From: Ozer-Filiz Ozankaya <of.ozankaya@isnet.net.tr>
KÜRTÇE EĞİTİM VE KİTLE İLETİŞİM DİLİ OLABİLİR Mİ?
Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Yurdumuzdaki Kürt asıllı ulustaşlarımız, Türk ulusunu oluşturan öteki ögelerle en az bin yıldanberi aynı ortak kültürün pek büyük bölümünü paylaştıkları, ayrıca milyonlarcası da evlilikler yoluyla, iş ortaklıkları dolayısıyla gerçek anlamda etle tırnak gibi içiçe geçtikleri halde, yaklaşık kırk yıla varan bir süreden beri, bu ortak değerlerimizden hiç söz edilmeyip, tek farklılık olan dil ayrılığı, sanki iki ayrı halk söz konusu imiş gibi yapay biçimde şişirilerek Türk - Kürt karşıtlığı yaratmak amacıyla hep ön planda tutulmak istenegelmiştir.
Sömürgeci Siyaset Batısı[1] ile büyük ölçüde onun taşeron olarak kullandığı kendi içimizdeki ırkçı, etnik ayrılıkçı, dinsel baskıcı ve komünist diktacı[2] grup ve örgütlerin ve büyük bölümüyle sömürgen ellerdeki kitle iletişim araçlarının Cumhuriyet Türkiyesine yönelik saldırılarından başlıca birisi, hep bu dil ayrılığının sömürülmesi olmuştur. Atatürk'ün daha 1922'deki İzmit Basın Toplantısı'nda belirttiği gibi, "Bütün Türkiye'yi mahvetmek" amacındaki bu bölücü saldırı sözkonusu olmadıkça, Cumhuriyet Türkiyesi, yurttaşları arasında hiçbir soy, din, mezhep ve toplumsal konum ayrımcılığı yapmayan niteliği nedeniyle, "Kürtçenin kısıtlı özelliği" üzerinde hemen hiç durmak istememiştir.
Diyarbakır'da doğup büyümüş bir yurttaş olarak bu satırların yazarı da, bir toplumbilimci olduğu halde, "Kürtçe konuşan yurttaşlarımızın yanlış anlaması olasılığını" göz önüne alarak, dil gerekçesine dayalı PKK cinayetlerini ve onların ardındaki Batı sömürgeciliğinin "böl ve yönet"çi kalkışmalarını kınamak zorunluluğu doğmadıkça, bu konuya değinmekten kaçınmıştır.
Son olarak Avrupa Birliği temsilcilerinin "Türk abecesinde q, x, w harflerinin bulunmayışını Kürtçenin doğru yazılıp okunmasını engellediği, bunun Türkiye'nin AB yolunu tıkadığı" yolunda, doğruluk ve iyi niyetle bağdaşmayan, ayrılıkçılık kışkırtıcılığı nedeniyle, ikinci kez olmak üzere bu konudaki görüşlerimi belirtmiştim.
Şimdi de oy için ulusal yaşamı tehlikeye atmaktan sakınmayan tükenmiş bencil politikacıların, aynı kışkırtma ve baskıların etkisiyle, devlet eliyle Kürtçe TV ve radyo yayınları yapılması yolunu açmaları üzerine görüşlerimi bir kez daha kamuoyunun dikkatine sunmak istiyorum.[3]
"Kürtçe eğitim ve kitle iletişimi yapılsın .." yolundaki ard niyetli AB dayatmalarıyla ilgili olarak, bu dilin çok sınırlı sayıda sözlüğünün bulunduğunu söylemekle yetinmeyip, hatta bunların % 40 kadarının Türkçe, %35 kadarının Arapça, %15 -20 kadarının Farsça oluşunun da ötesine geçip, bu dilin asıl şu önemli özelliğini vurgulamak gerekir, kanısındayım: Kürtçenin "kendine özgü bir dilbilgisi (gramer) yapısının bulunmayışı!"; dilbilgisi kurallarını Türkçe, Farsça ve Arapçadan almak zorunda oluşu ve bu nedenle de sözcük, terim ve kavram türetmede bu dillerin kök sözcüklerinden yine bu dillerin dilbilim kurallarına göre yararlanma dışında bir seçeneğinin bulunmayışı! Şimdi bir-iki somut örnek vererek Kürtçenin bu özelliğinin ne önemli sonuçları birlikte getirdiğine bakalım:
Örneğin "anlamak" için Arapçadan "fehm" ("fa'am" biçiminde bozarak da olsa) sözcüğünü almakla iş bitmemektedir: Arapçanın "fehm" kökünden türettiği "tefhim", "tefehhüm", "ifham", "mefhum", "fehim", "fehmi",.. vb. sözcüklerini de olduğu gibi Arapçadan almak zorundadır Kürtçe!
