Dr.Hakkı AÇIKALIN beyin eserinden bir bolüm...
FELSEFÎ BOYUT
Günümüzde fizikçiler bazı alanlarda, sözcüğün Aristocu anlamıy¬la 'metafizik' yapmaya başlamışlardır. Geçen yüzyıldaki mekanist, determinist, klasik fizikçiden farqlı olarak modern fizikçi evrenin başlangıcını, zamanın ve mekanın tarihini, varlığın kökenini araştır¬maya başlamıştır.
Peki bu noktaya nereden gelindi? Eski çağ fizikçileri bir anlamda filozoftular. İlk atom theorisini ortaya atan Demokritos 'fizikçi' değil¬di. Onu bu atomist theoriyi ortaya atmaya iten neden 'varlıkbilimsel' (ontolojik - ovıovA,oyiKo) idi. Bilim ile felsefenin ayrışması (ki, aynı zamanda bu süreçte bilim dînden de ayrışmıştır) çok sonra gelir, aydınlanma çağının ürünüdür. 17-18-19. yy fizikçilerinin Ontolojik varsayımları yoktu. Ya da olsa da yaptıkları fiziği etkilemiyordu.
FELSEFÎ BOYUT
Günümüzde fizikçiler bazı alanlarda, sözcüğün Aristocu anlamıy¬la 'metafizik' yapmaya başlamışlardır. Geçen yüzyıldaki mekanist, determinist, klasik fizikçiden farqlı olarak modern fizikçi evrenin başlangıcını, zamanın ve mekanın tarihini, varlığın kökenini araştır¬maya başlamıştır.
Peki bu noktaya nereden gelindi? Eski çağ fizikçileri bir anlamda filozoftular. İlk atom theorisini ortaya atan Demokritos 'fizikçi' değil¬di. Onu bu atomist theoriyi ortaya atmaya iten neden 'varlıkbilimsel' (ontolojik - ovıovA,oyiKo) idi. Bilim ile felsefenin ayrışması (ki, aynı zamanda bu süreçte bilim dînden de ayrışmıştır) çok sonra gelir, aydınlanma çağının ürünüdür. 17-18-19. yy fizikçilerinin Ontolojik varsayımları yoktu. Ya da olsa da yaptıkları fiziği etkilemiyordu.
Günümüzdeise fizikçiler öyle theoriler kullanıyorlar ki, bu theo¬rilere göre bir kedi hem ölü hem canlı durumunda bulunabiliyor. (Erwin Shrödinger). 2000 yıl önceki bilim adamlarının dünyâyı ve evreni tanımlayışları şübhesiz günümüzden çok farqlı ve tabiî ki yetersizdi. Modern bilim (ya da fizik) henüz oldukça genç. Modern fiziğin doğuşu 1900 yılına dayanıyor.
Mikro dünyânın (Mikro Kosmos), yani atomun ve atom altı parçacıkların dünyasını 'Quantum fiziği' ile açıklıyoruz. Mikrokosmos düzeyinde, yıllardır birçok deneyle ısbâtlanmış quantum yasalarını uyguladığımız da sağduyuya aykırı olaylar gözlemliyoruz. Örneğin birbirlerinden uzak mesafede bulunan ve birbirlerine sinyal gönderme durumu olmadan birbirlerini etkileyen elektronlar, aynı ânda iki yerde birden 'varolan' fotonlar,...vb. Bütün bunlar sağduyuya ve bilinen kullandığımız mantığa aykırı gibi görünse de gerçektir ve doğa böyle davranmaktadır. Kolumuzdaki kol saatlerinin iç mekanizması bile bu ‘garib' çalışma prensibine uygundur. Ancak esâs sorun mikro düzeyde olan bu olayları makro düzeye, yani bizim günlük hayattaki boyutlarımıza taşıdığımızda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda geliştir¬ilen birçok düşünce deneyinden en ünlüsü Schrödinger'in kedisidir.
Bu düşünce deneyinde, bir foton (yani ışık) kaynağı ve üzerine düşen fotonun quantum hâlini, bir yansıtılan bir de geçirilen olacak şekilde gerçekleştiren bir yarı geçirgen ayna bulunmaktadır. Bu aynanın bir tarafında da, foton kendisine ulaştığında bir silahı ateşleyecek (burada makro düzeye geçiliyor) ve böylelikle de kediyi öldürecek bir mekanizma bulunmaktadır. Böylelikle, ışık kaynağından bir foton geldiğinde kedinin içinde bulunduğu durum 'hem ölü hem diri' olmaktadır. Mikro düzeyde bu durum hiç de garib kaçmaz. Gerçekten quantum seviyesinde 'quantum hâlleri' iki değişik hâlin üst üste binmesiyle oluşmaktadır. Ama bunu makro boyuta taşıdığımızda, yukarıdaki gibi bir paradoks ortaya çıkmaktadır.
Ancak makro düzeye henüz geçiş düşünce deneyi düzeyindedir. Nasıl 2500 yıl önce 'Gökyüzü yasaları' ile 'Yeryüzü yasaları' birbirlerinden farqlı zannediliyorduysa, günümüzde de 'mikro boyuttaki' quantum seviyesindeki nesnelerin ontolojisi ile 'makro boyuttakilerin' ontolojisi çok farqlıdır.
Bu sorunun çözümüne dâir quantum felsefecileri ve fizikçiler çok çeşitli görüşler ortaya atmaktadırlar. Burada bütün bu değişik fiqirlere yer veremeyeceğiz. Çözümün 'birleşik alan theorilerinde' yat¬ığını söyleyen fizikçilere katılınabilir belki de. 'Standart Model'in ne olduğuna kısaca bakalım:
Deneylerle desteklenen theoriler sonucu günümüzde şöyle bir evren modeli ortaya çıkar:
Evrende dört kuvvet bulunmaktadır:
1) Evrensel Çekim kuvveti;
2) Atomları birbirine bağlayan elektromanyetik kuvvet;
3) Atomun çekirdeğindeki proton ve nötronları birarada 'tutan güçlü kuvvet;
4) Radyoaktiviteden sorumlu zayıf kuvvet.
