Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî (1865-1943) zâhir ve bâtın âlimi, Büyük İrşad kutbu... “Altun Silsile” denen büyük velilerin otuz üçüncüsü ve son halka, tesbihin sonuncusu. Arvâsî Hazretleri, Ehl-i Sünnet çerçeveye sımsıkı bağlı, hem zâhir hem bâtın ilimleri tedris etmiş âlim ve sûfî bir zat idi. Gördüğü rüyalar ve tasavvufî hâl ondaki ilim merakını artırdı ve olağanüstü denecek bir gayretle çalıştı. Dinî ilimler yanında fizik, kimya, biyoloji, riyâziyat, heyet, hendese ve hesap ilimleri de tahsil etti. Klâsik medrese eğitimi verdiği Van-Arvas’taki medresenin kütüphanesi zengin ve eğitimi yüksek idi. İlim merkezi olup uzak yerlerdeki âlimlerin bile takdirlerine mazhar idi. Mezun olanlar o bölgelerde müftü oluyordu. Bu medresede kendisi 20 yıl ders okuttu. İcazetler verdi. “Mutavvel”, “Tasavvurat”, “Tasdikat” ve benzeri kitapları çok okuttu. İmâm-ı Rabbânî’nin Mektubât’ına özel önem verdi. İstanbul’dan kitaplar getirtti. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf, Dil ve Belagat, Usûl vb. ilimlerini öğretti. Birinci Dünya Savaşı’nda bu zengin kütüphane Ermeniler tarafından yakıldı. (1)
Arvâsî Hazretleri bir sûfî olmasına rağmen zâhir ve bâtını birleştirmiş idi. Bir hadise istinaden fazla eser vermemiştir. 13 risalesi, mektupları, makaleleri, vaazları ve sohbetleri vardır. Bütün bu eserleri ve hakkındaki bilgi ve belgeler hacimli bir eserde toplanmıştır. (2)
Bütün İslâmî ilimlerde mâhir ve vâkıftır. Dört mezhebe göre fetva verir. Hadislerle de çok ilgilenmiş ve senedleriyle beş cilt hâlindeki defterine kaydetmiştir. Buharî-i Şerif (İmâm Buharî), İmâm Müslim, İmâm Nevevî başta olmak üzere ahlâk ve ahkam hadislerini toplamıştır.
“Tasavvuf filan tarihte başlamıştır.” diyenleri eleştirir ve meâlen şöyle der: “Tasavvuf, risalet ve nübüvvetle başlamıştır. Peygamberlerin bir vazifesi de tezkiyedir. Tezkiye kavramı tasavvufun eş anlamlısıdır. Tasavvuf kelimesi safa’dan gelmiştir, saf-yün’den gelmez.” (3)
Medresede Buharî-i Şerifi okutmuş ve tavsiye etmiştir. Tasavvufta İmâm Rabbânî, fıkıhta İbn Âbidin, tefsirde Kâdı Beyzavî, akâidde Hayâlî şerhiyle Emalî Kasidesi’ni okutup tavsiye etmiştir. Devrinde kıymeti anlaşılmamış, ilminden yeteri kadar istifade edilememiştir. Her yetiştirdiği insan bir telifattır. Gerektiği yerde gerekeni yapmıştır. Müphem olan yerleri açıklamış, ihtiyaç olan yerleri izaha kavuşturmuştur.
Abdülhakîm Efendi Hazretleri, zâhir ve bâtın ilimlerine ve fikrî-siyasî olarak İslâm coğrafyasındaki meselelere vâkıf olduğu gibi mücahid bir zat idi.
Önce kronolojik olarak bazı bilgiler verelim. Sonra ruh hayatını tablolaştırmaya çalışalım. Necip Fazıl ile ilişkisine ve halife bırakıp bırakmadığı hususuna da temas edelim.
Kronolojik Olarak Hayatı
1865 (h. 1281) tarihinde Başkale-Van’da dünyaya gelir.
Fuâd Asım Arvâs-Şaban Er’in araştırmalarına göre ise, doğum tarihi miladî olarak 22 Nisan 1860-20 Mayıs 1860 arasında bir tarihe denk gelir. Değişik tarih söylenmesinin sebebi farklı yazma nüshalardan kaynaklıdır. (Nüfus kâğıdında beş yaş küçük (1865) yazıldığı iddiaları da vardır.)