Ya da Türkçe "anlamak" sözcüğünü kullanacaksa, Türkçenin dilbilgisi yapısına göre türetilen "anlam", "anlayış", "anlayışlı", "anlak", "anlatım", "anlatış", "anlatılış", "anlamlı", "anlamsız", "anlamlılık„ , "anlambilim„ ... sözcüklerini de olduğu gibi almak zorundadır. Çünkü bunları kendi içinde -yani ayrı bir dil oluşturacak biçimde- üretmesi için gerekli olan dilbilgisi yapısından yoksundur.
Bu nedenle de "fehm" ya da "anlamak" kökünden türetilen onca sözcüğün anlamlarını bilmek, ancak Arapça ya da Türkçe öğrenmekle olanaklıdır! Farsça asıllı sözcükler için de aynı şey geçerlidir.
İşte bu nedenle Kürtçe eğitim ve iletişim -yani kitle iletişimi- yapılmaya kalkışıldığında, yalnız günlük yaşamın birkaç yüz sözcüğü ile yetinilemeyeceğine, tersine yasa, yönetim, siyasal düzen, anayasal ilke ve kurumlar, uluslararası ilişkiler, çalışma dünyası, vergi düzeni, ulaşım, sanat, …. gibi tüm yaşam alanlarını anlatıma kavuşturmak gerekeceğine göre, ortaya ağdalının ağdalısı bir Osmanlıca çıkacaktır. Bu ise bir ulusun dili olmadıktan başka, o eğitim ve iletişim gereçlerini okuyup dinleyecek olan Kürt çocuğu ya da yetişkininin, tıpkı Osmanlı mektep ve medreselerinde zorunlu olduğu gibi, hem Türkçe, hem Arapça, hem de Farsça öğrenmesi gerekecektir.
Kanlı terörüne tek gerekçe olarak dil ayrılığını gösteren PKK'nin kendi iç iletişimini Türkçe yapması boşuna değildir!
Osmanlıcanın bu özelliği nedeniyle 600 yıllık yönetimin sonunda Osmanlı mektep ve medreseleri Türk ulusunun ancak % 9'una -onun da çoğu ancak 'elifi beye çatacak kadar'- okuma-yazma kazandırabilmişti. Çünkü Arapca ve Farsça dilbilgisi öğretmek zorunlu idi, ama bir ulusa bir başka dilin dilbilgisini öğretmek ve o dilbilgisi kurallarına göre Arapça, Farsça terimlerle anlatılan bilim, sanat, yasa, yönetim ...metinlerini kavratmak olanaksızdı. Zavallı Anadolu halkı, yüzlerce yıl boyunca "Benim oğlum bina (=Arapca dilbilgisi, yani gramer) okur; döner, döner yine okur!" diyerek ne yapacağını şaşırmıştı.
Bir süre önce[4] gazete haberlerinde çocuğuna "Pola" adı vermek isteyen Kürt asıllı bir yurttaşımızdan söz ediliyordu. Ve bu adın Kürtçe "çelik" demek olduğu yazılıyordu. Gazetecinin bilgisizliği ya da kasıtlı kışkırtıcılığı! Oysa "pola" Farsça 'çelik' anlamına gelen "polat" sözcüğünün bozuk söylenişinden başka bir şey değil. Kürtçedeki sözcüklerin hemen tümü için durum budur. Nasıl Trabzon'da örneğin 'bıyık' için "piyuk" deniyor diye bunu ayrı bir dil saymak saçmalık ise, Farsça 'polat' için 'pola', Arapca 'fehm 'için 'fa'am', Farsça 'şeb' için 'şev', 'ruz' için 'roj', Türkçe "bura" yerine "vra" … demekle Kürtçenin, üstelik kendine özgü bir dilbilgisi olmadığı da ortada iken, ayrı bir bilim, sanat, eğitim, yönetim, uygulayım (teknoloji) dili olduğunu öne sürmek de o denli zorlamadır. Ve bunu bilerek yapanların amacı, "Böl, yönet" diye bilinen sömürgeci oyununu oynamaktır.
