YAZININ
ÇETiN YOLLARI - 2
İnsanoğlu önce ateşi tanıdı... Ardından, vahşi ortamda varlığını sürdürmek ve avlanmak için bronz ve demiri işledi. Tekerlekle birlikte müthiş bir hareketlilik kazandı. Suyu kontrol altına alarak gelişmiş devlet yapıları oluşturdu. Ancak, ekonomik nedenlerin zorlamasıyla keşfedilen yazı ve alfabe, sadece insanoğlunun değil tüm uygarlık tarihinin de gelişimini etkiledi...
Yazı ekonomik zorunluluklar nedeniyle keşfedildi
Sevgi, kuşkusuz zamana ve mekâna bağlı olmayan, insani bir duygu… İlk insanlar da bugün olduğu gibi mutlaka torunlarını seviyorlardı. Büyük bir olasılıkla, yaşadıkları olayları, deneyimleri onlara miras bırakmak istiyorlardı. Ancak, bazı bilim adamlarının iddia ettikleri gibi yazıyı bu tatlı anılar merakı için değil, ekonomik zorunluluklar nedeniyle keşfettiler. M.Ö. 40. yüzyıla kadar, insanlar küçük topluluklar halinde, avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşıyorlardı ve bu faaliyetlerden elde ettikleri ürünlerin hesabını da ya parmakla, ya da küçük taş parçacıklarıyla yapıyorlardı. Bu "konuşan topluluklar" için, bir düşünceyi ya da bir sözcüğü "bir köşeye kaydetme" diye bir ihtiyaç söz konusu değildi. Sadece, tarımdan fazla ürün elde etmeyi başaran, ilk yerleşim birimlerini kuran, zanaatları geliştiren, kamu yönetimi ve ticaret konusunda büyük adımlar atan toplumlarda hesap yapma ve not alma gereksinmesi kendisini hissettirmeye başlamıştı. Nitekim bu yönde ilk adımları da tarihte suyu kontrol eden ilk devletlerin kurulduğu Mezopotamya' da görüyoruz.
Suyu kontrol eden ilk devletlerin kurulduğu Mezopotamya
Arkeologlar tarafından bulunan en eski yazı örneklerine, bugün Irak sınırlan içinde kalan, eski Uruk kenti kazılarında ele geçirilen, M.Ö. 3200 tarihine ait oldukları ileri sürülen kil tabletlerinde rastlandı. Bu tabletlerde rakamlar ve bazı insan sembolleri bir arada görülüyordu. Mezopotamya medeniyetleri uzmanı, dünyaca ünlü bilim adamı Jean Bottera'ya göre, "Uruk kenti, surların içinde 1,5 kilometre karelik bir alana yayılan, oldukça gelişmiş bir siteydi..." Çok gelişmiş ve merkezi devlet tarafından denetlenen bir sulama sistemi sayesinde, tarımda "artık değer" elde etmeyi başaran Mezopotamyalılar, gelişmiş bir kamu yönetimi sistemi ve devlet yapısı oluşturmuşlardı. Önceleri bu artık ürünün hesabını küçük taşlarla yapıyor, seramik üzerine yaptıkları resimlerle de bunu görüntülüyorlardı. İşte, tarihte ilkyazı örneği olarak ortaya çıkan Uruk tabletleri, bu hesap tekniğiyle resim sanatının bir noktada kesişmesinin meyvesiydi...
Kişisel işaretler okumayı güçleştiriyor
En eski Uruk tabletleri bugün bile tamamıyla çözümlenip okunabilmiş değil... Bazı soyut işaretlerin ne anlama geldiği hâlâ bilinmiyor. Çünkü tabletlerde yazılanların büyük çoğunluğu, nesneleri ya da kişileri temsil eden, stilize resimler olan piktogramlardı...
Kişisel sembolleri yazı olarak kabul edersek mağara resimlerine haksızlık olmuyor mu?
Yoksa ilk yazı olarak onları mı kabul etmek gerekir?
