Gece güne kavuşmayabilir, tüm karanlık yüzlerin karartısından doğacak bir gün de bilinmezlikten görülmeyebilir. Geniş zamanın içinde kaybolan geçmiş… Acaba "di" ekini mi kullansaydım dedim az önce, ama yok! Geniş bir zamanın içinde belirsizlikle boğulan gelecek beklemede… Yıllar önce göğsümüze ektiğimiz bir geçmişin, serin gölgesinde esenlik bulacakken, sırtlanlar yüzünden göğsü siyah boyalarla boyanmış yeni anılar kuruyoruz geleceğe dair. Olanla yetinmek çaresizliği, yavan ekmek gibi önümüze konuyor.
Kim bilebilirdi ki böyle olacağını? Kim? Yoksa biliniyor muydu her şey, biliyor muyduk sahiden, bir hendeğin önüne konulan kadim kardeş(ler)imizin arkasında duran katillerin, hiç kendilerini kasmadan, sakin ve kendilerinden emin bir edayla tetiği çekeceklerini. Çirkin komplolarla arkalarına aldıkları yalanların, sahte raporların altına, biz de imza atmış mıydık acaba? Cevabını bilmekten korktuğum bir sorunun müsebbibi sadece ben miyim ki?
Hendeğe atılan cansız cesedin altında kalan çocuklar, kadınlar ve gençler… Nefes almak ne mümkün? Korkunç bir koku var, dayanmak imkânsız! Bu ölü bedenin hak ettiği, dualarla dolu cenazeyken, kireç tozuna bulanmış beyazlığın, arka fondaki çaresizliğin uğultusu oluyor ne yazık ki! Emperyalist bir düşüncenin hâkimiyetinde, içimize yıllar önce fidanken dikilen, şimdilerde ise dallanıp budaklanmış "sessizliğin" utancını, utanmaz çığlıkların sesinden duymak imkânsız! Nerdeyse bildiğim sözleri söylemekten bile korkar olmuşum. En büyük adımı atmak için, içimdeki cesareti itekleyecek cesarette değilim. Ne kadar iteklesem de konuşmuyor, susuyor. Her beklentisini, bir başka kendinde boğulan devlet(!); hâkimiyete inanarak "oh" diyor. Bu ne pervasızlık! Bu ne rahatlık! İğreniyorum senden, sessizliğinden, yüzüne yansıyan sorumlu ama masum halinden. Hendekteyim işte, düşen cansız bedenin yanında ben de varım. Baktığım gözleri, geçmişin acısını taşıyor, kafasını parçalayan kurşun düşündüğü her şeyi de beraberinde un ufak etmiş. Sözler bitti! Basık bir havanın, siyahi bir semanın kısık sesli şarkısını fısıldıyor yüreğim. Söylediğim her söz, bir başka cesedin bedeninde geziniyor ama ne çare! Dinleyecek ne yürek, ne de cesaret var. Ellerim kulaklarımda idamını bekleyen bir şehrin son sözünü söylemesini bekliyorum. Doğal bir seleksiyon manevrasıyla –ki güçlüyü baskılarla güçsüzleştirerek kurallar bozuluyor - dünya ormanında tek bir iktidar olma amacı ile sadece öldürmek… Dünya farelerinin hegamonyası altında, tek tür sırtlanlar yaratmak gayesiyle, yerle bir edilmiş hayatlar, yıkılmış viran olmuş şehirler, bir güneşin doğuşuna hasret silahlı sabahlar. Ruhuna değen şerefli tevhidin fobisiyle, "Ben varım, öyleyse sen yoksun" düşüncesine heba edilmiş binlerce hayat…
Yıllar önce bir haber programında, gençliğimin en unutulmaz sahnesi olacağını bilemediğim bir görüntüyle, tüm iliklerime kadar ürpermiştim. Çocukluk böyle değildi ki? Çocuktum işte! Açık sahneler kadar, şiddete de korunaklıydım. Kayıp bir an, bu sahneyle tüm gerçeği karşımdan alıp götürmüştü. Bir kenarda gözleri bağlı, elleri arkada, yönünü tayin etmekte hüküm sahibi olmayan ve karanlığa adaletsizce gömülen bir sübyanın öldüresiye dövülmesi.