"Türk abecesinde q, x, w harflerinin bulunmayışı" konusuna gelince, okunduğu gibi yazılan ve yazıldığı gibi okunan Türk abecesi, örneğin "keklik" ve "kalın" sözcüklerindeki "k" için iki ayrı harf öngörmenin gereksizliğini doğru olarak görmüştür. Kendisinden sonra gelen sesli harfin kalın ya da ince oluşuna göre doğru olarak seslendirilebildiği ortadadır.
Türkçeye giren arapça sözcükler açısından sözkonusu edilebilecek olan üst dişlerin alt dudağa değdiği ve değmediği "v"ler için, örneğin "vali" ve "veli" sözcüklerinin anlaşılır olması bakımından Türk abecesine "çift v" (w) koymaya da gerek olmadığı açıktır. Ne bir anlama güçlüğü, ne de bir anlam yitimi söz konusu değildir.
Yine Türkçeye giren Arapça sözcükler bakımından sözkonusu olan ve gırtlaktan çıkarılan "khı" sesini (bunu x ile yazmanın anlamsız ve yanlış oluşu da ayrı!) Türk halkı bin yıldanberi incelterek "h" harfiyle karşılamıştır. Türkçe konuşurken "khıdır" yerine "hıdır", "kharab" yerine "harab", "khoş" yerine "hoş" dediğimizde hiçbir anlam yitimi, hiçbir anlama güçlüğü söz konusu olmamaktadır. Ama gırtlaktan çıkarılan seslerin bir dili çok kaba-saba yaptığını, kendi anadili olan Hollandaca için Joseph Luns'un nasıl yana-yakıla anlattığını, bu yüzden hep İngilizce konuşmayı yeğlediğini söylediğini anımsayalım. Türkçenin ise dünya dilleri içinde en güzel-tınılı dillerden biri sayıldığını gözönünde tutalım. Ayrıca "khı" sesinin geçtiği sözcüklerin hemen tümünün Arapça ve Farsça olduğunu da unutmayalım!
Kürtçe konuşan yurttaşlarımız, Osmanlı'nın yıkılıp dağıldığı, ülkemizin her yerine düşman güçlerinin girdiği ve Halife Sultan'ın da Ingilizle işbirliği yaptığı en karanlık ortamda bile "Kürt - Türk" düşmanlığı kışkırtmasına bir paralık önem vermemiş, İngilize sömürge yapılma oyununu boşa çıkarmış, "Türk ulustaşlığı"nı onurla benimsemiştir.
Cumhuriyet'in tüm ulus olarak bizi çağdaş uygarlığa taşıyan ve bu "ulustaşlığı" daha da güçlü kılan kurumlarını yaşadıktan sonra -bu kurumlar iç ve dış sömürgeci güçlerce ne denli baltalanmış olursa olsun- bu oyuna, yani bu kez ABD ve AB'ye sömürge yapılma oyununa gelir mi?
Hayır, Kürtçe konuşan ulustaşlarımız, bugüne değin olduğu gibi bundan sonra da bin yıldır et ve tırnak gibi kaynaştığı Anadolu halkıyla birlikte "Çoğunluğun dili ortak dilimiz, çoğunluğun adı ortak adımız!" deme ve sömürgecinin Türk'e saldırtmak üzere kullanacağı silah maşası olmayı reddetme erdemini sonsuza değin sergileyeceklerdir.
Ancak, "Milliyetçi Cephe" hükümetlerinin ve 12 Eylül faşizminin gerçekte Türklüğe de İslama da en büyük zararı veren ve yalnızca sömürgeci amaçlarına hizmet eden "Türk İslam Sentezciliği" uygulamalarının, kısacası cehalet sömürüsüne dayalı laiklik karşıtı politikaların, PKK ayrımcılığı ve onu besleyen Batı sömürgeciliği için çok elverişli bir bahane sağladığı da unutulmamalıdır. Bu sakat anlayış ve tutumun, laiklik ve demokratik ulusçuluğa dayalı Türkiye Cumhuriyeti devlet ve hükümet yönetiminden de, siyasal partilerinden de tümüyle temizlenip atılmasının zorunluluğu açıktır. Çünkü yaklaşık 30 yıldanberi ırkçılık ve dinsel baskıcılık etnik ayrılıkçılık ve teröre, etnik ayrılıkçılık ve terörü de ırkçı ve dinsel baskıcılık terörüne yapay olarak varlık gerekçesi sağlayagelmiştir. Her üçünü de sömürgeci Batı'nın kışkırtıp kullandığı unutulmamalıdır.
