Leyla Halid’in Filistin mücadelesine, mücadeledeki farklı yönlere ilişkin değerlendirmeleri, özellikle ilericilik vurgusu ve Hamas’a bakışı bu noktada dikkat çekiyor.
Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği, 16-17 Mayıs 2009 tarihlerinde Uluslararası Ortadoğu ve Filistin Konferansı başlıklı bir konferans düzenledi. Konferansa gelenler arasında Filistin Halk Kurtuluş Örgütü ve Filistin Ulusal Konseyi üyesi Leyla Halid de bulunuyordu. Leyla Halid’in Filistin mücadelesine, mücadeledeki farklı yönlere ilişkin değerlendirmelerinin dikkat çekici olduğunu düşündük. Özellikle ilericilik vurgusu ve Hamas’a bakışı bu noktada dikkat çekiyor.
İzin verirseniz çok genel bir soruyla başlayalım. Yalnızca Filistin meselesinin değil, genel itibariyle bütün Ortadoğu'nun gerilimin merkezinde durduğu bir dönemden geçiyoruz. Her ne kadar yönetimler değişmiş olsa da ABD ve İsrail taraflardan biri olarak işbirliğini sürdürmeye devam ediyor. Türkiye pratikte bu koalisyonun bir parçası olmakla birlikte, kafa karıştırıcı sinyaller gönderiyor. Elbette esas olarak her aktör kendi çıkarları doğrultusunda hesaplarını yapıyor. Özellikle geçtiğimiz on yıla ve yaşadığımız döneme bakarsak Ortadoğu'daki gelişmeleri nasıl değerlendirebiliriz ve bu büyük resimde Filistin meselesini nasıl konumlandırabiliriz?
Her ülke her zaman kendi çıkarını hesap eder. Yirminci yüzyılda ve sonrasında dünyada yaşanan gelişmelere baktığımızda uluslararası ilişkilerin kavramlardan, doktrinlerden, ideolojilerden ziyade güç dengelerine ve çıkar hesaplarına bağlı olarak yürütüldüğünü görebiliriz, işlerin çığırından çıkmasının bir sebebi de bu.
Türkiye Avrupa Birliği'nin bir parçası olabilmek için çok çabaladı; eğer gerekli koşulları yerine getirmezse şu ana dek bunun gerçekleşeceğine dair bir işaret yok ama hesaplarını bu yönde yaptı. Öte yandan, Soğuk Savaş'tan rakibi Sovyet Rusya karşısında galip çıkan ABD dünyanın savaş lideri olarak yükseldi. Bush yönetiminden sonra İsrail'le ilişkilerde küçük de olsa bir değişim yaşanması ihtimali, bir bakıma beklentisi vardı, fakat Ortadoğu'da İsrail'le baş etmek öyle kolay bir iş değil.
Amerikan yönetimleri için en somut meselelerden biri her zaman buydu. Öncelikle -ne yaptığına ya da yapacağına bakılmaksızın- bölgede en güçlü devlet olması doğrultusunda her türlü destek verilerek İsrail'in güvenliği sağlanmalıydı. En son Gazze saldırılarından sonra bazı hükümetler bunun taşınamayacak bir yük olduğunun farkına vardılar.
Türkiye'den de bu sinyalleri aldık ve Filistin halkı tarafından bu sözler minnetle karşılandı. Tayyip Erdoğan'ın sözlerinin Filistin'de son derece olumlu karşılanmasının bir başka sebebi daha vardı; Filistin halkı için bu sözler bugüne kadar Arap hükümetlerinin ağzından çıkan her kelimeden daha etkiliydi, daha sertti.
Fakat gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nokta var; bu dayanışma sinyalleri siyasal adımlarla desteklenmediği sürece Ortadoğu'da değişen bir şey olmayacak. Hepimiz biliyoruz ki bugün Türkiye, İsrail'le ilişkilerini her düzey¬de, askeri ilişkiler düzeyinde bile sürdürmekte. İşte bu büyük bir çelişki. Büyük resme baktığınızda ABD, Ortadoğu'yu kendi misyonu doğrultusunda kendi eliyle şekillendireceği büyük bir proje olarak görüyor ve Türkiye de bunun önemli bir parçası.