‘Zayıf kuvvet' ile 'elektromanyetik kuvvet'i aynı kuvvetin iki ayrı görünümü olarak ifade eden bir theori bulunmuş ve deneylerle ısbâtlanmıştır (Elektrozayıf kuvvet). Modern evren kuramına göre, evrenin başlangıcında bütün bu kuvvetler biraradaydı. Çok kısa bir zaman dilimi (saniyenin milyarda biri gibi) içinde kuvvetler ayrıştı ve parçacıklar meydana geldi. Bu parçacıklar da şu ânda içinde yaşadığımız evreni ve o evreni sorgulayan biz insanları meydana getirdi...
Yüzlerce parçacık, quarkların ve anti-quarkların ikili ya da üçlü kombinasyonlarından oluşur. Evrenin başlangıcındaki yüksek enerjide bu olanaklıydı, ama şimdi bu çeşitli parçacıkları ancak parçacık hızlandırıcılarındaki çarpışmalarda ve uzaydan gelen kozmik ışınlarda görebiliyoruz. Evrendeki bütün maddeler ise yalnızca proton, nötron ve elektrondan oluşur. Proton ve nötron ise daha temel parçacıklardan, 'yukarı' ve 'aşağı quarklar'dan meydana gelmiştir. Dolayısıyla, evrendeki her şey yukarı, aşağı quarklardan ve elektronlardan oluşur. Evrendeki maddelerin içinde neden karşı-parçacıklardan (örneğin anti-proton gibi) meydana gelmiş olan maddeler bulmadığı, yani neden evrende karşı-madde bulunmadığı, varsa bile neden maddeden çok daha az mıqdârlarda olduğu sorusu ise şimdilik yanıtlanamamaktadır.
Çok kısa bir özetini sunduğum bu Standart Model'in bazı açmazları vardır. Örneğin quarkların kütlelerinin kaynağı nedir? Neden quarkların kütleleri birbirlerinden bu kadar farqlıdır? Evrendeki 4 ayrı kuvvet nasıl birleşir ve birleştiklerinde ortaya nasıl bir fizik çıkar? Bu ve buna benzer soruların çözümü 'Büyük Birleştirme Theorileri'nde yatmaktadır. Ya da quantum mekaniği ile Genel Göreliliğin birleşmesinde...
Yukarıdaki sorunların çözümü demek, ortaya yeni bir fiziğin dolayısıyla 'yeni bir fizikî dünyânın' çıkması demektir. Bu noktada günümüz fizikçilerini geçmişteki bilim adamlarından ayıran en önemli 'felsefi görüşleri' ortaya çıkmaktadır. Bu kendiliğinden gelişen felsefî görüşe göre, fizikçiler bir 'fizikî dünyâ'dan yola çıkıp 'Platoncu dünyâyı' kurmak yerine, 'Platoncu dünyâ'dan yola çıkıp ‘fizikî dünyâyı' kuruyorlar (R. Penrose).
Dünyânın en büyük parçacık hızlandırıcısı olan CERN'de yapılın deneylerde tam da bu yukarıda belirttiğimiz Penrose'un sözlerini ısbâtlayıcı çalışmalar yapılmaktadır. Hızlandırıcıdaki hemen bütün deneylerde (ki, bunlara dünyânın her tarafından binlerce fizikçi katılmaktadır) yeni 'theoriler' araştırılmaktadır. Bu yeni theoriler ‘Standart Model'in açığını kapamaya yönelik değil, bunu anlatabilmek için öncelikle günümüzde bütün evreni betimleyeni tamamen değiştirmeye yöneliktir. Bu bağlamda henüz keşfedilmemiş, üstelik SM'e göre varolması zorunlu olmayan, ama birçok sorunu çözmek için varlığına inanılan parçacıklar (Higgs, Susy, ..vb) araştırılmaktadır. Bu nedenle günümüzde parçacık fizikçileri kendilerine ‘phenomenolojistler' adını takmıştır.
Dr. IsusTheodoros'un Değerlendirmeleri
Adından sıklıkla bahsettiğimiz quantumun nasıl bir şey olduğunu düşündük mü acaba? Hayatımızın hangi noktalarında ön plana çıkar ve teknolojik olarak nerelerde kullanırız? Quantum felsefesinin dünyâmıza katkıları neler olmuştur?
Bugün Quantum theorisinin yardımıyla atomların ve moleküllerin iç yapılarına nüfuz edebilmekteyiz. Günlük hayatta kullandığımız transistörlü radyo, dijital saat, elektronik hesab makinesi, PC, Televizyon ve Bilgisayarların kalbi olan transistörler gibi sıradan aletlerin yanı sıra modern biyoloji ve kimyanın temellerini, DNA üzerine yapılan çözümlemeleri ve lazer teknolojisini yine bu theoriye borçluyuz.
Algıladığımız maddenin klasik fizikte sanıldığı gibi durgun bir yapısının olmadığı, alt boyutlarına doğru inceleme yaptığımızda cansız gibi görünen taşın dahi elementer parçacıklarının canlı özellik gösterdiğini, yani hareket hâlinde olduğunu bu sâyede öğreniyoruz.
Kısaca belirtmek gerekirse, atom altı parçacıkların (Sub-Atomic particles) tamamı quantum olarak nitelendirilebilir. Günümüzde bu gruba giren pek çok parçacık bulunmuş ve bulunmaya da devam edilmektedir. İçlerinde en fazla bilineni elektronlardır diyebiliriz.
Quantum adı verilen parçacıklar artık hepimizin bildiği gibi evrenin her köşesinde bulunmakta, hareketsiz ve sabit olarak gördüğümüz bütün maddelerin varlığı atomlara ve dolayısıyla bu parçacıklara dayanmaktadır.