İlk ve orta mektebi Başkale’de okur.
Bahçesaray (Müküs) başta olmak üzere Irak’ın tanınmış beldelerinde ilim tahsil eder: Sarf, Nahiv, Lügat, Mantık, Kelâm ve Hikmet-i İlâhiye, Riyâziye, Hendese ve Hesap, Hey’et, Tefsir, Fıkıh, Usul-i Fıkıh ve Tasavvuf...
1888 Kasım-Aralık aylarında (Hicrî 1300 başlarında) Seyyid Fehim’den “ilim icazetnamesi” alıyor. Aklî ve naklî ilimlerin hepsinden…
1889 Haziranda, Seyyid Fehim’le şereflendikten 10 yıl sonra mutlak tarikat icazetnamesi alıyor. Beş tarikatte icazetli olarak.
1888 (Kasım-Aralık) tarihinde başlamak üzere Başkale kazasında 1914 yılına kadar ders okutur. Şeyhi oraya göndermiştir.
1900’ün başlarında Osmanlı’nın son dönemlerinde İslâm coğrafyasının birçok önemli merkezlerini ziyaret eder. Kürt beldeleri, Anadolu’nun çoğu vilayeti, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Rus sınırı vs. Bu ziyaretleri kendi ifadesiyle “dervişane ziyaretler olmayıp” fikrî, siyasî, ilmî ve sosyal yapıyı görmek, ilim meclislerinde mütalaalarda bulunmak için idi.
1908 (11-15 Ocak) Hicrî 1325 senesi haccında Mekke’de Şeyh Ziya Masum’dan Üveysiyye Tarikati’nden mutlak halifelik icazetnamesi alır.
1914 (25-26 Mayıs) tarihinde, Ermeni zulmüne karşı 150 kişi ile beş yıl süren hicrete başlar. Bağdat, Musul vs.de dört yıl çok zor günler geçirir. Aile efradı yollarda ölür. 1919'un Nisan'ında İstanbul’a az sayıda aile ferdiyle varır.
1919’da vardığı İstanbul’da Eyüp’te Kaşgarî Dergâhına yerleşir. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin teklifiyle ve Sultan Mehmed Vahîdüddin Han’ın onayıyla Kaşgarî Dergâhı hatipliği ve şeyhliği yanında Süleymaniye Medresesi Tasavvuf Kürsüsü Müderrisliği vazifesine getirilmiştir. Tekkeler kapanınca ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkınca bu vazifeleri sona ermiştir. Ancak “Derûn-î İslâmbol”da vazifeleri sona ermemiştir.
1924 yılında Vefa Lisesi Din Dersleri Muallimliğine tayin edilmiş, en son resmî vazifesi ise Diyanet İşleri Riyaseti’nin 1924 tarihli kararı ile İstanbul vaizliğidir. 1931 yılında ihtimal ki, Menemen Hadisesi sebeb gösterilerek bu vazifesi tekaüdle sonlandırılmıştır.
1931 yılında Menemen’e götürülüp idamla yargılanır ancak beraat edip İstanbul’a döner. 1931-1943 yılları arasında İstanbul’da Bayezid Camii’nden başlayarak çeşitli camilerde vaazlarına, derslerine, sohbetlerine fahri olarak devam etmiştir.
1934’de Soyadı Kanunu çıkınca “Üçışık” soyismini aldılar. Ancak daha ziyade Arvâsî lakabıyla bilindiler.
1934 yılında Necip Fazıl’ı Kemalizm’e karşı silaha sürülmüş bir kurşun olarak yetiştirmeye başlar. Necip Fazıl’ın kalemine onunla feth ve inkişâf gelir. (4)
1943 yılında İzmir’e sürgüne götürülür. Hastalığından dolayı zorunlu ikamete tabi tutulur. Ankara’ya gelir ve orada vefat eder. Bağlum köyüne defnolunur.