İşte bu noktada, yazının tarihi ile ilgili ilk tartışma da açılıyor. Jean Bottero gibi araştırmacılar, "grafik ifade biçimlerinin" yazıyı oluşturamayacağını ileri sürüyorlar. "Eğer Uruk tabletlerini ilkyazı örneği olarak alırsak, o zaman İlkçağ insanlarının mağara duvarlarına çizdikleri hayvan ve insan görüntülerine haksızlık etmiş oluruz" diyorlar. Çünkü bu görüşü savunanlara göre, duvar resimleri de son kertede, tek bir şey anlatan piktogramlardan pek farklı bir görüntü değil... Jean Bottero ile arkadaşlarına karşı çıkanların tezi ise, ilk çağlardaki duvar resimleriyle, Uruk tabletleri arasında önemli bir mantık farklılığın olması... İlk çağlardaki duvar resimlerinin bir şey anlattığını kabul ediyorlar; ancak bu anlatılan şey, o anlık ve kesinlikle bir mesaj vermeye yönelik değil... "Oysa Uruk tabletlerinde işaretlerin belli bir sistemi söz konusu... Bu sistem ile karmaşıklığa yer vermeyecek şekilde, bir mesaj saptanmaya ve iletilmeye çalışırmış" diyorlar. Ne var ki, Jean Bottero ve arkadaşları bu görüşü kabul etmiyorlar. Onlar için, belli bir devamlılığa sahip olan piktogramlar bile çok büyük bir evrensel değere sahip değiller...
Şöyle bir örnek veriyorlar: Bir Uruk tabletindeki devamlılığı olan bir piktogram yazısında şu sözcükler deşifre ediliyor: "Yürümek... dağ... satın almak... buğday... kadın..." Ve Jean Bottero soruyor: "Böyle bir piktogram dizisinden aşağıdaki soruların yanıtlarını çıkarmak mümkün mü? "Kim yürüyor?", "Kim satın alıyor?" Ve devam ediyor: "Acaba bu piktogram dizisi, dağın öte yanına yürüyen birinin kadını buğday ile değiştirdiğini mi anlatıyor?"
Jean Bottero'nun bütün bunlardan çıkardığı sonuç şu: İlkyazı örneği olarak kabul edilen Uruk tabletleri, aslında birer anı notlarından başka bir şey değil... Ve onları sadece bu piktogramı yazanlar ve olayları yaşayanlar çözebilir; başka hiç kimse böyle bir şeyi başaramaz. Oysa bazı sembollerin, ya da rakamların yazı niteliğine kavuşması için, bunların anlaşılması, yani bir evrensellik niteliği kazanması gerekiyor.
İlk yazı Çin de mi Hindistan bulundu?
Ayrıca, bazı bilim adamları ilkyazının Mezopotamya’da değil, yine su kontrollü devlet yapısı gösteren Çin’de ortaya çıktığını iddia ediyorlar. Efsaneye göre, yazıyı M.Ö. 4000'li yıllarda bulan kişi, mitolojide adı geçen "Güneş İmparatorunun saray memurlarından Cang... Bir çeşit piktogram olan bu yazıyı bulurken, Cang'ın kuşların gökyüzündeki hareketlerinden ve bazı sürüngenlerin davranışlarından esinlendiği ileri sürülüyor. Bir başka iddia da, ilkyazının bugünkü Hindistan ve Pakistan sınırına yakın bir yerde ortaya çıktığı yolunda... M.Ö. 4000 yıllarına ait olduğu tahmin edilen bu yazının taşlara çizilmiş bir örneği de bulunuyor. 400'e yakın işaretten oluşan bu piktogram yazısı da bugüne kadar çözümlenmiş değil...
Her şeye rağmen yazının geliştiği yer Mezopotamya
Kuşkusuz ilk yazıyı kim buldu tartışmaları dün olduğu gibi bugün de sürecek... Uruk tabletleri ilkyazı örneği olarak belki zayıf bir iddia ama Mezopotamya karakterlerinin yazının tarihinde de ilk yeri aldığı da bir gerçek. Nitekim tüm diğer yazı karakterleri Uruk karakterlerindeki piktogramlardan çok daha sonra ortaya çıkıyor. En eski Mısır Hiyeroglifleri bile, Uruk tabletlerinden iki, ya da üç asır daha genç... Hint yazısının ortaya çıkışı ise M.Ö. yaklaşık 2500 yıllarında... Çin ideogramlarının görülmesi için de, Uruk tabletlerinin üzerinden tam 1000 yıl geçmesi gerekiyor. Bütün bu tarihsel öncelikten de öteye, Mezopotamya'nın yazı tarihi açısından önemi, piktogramla kalmayıp, bu grafik işlemeciliğini geliştirmesi ve en büyük hedef olan alfabeyi yaratması…
Piktogramlar, ideogramlar, heceye dayalı işaretler ve alfabe...
