Cihangir solcumsularının kendilerini sanatçı, düşünür, filozof, kanaat önderi sayıp tahakküm edici, en azından kapsayıcı tanımlar yaparak üst bir makama erişme çabaları beni oldum olası çok ama çok eğlendirmiştir. “Büyük üstat” havası atan, bu havayla da tanımlayıcı güce eriştiğini zanneden eğlendiricilerin bu numaralarına karnım tok öteden beri. Eğlenip geçiyorum.
Dolayısıyla “ortalama üzeri bir eğlendirici olan” Fırat Tanış’ın kendisini “tanımlayıcı güç” olarak belirleyip sorduğu “o cenahta yetişmiş kim var?” sorusuna da gülüp geçtim. Gülüp geçtim zira o sulu zırtlak komedide oynadığı “Koyu Bilal” karakterine güvendiğini biliyorum. Neredeyse her şeyini “görünmeye” borçlu bu eğlendiricilerin sanat, düşünce, toplumsal meseleler ve benzeri alanlarda boşboğazlık etmeleri benim açımdan artık “ihmal edilebilir sıkıcılıklar listesi”nde…Fakat şu kadarını söylemem lazım. Politik bir kavramsallaştırma haline gelmiş “cenah” kelimesini kültürel bir transpozisyona tabi tutarak bir halt ettiğini zanneden bu eğlendiricinin dikkate alındığı bir vasata sahip olduğumuzu görmek yine de üzüntü verici bir durum.
Sanat da, edebiyat da, düşünce de “cenahtan bağımsız” kavramlardır. Belki en fazla “cenahlar ve oluşturduğu atmosferler” bağlamlı bir sohbete konudurlar, daha fazlasına değil. Bu dolayımdan soru şudur: Sanatı, edebiyatı, düşünceyi kompartımanlara ayırarak kendini “ilerlemeci”, kalanları da “yobaz” ilan etmenin faydası nerededir? Açık yazayım: Rahatlamanın ve kendini bir halt zannetmenin dışında bir faydası yoktur, olmamıştır, olmayacaktır.
Bu örneği bir kez daha vermiş olabilirim. Çorum’da, ilahiyat fakültesinde öğretim üyesi olan bir hocamız Nazım Hikmet konferansı verdiğinde bazı “solcumsular” konferansı üstlenen kurumun kapısına dayanıp “Nazım’ı yedirmeyiz” hurucu gerçekleştirmişlerdi.
Kompartımancı zihin, sahiplenme ve tanımlama üstünlüğü talep eden leş bir zihindir. Hasan Çelebi ile Fikret Otyam’ı birbirinden ayırıp farklı kompartımanlara yerleştirince ve hangi sanatı icra ettiğini hiç bilmediği Hasan Çelebi’yi pas geçince “sanatı, edebiyatı, düşünceyi ben tanımlıyorum, benim tanımım dışında tanım yoktur” küstahlığına gelip dayanıyor mesele. Hâlbuki Fikret Otyam’ın dünyada elde ettiği görünürlüğün bir benzerini, hatta daha fazlasını Hasan Çelebi elde etmiştir ve bu Türk sanatı için bir gurur tablosudur. (Fırat yazının burasında okumayı bırakıp Hasan Çelebi’yi google’da aramaya başladı muhtemelen. Yardımcı olayım. Kâbe’nin yazılarını yazan hattatımızdır kendileri. Tasarladığı son başyapıtı ise Çamlıca Camii yazılarıdır.)
Sanatı, edebiyatı, düşünceyi kompartımanlara ayırmak ve “bizim kompartıman çok acayip oğlum” narası atmak en hafif tabirle “bir cacıktan anlamamak” anlamına gelir ve bir “solcumsu” hastalığıdır. Ben mesela, diyelim Albayrak Medya Grubu bünyesinde yayınlanan ve Fırat Tanış’ın tanımına göre “diğer cenahta kalan” Post Öykü Dergisi’nin Türkiye’de yayınlanan hiçbir öykü kitabını dikkatten kaçırmadığına şahidim. Bunu yapmayı başarabilen bir tane, evet sadece bir tane bile “o cenahtan” öykü dergisi yok mesela.
Çok sevdim ben bu “cenah” işini. Devam edeyim. Bizim cenahta (gülme efekti gelecek buraya), “şiirden anlar” dediğimiz adam teki hiçbir kompartıman farkı gözetmeden Ece Ayhan’ı da bilir, Süleyman Çobanoğlu’nu da bilir, Asaf Halet’i de bilir, Pound’u da bilir, Sezai Karakoç’u da bilir, Hüseyin Atlansoy’u da bilir, Enis Akın’ı da bilir, Onur Caymaz’ı da bilir, Ahmet Murat’ı da bilir, Furuğ’u da bilir. O cenahta “şiirden anlar” dediğimiz adamın Atlansoy bilmesine de, Sezai Karakoç bilmesine de, Ahmet Murat bilmesine de gerek yoktur. Çünkü onların kompartımanının adamı değildir bu isimler.
“Öküzlük” tam burada başlar. Kendi bildiğinin gurmesi, sonradan görmelerin oluşturduğu kısırlığı “sanat-edebiyat vasatı” saymamız beklenir bizden. Saymayınca da “o cenahta adam yok ki, kah kah kah” diyerek öküzlüğün dozunu artırırlar.
Valla hacılar, açık net bir şey diyeyim de öyle bitireyim. Yayın masasında yer işgal ettiğim Ketebe Yayınları’nın Ağustos kitapları var önümde. Daha doğrusu, genel yayın yönetmeni kardeşim Furkan Çalışkan, pandemiye rağmen kitapları göndermenin bir yolunu bulmuş. Türkçe’deki ilk “epigenetik felsefesi” metnini basmışız. Frankfurt Dersleri serimiz Peter Sloterdijk ile devam etmiş.
yazının devamı
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.