Birazdan Gün Doğacak!

Tuzun kuru, sırtın pek; “Gelen ağam, giden paşam!” aymazlığıyla, kurulmuşsun… kurşun geçirmez, ama beddua geçirir camların arkasına.
Uzak adalarda, otüz üç dereceliden devraldığın matbuat aleminin keyfini çıkarırken… seleflerinin icraatıyla gurur duymuş; halefine bırakacağın kan ve göz yaşının çetelesini tutmuş… mal vergisinin yılmaz müdafii olmuşsun, senelerce…
Hapsetmişsin köylüyü ışıksız, çatısız damlara… Şehirler sana, mezralar ona… Banal bulmuşsun; alın teri, el emeği, göz nuru üçlemesiyle varolma savaşı veren toprağın çocuklarını…
Olur ya, kağnı ile şehre girebileni zomlamışsın, sürmanşetten… Partnerin beyaz perdeciler, saf dil konuşan şehit torunlarıyla matrak geçmişler…
Yavru Vatan işgal edilmiş, Enosis zulmüyle can boğaza dayanmışken, coniye yardıma teşvik etmişsin, kınalı kuzuları. Onlar can vermiş, senin tröstün palazlanmış; Galata pazarında…
Asrın Şairi’ni ihbar etmiş… lakin onurlu duruşunu es geçmişsin… SS hazzıyla… ‘ipliğin pazara çıkmasın!’ diye…
Güçlüden yana olmuş; akredite seçilmişsin, altmış bu kadar yıldır… Yasaklar azığın, açlık gıdan, zengin – fakir uçurumu bitmez haber ağın olmuş…
Sen varken, Siyon liderler deliksiz uyuyabiliyorlarmış. İsrail’i ilk, Cezayir’i son tanıyan kararı ayakta alkışlamışsın.

Çölün oğlu Ömer Muhtar’ın nesli, seni tanıyormuş; o yüzden pek de alınmamışlar, senin yayınlarına… Onların da Burgibaları varmış, netekim…!
Darağaçları kurulurken, senin maaşlı kölelerin “Patlatsınlar flaşları!” diye, en manzaralı balkonu vermişler sana… Başbakan, iki bakan… soysuzun elinde can verirken, haftalık malzemen çıkmış; fotoğrafları karaborsaya düşürmüşsün… Afrikalı, aç biilaç Bilal yüzlüyü yemeye hazırlanan akbaba gibi…
Bebek davası, …. davası; “Cellat elini çabuk tutsun”, diye senin tezgahınmış… “Ya, gördünüz mü; bize muhalefet edenin sonu budur; yiğitseniz meydan sizin!” tehdidiyle, sindirmişsin(!) milyonları.
“Muhalefet de bizden olsun!” diye gödeleği, allayıp pullayıp sürmüşsün piyasaya… Bir de cılız partner… “Hemşerim yemez; lakin bir hatası var, yedirir!” cinsinden… Üstü kebap, altı şişhane duruşlu sana tabi adamlarınla, sağ gösterip sol, sol gösterip sağ vurmuşsun yıllarca….
Netameli işler, sana danışılmadan yapılmazmış. Manşet sıkıntın mı var? Düşür, şehirleri birbirine… Mehmet’le Memiş’i boğaz boğaza getir, ardından da, “Biz bunları eğitemedik de ondan!” arsızlığıyla çekil kenara… Locadan, oluk oluk akan kanı izle; “satanist” dostlarınla.
Ne kadar ayrılık varsa, hepsini yatır masaya… Talas’tan bu yana kardeş olmuş bir milletin çocuklarını, ezdir birbirine… Kardeş kavgası, bir bu kadar yıl geri götürürken ülkeyi, varoşlara yoksulluk, sana da lüks otellerin kral dairesi düştü. Hayalini kurduğun oteller zinciri, otuz yıllık uzun ince bir hesap mıydı?
“Sana ayak bağı olur!” diye “Geri dönüşlerin kralı”nı dört kez jurnalleyen, sen… Bir gün, umar mıydın, tahtının sallanacağını? Tarih okumamışsın, anlaşılan: Kayserler nerede, totemler hangi delikte? Bir düşün! İbrahim’den şefaat umarken uçsuz bucaksız insan seli… Azer’e rahmet okuyan mı var!
Uykuların kaçar artık; düşünürsün uzun uzun; hadi, bu dünyada kaçarak kurtuldun; üç günlük kodesten! Ya, düzmece haberlerinle evini, yuvasını, işini, eşini, aşını… kaybedip boğazın dipsiz sularında kurtuluş(!) arayanın hesabı!
“Kurt bulanık havayı sever”, mantığıyla, evlere düşen ateşi, anaların yürek yangınını… Hozat’ı, Ergani’yi, Maraş’ı, Taksim’i… feryadın ülkesi haline getirip, acının imparatorluğunu kuran sen… Bir bak, Karacaahmet’e, Zincirlikuyu’ya… Tar u mar olmuş, yeraltı ülkesine…
Etrafındaki barikat daraldıkça bir kat daha hırçınlaşıyorsun; istediğin gibi gitmeyecek dünya… Keser döner, sap döner; bir gün de….
Sembolsün sadece; dün, bugün, yarın… Çık, Anadolu’ya! Sor! Tunceli’nin, pazara götüremediği için sebzesini hiç eden ırgatına… Silifke’nin narenciye bahçelerine gir…. İstediğini söyleyen, istemediğini işitir:
“Bunca yıldır, bu ülkede taş üstüne taş koymak isteyen kim varsa alaşağı ettin; önce sekiz sütuna manşetten “suçlu”… ardından yılışık bir telefonla “Cevap hakkınız doğdu, beyefendi!” aymazlığı…
Biz, yoktuk, senin gözünde; varsa yoksa, saniyede milyarlar vurduğun kartelin… Elimizden bir kaza çıkmadan yıkıl buradan…!

Dur, daha bitmedi! Karanlığın en koyu olduğu vakit, aydınlığa en yakın vakittir! Bizim de güneşimiz doğacak; artık sen susacak, biz konuşacağız… Senin on-lıne baskın varsa, bizim de kalp gözümüz var: Ne aldatan, ne aldanan…
Biz, bunca senedir kavruk toprağa su verirken, sen bir kez evine yerli malı götürdün mü? Maden ocağında, emekçiyle yan yana, diz dize durdun mu? Yoksa, sofran Londra’dan, dostların Manhattın’dan, kömürün Sibirya’dan mı?
Tanzimat artığı bay pipo! Çekil aradan!
Birazdan gün doğacak; ışığımız Yaradan’dan!”

Tarık Sezai KARATEPE

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.