkiye'ye Bakü Ceyhan Petrol ve Doğalgaz Boru Hattı Projesi'nde yardımcı olunmuş, kredi kolaylıkları sağlanmış ve Öcalan'ın iadesinde yardımcı olunmuştur… Bununla beraber, oyunun birinci perdesi hükmündeki bu gelişmelerin ardından Irak'ın ABD ve İngiltere tarafından 2003'de işgalinden sonra, ABD'nin Ortadoğu Bölgesine hâkim olmak projesi kapsamında Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti kurmak faaliyetine yeniden yoğunluk kazandırdığı gözlenmiş, Talabani ve Barzani de gücü ABD'de gördükleri için bu seferde tarihsel bir yanlışlığa düşerek Sam Amca'nın eteğine tutunmuşlardır.. Böylece alt yapısı giderek oluşmuş olan Kürt Devletinin ilanını önlemek için de Türkiye, önce PKK'nın bazı eylemlerine göz yummuş, sonra da o eylemleri bahane ederek Kuzey Irak'a askeri müdahale yapmak yönünde kamuoyu oluşturmaya çalışmış ve bu kamuoyunun rüzgârıyla da bazı diplomatik ataklara girişebilmiştir… B- Avrupa Devletleri Kürt sorununun bir başka tarafı da Avrupa devletleridir. Avrupa devletlerinden İngiltere'nin, Fransa'nın ve İtalya'nın bu sorunla ilgili kendi özel plan ve hesaplarının olduğu malum… Her şeyden önce AB devletleri, ABD'nin o bölgedeki politikalarına karşı durumdadırlar. Çünkü son tahlilde, ABD'nin bölgedeki siyasi hedeflerini -ki o bölge petrolünün kontrolünü elinde tutmaktır- gerçekleştirmesi halinde ekonomileri %80'lere varan oranda bu bölge petrolüne bağlı olan AB devletleri epeyce ABD'nin güdümüne girmek zorunda kalacaktır… Böylelikle de sömürü paylaşımında AB payı azalacak ve ABD, dünyada sömürü pastasının aslan payını alacaktır.. bu nedenle de AB devletlerinin ABD'nin zaman zaman iptal etmeyi seçtiği PKK kartını başkalaştırarak Kürt sorunun halinde uluslararası platformlara taşımak ve siyasallaştırma tehdidi ile Türkiye'yi sıkıştırmak gibi ciddi bir planlarının olduğunu öne sürebiliriz… Sevr Kartı sürekli çekmecelerindedir ve ihtiyaç duydukça çıkartıp göstermektedirler. Nitekim T.C. Devleti yetkilileri de Avrupalı dostlarının kendilerini arada bir Sevr ile tehdit ettiklerinden yakınmaktadırlar. C- Rusya Rusya da doğal olarak fırsat buldukça ve imkânları elverdikçe Kürt Sorununa ilgi göstermekte, kendi siyasi maslahatları açısından kullanmak istemektedir. Fakat bu son olaylarda ve zamanlarda Rusya'nın fazla bir ağırlığı yoktur. İçinde bulunduğu zor ekonomik durumdan dolayı da bu anlamda fazla zamanı da imkânı da yok gibidir… 4- Tespit ve Çözüm: Kürt Sorununun asıl sebebi laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi görünse de onun arkasına sığınan bir gücün kötü pratikleridir. Zira uluslar arası arena da Kürt Sorununun aslı, Kürtlere milli-ulusal bir kimlik kazandırıp bir milli-ulusal bir devlet kurulması şeklinde kabul görmekteyken Türkiye de olagelen olumsuz uygulamalar da bu coğrafyada yaşayan insanları ümmet çatısı altında asırlarca birlik ve beraberlikle kardeş yapan İslâm kimliğini zedelemiş ve bu birliğin hayata geçmesini sağlayan Hilâfet yıkılmıştır.. Bu kimliği horlanmış, gericilik, irtica, aşırı dincilik diyerek karalanmaya çalışılmıştır... Düşman sınır ötesindeyken içeride bir düşman tasarlayan bu yapılanma sonuç olarak bir içi düşmanla karşılaşamamışsa da, halkın inancı ve geleneklerini birinci derecede düşman ilan edip topyekûn savaşa girişmiştir… Diğer taraftan yıllar boyunca çağdaşlaşma, batılaşma naraları atarak Batılı dünya görüşü, çağdaş cahiliye anlayışları, yabancı fikirler ve kavramlarla süslü bir söylem kotarılmış ve zorla bütün topluma benimsetilmeye çalışılmıştır… Öyle ki, sonuç olarak toplum ve ülke giderek ciddi bir bölünme ve düşmanlaşmış kamplara ayrılma noktasına getirilebilmiştir… Nitekim 84 yılda Türkiye gibi küçük bir coğrafya parçasında bugün itibariyle 70 milyon insanı bütünleştirememiş olması bir yana bilakis bugünkü boyutuyla bir Kürt Sorununun müsebbibi olunmuştur. Çözüm, Kürt Sorununu kendi süfli sömürü emellerine alet olarak kullanmak isteyen ABD'ye ya da başka bir Avrupa devletine, ya da PKK'ya ve Barzani'ye kızıp bağırarak duygu deşarjı yapmak