"Quantum parçacıklarını nerelerde kullanırız?" sorusunun cevabı çok geniş bir skalayı içermektedir. Bugün her evde kullanılan tele¬vizyonlar, bilgisayar ekranları, bilgisayarın kasa diye tabir edilen bölümünün içindeki parçaların hemen hemen tamamı, telefonlar, radyolar, teypler, kısacası, elektronik malzeme içeren bütün cihazlar hep quantumların belli dış etkilere karşı gösterdiği tepkilerden yarar¬lanılarak oluşturulmuştur.
Bunlardan göze en çok hitâb eden televizyonu ele alalım. Ya da bilgisayar ekranını. Bunun televizyondan farqı, ekrana çıkaracağı bil¬gileri hemen yaqınındaki bilgisayar kasası diye tarif edilen kısımdan alıp görsel bir hâle getirmesidir. Televizyonda ise anten yardımıyla çok uzaklardan alınan bilgiler bazı elektronik parçaların yardımıyla ekrana bilgi olarak iletilir. Ekran da bu bilgileri tıpkı bilgisayar monitörü gibi görsel hâle getirir.
Televizyonun antenine gelen elektromanyetik dalgalar, yani hem manyetik alan hem de elektrik alan taşıyan dalgalar, anten içinde bulunan elektronları titreştirir. Tıpkı ses dalgalarının kulak zarını titreştirmesi gibi... Titreşen bu elektronlar, gelen televizyon dalgasıyla aynı frekansa sahib olacak şekilde salınırlar. Bu salınım bir kablo boyunca televizyona taşınır ve televizyonda bulunan bir¬takım elektronik âletlerle gelen freqans deşifre edilir. Ön hazırlık evresi diyebileceğimiz bu deşifre etme kısmında ekranın hangi nok¬tasına hangi enerjiye sahib elektron düşürüleceği kararlaştırılır diyebiliriz.
Bu bölümde deşifre edilen bilgilere göre, halq arasında televizyon tüpü denilen kısımda elektronlar ekranın farqlı kısımlarına, çeşitli enerjilerde fırlatılırlar. Kısacası bu tüp elektronların ekranın uygun yerlerine gerekli enerjilerde düşürülmesini sağlayan bir aygıttır. Olay bununla da bitmez, biz ekranda direkt elektronları görmeyiz. Çünkü ekran flüoresan madde ile kaplıdır. Ve bu madde üzerine düşürülen elektronlar, sahib oldukları enerjiyle bağlantılı olarak farqlı renkte fotonlar meydana getirirler.
Bu aynı zamanda elektronların parçacık özelliği göstermesinden faydalanılarak elde edilmiş bir sonuçtur. Elektron sanki bir bilye gibi yönlendirilmekte ve karşısındaki ekrana fırlatılmakta, böylece ekranda nokta şeklinde bir görüntü oluşmaktadır.
Elektronların bir başka özelliği ise, yan yana bulunan iki yarığın üzerine fırlatıldığında her iki yarıktan da aynı ânda geçebilmesidir. Bu olay bildiğimiz dünyâ değerleri için imkânsızdır. Bir bilyenin yan yana iki yarıktan aynı anda geçebileceğini düşünmek mümkün değildir. Böyle bir beceri elektronun dalga özelliğine işaret eder ve o sâyede quantum olarak adlandırılmasına sebeb olur.
Yani hem dalga hem de parçacık özelliği göstermesi, onun quantum olarak adlandırılmasını sağlamıştır. Quantum fiziğinin en can alıcı yeri olan dalga-parçacık ikilemini bir deneyle daha iyi açıklaya¬biliriz. Deney düzeneğimiz bir foton kaynağı, bir çift delikli süzgeç bir tane de tek delikli süzgeçten oluşuyor. Deneyimizi tek delikli süzgeçle yaptığımızda foton kaynağından gelen ışık, tek bir noktada odaklanıyor. Bu bize fotonun parçacık olduğunu söylerken, ardından Çift delikli süzgeçle yapılan deneyde foton kaynağından gelen ışık çift delikli süzgeçten geçtikten sonra perdede tıpkı iç içe girmiş dalgaların deseni gibi girişim deseni yapıyor. Bu da fotonun parçacık değil, dalga olduğunu belirtiyor.
Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, elektronların parçacık özelliği göstermesi sonucu televizyon elde edilmiştir. Ve televizyon için sıralanan olayların hepsi, bizim algılamamıza kıyasla bir anda gerçekleşmekte, böylelikle hiç kesintisiz ardı ardına gelen görüntüler almaktayız.
Bu bilgiler, elektronların yani quantum parçacıklarının elektrik ve manyetik alanlarda gösterdikleri davranışların incelenmesi ile elde edilmiş sonuçlardır. Adı geçen diğer tüm âletlerde de yine elektron¬ların yani quantumların değişik elektrik ve manyetik alanlara karşı gösterdikleri davranışlar önemlidir.
Televizyonun elektromanyetik dalgayı algılayıp bunu görüntüye ve sese çevirmesi olayı, aynen beyinde de mevcuddur. Beyin de dışarı¬daki freqans okyanusundan sâdece veri tabanına uygun freqansları algılar!.. Algıladığı freqansları gerekli dönüşümleri yaparak ses, görün¬tü, koku, tat ve dokunma ile algıladığımız oluşumlara çevirir. Aynı zamanda, algıladığımız şeylerin dışarıda var olduğu zannını da oluşturmaktadır.
Nöronlar, yani beyin hücreleri gelen atmaları (impulsları) freqanslarına ayırarak algılar. Fourier Analizi adı verilen yönteme benzer biçimde, freqans analizörü (çözümleyicisi) olarak çalışan nöronlar, birer mini hologram gibidirler. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalgaboyu oluşturmaktadır.