Arvâsî Hazretlerinin
Mânâsı ve Mücadelesi
Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin şeyhi Fehim Arvâsî olup, onun şeyhi Seyyid Tâhâ-i Hakkarî ve onun da şeyhi Mevlânâ Halid Hazretleridir. Arvâsî Seyyidleri Hanedanının Hicaz, Ortadoğu, İran ve Anadolu’daki nüfuzu, şöhreti ve itibarı sebebiyle her zaman devlet adamları kendilerine itibar etmiş, devlet işlerinde asayiş ve sulhun temininde kendilerine müracaat etmişlerdir. Sultan İkinci Abdülhamid Han bu maksadla tesis ettiği Hamidiye Alaylarının başına Seyyid ailesine olan gönül bağının da etkisiyle Seyyid Fehim Arvâsî ve Seyyid Ubeydullah Nehrî’nin tavsiyeleri ile yine bu aileden Seyyid Abdülhamid Paşa’yı getirmiştir. Seyyid Abdülhamid Paşa, ilim ve tarikat icazetnamesi olan ve Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin akrabası ve ona tâbi olan bir zattır. Arvâsî Hazretlerinden birçok konuda yardımlarını talep etmiştir. Bunlardan biri, İran’da yaşayan ve Müslüman olup Ehl-i Sünnet Osmanlı teb’asına sığınan İngiliz kızının davasıyla ilgilenmeleri ve onun Şiiler ve İngilizler elinden kurtulmasını sağlamalarıdır. (5)
Başta Van ve bu vilâyete bağlı beldeler olmak üzere çevre illerde de irşad faaliyetinde bulundular. Anadolu’nun birçok beldesi başta olmak üzere Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Batum’a kadar nasihat ve tarikatı neşir amacıyla gezdiler. Başkale’de kendi imkânlarıyla kurduğu ve 29 yıl ders okuttuğu medreseye Hamidiye Medresesi ismini verdiler. Kendisi beş tarikate icazetli olmasına rağmen neden Nakşibendî tarikatini tercih ettiğini şöyle izah eder:
“Hakikaten Yüce Nakşibendî Tarikati, Allah Teâlâ’ya kavuşturucu yolların en yakını, en kestirmesi, en kolayı, en kuvvetlisi, en anlaşılırı, en üstünü, en sağlamı olduğundan Allah Teâlâ’ya kavuşmayı isteyenler için bu yolun öğretilmesi tercih edilmiştir.” (6)
Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri iki kere hacca gitmiş, gidiş gelişlerinde Şam, Haleb, İskenderiye âlimlerinin ve şeyhlerinin sohbetlerinde bulunmuştur.
Hz. Hüseyin soyundan olan Arvâsî seyyidleri, Hülagü Han’ın Bağdat’ı istilası üzerine Şeyh Kasım Bağdadî önderliğinde Kürt illerine göç etmiş olup bu aile Arvâsî namıyla ma’ruf olmuşlardır. (7) (Şeyh Kasım Bağdadî Medine’de Hz. Osman’ın kabri yakınında medfundur.) Musul, Urfa ve Bitlis’ten sonra “Kutub Muhammed” ünvanlı cedleri Arvas köyünü inşa eder. Orada cami, medrese ve hankah inşa eder. O, “Arvâsî Seyyidleri Hanedanı”nın atasıdır. (Hicrî 1800’ler)
I. Cihan Harbi’nde Rus ve Ermenilerin Başkale’yi işgalleri üzerine, beş yıl ve ağır sıkıntılar altında süren hicretinin sonunda sağ kalan aile fertleriyle “sevk-i ilâhî” sonucu İstanbul’a gelir. Bu yolculuğun hikâyesi “Hal Tercümesi”nde bütün dramıyla birlikte anlatılır. 150 kişilik aile fertleriyle yola çıkılmış olup çoğu yolda zâyi olmuş, 20 kişiyle İstanbul’a varabilmiştir. 1914’te başlayıp, 1919’da nihayete eren hicret safhası, 1919’dan itibaren yeni bir devre evrilecektir. Zira İstanbul’a gelmek planlarında yokken böyle olmuştur.
Mücahid ve muvahhid bir vasıfta olan, iç ve dış hadiseleri yakından takip eden Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî, I. Cihan Harbi’ne de müritleriyle birlikte bizzat katılır. Hatta mutlak halifesi olan çok sevdiği Sıddık Efendi şehid düşer. Onun savaştaki yararlılıklarını gören komutanlar İstanbul’a rapor eder ve Sultan Reşat tarafından İzmir Paye-i Mücerred’i ile taltif edilir. O, köşesinde oturan postnişin değil idi.
Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri Anadolu’daki mücadeleye her türlü desteği verir. Maddî ve manevî güçlerini Millî Mücadele için seferber eder. Buna teslimiyet ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden “var olma” iradesi, diyebiliriz. Ankara’nın boşaltılmasının düşünüldüğü Millî Mücadele yıllarında bağlılarını cepheye yollamış, Mareşal Fevzi Çakmak’a maddî ve manevî destek vermiştir. (8)
Menemen Hadisesi sebebiyle Örfî Divan-ı Harb Mahkemesinde beraat etmesine rağmen sonraki zamanlarda devamlı tarassut altında tutulmuş, nihayet 18 Eylül 1943’te Kaşgarî Dergâhı polisler tarafından basılmış ve tevkif olunarak İzmir’e sürgün edilmiştir. Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin âhir ömründe İzmir’e sürgün edilmesinin ve İstanbul’a dönemeyip Ankara’da vefat etmesinin sebebi, İstanbul valisi olan Lütfi Kırdar tarafından, “gençler arasında İslâmiyeti yayması ve Şeriat’i neşretmesi” gerekçesiyle Ankara’dan tutuklama kararı çıkartılmasıdır. (9) Efendi Hazretleri küfrün zirveleştiği bir dönemde gelmiş ve mücadelesi de buna göre olmuştur.
Sürgünde bulunduğu İzmir’de hastalanmış ve Bakanlar Kurulu kararıyla mecburî ikamete tabi tutulmasına karar verilmiş ve trenle Ankara’ya götürülmüştür. Ankara’da kaldığı evde her an tarassut edilmiştir. 27 Kasım 1943 Cumartesi günü sabaha karşı Ankara gurbetinde şehîden ahirete intikal etmiştir. Aynı gece Ankara’da da hissedilen bir deprem olmuştur. O zamanın 150-200 hanelik bir köyü olan Bağlum’a, yakınlarından oluşan küçük bir cemaat tarafından aynı gün ikindi vakti defnolunmuştur. (10)
O’nun, “Ne ibadetimden, ne amelimden rahmete güvenim var... Tek rahmet ümidim, mürtede buğzum, ondan nefretimdir.” (11) sözü, baş nefret kutbunu göstermesi açısından mühimdir. Çünkü, tabiatların zıtlığının şiddeti nisbetinde düşmanlığın, kin ve nefretin şiddeti de büyüktür. Yine o’nun, “Tekkeleri hükümet kapatmadı, onlar zaten kapalıydı.” mealindeki sözü ise, İslâmı içten karartanları işaret ediyor. Yine Abdülhakîm Efendi’nin, “dini içten yıkan kafir” diye damgaladığı Selefî/Vehhabî zihniyetinin başı ve günümüzdeki şakirtleri ile Necip Fazıl’ın tanımlamasıyla “reformcular” ve “nefsanî tefsirciler”, İslâm inkılabı karşısında mücadele edilmesi gereken zihniyet olarak işaretlenir. Mürid sayısıyla şeyhin ölçülmesi ve miras yoluyla şeyhliğin babadan oğla geçmesi gibi garipliklere karşın tasavvufun ölçülerini de ışıldatan kendileri olmuştur. Müridinin az olması ve fazla yazmamasına rağmen gizli yoldan kafileyi maksada sürmüşlerdir.
İstanbul’a bir hesap sahibi olmaksızın İlâhî sevkle geldiğini beyan eden Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî, yine hiçbir hesap sahibi olmaksızın ve aklından hiç geçirmediği, fakat sürgün dolayısıyla gitmek zorunda kaldığı Ankara’da vefat eder. Onun mazlumluğunun ne kadar derinden olduğunu bir eserinde tahlil eden Üstad, şeyhinin vefatı hakkında şöyle der: “Gurbet ellerinde mazlum ölen şehid...” (12)
Vasiyetinde de görüldüğü üzere Peygamberler gibi yaşamış herhangi bir mal-mülk bırakmamıştır. Onun hakkında inşad edilen bir manzumeyi verelim:
Eziyyet, ârif-i billah için ayn-i inâyetdir
Eziyyetden şikâyet ehl-i mânâya cinâyetdir
Mesâib-ibtilâ kâmillerin şânıyla tev’emdir
Bundan, asrî musibetler alâmât-i şehâdetdir.