değildir ve böyle olmamalı, böyle de anlaşılmamalıdır… Çözüm, ABD ya da Avrupa mallarına boykot ilan etmek olarak ta anlaşılmamalıdır… Ne mutfaktan buzdolabını atmak nede ayakkabısını yakmakta değildir çözüm… Eğer bir şey atılacak ve yakılacak ise o da Avrupa'dan alına bu gibi şeyler değil, Avrupa'dan ithal edilen ABD'nin de "yaşam tarzımız" diye savunduğu kokuşmuş çağdaş cahiliye sistemleri; laiklik, demokrasi, hürriyetler, milli-ulusal kimlikler ve milli devletler, cumhuriyet, kapitalizm, liberalizm, sosyalizm, vatancılık ve bölgecilik gibi kavram ve kurumlar ile bunlara dair söylemsel yığındır.. Asıl bunlar hayatımızdan, toplum devlet ve bireysel yaşantımızdan tamamen sökülüp atılmalıdır. İtalya'dan ithal edilen ceza hukuku, Roma hukuku, Fransa'dan ithal edilen laiklik, milliyetçilik, cumhuriyet, Yunanistan'dan ithal edilen demokrasi, İngiltere'den ithal edilen özgürlükler v.b. tüm Batılı ve batıl kavram ve kurumlar şiddetle ve acilen hayatımızdan sökülüp atılmalıdır. Hem toplumsal hem de bütünsel hayatımız devletten ferde kadar topyekûn İslâm akidesi, İslâm kültürü ve ona dayalı hayat sistemleri ile yeniden yunup yıkanıp arınmalı, böylece hayat, izzet, onur, vakar ve kuvvete kavuşulmalıdır. Çözüm, ne Irak'ın parçalanmasıdır ne Suriye'nin parçalanmasıdır ne de Türkiye'nin parçalanmasıdır, ne de mevcut sınırları değiştirmektir. Bilakis çözüm bütün bu ülkeler ve halklar arasına konulan o sınır denilen mayınlı alanları kaldırıp bu ülkelerin birleşip bütünleşmesidir… "Her halkın hatta her Müslüman halkın bir devleti vardır sadece Kürt halkının devleti yoktur, öyleyse bu mazlum halkın da Kürt Devleti olursa kötü mü olur?" gibi argümanlar/bahaneler ileri sürerek bir Kürt Devleti kurmak da çözüm değildir… Zira her Müslüman halkın devletinin var olduğu iddiası doğru olmadığı gibi sağlıklı da değildir. Evet, belki "Halka rağmen halk için" anlayışı ile yaşatılan bir iktidar sürmektedir. Devletin temel fikri olan laiklik, demokrasi, cumhuriyet ve halka milli kültür diyerek şırınga ettikleri kültür bu halkın inanç ve kültürü ile bağdaşmamış devlet kavramı zedelenerek "Derin Devlet", "Zinde Güçler" v.s. gibi saçma sapan hastalıklar ortaya çıkmış; iktidara ve ülkenin servetlerine tahakküm eden bir ur peyda olmuştur… Ama çözüm bu değildir; ama çözüm bölünmek değildir… Vergi veren, askerlik yapan ve hamallık yapan ise Türk halkı olsa da durum böyledir… Artık zaman Türk halkına "ne mutlu Türküm diyene" denilerek geçiştirilecek zaman değildir… Çünkü Türk halkı mutlu değildir… Öte yandan, İslâm âlemindeki diğer devletler de benzer durumdadırlar. Arapların başındaki irili ufaklı ve devlet denilen varlıklar da Araplara ait değildir. Suriye'de bir avuç Nusayri, Mısır'da bir avuç Kıpti, Lübnan'da bir avuç Maruni, Irak'ta bir avuç ateist Süryani karışımı Baasçı ve şimdi de işgalcilerin uşakları, Suudi Arabistan'da bir avuç uşaklaşmış Suudi eliti, Ürdün'de bir avuç İngiliz uşağı Kral sülalesi, Pakistan'da bir avuç Kadiyani, İran'da bir avuç fanatik mezhepçi, ırkçı yönetime hakim değil mi?!... Bu yönetimlerle bu halklardan hiçbirisi mutlu değil… Bu halkların hangisinin dünya arenasında siyasi, askeri, ekonomik itibarı, gücü ve kuvveti var?! Bu halkların hangisi zulüm görmüyor, mazlum değil?! O halde nihayet böyle olacak bir Kürt Devleti Kürt halkına ne kazandıracak?! Düşünmek gerekir… Çözüm, Kürt, Türk, Arap, Fars v.b. bütün ulusal-milli kimlikleri bir kenara bırakıp bu halklara izzet, onur, kuvvet kazandıracak, bu halkları dün olduğu gibi tekrar kardeş yapıp İslâm ümmeti kimliğinde birleştirip bütünleştirecek İslâmi hayatı tekrar hâkim kılmaktır… Çünkü "Ey iman edenler! Allah'tan gereği gibi korkun. Ve ancak Müslümanlar olarak can verin. Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı sarılın, parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirip O'nun nimeti (İslam) sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız." (Al-i İmran: 102–103) denilmiştir... Fıtrat.com |
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.