Beş duyu ile algılanan bütün uyarı ve impulslar, elektrik akımı ve elektriksel dalgalar olarak beyne gelirler. Beş duyu organlarımızca dışarıdan alınan bilgiler, bizim var zannettiğimiz âlemleri oluştur¬maktadır. Gözün retinasına düşen freqanslar enerjilerine göre çeşitli renkler, şekiller, aydınlık ve karanlık algılarını beynimizde oluşturur. Yine bir freqans analizörü gibi çalışan deri dışarıdan aldığı freqansı, freqansın sahib olduğu enerjiye göre beyinde sert ya da yumuşak diye imgeleştirmektedir. Kezâ aynı şekilde çalışan kulak ve burun almış olduğu freqansı, freqansın mevcud enerjisine göre algıladığımız kokulara ve seslere çevirmektedir.
Asıl şaşılacak olay ise, sonsuz freqanslardan oluşan bir yapı olması¬na rağmen beynin dışarıda bulunan bu freqansları beş duyuya dayalı olarak madde âlemini nasıl oluşturduğudur.
"Acaba yaşadığımız, dünyâ neden dalga desenlerinden değil de, nesnelerden oluşuyor?" sorusunun cevabını, Karl Pribram şu biçimde veriyor: "Çünkü tüm duyu organlarımız şu veya bu şekilde mercekler sistemine göre ayarlanmıştır. Gözdeki mercek sistemi daha gelişmiştir; ama kulaktaki helezon ve hattâ derideki algılama kanalları da hep mercek sistemine göre çalışırlar. Bekesy'nin çalış¬maları, tüm sensorik yüzeylerin basit birer mercek gibi çalıştığını ortaya koymuştur".
Eğer algılamanın önündeki beş duyu kaldırılabilirse, o zaman kendimizi sırf freqanslardan oluşan sonsuz bir âlemde bulabiliriz. Bu da gâyet ilginç bir sonuç; düşünebiliyor musunuz, iyi ya da kötü diye nitelendirdiğimiz her şey, sâdece belirli enerjilere teqâbül eden freqanslar ve biz bu freqansları seyre dalmamız gereken yerde, onlarla savaşarak ömür tüketiyoruz.
Nesneler veya bilgiler dünyâsı, bizlerin algılamaları ile farqlılaşmakta, dışlaşmakta, biçim bulup canlanmaktadır. Yani evrende bir bütünlük, bir ana plan ve süreklilik söz konusudur. Bizler ancak o çok katlı ana planın dalgaboylarıyla rezonansa girdiğimiz oranda, o freqansın bilgilerini cisimleştiriyor, buluyor ve kendimize mâl ede¬biliyoruz. Böylelikle de evrenin bazı "sırları"nı çözebilmekteyiz.
Quantum fiziği her şeyin aslında göründüğü gibi olmadığı, mada¬lyonun bir de görünmeyen yüzünün olduğunu göstermiştir.
Asırlardır mistiklerin söylediği, "Âlemlerin aslı hayâldir" sözü bugünkü bilimin gerçekleri ile daha iyi anlaşılmaktadır.
Boşluk'lar Boş Değildir: Boşluklar Quantum Alanlarıdır
İnsanoğlu bir zamanlar havanın boş olduğunu zannediyordu. Her sâniye ciğerlerini dolduruyor olmakla birlikte insanlar için odalarının içinin oksijen, azot vs. molekül ve atomlarla kaynıyor olmasını kabûl¬lenmeleri pek kolay olmamıştır.
Son yıllarda modern fizikte baş gösteren gelişmeler, madde ve parçacık anlayışını değiştirdiği gibi 'boşluk' kavramını da değiştirdi. Yeni fizik 'boşluk' kavramını yepyeni bir kimliğe bürüdü. 'Boşluk' âdeta canlandı ve evrenin "yaşama ortamı, hayat nefesi ya da enerjisi" gibi tanımlamalar aldı.
İyimser ve kötümser adamla birlikte gökyüzüne bakan fizikçiyi hatırlayın. Hiçbir şey söyleyememişti. Çünkü gördüğü tek bir şey vardı: Quantum alanı. Bu, bugüne kadar 'boşluk' dediğimiz şeyin adıydı.
Quantum alanı, biçimsiz ve şekilsizdir. Bütün biçimlerin tarlasıdır. Bir bakıma evrenin hamuru. Parçacık dediğimiz sert ve katı madde bu alanın bölgesel yoğunlaşmasından ibârettir. Albert Einstein, maddeyi alanın aşırı derecede yoğunlaştığı uzay böl¬gelerinden oluşan bir şey olarak tarif ediyordu. Söz konusu yeni fizik anlayışına göre, hem madde hem maddenin bulunduğu alan aynı şeydi.
Quantum alanı, varlıkların faaliyet alanı ve ilişki ağları ortamı olarak vazife görüyordu. Okyanus içindeki adaların altta karalar vası¬tasıyla birbirine bağlantı sağlaması gibi tüm varlıklar aslında bu alan vasıtasıyla birbirine bağlanmıştı. Quantum alanı kavramına göre uzay kararlı bir dalga bütünü ve birliği olup, bu etkileşmeler "dalgalar" şeklinde gerçekleşmektedir.
İzafiyet Theoremi bizim idrâk alanımızı aşan 'zaman' denen bir dördüncü boyutun varlığından söz eder ve zaman ile uzayın, aslında birbirinden ayrılamayacağını ve bazan de birbirlerine dönüştüklerini anlatır. Bu konuda ilk tartışma Einstein ile başlamıştı. Sonraki yıllarda quantum theorisi ile İzafiyet theorisi biraraya getirildi. Bu birleştirme sonucu atom-altı parçacıklar kuvvet alanları ile açıklanmaya başlandı. 'Boşluk' dediğimiz cisimlerin çevresi de çok önemli bir dinamik değer olarak karşımıza çıktı. Boşluk, maddeyi meydana getiren parçacıklarla ayrışamaz bir kozmik ağın bağlantılarıydı.