Bush yönetiminin Irak ve Afganistan'da sürdürdüğü savaş ABD'nin dünya üzerindeki imajını kolay kolay düzeltemeyeceği bir noktaya getirdi; hem bölgede, hem dünya genelinde. Bugün bu imajı değiştirmek de yeni yönetimin üzerinde çalıştığı noktalardan birisi. Fakat asıl sorun, bu imajın nasıl bir yöntemle değişeceği. Çünkü aslında sistem aynı sistem; kapitalist sistem nereden bakarsanız bakın sömürü düzeni üzerine inşa olmuş bir sistem.
Dışarıdan bakıldığında gördüğümüz, yeni bir yönetim, Afrika kökenli, genç ve ABD'nin kötü imajını değiştirmeyi hedefleyen bir başkan; ama yüzeyi biraz kazıdığınızda ortaya sanki bir halkla ilişkiler hamlesi çıkıyor, pek de bir değişim görünmüyor. Elbette bugün yaşadığımız ekonomik kriz ve durgunluk göz önüne alındığında bir önceki yönetimin izinden gidilemeyeceği de ortada; dolayısıyla en azından ifade düzeyinde bir fark ortaya koymaları gerekecek. Fakat dediğim gibi, uluslararası ilişkilerde büyük adımlar beklemek saflık olur.
ABD geldiği nokta itibariyle, bölge zenginliğinin kontrolünü ele almak istiyor; bununla da kalmıyor, bölge halklarının kontrolüne de sahip olmak istiyor. Muhalif olmayan, ABD yönetimlerine 'hayır' demeyecek bir bölge halkı istiyor; böylece ülke içi dinamikleri manipüle etmenin, soruna dönüştürmenin önünde engel kalmayacak.
Örneğin, İslamcı ve laik gruplar, sol ve sağ gruplar, mezhep ayrılıkları, etnik ayrılıklar. Irak bugün bu noktada. Türkiye'de de bu tip gerilimler mevcut. Filistin bu ayrışmayı yaşıyor. Aslında bölge halkları olarak bizim meselemiz Müslüman olmak ya da olmamak, Kürt ya da Arap, Şii ya da Sünni olmak değil. Bu bölgedeki bütün insanların temel sorunu özgürlük ve adalet sorunu. Bu sorunun etrafında bir mücadele örgütlemek durumundayız.
Filistin'deki bu ayrışmaya bakacak olursak, Filistin 'in belki de tarihindeki en zorlu dönemlerden birini yaşadığını söylemek mümkün, işgal politikaları, mülteci sorunu ve savaş koşullarına Fetih ve Hamas arasındaki gerilimi de eklediğimizde oldukça karmaşık bir sorunla karşı karşıyayız. Bu gerilimin Arafat yönetimine uzanan kökleri de var sosyo-ekonomik sebepleri de. Mevcut durumu, Hamas'm ve Fetih'in tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Çözüme yönelik nasıl bir adım atılmalı?
Geçtiğimiz kırk iki yıllık mücadelede biz her zaman ulusal diyalog çağrısı yaptık. Görüş farklılıklarımız hep oldu, fakat bu farklılıkları kuvvet kullanarak aşma yolunu seçmedik. Müşterekte birleşebileceğimiz ve yol alabileceğimiz ortak zeminler bularak çözdük. Elbette meseleyi bu noktaya getiren Oslo'nun imzalanması oldu. Bu çok büyük bir sorundu, çünkü üzerinde ortaklaştığımız ulusal programın, yani mültecilerin eve geri dönüş hakkı ve başkenti Kudüs olmak üzere kendi bağımsız devletimizi kurma hakkını kapsayan asgari programın dışına çıkıldı.
Filistin Kurtuluş Örgütü kurulduktan ve bu asgari programda ortaklaşıldıktan sonra Hamas çözümün İslam'da birleşmek olduğu çağrısını yaptı. Fakat gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta vardı; Filistin için bu çağrıyı yapmak başka hayati meseleleri de beraberinde getirecekti. Bir kısmı yerinden edilen, bir kısmı Filistin'de kalan bu halkın tamamı Müslüman değil. Filistin halkı içinde Hıristiyan ve Museviler de var.
Dolayısıyla çözümün İslam'da birleşmek olduğunu söyleyemeyiz. Çözüme giden yol dini bir perspektifle belirlenemez; kesin olarak seküler bir yol bulunmalı. Bu ilk çelişkiydi. İkinci sorun, Hamas'm sloganda yaptığı değişiklikti. Bakın, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olarak biz de Oslo'ya muhaliftik. Fakat asla içimizdeki ve ikincil bir sorunu çözmek için silahlanma çağrısı yapmadık; Hamas ve Cihad bizim insanlarımız ve bizimle birlikte bu direnişin bir parçası.