Londra Üniversitesi Ölü Diller Kürsüsü başkanı Profesör J. Hooker, insanın yazı konusunda dört temel yöntemi benimsediğini söylüyor; Piktogramlar, ideogramlar, heceye dayalı işaretler ve alfabe... J. Hooker'a göre, burada söz konusu olan bir hiyerarşi yada bir yöntemin diğer bir yönteme üstünlüğü değil, bu yöntemlerin tarihsel olarak bu sırayla doğmuş olmaları... Üstelik bazı toplumlarda iki yazı biçiminin aynı anda var olduğu sanılıyor. Nitekim Hititler, Babilliler'den ödünç aldıkları çivi yazısının (ideogram) yanı sıra, kendi orijinal piktografı sistemlerini de kullanıyorlardı. Öte yandan, birden fazla piktografı sistemi deneyenler de vardı. Orta Amerika'da M.Ö. 500 ile M.S. 1200 yıllan arasında büyük bir uygarlık kuran Mayalar, taşların üstüne kazıdıkları piktogramlarda ayrı, geyik derisi üzerine yazdıkları piktogramlarda ayrı sembollere yer veriyorlardı. Mezopotamya ve çevresi ise, tüm bu aşamaların açık bir biçim de görüldüğü ve son olarak alfabeye yine burada damga vurulduğu için, yazının gelişimi açısından en değerli laboratuar olarak kabul ediliyor.
İdeograma geçiş ve çivi yazısı
Piktogramdan bir karakterin bir fikri temsil ettiği ideograma geçiş, tarihsel açıdan mantıklı ve kaçınılmaz olmuştu... Resim ve sembol yetersiz kalmaya başlayınca, Mezopotamyalılar, birçok karakteri "fikirler birliği" üzerine inşa etmeye giriştiler. Örneğin, "yıldız" karakteri aynı anda hem "gökyüzünü, hem "Tanrı"yı, hem de "yüksekliği" ifade ediyordu. Ne var ki, kavramlar genişlemeye başlayınca grafikler de çeşitleniyordu ve bunun sonucu olarak sayıca artan ve kavramları genişleyen işaretler çok kişi tarafından anlaşılmıyordu.
Tam bu sırada, Mezopotamyalıların yazış biçimini de değiştirdiklerini görüyoruz. Önce resim yapmak için kullandıkları ucu inceltilmiş kamışlarla bu kez yazmaya başlıyorlardı. Bu aletin kullanılmasıyla birlikte simgelerdeki yuvarlaklıklar da kayboluyordu. Yerlerini çivi şekillerine bırakıyordu. Böylece çivi yazısı doğdu.
Çivi yazının gelişimi ve yeni bir sınıf: Katipler
Çivi yazısının gelişmesi de oldukça uzun zaman aldı. Gerçekten de kâtipler, ancak üç, dört yüzyıl sonra yaklaşık 1000 karakter konusunda ortak görüşe vardılar. Bu bin karakteri yazmak ve çözmek o tarihlerde kâtiplerin işiydi ve bu toplumsal grup kısa bir süre sonra, bu ayrıcalığın verdiği güçle, iktidarın ortağı haline gelmişti. Bu sırada çivi yazısı da bütün Ortadoğu'ya yayılmıştı. İşte Jean Bottero, yazının başlangıç tarihi olarak yaygınlaşan ve herkesçe kabul gören bu çivi yazısını alıyor. Ona göre, çivi yazısının piktograma üstünlüğü, çivi şeklindeki simgelerin kesinlikle dile gönderme yapmamaları, tam tersine bir nesneyi ya da fikri temsil etmeleriydi. Çivi yazısı, yazamayanlar ve anlatılan olaya tanık olmayanlar tarafından da kolaylıkla çözülebiliyordu. Jean Bottero tezini güçlendirmek için o günkü Mezopotamya'da yaşayan iki halkın, Akadlar'ın ve Sümerler'in birbirlerinin çivi yazısını kolaylıkla anladıklarını örnek gösteriyor. Bu iki Mezopotamya halkı aynı dili konuşmadıkları halde, Akadlar Sümerler’in icadı olan çivi yazısını okuyabiliyorlardı.