Manzumenin meâli: Allah Teâlâ’nın velî kullarının mübtelâ oldukları eziyet, kendileri için, Allah’ın yardımının, rahmetinin aynısıdır. Çektikleri eziyetden şikâyet etmek; hayrın da şerrin de mutlak yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna imân etmiş velî kullarına göre cinâyetdir. Musibetlerin mikdarı ve derecesi, kâmil ve mükemmil mürşidlerin derecesine göredir. Esseyyid Abdülhakîm-i Arvâsî Kuddise Sirruh Hazretleri’nin çektiği eziyyetler, şehâdetinin alâmetleridir. (13)
Necip Fazıl’ın Mürşidi Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî
Varlık ve oluşun Allah’ın Sevgilisi ile zuhura geldiğini ve onun “Varlığın Tâcı” ve “Varlığın Nuru” olduğunu ifade eden Necip Fazıl, bu nura varis olan velilere ve tasavvuf yoluna da son derece bağlıdır. Hz. Peygamberin nuru, Allah’ın ilk olarak yarattığı nur olup; Hz. Âdem’den başlayarak Allah Resûlü’ne kadar intikal etti ve onda karar kıldı. (14)
“Silsile-i aliyye”nin son altun halkası olan Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî, Necip Fazıl üzerinde kilit rol oynar. Necip Fazıl, Allah’a ve Resûle bağlanmanın usulünü, metafizik buhrandan kaynaklı çetin bilmecelerin çözümünü şeyhinde bulur.
Allah Resûlü’nün nuruna vâris olan büyüklerin en büyüklerinden bir büyük, Büyük Doğu-İbda fikir mümarisinin üstündeki tuğra isim, aynı zamanda Kâinatın Efendisi’ne mahsus soydan gelen, “Büyük İrşad Kutbu”, Esseyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleridir… Abdülhakîm: Hakîm (Allah) kulu ve Hakîm kul… Mahlesleri: Seyyid… Lâkapları: Manzur-ı nazar-ı pîran-ı kiram… Mühürleri: Manzur-ı nazar-ı pîran-ı kiram Esseyid Abdülhakîm likülli emrin fehim… Mührün diğer yüzünde, “Esseyid Abdülhakîm” yazılı! (15)
Necip Fazıl, Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî hakkında “kıymet hükmü”nü şöyle verir: “Efendi Hazretleri, her hâliyle, etekleri altında bütün bir cihan gizleyen ve küfrün en kuduz devrinde gelmiş olmak bakımından derecesi en ileri olmak icab eden o büyük kutuptu ki, hikmetini doğrudan doğruya peygamberlik sırrından devşirici irşad makamının, Abdülhalik Gücdevâni, Şah-ı Nakşibend, Abdullah Ahrar, İmâm-ı Rabbânî, Mevlâna Halid ve daha niceleri gibi üstün temsilcileri arasında mevki sahibi bulunuyor; en büyük hususiyeti de en azgın küfür mevsiminde her kemâlin kefaletini şeriatte göstermek memuriyetinde toplanıyordu.” (16)
Arvâsî Hazretleri Halife Bırakmadı
Arvâsî Hazretleri kendisinden sonra herhangi bir halife bırakmamıştır. Bu husus çok açıktır ve kendisine nisbetle şeyhlik makamında bulunanlar Arvâsî Hazretleri’nin yakınları tarafından reddedilmiştir.
Büyük Doğu Yayınları, Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî ’nin bütün eserlerini basmaya başlamıştır. Bu seriden çıkan ilk kitap olan “Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî Hal Tercümesi”nin takdiminde Prof. Dr. A. Hikmet Üçışık malûm hususu şöyle ilân etmektedir:
“Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin, çok iyi bir ilim adamı olarak bilinen merhum mahdumu Ahmet Mekki Üçışık ve çok iyi yetişmiş yeğenleri dahil hiçbir kimseyi kendisine halef veya vekil bırakmadığı bilinmektedir. Bu hususun mevsuk; aksi iddia ve neşriyatın hilaf-ı hakikat olduğunu ifade etmeği mühim bir vazife addederim.” (17)
Kendilerine Işıkçılar denen Hüseyin Hilmi Işık’ın başını çektiği ve damadı Enver Ören ile onun oğlu Mücahid Ören’in sürdürdüğü bu grubun Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî ’nin halifesi gibi sunulması ve bunun bazı yayınlarda açıkça ifade edilmesi Arvâsî ailesi ve sevenleri tarafından kınanmaktadır.