Seçimlerin ardından gerilim daha da tırmandı (Cihad seçime girmedi; bir direniş grubu olduklarını ve bu seçime inanmadıklarını açıkladılar). Çünkü seçimleri kazanan Hamas'ın ilk karşılaştığı engel, koalisyon lideri Fetih engeli oldu; içeriden gelen bir engel oldu. Sorun diyalogla çözülemeyecek boyuta ulaştı ve silahlar konuştu. FHKO olarak biz bunu her zaman kınadık ve kınıyoruz.
Bizim Filistin halkı olarak temel ve öncelikli meselemiz işgaldir. İkincil ve dâhili sorunlarımız daima diyalog ve müzakereyle çözülmelidir. Bu yüzden şunu söyledik ve söylemeye devam ediyoruz; Hamas ve Fetih Filistinlilerin ulusal programının, ortaklaştığımız programın tahrip edilmesinden ve meselenin bu noktaya gelmesinden aynı derecede sorumludur.
Ve ortada öncelikli sorun var. Birleşmiş Milletler'in geri dönüş hakkını tanıyan kararı altmış yıldır uygulamaya geçmedi. Milyonlarca Filistinli mülteci asgari hayat standartlarından yoksun ve yaşadıkları ülkelerin mülteci politikaları karşısında da mağdur durumda. Ortada pek de iyimser bir beklenti yok. Bu meselenin çözümüne yönelik neler söyleyebilirsiniz? Mülteci sorununda nasıl bir yol izlenmeli?
Öncelikle davamızı tarif etmek zorundayız; bu yalnızca Filistinlilerin davası değil. Filistinliler şu anda cephede olanlar; yani bu meseleyle, işgalle ve mülteci olmakla yüz yüze kalanlar. Fakat bu aynı zamanda Arap ülkelerindeki ilerici güçlerin, dünyadaki demokrat ve ilerici güçlerin de meselesi, onların da görevi. Bu Filistin'in davası olduğu kadar bir Ortadoğu sorunu, bir Arap sorunu ve aynı zamanda uluslararası bir sorun.
Dolayısıyla hükümetlere, BM içindeki tavırlarını değiştirmeye yönelik baskıyı yapacak olan unsurlar bu ilerici güçler. BM içindeki bu tavır son derece önemli; çünkü Filistinlilere topraklarına geri dönüş hakkı tanıyan kararın etkin olarak uygulanması ve İsrail'in ancak BM kararlarına saygı gösterdiği takdirde BM'nin bir üyesi olarak kalması bu şekilde sağlanabilir. İsrail 60 yıldır bu kararın gereklerini yerine getirmemekte ve Filistinliler hâlâ mülteci. Bu yüzden, bizim açımızdan uluslararası düzeyde en öncelikli görev, ilerici, demokratik güçleri motive etmek.
Yerel düzeyde ise başka görevler var. Bugün mülteci hareketi giderek büyümekte, sesler yükseliyor. Farklı ülkelerde farklı kesimden Filistinliler var ve her birinin bir misyonu var-, bütün bu farklı seslerin toplamı ana akım Filistin politik hattını oluşturuyor. 1982 den önce Lübnan'da halk silahlanıyordu. İsrail'in Lübnan'ı işgalinden sonra liderler ve militanlar Lübnan'ı terk etmeye zorlandılar ve terk ettiler. Fakat hükümet, ki o zaman İsrail komutasıyla hareket ediyordu, geride kalan Filistinlilere çalışma hakkı tanımadı; eğitim alabiliyordunuz ama çalışamıyordunuz. Eğer Filistinliyseniz bugün Lübnan'da 76 iş kolu için izin belgesine sahip olmak zorundasınız. İşçi olamazsınız, temizlikçi olamazsınız. Tıp fakültesini bitirebilirsiniz ama doktor olarak çalışamazsınız.