Sümer çivi yazısına Akadların katkısı
Akadlar, Sümerler’in keşfi olan çivi yazısına çok büyük bir katkıda bulundular. Çivi yazısını fonetik olarak kullanan ilk topluluk Akadlar'dı. Özel isimleri bilmece yardımıyla yazıyorlardı. Ve işaretler daha soyutlaştıkça, seslerin yazılmasını farklı alanlara kaydırıyorlardı. Örneğin, "trampet" kelimesi "tigi" olarak okunuyordu. "Tigi"yi yazmak için ise, "ti" ve "gi" biçiminde okunan "ok" ve "kamış" işaretleriyle yazıyorlardı. Aynı şekilde "hayat", "ti" biçiminde okunuyordu. Onu da aynı şekilde okunan "ok" işaretiyle yazıyorlardı.
Mezopotamya halkları, bu fonetik mantığı sonuna kadar götürmediler
Çivi şekilleriyle yapılabilecek birleşim sayısı bir süre sonra, ifade edilecek kavram sayısının çok ama çok altında kalınca, heceye dayalı işaretleri kullanmak kaçınılmaz hale gelmişti. Aslında heceye dayalı işaretler yazının gelişim sürecinde bir devrimdi. Ne var ki, Mezopotamya halkları, bu fonetik mantığı sonuna kadar götürmediler. Tam tersine, heceye dayalı işaretleri bir zayıflık, bir yetersizlik olarak görüyorlardı. Kendi özel ideogramı olmayan kelimeleri yazmak için bulunmuş bir kolaylık kabul ediyorlardı. Bu olayın üstüne gitmedikleri için de, alfabeye ulaşmaları oldukça uzun zaman aldı.
Bütün alfabeler Fenike alfabesinden türedi
Örneğin, M.Ö. 2000'li yılların sonunda, Mezopotamya toplulukları çivi yazısının karakter sayısını 400'e kadar düşürmüşlerdi ama, henüz alfabeyi bulamamışlardı. Yazı tarihinin bu büyük devrimini, M.Ö. 2000 yılının ortalarına doğru, komşuları Fenikeliler gerçekleştirdi. Bugün ister Arap, ister Latin, ister Vietnam, ister Slav, ister Grek, ister Yahudi alfabesi olsun, bütün alfabeler bir tek alfabeden, Fenikeliler'in M.Ö. 2000 yılının ortalarında buldukları alfabeden türedi.
Alfabenin mucidi kim?
Bugünkü Suriye'de yaşamış olan Ugarit halkının geliştirdiği bu çivi alfabesi, 30 karakterden oluşuyordu ve karakterler birbirlerinden özel işaretlerle ayrılıyorlardı. Bu alfabeyi bir tüccar ve denizci halk olan Fenikeliler daha geliştirdiler ve karakter sayısını 22'ye indirdiler. Manchester Üniversitesi Sami dilleri uzmanı John Healey, alfabeyi bulan insanın bir Newton'la, bir Einstein ile eşdeğerde olduğunu söylüyor. Ne yazık ki, insanlık tarihine bu denli mükemmel bir sistemi hediye eden kişinin adını bugün bile kimse bilmiyor.
Alfabe, yazının demokratikleşmesi ve büyük kitlelere ulaşması yolunda belki tek değil ama ilk ve en belirleyici buluş...
Her topluluk, alfabe sistemini kendi diline göre uyarlıyor
Alfabenin temel ilkesi, anlamı, yazılan kelimenin ilk harfine indirgenen bir piktogram kullanmaktır. Örneğin Sami dillerinde, "ev"in sembolü olan "Beth" kelimesi, B sesini yazmak için alınmıştır. İlk alfabeler, bugün Yahudi ve Arap alfabelerinde olduğu gibi sadece sessiz harflerden oluşuyordu. Her topluluk, alfabe sistemini kendi diline göre uyarlıyor, karakterlerin dizilişini ve onların fonetik değerlerini kendi diline göre değiştiriyordu. Yunanlılar, Sami dilinde kendileri için gereksiz gördükleri sessiz harflerden hareket ederek, kendi alfabeleri için ilk sesli harfleri geliştirdiler. Örneğin, Yunanlılar'ın kullandığı "Alfa" ve daha sonra Latinler'in kullandığı A harfi, Sami dillerinde "Aleph" diye okunan "öküz" piktogramından türetilmişti. "Aleph", gırtlaktan çıkarılan bir sessiz harfle başlıyordu. Latinler bu sessiz harfi kendi dilleri için gereksiz gördüler ve onu A gibi bir sesli harfe dönüştürdüler, Alfabenin bulunması, yazmayı ve okumayı olağanüstü kolaylaştırmıştı.