Gerçek neydi ki? Benim bildiğim gerçek neydi? Nerde hangi umutla yaşıyordum, yaşatılan bir hayatın, kaç kilometre ötesinde olduğumu bile bilmiyordum. Bir filmin gerçeğe ne kadar yakın olduğunu kurgular bir halde, ne zaman bitecek sorusuna asla cevap bulamadım. Hangi dünyanın kapısından girdiğimi hiç anlayamamıştım zaten, çocukluğun masumiyeti başka bir çocuğun gözlerinde o kadar farklıydı ki? O, balonların uçurulduğu, cennet vadeden bir duvarın arkasına bakarken, ben alacağım bayram harçlığını hesap ediyordum. Ben koca bir yalandım. Gerçek ise; hesabını yapmakta zorlandığı bir mesafeden, atacağı taşın doğasına yüklediği şiddet dolu geleceğiydi. O gerçek, ben ise yalandım. O yaşayan, ben ise ölüydüm. O bir güç, ben ise çok güçsüzdüm. O bir adam, ben ise çocuktum. O cesaret, ben ise bir korkaktım. Ben O olmak isterken O asla ben olmak istemezdi, biliyorum. O vatansız bırakılmış bir milletin onurlu evladıydı, ben ise onuru sadece kendi sınırlarımda sakladım. Kendi ülkemin gerçekleriyle, dört koldan sarmış düşmanlarımın hesabını yapıyordum. İçeriye sızmış hesapsızlıklarla üç bilinmeyenli bir denklemin dördüncüsünü bekliyordum. Bildiklerimin bencilliğinden, bilmek seviyesine hiç tekemmül edemedi bu aciz sorgulamalar… Uzaklara bakarak, sınıfça söylediğim çocukluğumun; "orda bir köy var uzakta, gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür" şarkısını, şimdilerde bozuyorum, iktidarının hiç sarsılmayacağını sandığım hatıralarımdan; hangi köy benimdi? Dağları yeşilken çoraklaştırılan mı? Bütün camilerin yerle bir edildiği o köy mü benimdi? Faili meçhullerin her ayda kendini egale ettiği köy mü? Kadınların tecavüze uğradığı, aşağılandığı, erkeklerin insanlık gururlarıyla oynandığı köy benim mi? Özgür ruhlarının içine utancı yükleyerek esir edilen, yessss diye bağırarak işkence zevkinin doruklara ulaştığı, çığlıkların kulaklarımı yardığı köy! O köy benimse ben hangi köyün bekçisiydim. Gitmesem de orası benim miydi? Görmesem bile mi? Elimi uzatmadığım, çaresizliğin siz olduğunun yutturulduğu "ben", benim köyüme ne çare olmuştum. Hala çocuk kalmış bedenlerin, kendi gerçeğini sorgulayamadığı boşlukta oyun oynayan bir dünyadayım. Nefes almıyor yaşıyorum, duyuyor ama konuşamıyorum, görüyor ama adım atamıyorum. Sorgulanan bir hayatın, dört köşe sınırlarından çıkmaya cesaretim yok, tatlı sularda yüzen, köpek balıklarından kaçan, sadece günü yaşamaya programlı ülkemin artıklarıyla besleniyorum. Bilmediğim kaç şehirde deriler soyuluyor, kaç yürek kapısı buldozerlerle yağma ediliyor, kaç derin nefes, korkuyla kesiliyor, kaç mil ötede milim insanlık yaşamıyor.
Derin bir boşlukta, içi boşaltılmış bir bedene üflenen ruhsun sen, kalbi görmeye ama, ruhu seslere sağır bir inancın utancısın sen, tecrit ettiğim hayatımın en derin koğuşlarında işkence gören hayalimsin sen, kafa tası bir kaya parçasıyla parçalanmış, içinden akıp giden cennetin kara saçlı oğlanısın sen, sen benim çocukluğumun merhameti Filistin'sin. Gözlerinde korkunun asılı kaldığı, yüreğinde sevginin boğulduğu bir Irak'sın sen. Dağlarında kartalların secdeye vardığı, göğsünde kurşunla Kafkasya'msın sen. Çöl sıcağı göğsünde aradığım suyu, derin yarıklarla sırtında bulduğum Afganistansın sen. Bir gerçeği gölgeledi hatıralar, anı dolu yüreğimde bu satırlara yer yok. Düştüğü derin kuyularda, kokusunu bekleyen bir baba şefkatinden uzak kalan topraklarım, membası inanç olan bir damla suya muhtaç. Cennetin toprağından bir avuç getirsem bilmediğim kaç mezar taşına, yine de merhem olmam kendimde açtığım o derin yaralara…
--
ولا غالب الا الله
*******************************
Tenimizi ezebilirsiniz... Ama... Ruhumuzu asla... Onu ne işkence zapteder, ne kelepçe, ne pranga... Gülümser durur inancımız, hürriyet buudunda sonsuzca... Bizi edebilirsiniz, evimizden, tenimizden... Ama dinimizden?.. Çok şükür... Pişmanlık uğramadı semtimizden... Ya siz?.. Ezeli pis, hayvancıklar... Neye yaradı işkenceniz?.. Dünyanız kara, ahiretiniz zift... Sizi bekliyor cehenneminiz!...
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum ,parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır...Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş ,Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR.."
Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.
-----------------------------------------------------------------
"ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ" grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.