Suriye'de durum daha farklı; seçimler, hükümet ve orduya katılım dışında Filistinliler ve Suriye halkı aynı haklara sahipler. Ürdün'de de öyle. Mısır'da çok büyük bir Filistinli nüfusu yok; yaklaşık 100 bin Filistinli 'Mısır'da yaşayan Araplar' olarak kabul ediliyor. Irak'taki Filistinli nüfusun bir kısmı savaş sırasında öldürüldü ya da sınırlara kaçtı. Gazze ve Batı Şeria'dakilerin ise bambaşka bir sorumluluğu var. İşgalle ve işgal politikalarıyla yüz yüze yaşıyorlar.
İşgal Toprakları'ndakiler Apartheid rejimiyle ve ayrımcı politikalarla karşı karşıya. Kâğıt üzerinde eşitlik var ama uygulamada büyük bir uçurum söz konusu. Bu ayrıntıları şu sebeple vurguluyorum; mülteci meselesine homojen bir plan üzerinden gitmek imkânsız. Bu yüzden her farklı bölge ve ona bağlı koşullar ayrı bir planlama gerektiriyor.
Oslo ve Annapolis süreçlerinin herhangi bir olumlu sonuç getirmediğini ve iki devletli çözümün sağlıklı bir çözüm olmadığını düşünüyorsunuz. Nerelerde hatalar yapıldı, ya da nasıl bir yol izlenmeli?
Biz, Filistin'de Arapların ve Yahudilerin eşit hak ve yükümlülükler temelinde birlikte yaşayacakları bir Filistin devletine doğru geçişli bir çözüm çağrısı yaptık. Çünkü sonuçta altmış bir yılın ardından kimse Yahudilere 'Filistin'den gidin' diyemez. Kaç nesil burada doğdu. Ben çok küçükken Filistin'den ayrıldım, fakat benim büyüklerim Yahudilerle birlikte yaşıyorlardı.
Siyonizm her şeyi değiştirdi, altüst etti. Bu sorun nasıl çözülebilir? Yurttaşlığın tarifini din ya da etnik köken temelinde çizmeyen politikalarla. Bütün insanların yasalar önünde eşit olmasını sağlayarak. Dikkat ederseniz, din veya etnik aidiyet etrafında örgütlenmiş bir siyaset anlayışı yalnızca Filistin-İsrail meselesinde değil, Irak'ta, Türkiye'de, Lübnan'da, genel olarak bütün bir Ortadoğu coğrafyasında son derece yaygın ve tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir yaklaşım. Belki yüzlerce kez size sorulmuş bir soru, elbette uçak kaçırma eylemleri. Bu eylemlerin Filistin meselesine dikkatleri çekmek dışında özellikle ilgi çekici bir sonucu daha olduğunu görmek mümkün. Eylemlere dair medyada çıkan bütün haberlerde kadınlığınız üzerinde duruldu. Ya 'kadın terörist' oldunuz, ya 'poster kızı' ya da 'kadın kahraman
Evet. Tabii bunun sebepleri çok çeşitli. Ama genel olarak o dönemde Batı' nın bizim coğrafyamızdaki kadınları algılayışı bunu şekillendiren önemli bir etken oldu; toplumsal hiyerarşide onuncu sırada, kafası da örtülü, beyni de örtülü bir kadın imajı. Oysa bu coğrafyada pek çok şey değişti, hâlâ değişiyor. Kadın mücadelesi ve ilerici güçlerin çabaları sayesinde kadınların toplumsal konumlarında pek çok ilerleme yaşandı.
Filistin özelinde bizler işgalle mücadele ediyorduk ve kendi topraklarımızdan sürülmüştük. Bu yüzden pek çok Filistinli eğitimi hayatlarını daha iyiye götürmek için vazgeçilmez bir yol olarak gördü. 1948'den önce yalnızca elit kesimden kadınlar okula, üniversiteye gidiyordu. Fakat 48 den sonra herkes kızını okula göndermeye başladı; okula gitmeye ve ailemize daha fazla katkı sağlayabilmek için elimizden ne geliyorsa yapmaya mecburduk.
Benim açımdan da bu geçerliydi. Üniversiteye gittim, daha sonra çalışmak ve aileme para göndermek üzere Kuveyt'e gittim. Kız kardeşlerim de aynı şeyi yaptılar. Filistinli aileler çok kalabalıktır, benim ailemin on iki çocuğu var. Dolayısıyla herkes katkı sağlamak zorundaydı. Aynı şey direniş için de geçerliydi.