Yazı yazılacak nesnelerin de evrimi gerekiyordu
Ancak, bu ayrıcalığın tüm halk tabakalarına yayılması için üstünde yazı yazılacak nesnelerin de evrimi gerekiyordu. Papirüs, mutlaka Uruk kil tabletlerine oranla daha pratik ve daha taşınabilir bir yazım alanıydı. Papirüse oranla daha sağlam olan parşömen sayesinde ilk el yazısı kitaplar doğmaya başladı. Ancak, bunların sayılan da çok sınırlıydı ve bu kitapları okumak, sadece zengin sınıfların ayrıcalığı olmuştu. Yazıyı gerçek anlamda demokratikleştiren en önemli iki buluş, 15. yüzyılda Çin'den gelen kâğıt ve matbaa oldu...
TÜRK HARF DEVRİMİ
Osmanlı’da Latin alfabesine geçiş 1860’larda başladı
Feodal dönemden kapitalist döneme geçen toplumlarda yazının ve eğitimin toplumun ayrıcalıklı bir kesiminin tekelinden çıkıp yaygınlaştırılması gereği doğunca, bu toplumlar, alfabelerinde ve dillerinde reforma gitmek zorunda kalmışlardı. Osmanlı'da da Latin alfabesinin benimsenmesi tartışmaları 1860’dan beri sürüyordu. Çünkü, Türkiye'de Arap harfleriyle okuma yazma bilenlerin sayısı nüfusun yüzde 6'sınt bile geçmiyordu. İttihatçılar, bir ara bitişik Arap harfleri yerine ayrık harfler kullanmayı denediler ama, yazı fazla uzadığı için sonuç alamadılar. Bu sıralarda bazı yazarlar Latin harfleri almayı öneriyorlardı; ancak, böyle bir değişikliğin gerçekleşmesi için, Atatürk gibi bir otoritenin başa geçmesi gerekiyordu.
Danışmanlar, yeni alfabeye uyumun 10 yıl gerektiğini söylemişlerdi
Atatürk, harf konusu ile yakından ilgilenmiş ve bu yolda en doğru ve kesin kararı yine kendisi vermişti. Danışmanları, yeni harflerin uygulanması için 10 yıla varan süreler gerektiğini bildirdilerse de, Atatürk bunu kabul etmedi; 1928'de 1353 sayılı yasa ile kabul edilen yeni harflerin en geç 1 Ocak 1929^8 her yerde uygulanmasını istedi.
1929-1934 yılları arasında bir milyon 200 bin kişi bu okullarda eğitim gördü
Alfabe değişikliğinin çok büyük bir hızla uygulanmak istenmesi, konunun büyük bir kampanya halinde topluma sunulmasına yol açtı. İlk dört ay içinde 5000 öğretmen Latin harflerini öğrendi. 1929 yılında bütün yurtta "Millet Mektepleri" açılarak 15-45 yaşlan arasında kadın-erkek bütün vatandaşlara bu okullara gitme zorunluluğu getirildi, 1929-1934 yılları arasında bir milyon 200 bin kişi bu okullarda eğitim gördü.
Yeni harflerin kabulü konusunda, ilk günden bu yana pek çok eleştiri ve övgü yapıldı. En büyük eleştiri, kitaplıklarımızı dolduran eski kitaplardan ve eski belgelerden yeni kuşakların yararlanamayacak olması üzerinde yoğunlaştı. Ancak, gelecek kuşaklar adına bu özveriye katlanılması gerekiyordu. Bu kitaplardan vazgeçilmez olanları yeni Türkçe'ye çevrilebilir, uzmanlık isteyen konularda da isteyen eski harfleri öğrenebilirdi,
Daha sonra, sadece alfabe değişikliğinin eğitimin yaygınlaştırılması için yeterli olmayacağı düşünülerek dilin de geliştirilmesi düşünüldü. İsmet İnönü, daha 1925 yılında Fransızca Larousse'un bütün kelimelerini karşılayacak bir Türkçe sözlük hazırlanmasını istemiş ve bir dil komisyonu kurmuştu. Bundan üç yıl sonra Latin alfabesinin kabul edilmesi, yazımda zorluk çıkaran yabancı sözcüklerin de sadeleştirilmesi konusunu gündeme getirdi. Atatürk, dil sorunuyla batılılaşma çabalarını temellendirebileceği tekilci bir kültür kuramına ulaşmayı düşünüyordu. Onun isteğiyle 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu. Bu kurum, daha sonra "Türk Dil Kurumu" adını aldı...