Duyularımızla algılayabildiğimiz kadarki dünyâda boşluk, "içinde hiçbir şey olmayan yer" demekti. Oysa içinde yaşadığımız evren, başlangıcı olan bir şey olduğundan, onun içindeki "her yer" sonradan "var" olan tek bir yerdi. Dolayısıyla "içinde hiçbir şey olmayan" bir yerin bu evrende olması mümkün değildi. Özetle var edilmiş olan bir yerin, her yerinde mutlaka birşeyler var olmalıydı. Tıpkı denizin içinde kuru bir yer olmadığı gibi bu yoktan var edilen varlık denizinin içinde de, yokluk mânâsında kuru bir boşluk olmamalıydı. İşte, quantum bilimi, evreni yekpâre bir bütün olarak tanımlarken, evrende mutlak mânâda bir 'boşluk' olmadığını söylerken, bir bakıma bu gerçeğin altını çiziyordu. Başka bir deyişle, içinde 'yok'luk mânâsında 'boş' bir alan barındırmayan evren, ‘var' edilmiş bir evrendi.
(Dr. Hawari Kayser, Quantum ve Ötesi, Sh: 136, 137, 138, 139, 140, 141, 142, 143, 144)
Aylık dergisi 48 sayıdan iktibas edilmişdir...
Kitap Do yayınlarından çıktı.
İrtibat:BARAN Ajans;Emekyemez mah. Gümüşgerdan sok No:6/4 Şişhane İstanbul
http://www.barandergisi.com/
Mikro dünyânın (Mikro Kosmos), yani atomun ve atom altı parçacıkların dünyasını 'Quantum fiziği' ile açıklıyoruz. Mikrokosmos düzeyinde, yıllardır birçok deneyle ısbâtlanmış quantum yasalarını uyguladığımız da sağduyuya aykırı olaylar gözlemliyoruz. Örneğin birbirlerinden uzak mesafede bulunan ve birbirlerine sinyal gönderme durumu olmadan birbirlerini etkileyen elektronlar, aynı ânda iki yerde birden 'varolan' fotonlar,...vb. Bütün bunlar sağduyuya ve bilinen kullandığımız mantığa aykırı gibi görünse de gerçektir ve doğa böyle davranmaktadır. Kolumuzdaki kol saatlerinin iç mekanizması bile bu ‘garib' çalışma prensibine uygundur. Ancak esâs sorun mikro düzeyde olan bu olayları makro düzeye, yani bizim günlük hayattaki boyutlarımıza taşıdığımızda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda geliştir¬ilen birçok düşünce deneyinden en ünlüsü Schrödinger'in kedisidir.
Bu düşünce deneyinde, bir foton (yani ışık) kaynağı ve üzerine düşen fotonun quantum hâlini, bir yansıtılan bir de geçirilen olacak şekilde gerçekleştiren bir yarı geçirgen ayna bulunmaktadır. Bu aynanın bir tarafında da, foton kendisine ulaştığında bir silahı ateşleyecek (burada makro düzeye geçiliyor) ve böylelikle de kediyi öldürecek bir mekanizma bulunmaktadır. Böylelikle, ışık kaynağından bir foton geldiğinde kedinin içinde bulunduğu durum 'hem ölü hem diri' olmaktadır. Mikro düzeyde bu durum hiç de garib kaçmaz. Gerçekten quantum seviyesinde 'quantum hâlleri' iki değişik hâlin üst üste binmesiyle oluşmaktadır. Ama bunu makro boyuta taşıdığımızda, yukarıdaki gibi bir paradoks ortaya çıkmaktadır.
Ancak makro düzeye henüz geçiş düşünce deneyi düzeyindedir. Nasıl 2500 yıl önce 'Gökyüzü yasaları' ile 'Yeryüzü yasaları' birbirlerinden farqlı zannediliyorduysa, günümüzde de 'mikro boyuttaki' quantum seviyesindeki nesnelerin ontolojisi ile 'makro boyuttakilerin' ontolojisi çok farqlıdır.
Bu sorunun çözümüne dâir quantum felsefecileri ve fizikçiler çok çeşitli görüşler ortaya atmaktadırlar. Burada bütün bu değişik fiqirlere yer veremeyeceğiz. Çözümün 'birleşik alan theorilerinde' yat¬ığını söyleyen fizikçilere katılınabilir belki de. 'Standart Model'in ne olduğuna kısaca bakalım:
Deneylerle desteklenen theoriler sonucu günümüzde şöyle bir evren modeli ortaya çıkar:
Evrende dört kuvvet bulunmaktadır:
1) Evrensel Çekim kuvveti;
2) Atomları birbirine bağlayan elektromanyetik kuvvet;
3) Atomun çekirdeğindeki proton ve nötronları birarada 'tutan güçlü kuvvet;
4) Radyoaktiviteden sorumlu zayıf kuvvet.
‘Zayıf kuvvet' ile 'elektromanyetik kuvvet'i aynı kuvvetin iki ayrı görünümü olarak ifade eden bir theori bulunmuş ve deneylerle ısbâtlanmıştır (Elektrozayıf kuvvet). Modern evren kuramına göre, evrenin başlangıcında bütün bu kuvvetler biraradaydı. Çok kısa bir zaman dilimi (saniyenin milyarda biri gibi) içinde kuvvetler ayrıştı ve parçacıklar meydana geldi. Bu parçacıklar da şu ânda içinde yaşadığımız evreni ve o evreni sorgulayan biz insanları meydana getirdi...
Yüzlerce parçacık, quarkların ve anti-quarkların ikili ya da üçlü kombinasyonlarından oluşur. Evrenin başlangıcındaki yüksek enerjide bu olanaklıydı, ama şimdi bu çeşitli parçacıkları ancak parçacık hızlandırıcılarındaki çarpışmalarda ve uzaydan gelen kozmik ışınlarda görebiliyoruz. Evrendeki bütün maddeler ise yalnızca proton, nötron ve elektrondan oluşur. Proton ve nötron ise daha temel parçacıklardan, 'yukarı' ve 'aşağı quarklar'dan meydana gelmiştir. Dolayısıyla, evrendeki her şey yukarı, aşağı quarklardan ve elektronlardan oluşur. Evrendeki maddelerin içinde neden karşı-parçacıklardan (örneğin anti-proton gibi) meydana gelmiş olan maddeler bulmadığı, yani neden evrende karşı-madde bulunmadığı, varsa bile neden maddeden çok daha az mıqdârlarda olduğu sorusu ise şimdilik yanıtlanamamaktadır.