Uçak kaçırma eylemine katılmak üzere seçildiğimde medya bunu son derece olağandışı bir durum gibi gösterdi. Onların gözünde bir özgürlük savaşçısının (ya da o dönem yazdıkları gibi 'terörist'in) kadın olması beklenmeyecek bir şeydi. Onlar bu bölgedeki kadın imajını zaten çizmişlerdi; ailesine bakan, ev işleriyle uğraşan, çocuk yetiştiren, kocasıyla ilgilenen kadın. Oysa ben tek değildim.
Ben bu eylemlere katılan, direnişteki bir sürü kadından yalnızca biriydim. Mücadelede pek çok kadın vardı, hapse girdiler, işkence gördüler. Filistin'de ya da Filistin dışında öldürüldüler. Fakat medya kendi niyetine hizmet edecek olanı seçti ve çoğu zaman kendi amacına uygun biçimde kullandı. O dönemde de medyadan insanlara söyledim: "Hapishanelere gidin, o kadınları görün, işkencelere odaklanın, kamplara gidin ve kadınların yaşadıklarını insanların görmesini sağlayın." Fakat bu konularda konuşmayı pek sevmiyorlar galiba. Sonuçta biz bu eylemlerle bütün sorulara cevap getirmeyi beklemiyorduk. Fakat biz bir ses çıkardık, çünkü dünya sağırdı ve duyması gerekiyordu. Evet, benim kadın olmam Filistin meselesinin görünür hale gelmesinde bir rol oynadı. FHKC'nin başından beri vurguladığı da buydu; kadınların ve erkeklerin mücadelesiyle kurulacak özgür bir ülke.
Sizinle ilgili yazılanları okurken kadın olmaya dair fikrinizin zaman içinde değiştiğini gözlemlemek mümkün.
Bu konuda hep Che Guevara'dan alıntı yaparım: "Şefkatimizi kaybetmeden sağlam durmalıyız." Ben bir kadınım ve bir özgürlük savaşçısıyım. Başlangıçta bizler, mücadele içindeki kadınlar olarak kendimizi ispatlamaya şartlanmıştık, erkek gibi olmamız gerektiğine inanmıştık ve erkek gibi davranıyorduk. Saçlarımız kısacıktı, asla makyaj yapmazdık, üniformayla gezerdik. Bunun yanlış olduğunun farkına vardım. Bunlar birbiriyle çelişen şeyler değildi; mücadele içinde yer alabilir ve kendimiz olabilirdik.
I974’te Amerikalı bir kadın kamplardaki çocuklarla ilgili bir araştırma için gelmişti ve Beyrut'taki Filistin mülteci kamplarından birisi olan Bourj Al Barajneh'de onun için bir veda yemeği veriliyordu. Eve gidip ablamın elbisesini ödünç aldım. Sorumlu olduğum üssün önünden geçerken yoldaşlara selam verdiğimde bana, "Niye kılık değiştirdin, nereye gidiyorsun?" diye sordular. "Kılık değiştirmedim, elbise giydim," dedim.
Komik bir diyalogdu belki ama beni düşündürdü. O günden sonra erkek gibi olmaya çalışmadım. Kadındım ve militandım. Örneğin, sıklıkla erkek arkadaşım olup olmadığı sorulurdu; elbette vardı, çünkü sevmeye ve sevilmeye ihtiyacım vardı, çünkü bu insani bir duygu. Kadınım, anneyim, eşim, militanım ve hepsiyle gurur duyuyorum.
Sizi bir direniş lideri olarak ele aldığımızda yalnızca Filistin halkı arasında değil, dünyanın her köşesinde özellikle sol kesimin saygısını kazandığınızı görüyoruz. Elbette zaman içinde ve mücadeleyle beslenen, evrimleşen bir siyasal hattınız var. Politik duruşunuzu şekillendiren en temel unsur neydi? Kişisel olarak sizi eyleme geçmeye zorlayan, tetikleyen neydi?
Aslında örgütsel düzeyde siyasal mücadeleye on beş yaşında başladım sayılır. Lübnan'da yaşıyordum ve ailem siyasal açıdan son derece faaldi. Babam Filistin'deki savaşçılardan biriydi. En büyük ağabeyimin ailede önemli bir etkisi vardı; Beyrut Amerikan Üniversitesi'nde (AUB) okuyordu. AUB, George Habbaş ve Wadi Haddad'ın Arap Ulusal Hareketi'ni kurduğu yerdi.