Körler Alfabesi
Bugün, yeryüzünde farklı milletlere, kültürlere ve dinlere mensup milyonlarca kör, "Braille alfabesi" denen özel bir alfabe sayesinde okuyabiliyor, anlaşabiliyor.
Bu alfabeyi daha 15 yaşındayken keşfeden Louis Braille, 4 Ocak 1809 tarihinde Paris yakınlarındaki Coupvray kasabasında doğdu. Üç yaşındayken, babasının atölyesindeki aletlerle oynarken bir kaza geçiren Braille, o tarihten itibaren kör kaldı. Ancak, olağanüstü bir çalışma göstererek org ve violonsel çalmayı öğrendi ve bu sayede burs kazanıp gözleri görmeyen çocuklar için kurulmuş Özel bir enstitüde öğrenim görmek üzere Paris'e gönderildi. Braille, Paris'e enstitüye geldiğinde sadece 10 yaşındaydı. Okulun kütüphanesinde körler için sadece 14 kitap olduğunu görünce, göremeyen insanlar için yeni bir alfabenin gerektiğine inandı ve bu konuda çalışmalara başladı.
Aslında, körler için daha önce de alfabe yaratma girişimleri olmuştu. Latin harflerinin tahta üzerine oyulması, kurşundan dökülmesi, ya da kartonların bugünkü yazı şablonları gibi kullanılması, körlerin okuyabilmesine yönelik çabalardı. Yine Fransız Valentin Havy (1754–1822) de bir körler alfabesi geliştirmişti. Ne var ki, gözleri hiç görmemiş, ya da hiç okuma-yazma öğrenmemiş körler için parmaklarıyla dokunarak böyle bir alfabeyi öğrenmek hayli zordu.
Yine o günkü alfabelerden bir tanesi de, Brightonlı William Moon'un (1818-1894) Latin harflerini köşeli harfler biçiminde düzenleyerek geliştirdiği alfabeydi. Bu alfabe bugün bile hâlâ kullanılıyor. Ama sadece, yaşlılıktan dolayı gözleri görmez olan kişiler için özel basılan kitaplarda...
Louis Braille'in gittiği enstitüde ise 1819 yılında Yüzbaşı Charles BarbierVıin icat ettiği alfabe kullanılıyordu. "Gece yazısı" olarak adlandırılan bu alfabe, cephede gece karanlığında yazılı haberleşmede kullanılan, ayrı büyüklükte 12 noktanın değişik kombinezonlar halinde dizilmesiyle oluşturulmuştu. Louis Braille, önce 12 olan bu nokta sayısını 6'ya indirdi. Daha sonra "Hücre" adını verdiği bir sistem oluşturarak, altı ayrı noktadan değişik dizilişlerle 63 ayrı karakter elde etti.
Braille'in 15 yaşında keşfettiği bu alfabe, önce kendi arkadaşları tarafından benimsendi ama, ilk defa 1829 yılında basılarak kamuoyuna sunuldu. Louis Braille, 6 Ocak 1852 tarihinde, çok genç yaşta veremden öldü. Alfabesi ölümünden iki yıl sonra Fransa'da, yıllar sonda da İngiltere ve ABD'de resmen körler alfabesi olarak kabul edildi. Ülkemizde de 1889 tarihinden itibaren görmezlerin eğitiminde az da olsa kullanılmaya başlanan Braille alfabesi, ancak 1950 yılından sonra yaygınlık kazandı.
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Bu grubun hiç bir siyasi oluşum, parti, vakıf, örgüt, dernek veya benzeri yapılanmalarla alakası yoktur.Aynı zamanda onlara uzaklığı veya yakınlığıda bulunmamaktadır. Müslüman Anadolu İnsanının Tarafında yer alan Gerçek Vatanseverliği ilke edinmiş, Anti Emperyalist HABER BİLGİ PAYLAŞIM STANDIDIR.."
Grupta yayınlanan yorum ve yazılardan yazarları sorumludur.Ayrıca harici linklerden de Anadolu Haber Günlüğü Mesul değildir...
Grup Yöneticileri Mail Adresleri Aşağıdadır
kurtulusyolu99@gmail.com
bahadirserhad@gmail.com
forevermirza@gmail.com
Bu gruba posta göndermek için, mail atın: anadoluhaber@googlegroups.com
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: anadoluhaber-unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com/group/anadoluhaber?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.