Çok kısa bir özetini sunduğum bu Standart Model'in bazı açmazları vardır. Örneğin quarkların kütlelerinin kaynağı nedir? Neden quarkların kütleleri birbirlerinden bu kadar farqlıdır? Evrendeki 4 ayrı kuvvet nasıl birleşir ve birleştiklerinde ortaya nasıl bir fizik çıkar? Bu ve buna benzer soruların çözümü 'Büyük Birleştirme Theorileri'nde yatmaktadır. Ya da quantum mekaniği ile Genel Göreliliğin birleşmesinde...
Yukarıdaki sorunların çözümü demek, ortaya yeni bir fiziğin dolayısıyla 'yeni bir fizikî dünyânın' çıkması demektir. Bu noktada günümüz fizikçilerini geçmişteki bilim adamlarından ayıran en önemli 'felsefi görüşleri' ortaya çıkmaktadır. Bu kendiliğinden gelişen felsefî görüşe göre, fizikçiler bir 'fizikî dünyâ'dan yola çıkıp 'Platoncu dünyâyı' kurmak yerine, 'Platoncu dünyâ'dan yola çıkıp ‘fizikî dünyâyı' kuruyorlar (R. Penrose).
Dünyânın en büyük parçacık hızlandırıcısı olan CERN'de yapılın deneylerde tam da bu yukarıda belirttiğimiz Penrose'un sözlerini ısbâtlayıcı çalışmalar yapılmaktadır. Hızlandırıcıdaki hemen bütün deneylerde (ki, bunlara dünyânın her tarafından binlerce fizikçi katılmaktadır) yeni 'theoriler' araştırılmaktadır. Bu yeni theoriler ‘Standart Model'in açığını kapamaya yönelik değil, bunu anlatabilmek için öncelikle günümüzde bütün evreni betimleyeni tamamen değiştirmeye yöneliktir. Bu bağlamda henüz keşfedilmemiş, üstelik SM'e göre varolması zorunlu olmayan, ama birçok sorunu çözmek için varlığına inanılan parçacıklar (Higgs, Susy, ..vb) araştırılmaktadır. Bu nedenle günümüzde parçacık fizikçileri kendilerine ‘phenomenolojistler' adını takmıştır.
Dr. IsusTheodoros'un Değerlendirmeleri
Adından sıklıkla bahsettiğimiz quantumun nasıl bir şey olduğunu düşündük mü acaba? Hayatımızın hangi noktalarında ön plana çıkar ve teknolojik olarak nerelerde kullanırız? Quantum felsefesinin dünyâmıza katkıları neler olmuştur?
Bugün Quantum theorisinin yardımıyla atomların ve moleküllerin iç yapılarına nüfuz edebilmekteyiz. Günlük hayatta kullandığımız transistörlü radyo, dijital saat, elektronik hesab makinesi, PC, Televizyon ve Bilgisayarların kalbi olan transistörler gibi sıradan aletlerin yanı sıra modern biyoloji ve kimyanın temellerini, DNA üzerine yapılan çözümlemeleri ve lazer teknolojisini yine bu theoriye borçluyuz.
Algıladığımız maddenin klasik fizikte sanıldığı gibi durgun bir yapısının olmadığı, alt boyutlarına doğru inceleme yaptığımızda cansız gibi görünen taşın dahi elementer parçacıklarının canlı özellik gösterdiğini, yani hareket hâlinde olduğunu bu sâyede öğreniyoruz.
Kısaca belirtmek gerekirse, atom altı parçacıkların (Sub-Atomic particles) tamamı quantum olarak nitelendirilebilir. Günümüzde bu gruba giren pek çok parçacık bulunmuş ve bulunmaya da devam edilmektedir. İçlerinde en fazla bilineni elektronlardır diyebiliriz.
Quantum adı verilen parçacıklar artık hepimizin bildiği gibi evrenin her köşesinde bulunmakta, hareketsiz ve sabit olarak gördüğümüz bütün maddelerin varlığı atomlara ve dolayısıyla bu parçacıklara dayanmaktadır.
"Quantum parçacıklarını nerelerde kullanırız?" sorusunun cevabı çok geniş bir skalayı içermektedir. Bugün her evde kullanılan tele¬vizyonlar, bilgisayar ekranları, bilgisayarın kasa diye tabir edilen bölümünün içindeki parçaların hemen hemen tamamı, telefonlar, radyolar, teypler, kısacası, elektronik malzeme içeren bütün cihazlar hep quantumların belli dış etkilere karşı gösterdiği tepkilerden yarar¬lanılarak oluşturulmuştur.
Bunlardan göze en çok hitâb eden televizyonu ele alalım. Ya da bilgisayar ekranını. Bunun televizyondan farqı, ekrana çıkaracağı bil¬gileri hemen yaqınındaki bilgisayar kasası diye tarif edilen kısımdan alıp görsel bir hâle getirmesidir. Televizyonda ise anten yardımıyla çok uzaklardan alınan bilgiler bazı elektronik parçaların yardımıyla ekrana bilgi olarak iletilir. Ekran da bu bilgileri tıpkı bilgisayar monitörü gibi görsel hâle getirir.