Atatürk Cumhuriyeti'nin laiklik ve demokratik ulusçuluk ilkelerinin ve bunların ayrılmaz bir ögesi olmak üzere Türkçenin dört dörtlük bir bilim, sanat ve uygulayım dili olduğunu kanıtlamış bulunan dil ve yazı devrimlerinin işlevini ve değerini anlamamak, bize çok ağıra mal olmuştur ve olmaktadır:
Atatürk'ün, tükenmiş Osmanlı yönetimince Alman ve İngiliz sömürgeciliğinin aracı kılınan Turancılık ile İslamcılığı, "Büyük ve boş hayaller peşinde koşup yapamayacağı şeyi yaparmış gibi gösteren sahtekârlıklar" olarak nitelediğini, "dünyaya korku ve telaş veren bu sahtekârlıkların düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan baskılarını arttırmaktan başka sonuç vermediğini"ni, "Yabancıların Türk ulusuna daha kolay saldırabilmek için halifeliğin sürmesini yeğlediklerini" daha 1920'lerde dile getirdiğini unutmak ve unutturmak, işte asıl çarpıtılmış tarih bu olmuştur!
Aynı şey, etnik bölücülük kışkırtıcılığı konusunda söyledikleri için de geçerlidir: "Bugünkü Türk ulusu siyasal ve toplumsal kuruluşu içinde kendilerine Kürtlük düşüncesi, Çerkeslik düşüncesi, dahası Lazlık ya da Boşnaklık düşüncesi propagandası yapılmak istenmiş yurttaş ve ulusdaşlarımız vardır. Ama geçmişin baskı dönemlerinin ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman maşası gerici beyinsizden başka hiçbir ulus bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yapamamıştır. Çünkü, bu ulus bireyleri de genel Türk topluluğu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlâka ve haklara sahip bulunuyorlar."
"Tarihi unutan toplumlar, onu yeniden yaşamak zorunda kalırlar" denir.
İşte bu tür aymazlık ve bilgisizlik baskıcılığından da arınmak, Türkiye Cumhuriyeti'ni, dil devrimi de içinde olarak kuruluşundaki çağdaşlık ve demokrasi ilkeleri doğrultusuna yeniden oturtup her kökenden yurttaşların gözünde ve gönlünde, içinde kıvançla kaynaşılan bir siyasal, toplumsal, kültürel dayanışma odağına, bir çekim merkezine yeniden dönüştürmek koşuluyladır ki, bu yazının girişinde belirtildiği gibi, Kürt asıllı ulustaşların da yurdumuzdaki genel Türk camiası ile aynı kültürün pek büyük bölümünü en az bin yıldanberi ortaklaşa paylaştıkları etkin bir biçimde ön plana çıkarılabilir; bu ortak değerlerimizden hiç söz edilmeyip, tek farklılık olan dil ayrılığının, sanki iki ayrı halk söz konusu imiş gibi şişirilip, eğitim ve iletişim alanlarını birbirinden ayırma ve böylece yapay olarak Türk - Kürt karşıtlığı yaratma girişimlerine gerekçe olarak kullanılmasına karşı da, Kürtçenin yukarda belirtilen kısıtlı özelliği vurgulanarak, Kürt ulustaşlarımız incitilmeden iç ve dış sömürgecilerin oyunu bozulabilir, kanısındayım.
[1] Bu terim, Çarlık döneminden beri sömürgeci geleneği bulunan Rusya'yı da kapsamaktadır.
[2] Bunların da çoğu bugünün "liberal ve numaracı cumhuriyetçi"leri olmuş bulunuyorlar!
[3] İlk kez 1990 yılında yayınladığım "Bir Toplumsal İletişim Konusu Olarak Güney-Doğu Anadolu Sorununa Yaklaşım: Kafaları ve Gönülleri Kazanmak" imcelemede değindim. Bknz.: Basın ve Yayın Yüksek Okulu Yıllığı, 1991, s. 73 - 89.
[4] 11 Agustos 2002 günlü.
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum ,parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır...
Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş ,Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR.."
*Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...
-----------------------------------------------------------------....
"ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ" Haber Bilgi Paylaşım grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.