Bu bakımdan daha küçük yaşta meselenin içinde büyüdüm. Fakat ilk başvurumda reddedildim, çünkü çok gençtim, henüz on beş yaşındaydım. Üyelerin ailelerinin geçimini sağlayacak yaşta olması gerekiyordu. Doğal olarak önce ağabeyim ablalarımı, daha sonra da ablalarım beni örgütlediler. Tabii ben de benden küçükle-
Ben harekete 1967'den önce katıldım. Fakat bütün bunlar bir yana, beni harekette daha aktif olarak yer almaya iten en önemli etken, hayatın her alanında hissettiğim adaletsizlik oldu. Sonuçta ben de son derece kötü koşullarda yaşamaya çalışan pek çok Filistinli çocuktan biriydim ve bunu ne zaman sorgulamaya kalksam mesele şurada düğümleniyordu: "Çünkü biz burada mülteciyiz." Bu adaletsizlik duygusu en başından beri benim tetikleyicim oldu.
Filistin direnişi çok büyük kayıplar verdi. Gassan Kanafani, George Habbaş, Mahmud Derviş, Edward Said bunlardan yalnızca bilinenleri. Fakat yitirilenler arkalarında bir direniş geleneği, siyasal, entelektüel ve kültürel bir miras inşa ederek gittiler. Elbette bu durağan bir miras değil; sürekli işlenmesi gereken, canlı, evrimleşen bir miras. Öte yanda ise özellikle genç nesillerde yaşam koşullarının getirdiği koskoca bir geleceksizlik ve umutsuzluk duygusu var. Bu bakımdan tedirginliğe kapıldığınız oluyor mu?
Bir çocuğun tanka taş attığını gördüğünüzde, o taşın tankı yok etmeyecek olduğunu bilirsiniz. Burada asıl mesele, iradedir. Dolayısıyla bu çatışma, onlarla bizim aramızda bir irade çatışması. Tanka karşı taşla yürüyen çocuklar olduğu sürece direniş kültürü devam edecek. Elbette yeni nesil son derece çetin koşullarla karşı karşıya. Bu kadar bölünmüş olmaları da cabası.
Her geçen gün umutları azalıyor, eve geri dönme hayalinden uzaklaşıyorlar. Çoğu yurt dışında bir iş ya da burs bulabilmek için kendini paralıyor. Ama İsrail saldırdığı anda geçmiş nesillerin tarihi, direniş kültürü ortaya çıkıyor. Anlıyorsunuz ki o tarih her zaman ceplerinde duruyor. O kültürü yeniden inşa etmeye başlıyorlar. Umutsuzlukla, geleceksizlikle boğuşan gençler de bu gençlerden başkası değil.
Siz bizim kamplarımızda kalmışsınız, bilirsiniz; kamplardaki hiçbir çocuk Filistin'i görmemiştir. Ben de görmedim, çünkü ayrıldığımda dört yaşındaydım ve hatırlamam mümkün değil. (Sadece uçağı kaçırdığımızda pilota rotasını değiştirmesini ve Hayfa üzerinden gitmesini söylemiştim; havadan da olsa görmek için.) Fakat hepimiz Filistin'in bizim ülkemiz olduğu öğretilerek büyüdük. Dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun bir Filistinlinin pusulası doğrudan Filistin'i gösterir. Bu yüzden içim rahat.
Teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Önümüzde hâlâ çok uzun bir yol var. Benim ve Filistin halkının hayali ve umudu, Avrupa'yı yerle bir eden, milyonlarca insanı katleden Nazizm nasıl yenilgiye uğradıysa ve bugün lanetleniyorsa, Siyonizmin de yenilgiye uğraması ve Filistin halkının topraklarına geri dönmesi. Çünkü benim gözümde Siyonizm ve Nazizm aynı şey. İkisi de yıkımdan ve terörden, gericilikten başka bir şey getirmedi..
Biz kendi coğrafyamızda bu düşmanla mücadele ediyoruz. Herkesin, özellikle de ilerici güçlerin Siyonizmin yalnızca Filistinliler için değil insanlığa yönelik bir tehdit olduğunu görmesini istiyoruz. Dünya Nazizmin yıkım getirdiği dersini çıkardı. Siyonizmin insanlık için yıkım getireceği güne kadar bekleyecek miyiz? İşte sorulması gereken soru bu.
Kaynak: Mesele Dergisi
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.