Televizyonun antenine gelen elektromanyetik dalgalar, yani hem manyetik alan hem de elektrik alan taşıyan dalgalar, anten içinde bulunan elektronları titreştirir. Tıpkı ses dalgalarının kulak zarını titreştirmesi gibi... Titreşen bu elektronlar, gelen televizyon dalgasıyla aynı frekansa sahib olacak şekilde salınırlar. Bu salınım bir kablo boyunca televizyona taşınır ve televizyonda bulunan bir¬takım elektronik âletlerle gelen freqans deşifre edilir. Ön hazırlık evresi diyebileceğimiz bu deşifre etme kısmında ekranın hangi nok¬tasına hangi enerjiye sahib elektron düşürüleceği kararlaştırılır diyebiliriz.
Bu bölümde deşifre edilen bilgilere göre, halq arasında televizyon tüpü denilen kısımda elektronlar ekranın farqlı kısımlarına, çeşitli enerjilerde fırlatılırlar. Kısacası bu tüp elektronların ekranın uygun yerlerine gerekli enerjilerde düşürülmesini sağlayan bir aygıttır. Olay bununla da bitmez, biz ekranda direkt elektronları görmeyiz. Çünkü ekran flüoresan madde ile kaplıdır. Ve bu madde üzerine düşürülen elektronlar, sahib oldukları enerjiyle bağlantılı olarak farqlı renkte fotonlar meydana getirirler.
Bu aynı zamanda elektronların parçacık özelliği göstermesinden faydalanılarak elde edilmiş bir sonuçtur. Elektron sanki bir bilye gibi yönlendirilmekte ve karşısındaki ekrana fırlatılmakta, böylece ekranda nokta şeklinde bir görüntü oluşmaktadır.
Elektronların bir başka özelliği ise, yan yana bulunan iki yarığın üzerine fırlatıldığında her iki yarıktan da aynı ânda geçebilmesidir. Bu olay bildiğimiz dünyâ değerleri için imkânsızdır. Bir bilyenin yan yana iki yarıktan aynı anda geçebileceğini düşünmek mümkün değildir. Böyle bir beceri elektronun dalga özelliğine işaret eder ve o sâyede quantum olarak adlandırılmasına sebeb olur.
Yani hem dalga hem de parçacık özelliği göstermesi, onun quantum olarak adlandırılmasını sağlamıştır. Quantum fiziğinin en can alıcı yeri olan dalga-parçacık ikilemini bir deneyle daha iyi açıklaya¬biliriz. Deney düzeneğimiz bir foton kaynağı, bir çift delikli süzgeç bir tane de tek delikli süzgeçten oluşuyor. Deneyimizi tek delikli süzgeçle yaptığımızda foton kaynağından gelen ışık, tek bir noktada odaklanıyor. Bu bize fotonun parçacık olduğunu söylerken, ardından Çift delikli süzgeçle yapılan deneyde foton kaynağından gelen ışık çift delikli süzgeçten geçtikten sonra perdede tıpkı iç içe girmiş dalgaların deseni gibi girişim deseni yapıyor. Bu da fotonun parçacık değil, dalga olduğunu belirtiyor.
Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, elektronların parçacık özelliği göstermesi sonucu televizyon elde edilmiştir. Ve televizyon için sıralanan olayların hepsi, bizim algılamamıza kıyasla bir anda gerçekleşmekte, böylelikle hiç kesintisiz ardı ardına gelen görüntüler almaktayız.
Bu bilgiler, elektronların yani quantum parçacıklarının elektrik ve manyetik alanlarda gösterdikleri davranışların incelenmesi ile elde edilmiş sonuçlardır. Adı geçen diğer tüm âletlerde de yine elektron¬ların yani quantumların değişik elektrik ve manyetik alanlara karşı gösterdikleri davranışlar önemlidir.
Televizyonun elektromanyetik dalgayı algılayıp bunu görüntüye ve sese çevirmesi olayı, aynen beyinde de mevcuddur. Beyin de dışarı¬daki freqans okyanusundan sâdece veri tabanına uygun freqansları algılar!.. Algıladığı freqansları gerekli dönüşümleri yaparak ses, görün¬tü, koku, tat ve dokunma ile algıladığımız oluşumlara çevirir. Aynı zamanda, algıladığımız şeylerin dışarıda var olduğu zannını da oluşturmaktadır.
Nöronlar, yani beyin hücreleri gelen atmaları (impulsları) freqanslarına ayırarak algılar. Fourier Analizi adı verilen yönteme benzer biçimde, freqans analizörü (çözümleyicisi) olarak çalışan nöronlar, birer mini hologram gibidirler. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalgaboyu oluşturmaktadır.
Beş duyu ile algılanan bütün uyarı ve impulslar, elektrik akımı ve elektriksel dalgalar olarak beyne gelirler. Beş duyu organlarımızca dışarıdan alınan bilgiler, bizim var zannettiğimiz âlemleri oluştur¬maktadır. Gözün retinasına düşen freqanslar enerjilerine göre çeşitli renkler, şekiller, aydınlık ve karanlık algılarını beynimizde oluşturur. Yine bir freqans analizörü gibi çalışan deri dışarıdan aldığı freqansı, freqansın sahib olduğu enerjiye göre beyinde sert ya da yumuşak diye imgeleştirmektedir. Kezâ aynı şekilde çalışan kulak ve burun almış olduğu freqansı, freqansın mevcud enerjisine göre algıladığımız kokulara ve seslere çevirmektedir.
Asıl şaşılacak olay ise, sonsuz freqanslardan oluşan bir yapı olması¬na rağmen beynin dışarıda bulunan bu freqansları beş duyuya dayalı olarak madde âlemini nasıl oluşturduğudur.
"Acaba yaşadığımız, dünyâ neden dalga desenlerinden değil de, nesnelerden oluşuyor?" sorusunun cevabını, Karl Pribram şu biçimde veriyor: "Çünkü tüm duyu organlarımız şu veya bu şekilde mercekler sistemine göre ayarlanmıştır. Gözdeki mercek sistemi daha gelişmiştir; ama kulaktaki helezon ve hattâ derideki algılama kanalları da hep mercek sistemine göre çalışırlar. Bekesy'nin çalış¬maları, tüm sensorik yüzeylerin basit birer mercek gibi çalıştığını ortaya koymuştur".