Necip Fazıl, O ve Ben isimli eserinde Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî ’ye bağlılığını ve kendi hayatındaki değişimi ifade etmiştir. Yine onun “Başbuğ Velilerden 33” eserinde de 33. ve son halka olarak Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî ’yi anlatır ve tesbihin tamamlandığını şöyle belirtir: “O, ‘Altun Silsile’de otuzüçüncü halka, dairenin en alt noktası hâlinde küfür ve delâletin zirveleştiği Yirminci Asırda, dairenin en üst noktası olarak imân ve irşad kutbudur.” (18) Necip Fazıl yine aynı eserinde Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin kendisinden sonra mürşid bırakmadığını ve makamların en üstünü olan irşad kutupluğuna sahip olduğu için ölümünden sonra da memuriyetine devam edeceğini ifade eder. (19)
Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin tarikat anlamında bir temsiliyet vermediği açıktır. Üstad Necip Fazıl’ın temsiliyeti ise Arvâsî Hazretleri’nden aldığı mânâyı vaktin icabı olarak yürütmesi idi. “O değil, O’ndan” şeklinde bir temsil, bir münasebet var. Ayniyet değil, izdüşümü söz konusu oluyor. Büyük Doğu ismiyle fikir, sanat ve aksiyon alanlarında zuhur etmesini bir ayniyetin kanatları olarak görmek gerekir. Büyük Doğu, Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî’ye kendisini nisbet eden ancak tarikat olarak değil de, onun mânâ ve fikirlerini sürdüren bir harekettir. İBDA ve Salih Mirzabeyoğlu da “Yürüyen Büyük Doğu” olarak bu çizgiyi temsil eder.
Dipnotlar
1-Yayına Hazırlayan Suat Ak, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “Kuddise Sirruh” Hazretleri, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2015, s. 13-61.
2-Hazırlayanlar Fuâd Âsım Arvas-Şaban Er, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Kuddise Sirruh” Hazretleri, Kutupyıldızı Yayınları. Ayrıca Süleyman Kuku’nun hazırladığı iki ciltlik Damra Yayınevinden çıkan Son Halka isimli kitabı ile Ekrem Buğra Ekinci’nin Seyyid Abdülhakîm Arvâsî isimli Arı Sanat Yayınevi’nin kitabını ilave olarak zikredelim. Ancak ilk eser kadar mükemmel değildir ve H. Hilmi Işık’ı layık olduğundan fazla ön plâna çıkarırlar.
3-Necip Fazıl Kısakürek, Tasavvuf Bahçeleri, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1997, s. 10-18.
4-Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1978, s. 214.
5-Fuâd Âsım Arvas-Şaban Er, “Silsile-i Aliyye”nin Son Altun Halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Kuddise Sirruh” Hazretleri, Kutup Yıldızı Yayınları, İstanbul, 2019, s. 221-226.
6-Arvas-Er, a.g.e., s. 216.
7-Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî , Hâl Tercümesi, Yayına Hazırlayan Suat Ak, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s. 17.
8-Kısakürek, O ve Ben, s. 133.
9-Nimetullah Arvas, Nakşî Geleneğinin Bir Takipçisi Olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin İstanbul Yansımaları, Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi, s. 719; Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2010, s. 323.
10-Arvas-Er, a.g.e., s. 282-283.
11-Kısakürek, O ve Ben, s.197
12-Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2010, s. 324.
13-Arvas-Er, a.g.e., s. 286-287.
14-Necip Fazıl Kısakürek, Efendimiz, Kurtarıcımız, Müjdecimiz’den Nur Harmanı, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2010, s. 9.
15-Salih Mirzabeyoğlu, Hakikat-i Ferdiyye, İbda Yayınları, 1994, İstanbul, s. 17.
16-Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, s. 213.
17-Abdülhakîm Arvâsî, Hâl Tercümesi, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2015, s. 5.
18-Necip Fazıl Kısakürek, Başbuğ Velilerden 33, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1974, s. 351.
19-Kısakürek, O ve Ben, s. 217.
KAYNAK: Baran Dergisi -Kazım Albay
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.