Eğer algılamanın önündeki beş duyu kaldırılabilirse, o zaman kendimizi sırf freqanslardan oluşan sonsuz bir âlemde bulabiliriz. Bu da gâyet ilginç bir sonuç; düşünebiliyor musunuz, iyi ya da kötü diye nitelendirdiğimiz her şey, sâdece belirli enerjilere teqâbül eden freqanslar ve biz bu freqansları seyre dalmamız gereken yerde, onlarla savaşarak ömür tüketiyoruz.
Nesneler veya bilgiler dünyâsı, bizlerin algılamaları ile farqlılaşmakta, dışlaşmakta, biçim bulup canlanmaktadır. Yani evrende bir bütünlük, bir ana plan ve süreklilik söz konusudur. Bizler ancak o çok katlı ana planın dalgaboylarıyla rezonansa girdiğimiz oranda, o freqansın bilgilerini cisimleştiriyor, buluyor ve kendimize mâl ede¬biliyoruz. Böylelikle de evrenin bazı "sırları"nı çözebilmekteyiz.
Quantum fiziği her şeyin aslında göründüğü gibi olmadığı, mada¬lyonun bir de görünmeyen yüzünün olduğunu göstermiştir.
Asırlardır mistiklerin söylediği, "Âlemlerin aslı hayâldir" sözü bugünkü bilimin gerçekleri ile daha iyi anlaşılmaktadır.
Boşluk'lar Boş Değildir: Boşluklar Quantum Alanlarıdır
İnsanoğlu bir zamanlar havanın boş olduğunu zannediyordu. Her sâniye ciğerlerini dolduruyor olmakla birlikte insanlar için odalarının içinin oksijen, azot vs. molekül ve atomlarla kaynıyor olmasını kabûl¬lenmeleri pek kolay olmamıştır.
Son yıllarda modern fizikte baş gösteren gelişmeler, madde ve parçacık anlayışını değiştirdiği gibi 'boşluk' kavramını da değiştirdi. Yeni fizik 'boşluk' kavramını yepyeni bir kimliğe bürüdü. 'Boşluk' âdeta canlandı ve evrenin "yaşama ortamı, hayat nefesi ya da enerjisi" gibi tanımlamalar aldı.
İyimser ve kötümser adamla birlikte gökyüzüne bakan fizikçiyi hatırlayın. Hiçbir şey söyleyememişti. Çünkü gördüğü tek bir şey vardı: Quantum alanı. Bu, bugüne kadar 'boşluk' dediğimiz şeyin adıydı.
Quantum alanı, biçimsiz ve şekilsizdir. Bütün biçimlerin tarlasıdır. Bir bakıma evrenin hamuru. Parçacık dediğimiz sert ve katı madde bu alanın bölgesel yoğunlaşmasından ibârettir. Albert Einstein, maddeyi alanın aşırı derecede yoğunlaştığı uzay böl¬gelerinden oluşan bir şey olarak tarif ediyordu. Söz konusu yeni fizik anlayışına göre, hem madde hem maddenin bulunduğu alan aynı şeydi.
Quantum alanı, varlıkların faaliyet alanı ve ilişki ağları ortamı olarak vazife görüyordu. Okyanus içindeki adaların altta karalar vası¬tasıyla birbirine bağlantı sağlaması gibi tüm varlıklar aslında bu alan vasıtasıyla birbirine bağlanmıştı. Quantum alanı kavramına göre uzay kararlı bir dalga bütünü ve birliği olup, bu etkileşmeler "dalgalar" şeklinde gerçekleşmektedir.
İzafiyet Theoremi bizim idrâk alanımızı aşan 'zaman' denen bir dördüncü boyutun varlığından söz eder ve zaman ile uzayın, aslında birbirinden ayrılamayacağını ve bazan de birbirlerine dönüştüklerini anlatır. Bu konuda ilk tartışma Einstein ile başlamıştı. Sonraki yıllarda quantum theorisi ile İzafiyet theorisi biraraya getirildi. Bu birleştirme sonucu atom-altı parçacıklar kuvvet alanları ile açıklanmaya başlandı. 'Boşluk' dediğimiz cisimlerin çevresi de çok önemli bir dinamik değer olarak karşımıza çıktı. Boşluk, maddeyi meydana getiren parçacıklarla ayrışamaz bir kozmik ağın bağlantılarıydı.
Duyularımızla algılayabildiğimiz kadarki dünyâda boşluk, "içinde hiçbir şey olmayan yer" demekti. Oysa içinde yaşadığımız evren, başlangıcı olan bir şey olduğundan, onun içindeki "her yer" sonradan "var" olan tek bir yerdi. Dolayısıyla "içinde hiçbir şey olmayan" bir yerin bu evrende olması mümkün değildi. Özetle var edilmiş olan bir yerin, her yerinde mutlaka birşeyler var olmalıydı. Tıpkı denizin içinde kuru bir yer olmadığı gibi bu yoktan var edilen varlık denizinin içinde de, yokluk mânâsında kuru bir boşluk olmamalıydı. İşte, quantum bilimi, evreni yekpâre bir bütün olarak tanımlarken, evrende mutlak mânâda bir 'boşluk' olmadığını söylerken, bir bakıma bu gerçeğin altını çiziyordu. Başka bir deyişle, içinde 'yok'luk mânâsında 'boş' bir alan barındırmayan evren, ‘var' edilmiş bir evrendi.
(Dr. Hawari Kayser, Quantum ve Ötesi, Sh: 136, 137, 138, 139, 140, 141, 142, 143, 144)
Aylık dergisi 48 sayıdan iktibas edilmişdir...
Kitap Do yayınlarından çıktı.
İrtibat:BARAN Ajans;Emekyemez mah. Gümüşgerdan sok No:6/4 Şişhane İstanbul
http://www.barandergisi.com/
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.